Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM GENEL.::. > Edebiyat > Makale ve Köşe Yazıları

Konu Kimliği: Konu Sahibi muhsin iyi,Açılış Tarihi:  30Haziran 2012 (10:20), Konuya Son Cevap : 07 Eylül 2014 (08:24). Konuya 11 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 30Haziran 2012, 10:20   Mesaj No:1
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:muhsin iyi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14028
Üyelik T.: 31 Temmuz 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:
Mesaj: 143
Konular: 88
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Muhsin İy

Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Muhsin İy

Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr,
En-Nâfi’ İsimleri


Kader, insanların başlarına gelecek her şeyi Allah’ın (c.c.) ezelde bilip bunları Lehv-i Mahfuz’a kaydetmesidir. Bunların zamanı geldiğinde meydana gelmesine kaza denir.


Kader, Allah’ın (c.c.) kullarının başlarına gelecek olan olayları El-Alîm güzel ismi ile bilmesine dayanır. Yoksa kullarını buna mecbur tutmamıştır. Aksi taktirde insanın bu dünyada imtihan edilmesinin bir anlamı olmayacaktı.


İnsanın elinde bir güç ve kudret sözkonusu değildir. Güç ve kudret tamamen Allah’a aittir. ‘Oysa sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yarattı (Saffat suresi, 96).’ İnsan yaptığını sandığı şeyleri niyetiyle sahiplenmektedir ve bundan sorumlu tutulmaktadır. Onun için niyet çok önemlidir. Peygamberimiz (s.a.s) hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: ‘Ameller niyetlere göredir.’ Niyetini temiz, himmetini âli tutan (iyilik, hayır konusunda yüksek hedefleri olan) kişiler oturdukları yerden bir şey yapmaksızın büyük sevaplar elde edebildikleri gibi Allah’ın rızasına da ererler. Ayrıca kaderleri de genellikle güzel olur. Çünkü yüce Allah (c.c.) genellikle olayları, kişileri insanların kalplerine göre biraraya getirmektedir.


Kader konusunda Ehl-i sünnet anlayışının dışında tarih boyunca iki aşırı uç, sapkın inanç sözkonusu olmuştur: Kaderiyeciler, insanın her eylemini kendisinin yarattığını savunmuşlardır. Dolayıyla hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini kabul etmemişlerdir. Bunların insan iradesinin mahsulü olduğunu iddia etmişlerdir. Cebriyeciler ise, kulun kısmi iradesini yok saymışlardır. İnsanı kaderin karşısında rüzgârda uçuşan yapraklar misali kabul etmişlerdir. Şerri (başa gelen kötülükleri) tamamen ve koşulsuz olarak Allah’a bağlamışlardır.


Kadere iman bilindiği üzere imanın altı rüknünden birisidir. Kader içerisinde en önemli konu ise hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği hususudur. İnsanlar genellikle hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiğini unutup sebeplere bakarlar. Şer karşısında öfkelenip deliye dönerler, dinden imandan çıkıp katil bile olurlar; hayırda da Allah’a (c.c.) şükretmeyi unutup vesilelere takılıp kalırlar.


İnsanların büyük çoğunluğu imanın altı şubesinden beşine pek karşı çıkmazlar. Onları pek inkâr etmezler. Fakat kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma hususunda çeşitli sıkıntılar yaşarlar, bu noktada bazı itirazlar baş gösterir. Çoğu kişinin dine karşı olan olumsuz tavrında ana sebep kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmama oluşturur. Hastalık buradan kaynaklanır. Hele çağımızda çeşitli felsefelerin yaratıcı karşısında insanı merkezi bir konuma oturtmaları (Kaderiyeciler gibi) bu manevi hastalığın daha çok artmasına neden olmuştur.


Allah (c.c.) kullarına karşı her zaman lütufkârdır. Onları kaldıramayacakları yüklerle imtihan etmez. “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, 40).” Allah’ın (c.c.) Ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismi insanın zararına değil hayrınadır. Şöyle ki: Dünyada başımıza gelen kötü şeyler bir hikmete dayanır. Dünya hayatı geçicidir, asıl olan ahiret yurdudur. Bu dünyada kötü olarak görülen şeylerin altında insanların ahiret hayatlarında kurtuluşa, ebedi mutluluğa vesile olan pek çok hayırlar bulunabilir. Bu açıdan asıl şer, zarar bu başa gelen kötü şeylerden gereği şekilde yararlanmamaktır.


Bu durumda başımıza gelen kötü şeyler, her ne kadar Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana geliyorsa da bu durumun sünnetullaha, ilahi bir kurala dayanan bir nedeni bulunmaktadır. Allah (c.c.) bela ve musibetleri yaptığımız kötü şeylere karşı vermektedir: “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, 79).”


Başına böyle bir bela ve musibet gelen, bununla ruhu daralıp sıkılan bir müminin hemen geçmişini değerlendirip günahları için gözyaşı döküp tövbe ile Allah’ın (c.c.) rahmetine sığınması gerekir. Bu tür bir davranış yerine isyan etmek, birilerini suçlayıp öfkelenmek insana pek bir şey kazandırmaz. Belki pek çok şeyi alıp götürebilir. Yalnız Allah’ın (c.c.) el-Adl güzel ismi gereği bir zulme uğramışsak hakkımızı savunmamız, adaleti gerçekleştirme yolunda mücadele etmemiz de gerekir. Tabii işin bu cephesi yanında iç muhasebe ile kendimizde bazı kusur ve hataları aramak, bunlardan pişmanlık duyup Allah’ın (c.c.) merhametine sığınmak da icap eder.


Başa gelen, özellikle başkalarının başına gelen bela ve musibetleri yalnız yukarıda sözünü ettiğimiz sünettullahla, yani ilahi kuralla açıklamak Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerine ileri geri konuşmak anlamına geleceğinden çok tehlikelidir. İnsanı maazallah dinden çıkarır. Çünkü Allah’ın (c.c.) olayları yaratmadaki ilahi hikmetini kimse tam anlamıyla kavrayamayacağı gibi böyle bir konuda söz ve hüküm sahibi de değildir. Hele başkaları için böyle birtakım yargılarda bulunmak, örneğin bir hasta yada kaza nedeniyle geçmiş olsun ziyaretinde ilgili hastalığın yada kazanın gerçek nedenini yapılan günah yada günahlar yüzünden olduğunu söylemek, bu konuda açıklamalarda bulunmak büyük bir edepsizliktir. Allah’ın (c.c.) öfkesine yol açabilecek bir kendini bilmezliktir.


Bela ve musibetleri yukarıda sözünü ettiğimiz sünnetullah, yani ilahi kanun yanında Allah (c.c.) başka nedenlerle de yaratabilir. Bunu kimsenin tam olarak bilmesine olanak yoktur. Örneğin Allah (c.c.) kulun katındaki derecesini yükseltmek için bela ve musibete uğramasına izin verebilir. Nitekim Mekke döneminde ilk Müslümanlar böyle bir sınavdan geçmiş, büyük bela ve musibetlere uğramışlardı. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ey müminler, (itaat edeni asi olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan ve mahsullerden eksiltmek ile imtihan edeceğiz. Ey resûlüm, sabredenleri müjdele! (Bakara suresi, 155)”

Bir Müslüman’ın kendi başına gelen bela ve musibetleri günahları ile, başkalarının başına gelen bela ve musibetleri Allah (c.c.) katındaki derecelerin yükselmesi ile açıklamaya çalışması edep ve nezaket gereğidir. Bu yolla hem kendisinin sabırlı olmasında hem de başkalarına sabrı tavsiye etmede önemli bir manevi güç bulabilecektir.


