Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:32   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ankebut Suresi Tefsiri

12- Kâfirler, mü'minlere "Bizim yolumuzu izleyin de günahlarınızı biz yüklenelim derler. Oysa onların, mü'minlerin omuzlarındaki hiçbir günahı yüklenmeleri söz konusu değildir. Onlar kesinlikle yalan söylüyorlar.


13- Kafirler, hem kendi günah yüklerini ve hem de bu yüklerin yanında başka birçok günah yüklerini taşıyacaklar ve kıyamet günü düzmece iddiaları konusunda kesinlikle sorguya çekileceklerdir.

Kâfirler, aşiretlerin ortak diyetleri ve ortak sorumlulukları birlikte üstlenmelerine ilişkin kabile anlayışından hareketle böyle bir söz söylüyorlardı. Bu, yüzden başkalarının işlediği Allah'a ortak koşma suçunu yüklenebileceklerini böylece onları azaba uğratmaktan kurtarabileceklerini sanıyorlardı. Bu çarpık anlayıştan hareketle dünyada yapılanların ahirette karşılık göreceğine ilişkin olarak anlatılanları da alaya alıyorlardı.
"Bizim yolumuzu izleyin de günahlarınızı biz yüklenelim."
Bu yüzden onlara bu düşüncelerini kesinlikle reddeden net bir