Sabır, şükür gibi Allah’ın (c.c.) sevdiği duygulardan birisidir. Allah (c.c.) Ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismiyle kulda sabır meyvesinin oluşmasını arzular. En-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismiyle de kulda şükür ister. Bunların ahiretteki karşılığı çok büyüktür. İnsan sabır ve şükür duyguları ile Allah (c.c.) katındaki derecesini yükseltir: “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir (Zümer suresi, 10).”


Genellikle hoşumuza giden şeyleri hayır, gitmeyenleri şer olarak adlandırırız. Hâlbuki bu değer ölçüsü son derece görecelidir. Sadece insanın bu dünyadaki yaşamına göredir. Ebedi ahiret yurdu gözönünde bulundurularak yapılmış değildir. Çünkü bu dünya ödül ve ceza yurdu olmadığı için başa gelen hayır ve şerrin hikmetini de bilmek olanaksızdır. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır. Yine olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerlidir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz (Bakara suresi, 216).” Savaş görünüşte şerlerin, kötülüklerin simgesi gibidir. Çünkü onda her türlü bela ve musibet vardır: Açlık, yoksulluk, can ve evlat kaybı, ölüm korkusu, mal ve namus kaygısı… Her şey başa gelebilir. Allah (c.c.) işte ilgili ayette böyle şerrin ve kötülüğün simgesi olan savaşta bile hayırların gizli olduğunu belirtmektedir. Bizim hayır sandığımız şeyler ise ahiretimiz için, Allah (c.c.) bizleri onlardan korusun, kim bilir nice bela ve musibetleri içeriyor olabilir. Gerçekten insanın Allah’ı (c.c.) el-Vekîl olarak kabul edip (Hasbünallahu ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter, O ne güzel vekildir] deyip,) O’na sığınmaktan başka bir çaresi yoktur. Çünkü ahiretimiz için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ancak Allah (c.c.) bilebilir.


Başa gelen bela ve musibetler sırasında ‘Ya Dârru, ya Nâfi’u’ diye Allah’ın bu güzel isimlerini sayıya vurmadan çokça zikretmek gerekir. Bu zikir bela ve musibetin ortadan kalkmasını gerçekleştirdiği gibi ilgili bela ve musibetin hayra dönmesini de sağlayabilir. Ayrıca bu zor anlarda hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak çok mühimdir. Allah (c.c.) her şeyi yaratabilir. Geceden gündüzü çıkarmak, ölüden diriyi meydana getirmek O’na zor değildir. Evrenin bağlı olduğu kanunlar O’nu bağlamaz. Çünkü Allah (c.c.) gerektiğinde yeni kanunlar da yaratabilir. Her şey O’nun ‘Ol!’ buyruğu ile anında varlık sahasına çıkar.


‘Ya Dârru, ya Nâfi’u’ ziişiliği güçlü kıldığı gibiruhsal sağlığın korunmasında ilaç gibi de tesir eder.


İnsanlar hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini unutunca başlarına çok büyük belalar açabilirler. Nefis bir kızgınlık ve öfke anında büyük günahlara girebilir. Şeytanlar bu anları çok gözetlerler. Zaten hadis-i şerife göre insanın bütün vücudunda kanın damarlarda dolaşması gibidirler. Yine hadis-i şerife göre her Müslüman’da da mutlaka en az bir şeytan görevlidir. Onlar insanların duygu ve düşüncelerini takip edebildikleri için nabza göre şerbet verirler. Öfke ve kızgınlık anlarında bu çeşit vesveselerini artırırlar, ateşi alabildiğine körüklerler. Çoğu kişi bu yüzden katil olur, adam yaralar. Kalpler kırılır. Küslükler başlar. Bu anda kişinin nefsinin hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanması, büyük bir imtihana tabi tutulduğunu bilmesi biraz zordur. Şayet böyle bir anda kişi Allah’ın kudretini, hayır ve şerrin O’ndan geldiğini bilirse bu büyük bir devlettir. Kadere rıza göstermek nefsin ve şeytanların belini kırar, kişiyi yüce bir makama taşır. Tasavvufta nefsin ulaşması istenen hedefi kadere rızadır. Kadere rıza göstermek, Allah’tan razı olmaktır. Allah’tan razı olan bir nefis (Raziyye nefis) kısa zamanda Allah’ın rızasına (Marziyye nefse) ulaşır. Yalnız haksızlık karşısında susmamak gerekir. Hadis-i şerifte böyle kişilerin ‘dilsiz şeytan’ olduğu belirtilmiştir. Kişi gerek başkalarının haklarını gerekse kendi hakkını aramak için öfkeye ve kızgınlığa kapılmadan usulüne uygun olarak hareket etmelidir. Öfke ve kızgınlık göstererek nefse ve şeytanlara prim vermemelidir. Hak arayışı çok önemlidir. Bir çeşit cihattır. Zalime gereken cezanın verilmesi, toplumun esenliği için şarttır. Bu konuda ihmalkâr olmak kul haklarına kadar uzanabilir. Çünkü herhangi bir ceza görmeyen zalim aldığı güçle başkalarına da zarar verebilir. Bu başkalarına verilen zararlar bu konuda vurdumduymaz insanların amel defterlerine günah olarak yazılabilir. Tabii bu başka bir konudur. Yine yaptığına gerçekten pişman olmuş bir insanı affetmek de Allah’ın razı olduğu bir büyüklüktür. Bu da ayrı bir konudur.

Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma kişiyi öfke ve kızgınlıkla büyük günahlar işlemekten alıkoyduğu gibi onun büyük bela ve musibetlerde de depresyona, birtakım ruhsal hastalıklara girmesini önler, ruhsal terapisini sağlar. İnsana güçlü bir kişilik kazandırır. Hapisteki bir insana en büyük manevi güç ve destek, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmadan gelir. Hele bu durumdaki kişiler, haksız yere bir suçtan hüküm giymişseler ondan başka bir limana da sığınamazlar. Şayet böyle bir insanın kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı yoksa ruh sağlığı derhal bozulmaya başlar, herkese şüphe ile bakarak paranoyaya, hatta ruhsal bütünlüğünü kaybedip büyük ruhsal hastalıklara, şizofreniyeye kadar düşebilir. İnsanların psikoz türü ağır hastalıklara düşmeleri genellikle kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmamalarından, büyük bela ve musibetlerde kişilere ve olaylara fazla takıntı yapmalarından kaynaklanır. Hâlbuki Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile dalından düşmez (bk. En’am suresi, 59). Nerede kaldı ki kulun başına gelen bela ve musibetlerin Allah’ın izni ve iradesiyle gerçekleşmemesi?.. İnsanoğlu Allah’ın güç ve kudreti hakkında ne kadar az bilgi sahibi!.. İnsanları ve olayları da gözünde devleştirmeye ve abartmaya pek eğilimli!.. Her iş Allah’ın dilemesi ve takdiri ile gerçekleşmektedir. İnsanlar iyi kötü bir şeyler yapmaya niyetlenseler de Allah dilemedikçe bu niyetleri gerçekleşmeyeceği gibi niyetlerini eylemlere de koyamazlar. Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (Tekvir suresi, 29).’ İşlediği bir ceza ile hüküm giyen kişiyi de kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı bir üniversitede öğrenci imiş gibi eğitir, nefsini terbiye eder, ceza günlerini rahmete, günahları için istiğfar etmeye, dolayısıyla günahlarının Allah (c.c.) tarafından affına çevirir. Zira kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma kişiyi kısa zamanda geçmişini değerlendirmeye, bir iç muhasebe yapmaya götürür. Bu da onun tövbe yolunu tutmasını sağlar. İçten yapılan tövbeler, hangi günah olursa olsun, Allah tarafından affedilir. Bu konuda pek çok ayeti kerime vardır. En müjdelisi de şudur: ‘De ki ‘Ey kendileri hakkında aşırı giden (büyük günah işleyen) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O çok bağışlayandır, merhamet edendir (Zümer suresi, 53).’ Allah’ın günahları affetmeyeceği şeklinde bir ümitsizliğe düşmek, doğru olmadığı gibi Allah hakkında da büyük bir suizandır. Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler ancak kâfirler topluluğudur (bk. Yusuf suresi, 87) .


Hadis-i şeriflerde kul haklarının affında Allah’ın karışmayacağı, kişinin hakkı geçen kişi ile barışması, helalleşmesi gerektiği ifade edilse de yüce Allah (c.c.) her şeye kadirdir. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre böyle durumlardaki kişiler üzerlerindeki kul haklarını barışma ve helalleşme yolunu çeşitli nedenlerle (hak sahibini bulamama, karşı tarafın hoşgörüsüzlüğü, utanma, fitne ve dedikodu çıkma ihtimali vb.) kullanamayarak üzerlerinden atamıyorlarsa bu kul haklarının aşağı yukarı tutan bedellerini ihtiyaç sahibi kişilere verme yoluna gitmelidirler. Elbette bazı kul haklarının bedeli çok ağırdır. Parayla ölçülemez. Ödenmesi de çok zordur. Cana kastetme, namus, şeref ve haysiyetle oynama gibi. Ama Allah (c.c.) dilerse, bu dünyada affetmeyeceği, affettiremeyeceği hiçbir günah yoktur. İnsan günahlardan gerçekten pişman olup hatalarını tamir yoluna girdiği zaman yüce Allah (c.c.) kişiye fazl u ikramı ile öyle büyük fırsatlar ve sevap kapıları açar ki, bunlar ahrette üzerindeki bütün kul haklarını ödemeye yetebilir. Ama kul haklarını ödemede hadis-i şeriflerin ısrarla tavsiye ettiği karşı tarafla barışma ve helalleşme yolunu tutmak daha doğru ve garantilidir. Dinin ruhuna daha uygundur. Tabii kul hakları insanın üzerinde dünyada iken büyük bir yüktür. İnsanın başına bela ve musibet açabilecek bir nedendir. Kaderini çok olumsuz bir yoldan etkileyebilir. Çoluk çocuğuna kadar tesir edebilir. Ayrıca kul hakları tasavvuf ve tarikat yolundaki manevi ilerlemede, yüksek makam ve hallere ulaşmada engel teşkil edebilirler. Bu kul haklarının üzerimizden kalkmasında çeşitli nedenlerle doğal yolu, yani karşı tarafla barışma ve helalleşme yolunu kullanamıyorsak bu niyetle sadaka vermek en azından bu yolla gelebilecek bela ve musibetlerin definde büyük yararlar sağlar. Onların yükünü azaltabileceği gibi tamamen de kaldırabilir. Zira hadis-i şerifte ifade edildiği üzere az sadaka çok belayı def eder.


Hastaneler de hapishaneler gibi üzerimizdeki günahların dökülebileceği yerlerdir. Dünya imtihanı gereği Allah (c.c.) bazı kullarını maddi ve manevi çeşitli sıkıntılara uğratır. O’ndan gelen her bela ve musibet aslında büyük bir ikramdır. Güzel sabır gösterirsek günahlarımıza kefarettir. Güzel sabır (sabr-ı cemil), ilgili sıkıntıdan dolayı kimseye dert yanmamakla, sıkıntıyı Allah’tan (c.c.) bilip haline şükretmekle gerçekleşir.


Bela ve musibetlere sabretme yanında üzerimizdeki sonsuz nimetlerin sahibini de En-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismi ile anmak gerekir. Her iyilik Allah’tandır. Kullar sadece birer vesiledir.


İnsanın yaptığı iyilikleri nefsinden bilmesi büyük bir aldanıştır. İyilikler Allah’ın (c.c.) dilemesi ve nasip etmesiyle gerçekleşir. İyilikler gerçekleşince Allah’a (c.c.) nasip ettiği için şükretmek gerekir.


Her insanın nefsi kaderine isyan halindedir. Hiç kimse bu konuda nefsini temize çıkarmamalıdır. Çünkü bu konuda insanların bazı sıkıntıları olmasaydı nefsi marziyye (Allah’ın razı olduğu nefis) ve kâmile gibi üst makamlara çıkmış olurdu. Yani imtihan sırrı olarak nefis emmare (kötülüğü emreden nefis; Allah’a isyan eden nefis) düzeyinde yaratılmış olup mutlaka içerisinde bulunduğu koşulları kabullenmemekte, nimetlere gereken şükrü kılmadığı gibi haline de sızlanmaktadır.


Kadere rızada ilk adım Allah’a her ne halde bulunursak bulunalım O’nun üzerimizdeki sonsuz nimetlerini dilimiz döndüğünce ve aklımıza gelenlerini de sayarak şükürde bulunmaktır. Her ‘Elhamdülillah, çok şükür…’ tespihleri bu yolda verilen nimetleri de hayal ederek atılan birer adım olarak Allah’ın kaza ve kaderine rıza yolunda ilerlememizi sağlarlar. Büyük kısım ibadetlerin özü, özellikle zikrin ruhu şükürdür.


Bir insan içindeki bütün olumsuzluklarına rağmen dili şükretmeye başladığı anda kaza ve kaderine rıza gösterme yolunda adım atmaya başlar. Bu noktada nefsi yavaş yavaş kırılıp değişir. Üzerindeki sıkıntılar hem maddi hem de manevi olarak azalarak ruhu büyük bir huzur duyar. Nefis üst makamlara, ileri hallere doğru terakki eder.


Şükür, insanın bütün melekeleriyle olursa daha makbuldür. Yani dil, duygu, hayal, samimiyet şükürde birbiriyle kaynaşmalı, bu biçimde Allah’a ulaşmalıdır.


Zikir ruhun gıdası ise şükür de suyu gibidir. Ruh şükürle canlanır. Hayat bulur. Gelişir, canlanır.


Şükrün bazı incelikleri vardır. Allah (c.c.) şükre muhtaç değildir. Kul muhtaçtır. Bunu özellikle bilmek gerekir. Yaptığı şükürle kimse Allah’ı (c.c.) minnet altına koymamalıdır. Şükre de şükürle karşılık vermeye çalışmalıdır. Bu konudaki acziyetini de ifade etmelidir. Bir de Allah kendisine yapılan şükürden önce kulun diğer insanlarla ilişkilerine büyük önem vermekte, kul haklarıyla kendi haklarını ayırmaktadır. Bu meyanda insanlara teşekkür etmek de çok önemli bir konudur. Öyle ki bu konuda nezaketten uzak ve nankör insanlara Allah (c.c.) kaza ve kaderine rızasında önemli bir adım olan şükrü nasip etmemektedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Bu doğa kanunu gibi bir şeydir. Anlayana büyük uyarıdır. Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Nimete vesile olanı unutmamak, onun gönlünü çeşitli yollarla almaktır. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir. Ayrıca teşekkürün sadece dille olmayacağını, hediye ile de takviye edilmesi gerektiğini belirtelim. Çünkü peygamberimiz (s.a.s) hediyeleşmenin kardeşlik duygusunu ziyadeleştireceğini vurgulamıştır.


Bazı insanlara teşekkür etmek adeta üzerimizde bulunan bir borçtur, kul hakkıdır: Anne-babalar, öğretmenler, akrabalar, bizlerin büyümesinde ve yetişmesinde emeği geçen nice kişiler… Kuşkusuz çoğu kez bunlara emeklerine karşılık dil ile bir kere bile teşekkür etme olanağına sahip bulunamamış olabiliriz. Belki bir kısmını yitirdik veya onlarla aramıza ulaşılamaz mesafeler girdi. Teşekkür etmek dilden ziyade yürekle olur. Bu insanların arkalarından yapılacak güzel dualar, okunan sureleri ruhlarına hediye etmeler, onlar adına verilecek sadakalar onlara edilebilecek en güzel teşekkürlerin yerine geçecektir.


Teşekkür asıl Allah’a (c.c.) yapılmalıdır. O’na şükürde bir an bile gaflette bulunmamak gerekir. O’nu anmadan geçen her an boşa geçmiştir. O’na şükür etmek bile büyük bir nimettir. Bu nimetin de şükrü gerekir. Yani şükre de şükretmeliyiz. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın…(Sebe suresi, 13)” buyurunca, Hz. Davud:
“Ey Rabb’im Sana nasıl şükredeyim ki? Benim şükrüm bile Senin bir nimetindir.” demiştir. Yüce Allah (c.c.) ona şöyle karşılık vermiştir:
“İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükrettin ey Davud! Çünkü şükretmenin de Benim bir nimetim olduğunu bildin.”


İnsan Allah’a (c.c.) gereği şekilde şükrün imkânsız olduğunu bildiğinde, şükür haline de şükürle karşılık verdiğinde daimi bir şükür haline girebilir.


Ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) ve En-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel isimleri ile kula düşen görev, hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği bilincine sahip olmaktır. Başına gelen hayrı Allah’ın (c.c.) bir lütfu ve ihsanı olarak görüp şükretmek, şerri ise günahlarının bir meyvesi olarak düşünüp tövbe etmektir.


Allah lütf u ihsanı ile bizlere muamele etsin. Günahlarımız yüzünden başlarımızdaki bela ve musibetleri fazl u ikramı ile kaldırsın. Bizleri nimetlerine şükreden kullarından eylesin. Bizlere rızasını nasip eylesin. Âmin.



Muhsin İyi

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi muhsin iyi 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Amel Defteri, Hesap Kitabı/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları zülcenaheyn2 32 12073 10 Temmuz 2014 14:08
İhlâs, İhlas Nedir/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları zülcenaheyn2 2 2718 11Haziran 2014 11:41
Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Vucud (3)/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları ali70 7 3199 10 Mayıs 2014 15:43
Namaz Kılmanın Mahiyeti, Bazı Faziletleri,... Makale ve Köşe Yazıları muhsin iyi 0 2185 17 Nisan 2014 19:23
İman ile Kaygı/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları valentino06 2 3121 09 Mart 2014 09:41

Alt 27 Temmuz 2014, 18:23   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:61
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.476
Konular: 1144
Beğenildi:4414
Beğendi:3686
Takdirleri:14203
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

Alıntı:
muhsin iyi Üyemizden Alıntı Mesajı göster

(Hasbünallahu ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter, O ne güzel vekildir] deyip,) O’na sığınmaktan başka bir çaresi yoktur. Çünkü ahiretimiz için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ancak Allah (c.c.) bilebilir.
Başa gelen bela ve musibetler sırasında ‘Ya Dârru, ya Nâfi’u’ diye Allah’ın bu güzel isimlerini sayıya vurmadan çokça zikretmek gerekir. Bu zikir bela ve musibetin ortadan kalkmasını gerçekleştirdiği gibi ilgili bela ve musibetin hayra dönmesini de sağlayabilir. Ayrıca bu zor anlarda hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak çok mühimdir. Allah (c.c.) her şeyi yaratabilir. Geceden gündüzü çıkarmak, ölüden diriyi meydana getirmek O’na zor değildir. Evrenin bağlı olduğu kanunlar O’nu bağlamaz. Çünkü Allah (c.c.) gerektiğinde yeni kanunlar da yaratabilir. Her şey O’nun ‘Ol!’ buyruğu ile anında varlık sahasına çıkar.
‘Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (Tekvir suresi, 29)K
Bela ve musibetlere sabretme yanında üzerimizdeki sonsuz nimetlerin sahibini de En-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismi ile anmak gerekir. Her iyilik Allah’tandır. Kullar sadece birer vesiledir.

Allah lütf u ihsanı ile bizlere muamele etsin. Günahlarımız yüzünden başlarımızdaki bela ve musibetleri fazl u ikramı ile kaldırsın. Bizleri nimetlerine şükreden kullarından eylesin. Bizlere rızasını nasip eylesin. Âmin.
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Temmuz 2014, 02:20   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
Yitiksevda - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Yitiksevda isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 2
Üyelik T.: 10 Nisan 2008
Arkadaşları:3
Cinsiyet:Erkek
Memleket:MALAZGIRT
Yaş:47
Mesaj: 5.078
Konular: 295
Beğenildi:124
Beğendi:24
Takdirleri:153
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

Kaderin iman esaslari arasinda yer aldiğini Kuran ile ispat edermisiniz?

Makalenizde Allaha iftira hususlarini cevabinizdan sonra açiklayacam.
__________________
Sakın başkasının kölesi olma; çünkü ALLAH seni hür yaratmıştır .

-İmam Ali- (a.s)
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Temmuz 2014, 02:27   Mesaj No:4
Medineweb Acemi Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:mustafa ast isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 44470
Üyelik T.: 26Haziran 2014
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 18
Konular: 0
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

sen istersen inanma,kadere
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Temmuz 2014, 03:01   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
Yitiksevda - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Yitiksevda isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 2
Üyelik T.: 10 Nisan 2008
Arkadaşları:3
Cinsiyet:Erkek
Memleket:MALAZGIRT
Yaş:47
Mesaj: 5.078
Konular: 295
Beğenildi:124
Beğendi:24
Takdirleri:153
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

Mustafa sorum makale sahibine inanç değerlerimi sana yada başkasina göre belirlemem Apaçik Kuran var iken aklimi kiraya verenlerden efendi şeyh vs putlara tapanlardan değilim.
__________________
Sakın başkasının kölesi olma; çünkü ALLAH seni hür yaratmıştır .

-İmam Ali- (a.s)
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Temmuz 2014, 03:29   Mesaj No:6
Medineweb Emekdarı
Yitiksevda - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Yitiksevda isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 2
Üyelik T.: 10 Nisan 2008
Arkadaşları:3
Cinsiyet:Erkek
Memleket:MALAZGIRT
Yaş:47
Mesaj: 5.078
Konular: 295
Beğenildi:124
Beğendi:24
Takdirleri:153
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

En güzel isimler Allah’ındır. O’na o isimleri ile dua edin. O’nun isimleri konusunda sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
Araf 180

Şimdi birinci çelişkinizi açiklayayim.

Hadis adi altinda şekillendirdiğiniz din Allaha Iftira atmaktan çekinmeyen bir algidir. Ayeti kerimede En Güzel Isimler Allah'indir hakikatine rağmen Allah'a ( Zarar Veren) Anlaminda Darr ismini Rivayete dayanarak veren anlayiş Bu ismi bu ayete rağmen kabul ediyor iken neden ise Kuran' da yüzlerce kez geçen Rab Mevla isimleri Esmaya almamakta. Allaha iftira atanlarin hesabi Allah' a aittir. Hatta Mevla ismini utanmadan Allah Resulü Muhammede kullanmayi daha uygun görürler.
__________________
Sakın başkasının kölesi olma; çünkü ALLAH seni hür yaratmıştır .

-İmam Ali- (a.s)
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Temmuz 2014, 03:53   Mesaj No:7
Medineweb Emekdarı
Yitiksevda - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Yitiksevda isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 2
Üyelik T.: 10 Nisan 2008
Arkadaşları:3
Cinsiyet:Erkek
Memleket:MALAZGIRT
Yaş:47
Mesaj: 5.078
Konular: 295
Beğenildi:124
Beğendi:24
Takdirleri:153
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

Rivayetlere/ Iftiralara dayali sözler:

Peygamberin mübarek gözleri uyur, kalb-i şerifi uyumazdı.

Asla esnemezdi.

Mübarek vücudü nurani olup, gölgesi yere düşmezdi.

Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübarek kanını içmezdi.

Kuran bu ve bunun benzeri yüzlerce rivayeti/yalani Allah Resulüne Iftira atanlari açikça yerden yere vuruyor iken halen iftiralari yaymaya çalişmak Allah' a ve Resulüne iftiradir.

Dediler ki: «Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalbimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde vardır. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz.

De ki: «Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. O'na yönelerek işlerinizi düzeltin, O'ndan mağfiret dileyin. O'na ortak koşanların vay haline!»
(Fussilet 5-6)
__________________
Sakın başkasının kölesi olma; çünkü ALLAH seni hür yaratmıştır .

-İmam Ali- (a.s)
Alıntı ile Cevapla
Alt 29 Temmuz 2014, 01:43   Mesaj No:8
Medineweb Acemi Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:mustafa ast isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 44470
Üyelik T.: 26Haziran 2014
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 18
Konular: 0
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

ah yitik sevda kardeşim nelerle uğraşıyorsun,efendimizin üzerine sinek konsa ya da esnese siz ne kazanacaksınız,sadece kuranı Kerim olsaydı Allah teala peygamber yollamazdı,peygamberimiz kuranı açıklar hadisiyle,dimi
Alıntı ile Cevapla
Alt 02 Ağustos 2014, 15:00   Mesaj No:9
Avatar Otomotik
Durumu:HAK BİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 42183
Üyelik T.: 25 Nisan 2014
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 4
Konular: 0
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

Tasavvufî Hayat, İslam’ın Özüdür

Ekleyen : Abullah KAÇAN
Okuma Sayısı : 1098


Efendim! Bize, hem Türkiye hem de dünya üzerindeki Müslümanların genel durumunu değerlendirir misiniz?

Bilhassa müminler ibadet anlayışı noktasında yanılmaktadırlar. İbadeti sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermek, tevhid okumak, istiğfar okumak, lafza-i celal çekmekten ibaret görmektedirler. Bu durum böyle devam ettiği müddetçe Batılılar Müslümanlara hiç dokunmayacak demektir. Genel olarak hastalığımızı bu şekilde özeteleyebiliriz.

Arzettiğiniz üzere yakın çevremizden itibaren bir gayr-i İslâmî hayat var. Tasavvufî hayat bize bu noktada nasıl bir yol gösterir?

Tasavvufi hayat, zaten İslam’ın ruhudur, özüdür. Lâilâheillallah kelimeyi tayyibesi de, İslam’ın anahtarıdır. Buna inanmak sûretiyle İslam’ın kapısı bize açılır. Bu kelime-i tayyibenin ilk anlamı: “Ancak sana ibadet ederiz.” demektir. İkinci anlamı: "Ancak senden yardım bekleriz.” Üçüncü anlamı: “Her zaman Hakk’ın rızasını istemek, Ya Rabbi! Gayem, isteğim, Senin rızandır." demektir.

Diyelim ki sûfi, mürşidinden, efendisinden, bu vazifeyi alır; bu vazifeyi alırken, dikkat edecek olunursa, Lailaheillallah derken, kalbimden, Allah’tan gayri herşeyi çıkarıyorum, demektedir. Mesela, mürid kelimesi de, bir sûfinin, irade noktasında iradeyi Allah’a teslim etmesini ifade eder. Mürid, sınırlı iradeyi, sınırsız iradeye teslim eden kimse demektir. İrademizi bir kısım insanlara verecek olursak, mürid olamayız. Cenab-ı Hakk, Kelam-ı İlahi’sinde bize, 1050’nin üzerinde ahkam ayetiyle, O’ndan gayrısına sırtımızı dayamamayı, Kendisine yönelmeyi tavsiye buyurmaktadır.

Efendim, sınırlı olan irademizi, sınırsız olan iradeye teslim ederken, bunu direkt değil de, tasavvuf müessesesini ve mürşidi vesile kılarak mı yapacağız?

Zaten mürid olabilen mürşid olur. “Allah’ın Rasûlü (s.a.v.), size neyi emrettiyse onu tutun ve neyden nehy etmişse ondan kaçının.” ayeti bizim şiarımızdır. Aslında mürşidin buradaki konumu biraz önce arzettiğimiz iradeyi, Habibullah (s.a.v.)’a ve Cenab-ı Hakk’a teslim etmektir. Müridin iradesini teslim etmesine vasıta olan kimsedir. Yani vesile olan kimsedir.

Bugün, 21. yüzyılın eşiğindeyiz ve toplumsal yaşantının şartları çok değişti. Bu ortamda tasavvufun, toplumsal hayata bir mürid açısından bakışı nedir?

Size vereceğimiz cevap ancak sûfi tarifidir. Sûfi, her zaman o vakit içerisinde en uygun görevi yerine getiren kimsedir. Mesela bugün, tebliğ ve davetler eskisi gibi değil. Eskiden tebliğler, davetlerimiz; camide olurdu, mescidde olurdu, dergâhlarda olurdu ve bu, sınırlıydı. Belki beş yüz, belki bin kişiye ulaşılabiliyordu. Ama günümüzde en uygun vasıta nedir? İnsanlara hakikati duyurma iletişim aracı; radyodur, televizyondur, ayrıca internet sistemiyle dünyaya ulaşma imkanınız var. Efendimiz (s.a.v.), aslında bunu Veda Hutbesi’nde bildiriyorlar. "Burada sözümüzü duyanlar, duymayanlara nakletsinler." Öyleyse konuşulan sözü mutlaka daha ileriye, daha başka insanlara, en ücra köşede olanlara, Uzak Doğu'da, Brezilya’da, Kanada'da, vesair yerlerde bulunan bütün kitleye, ulaştırmak vazifemizdir. O zaman, bizi insanlara ulaştıracak araçları, İslam’ın güç ve kuvvet kazanması uğruna kullanmamız gerekir. Sürekli yasakçı olmayı biz kabul etmiyoruz. Cenab-ı Hakk zeka vermiştir, akıl vermiştir; hatta müminlere çok büyük bir yardımı vardır. İlahî bir çizgi, feraseti vardır müminin. Kafirin bir feraseti de yok. Çünkü feraset, Allah’ın nuruyla bakmak demektir. Onların teknolojideki ilerlemelerinin sebebi, Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu zekâdır. Akıl ise Allah’ın vermiş olduğu bir nurdur. Mümin, bu zekasının yanında bir de inancıyla, imanıyla akıl sahibi olur, iç gözlerinin (basiret diyoruz), kalp gözlerinin açılmasıyla onlardan daha ileri işler yapar ki; bu şartlar altında onların değil, Müslümanların öncü olması gerekir. Rabbimiz: “Siz müminler, oldukça âlisiniz.” buyuruyor ki biz, şimdi âli durumdan âdi duruma düşmekten çok korkuyoruz ve ürküyoruz, bu şekilde olan grupların ve toplulukların bizi nasıl hedef gösterdiğine şaşıyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hedefine bakıyoruz; bütün dünyayı sulha kavuşturacak bir hedef veriyor. “Dünyada bir tane kafir ve fitne bırakmayıncaya kadar Allah’ın dinini yayın.” buyuruyor. Biz, üç beş kişiyle kalacak olursak, bugüne damgamızı vuramamış oluruz ve bugünkü vasıtaları da İslamlaştırmamış oluruz. Halbuki bizim bunu onlardan daha iyi bilmemiz, daha ileriye götürmemiz icab eder.

İslam ülkelerinde, söyledikleriniz doğrultusunda bir takım İslami çalışmalar var; bu çalışmalar içerisinde tasavvufun rolü ne olmalı?

Sahabeler ne yaparlardı? Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i görünce en âlâya, en üstün zirveye erişirlerdi. Şimdi bu noktaya gelen sahabe, bakıyorsunuz Medine’yi Münevvere’ye geldiğinde haydin cihada dendiğinde, gözlerini kırpmadan -daha yeni gerdeğe giren sahabe bile- cihada koşuyordu. İç eğitim elbetteki önemlidir. İçimizi ıslah etmedikçe, dışımızı ıslah etmemiz mümkün değildir. Yalnız, bir kısım kardeşle rimizde çok acı yaşantılara, hadiselere şahid oluyoruz. “Nefsimizi ıslah ederken biz büyük cihadı yapıyoruz.” deyip, bir köşeye çekilerek, dinlerine yapılan sataşmalara göz yumuyorlar. Mevlana’mızın bu hususa dair bir hikayesi var. Bunu herhalde bilirsiniz. “Bir derviş, sürekli küçük cihad dediği fiili savaşla, cenkle alay ediyor. Derviş, cenk davulları çalındığında şu oyunlara bir de ben bakayım diyor. Bir de ne görsün, kafalar, kollar, başlar uçuyor. O anda İslam komutanı diyor ki: “Acaba bu derviş nerededir?” Dervişi bir köşeye saklanmış olarak buluyorlar, eli bağlı bir esiri ona teslim ediyor ve bir de kılıç veriyorlar; komutan: “Bu esiri al, çadırın arkasında başını kes ve bana getir. Sen de gazi olma ecir ve mükafatına eriş.” diyor. Fakat derviş gidiyor ve bir türlü gelmiyor. Bir de ne görsünler, derviş altta esir üstte, neden böyle oldu dendiğinde: “Bana öyle bir baktı ki korktum, ayağıyla bir tekme vurunca yere düştüm ve beni şu anda dişliyor.” diyor. Mevlana’mız: “Bu, küçük cihadla da alay ediyor.” diyor.

Efendim 1800’lerden bu tarafa Müslümanlar dünyada söz sahibi değil. Teknolojik olarak, hayat tarzı olarak biz Müslümanlar hep yeni gelişmelerden uzak kaldık. Herhangi bir katkımız olmadı. Ve şu anda Müslümanlar olarak, yaşadığımız dünyanın şartlarını biz belirleyemiyoruz. Hristiyan’lar ve Yahudi’ler belirliyor. Bu noktada ne söyleyeceksiniz?

Cenab-ı Hakk: “Yaş-kuru ne varsa hepsi mevcuttur.” buyuruyor Kur’an için. Yine Mevlamız: “Biz onda hiçbirşey eksik bırakmadık.” buyurmaktadır. Biliyorsunuz, fezayı keşfedenler, Kuran’ı inceleyerek, tıp ilminde muvaffak olanlar yine Kuran’ı inceleyerek başarıya ulaşmışlardır. Kafirlerde öyle bir anlayış var ki, Kuran’ı belki bizden daha iyi biliyor, ondan birçok ilmî keşifler elde ediyorlar; yalnız adına İslam demiyorlar. Hatta şimdi Amerika bile, Osmanlı’nın Kuran’a bakarak gerçekleştirmiş olduğu idari sistemi örnek alıyor. Biz ise buna yabancı kalmışız. Neden? Kur’an’ın bir kısmını görüp, diğer mühim yönlerini gözardı ettiğimiz için. Mesela bugün Avrupalı’nın, Batılı’nın ilerleyişine, her yönden üstün olduklarına baktığımız zaman bunun temelinde İslam âlimlerinin olduğunu görürüz. Fakat bunun üzerinde bugünün Müslümanı bir çalışma yapmamış.

Biz, sohbetlerimizde bazen Arapça anlatıyoruz ve diyoruz ki, mekanlarımız bir yabancı dil eğitimini de evlatlarına yaptırmalıdır. Bugün yapılacak en uygun iş insan eğitimidir. Kardeşlerimizin ilmen, fikren gelişmesine, değişik alanlarda branşlaşmalarına yardımcı olarak ancak görevimizi yapmış oluruz. Bugünün dervişliği bu diye düşünüyorum.

Batı’nın iki yüz yıllık hükümranlığı döneminde dayatılan bir şey var; tüketici toplumu olmak. Bütün İslam ülkelerinde hem maddi hem de manevî anlamda bir tüketici toplumu oluşturuluyor. Bunun maddi yönü de Müslümanlar açısından çok önemli tabii. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?

Mesela günde üç öğün yemek yemeyi kapitalizmin bir oyunu olarak değerlendiriyoruz. Çünkü bir insanın hayatı 24 saattir. Hayatını devam ettirebilmesi için, küçük bir tas çorba ve bir dilim ekmek yeterlidir. Böyle alıştırılıyor ki, günde üç vakit yesin. Efendimiz (s.a.v.)’e, Hristiyan bir kişi gelir ve der ki: “Sizin kitabınız Kur’an’da tıbba dair bir söz var mı?” Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.): “Evet, var: Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz.” diye cevap verir.

Yalnız, buradaki israf, sadece çok fazla yemek anlamına da gelmez. Yediğimiz yemeklerin hakkını da verebilmeliyiz. Onu isyana malzeme etmemeli, Allah’ın dininin hakimiyeti uğruna çaba göstererek eritmeliyiz. Bakın, Ashâb-ı Kiram, öyle çok fazla yiyen-içen kimseler değildi. Daha çok yemekle birlikte yediren insanlardı. Bugünün insanına bakarsanız yedirenden ziyade, yiyen kimsedir. Başkasına karşılıksız vermeyi bile istemeyecek toplumlar meydana geldi. İnsanlık şuuru maalesef kalmadı. Hazret eserinde zikrediyor: "Günde bir defa yemek sıddıkların işidir. İki defa yemek müminlerin işidir. Üç defa yemek halephorluk, yani hayvanların halidir." Bir kısım sûfiyim diyen insanlarda da; akşamleyin ne yiyeceklerini, ne içeceklerini, bir bir sıralamayı; şurda şunu yedik, burda bunu yedik, siz bizi davet edince orda birşeyler yemiyecek miyiz? gibisinden sözlerin âdet haline geldiğini gördük. Buna en çok sıkılanlardan biri biziz. Hatta bir yerde üzülerek ifade ettim ve patlama noktasında, dedim ki, “Yediğiniz yemekler sanki cennet nimeti miydi de böyle övüyorsunuz?” Efendimiz (s.a.v) mübarek sözlerinde: “İnsanı ayakta tutacak birkaç lokmadır.” buyurmasına rağmen sûfiyim diyen kimselerin çok yediklerine hem de en ekstra, en üstün yemekleri yediklerine şahid olmaktayız. Biz bunu doğru görmüyoruz. Evet, yediği kadar da başkasına yedirse seslenmeyeceğiz ama sırf yemekle vakit geçirip bir başkasını düşünmeyen insanların nasıl bir derviş olacağını siz tasavvur edin. “Komşusu açken kendisi tok olan kâmil mümin değildir.” buyuruyor Efendimiz (s.a.v). Sami Efendimiz Hazretleri (k.s.) de sohbetlerinin çoğunluğunda az yemekten söz ederlerdi. Tabi dünyaya olan arzu, ilgi, ahireti de unutturuyor. Bugün dervişler yemek toplantısına geldiği kadar, cemaatla namaz kılmaya gelmiyorlar. İsterseniz araştırın bakın; giyimlerine, kuşamlarına, altlarındaki arabalarına bakın, eğer bunlar tebliğ ve davet yolunda kullanılıyorsa baş üstüne, yok nefsimiz uğruna kullanılıyorsa biz bunu garibsiyoruz. Madden çok sıkıntılı olduğumuz devrelerde Hacı Hasan Efendimiz (k.s.)’in hanelerine misafirler gelir. Üstadımız yedirecek birşey bulamaz. Sadece bir kaç tane şeker, suyun içerisine atılır ve mütevazi bir şekilde Üstadımız, ekmekle yemeye başlarlar. Artık o cemaat ne haz almışsa bu, Sami Efendimiz’e duyrulur. Derler ki: “Efendimiz bize çok güzel bir ziyafet çekti.” Sami Efendimiz: “Derviş böyle olacak.” diye buyururlar. Kendileri, biz şahidiz, çok az yiyen bir kimseydi, daha çok yedirirdi, ikramı çok fazlaydı. Şimdi maalesef ikramlar kalktı, iltifatlar da kalktı. Kibir ve enaniyetlerinden dolayı bir kısım insanların yanına yaklaşılamaz hale gelindi. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v.) panayırlarda dolaşıyor, Ebu Cehil’in kapısını çalıyor, müşrikleri İslam’a davet etmek için tâ 70 km. kadar mesafedeki Taif’e gidiyor, bir tane insan İslam’a gelir mi diye çırpınıyordu. Bizde de sanki büfede süs gibi muhafaza edilen kimseler hiç konuşturulmuyor, görüştürülmüyor. Efendi istirahatta, efendi şu halde, efendi bu halde. Efendi dediğimiz, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’in gayreti gibi gayret gösteren, insanların ortasında onların dertlerini dinleyen ve dertlerine deva bulan bir kimsedir.

Sahabeden bir zâtın evinde (kendisi âmâ) kapıya doğru bir ip var, bir ihtiyacı olduğu zaman o ipe dayanarak ihtiyacını -çok yaşlı olmasına rağmen- gideriyor. Yavruları: “Babacığım! Sen şu yaşlı halinle dur, biz yapalım.” deyince baba: “Evladım! Ben Rasûlullah (s.a.v.)’tan bir söz duydum: “Kim insanların ihtiyaçlarını giderirse, o son nefesinde rahat ölür.” diye buyuruyor. Bunlar da kalmadı. Bir adres soracak olsanız, inanın cevap vermiyorlar. Bizi bunlarla meşgul etmeyin diye.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e bakıyoruz, Ashabın oyunlarına katıldığını, bu esnâda onları irşad eden sözler söylediğini görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in kapılarında bekçileri yoktu. Direkt, konuşulabilirdi, görüşülebilirdi, manevî bir vakarı vardı, ondan insanlar sarsılırdı. Şimdi ise üç beş kapıdan geçtikten sonra bazı zevâtla görüşebiliyorsunuz. Bu, hakikaten doğru olmayan davranışdır. Şimdi nerdeyse dergahlar dert dinleyen yerler olmaktan çıkıp, istirahat edilen, rahat yaşanılan, yenilen, içilen, kendi cemaati dışında hiç kimseyi kabul etmeyen bir yer haline geldi.

Geçenlerde iki tane gencimiz teşrif ettiler. Kimle konuşmuşlarsa onları geçmişlerinden ve yaşantılarından dolayı reddetmişler. Şu saçınızla, şu kılığınızla nasıl görüşeceksiniz demişler. Fakat bizim evimize, hiçbir vasıta olmadan, kapıyı vurarak girdiler. Onlara yaptığımız ikramı, bizim kardeşlerimize herhalde yapmış değiliz. Kendi elimle hizmet etmekten duyduğum zevki anlatmayı da bitiremem. Aynen bir doktorun hastasına, reçetesini çıkartıp, kalemiyle bir bir devasını yazdığı gibi... Bakın şimdi hastalığın nasıl olduğunu, yazmış olduğum reçeteden de anlayacaksınız:

“Bir kelime-i şehadet okuyacaksınız, gusül abdesti alacaksınız. Namazlar kaza edilecek, oruçlar tutulacak. Kitaplardan tavsiyelerde bulunuldu kardeşlere.”

Malesef insanlarla bağlar kopmuş, üç beş insanla, kendisini seven cemaatle oturup kalkılmakta. Bu da insanlar arasında ilişkinin kopmasına neden olmaktadır. Peygamberimiz (s.a.v.), alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmet, çorak toprağa yağacak ki toprağın çorağı gitsin. Rahmet, o toprakta güzel nebatın yetişmesine sebep olur. Şimdi dergâhlarda çay nasıl içilecek, kaşık nasıl tutulacak, ekmek nasıl bölünecek, bunlar konuşuluyor. Sofrada bir intizam yerine, kalpte intizamı düşünelim. Evet mü’minin her işinin intizamlı olması gerekiyor. Fakat mü’minin gönlündeki intizama neden riayet edilmiyor? Sadece şekle bakılıyor. Yani biz, onlarla oturup çay bile içemeyiz. Onun bir usûlü var. Yemenin onlara göre bir şekli var, biz bu işi anlıyoruz. Nerdeyse tarikatlar ağniya (zenginler) tarikatı olma yolunda. Halbuki Efendimiz (s.a.v), ortada iki sofra olacak olsa fakir sofrasına otururdu.

Buradaki örnekten önemli bir sonuç çıkmakta: Müslümanlar her noktada -tasavvufu münakaşa edenlerin bir kısmı da dahil olmak üzere- artık bütün bakış açılarını şeklî boyuta indirgiyorlar ve bunun doğurduğu sonuçlar var.

Herkes kendisine göre bir kalıp çizmiş. Onun dışına bir türlü çıkamıyor. Meselâ diyor ki: “Benim cemaatimin dışında başka bir cemaatte bulunursanız, onların sohbetine giderseniz, evradınız, ezkârınız iptal edilir.” Diğer tarîkin mensubu, eğer tesadüfen sohbetimize gelmişse Allah demiyor, canı çıkacak gibi kendini yerden yere vuruyor. Çünkü değişik bir cemaatle Allah diyecek olursa, onun tarikatı bozuluyor. Bu kalıplardan malesef dışarı çıkılamıyor.

Halkımızın öyle ki yüzde yetmişi, belki yüzde doksanı maddi bir sıkıntı içerisinde. Bu bilinmesine rağmen mürşidten evvel bir eve gidiliyor. Evdeki havludan terliklere kadar her şey değiştiriliyor. Ondan sonra mürşid davet ediliyor. Bu kadar büyük bir ayıp olamaz. Yüzünü, kalitesi çok üstün havluya silse ne olur, silmese ne olur; kalitesiz olana sürse ne olur, sürmese ne olur? Kahvenin çok iyi olanı olsa ne olacak, olmasa ne olacak? Efendimiz (s.a.v) hiçbir yemeği- içeceği yadırgamazlardı. Hatırlayın, Hz. Ömer (r.a), Peygamberimiz (s.a.v.)’i başının altında bir kerpiç, altında hasır, meşin torbasının içerisindeki biraz hurmayla görünce ağlamaya başlamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben: “İran’ın Kisralar’ı, Bizans’ın Krallar’ı debdebe içerisinde, Siz bu haldesiniz.” demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) de: “İstemez misin ya Ömer! Ahiret bizim olsun, dünya onların olsun.” buyurmuştu. Ey mürşidlerim! Bunu hatırlayın, bu hadiseyi okuyun da insanlara acıyın, mütevazı yaşayın. Toprak gibi olsun hayatımız.

Efendim, Müslümanların geçen yıllara göre daha fazla dünyevileştikleri, kendilerini mal-mülk sevdası karşısında kaybettikleri görülüyor. Günlük hayatta makam-mevkii hırsı, dini hayatın dünyevî menfaatler karşısında hassasiyetini kaybetmesi bunlara bir-iki örnek. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Makamın-mansubun, dünyanın, insanı değiştirebileceği Kuran’ı Kerim de anlatılmaktadır. Hadisi Şerif’te de geçmektedir. Sahabe örneği malum. Beş vakit namazda camide bulunan sahabe, dünyalığa eriştiği zaman cumaya bile gelememiştir. Hz. Ömer Efendimiz (r.a) ’in devrinde, bir vali Medine’ye gelecek, Hz. Ömer (r.a) onu çok gizli bir yerden kontrol eder. Bakar ve onun halini iyi gördüğü zaman karşısına çıkar, kucaklar: “Valilik seni değiştirmemiş ey kardeşim!” diye alnından öper. Bugünkü değişmeler neden oluyor derseniz, o da başından beri ifade ettiğimiz iç aleme dönmeyişimiz, nefsimizin ıslahı yönünde bir çalışmamızın olmayışı ve bunları üstünkörü geçmek, mühimsememek, önemsememekten ileri gelmektedir. Bir müridin ölüm tefekkürü insana neyi hatırlatır? Dünyanın, mutlaka bir gün biteceğini hatırlatır. Ölüm tefekkürü, canı ve malı Allah yolunda feda etmenin egzersizidir. Kese doldurmak, zengin olmak, hayatımızı Karun’lar gibi geçirmek, Firavun’lar gibi yaşamak, değildir. Eğer tasavvufî bir eğitimde iyi bir Mürşid-i Kamil’in elinde bulunacak olursak, ölüm tefekkürüyle dünya muhabbeti yok olur, öyle olur ki dünya kalbimizde kaybolmuş olur. Ahireti tercih eder, dünyaya önem vermeyiz. İnsanlara hizmeti daha çok önde tutarız. Bir idare noktasına, yüksek bir makama Müslüman geldiği zaman eğer yaşantısında bir değişme oluyorsa, İslam’ın dışında bir yaşayışı taklide başlıyorsa bu, aşağılık kompleksinden ileri geliyor demektir.

Son olarak, Peygamberimiz (s.a.v.)’in varislerinden, manevi yol göstericilerimizden bir büyüğümüz olarak, sizden hem müjde hem de mesaj niteliğinde bir şeyler alabilir miyiz?

Sûre-i Yusuf’ta, Yusuf (a.s)’un varlığından ümidini kesenlere, Yakup (a.s) Kur’an’ın diliyle: “O’nu arayın, sakın ha ümitsizliğe düşmeyin, ümidini kesenler ancak kafirler topluluğudur.” demiştir.

Allah elbette nûrunu tamamlayacaktır. Bu arada biz, çalışmalarımızdan, gayretlerimizden, Allah indinde nasıl sorumlu olacağız? Müjdenin gelmesi bizim kendimize gelmemize bağlı. Bizim hayra gelmemize, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine gelmemize, Kur’an’ın emirlerine gelmemize, O’nu yaşamamıza bağlıdır. Ra’d suresinin 11. ayeti celilesinde: “Siz kendinizde olanı değiştirmedikçe, Allah sizi değiştirmez.” buyruluyor. Ümitvarız, hayırlı kimseler olma yolunda gayretli olduğumuz müddetçe de ümitvar olacağız.

Röportaj: Süleyman ŞENSOY
Alıntı ile Cevapla
Alt 02 Ağustos 2014, 16:08   Mesaj No:10
Medineweb Sadık Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:ali70 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 36490
Üyelik T.: 14 Aralık 2013
Arkadaşları:17
Cinsiyet:
Memleket:karaman
Mesaj: 812
Konular: 38
Beğenildi:236
Beğendi:586
Takdirleri:449
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

Muhsin hocam güzel yazıydı, Allah razı olsun. Bazı ayetler hakkında görüşlerimi belirtmek isterim. Belki kadere imanı inkar edenler olursa onlar için daha açıklayıcı olabilir.

Alıntı:
muhsin iyi Üyemizden Alıntı Mesajı göster

‘Oysa sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yarattı (Saffat suresi, 96).’
Sizi de yaptığınız şeyleri de... Yani fiillerinizi de...
Yaratanın yarattığını bilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü O El-Alim'dir... Onun bilmesi ise kaderdir.

Alıntı:
muhsin iyi Üyemizden Alıntı Mesajı göster

“Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, 40).”


Allah kulları için şer yaratmaz. Kulların şer diye gördüğü, kendi nefsinin hevasının dünyaya bakışıdır. Çünkü nefs doyumsuzdur, istediği olmazsa şer olarak algılar. Kendisi için hayır olduğunu ya da olacağını göremez, kabul edemez.
Bakan gözün güzelse güzel görürsün, şer ise şer görürsün. Şer görmen, Allah'ın şer yarattığı anlamına gelmez. Sadece asi nefsinin başına gelene rıza göstermediği anlamına gelir.

Alıntı:
muhsin iyi Üyemizden Alıntı Mesajı göster

“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, 30).
Kulun musibet olarak gördüğü kendi eliyle işlediği yüzündendir. Sonuçta bütün evren, yankı vadisi gibi çalışır. Senden ne çıkarsa, sana da o geri döner.
Sen, sana şer döndüğünü düşünüyorsan, bil ki senden de evrene mutlaka şer yayılmıştır.
Onun için peygamber efendimiz;
''Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma.'' demiştir.
Senden evrene hayır yayılırsa hayır, şer yayılırsa da şer dönecektir.
Senin için neyin hayır, neyin şer olduğunu ise Allahu Teala Kur'an da açıklamıştır.

Alıntı:
muhsin iyi Üyemizden Alıntı Mesajı göster


“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, 79).”

Allah kulu için sadece hayır diler, hayır yaratır.
Kulu için asla şer dilemez ve şer yaratmaz. Ama kul, şer olarak gördüğü bir şeyi yapıyorsa, yankı vadisinden de kendisine dönecek olan kendi nefsinin yaptığı şeydir. Demek ki şer döndüğünü düşünüyorsa, kendisine yapılmasını istemediğini başkasına yapmıştır. Sonuç olarak hepsini yaratan Allah'tır.

Nefs başına geleni kötülük olarak yorumluyorsa, bundan şu anlam çıkar: Kendisine yapılmasını istemediğini başkasına yapmıştır.


Alıntı:
muhsin iyi Üyemizden Alıntı Mesajı göster

‘Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (Tekvir suresi, 29).
İşte bu kaderdir. Güç ve kudretin sadece Allah'a ait olduğunun ispatıdır. Ben dilerim ben yaparım, diyen Ehadiyete kafa tutuyor demektir.

-----------
__________________
Hay'dan gelir, Hu'ya gideriz.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
İslam Genişlik ve Ferahlık Dinidir, Allah’ın El-Vâsi’u Güzel İsmi/Muhsin İyi muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 2 23 Şubat 2012 19:09
Nefsi Küçük Görmek, Allah’a Yakın Olmak, Allah’a Yaklaşmak/Muhsin İyi muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 0 02 Şubat 2012 15:16
Allah’ın Kuran-ı Kerim’le ve Peygamberlerle Hükmetmesi, Allah’ın El-Hakem İsmi/Muhsin muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 1 09 Ekim 2011 16:49
Allah’ın Görmesi ve İşitmesi, Allah’ın Es-Semî’u, El-Basîru İsimleri/Muhsin İyi muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 0 09 Ekim 2011 11:52
Hidayet Allah’tandır, Allah’ın El- Hâdî Güzel İsmi/Muhsin İyi muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 0 21 Eylül 2011 22:48

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.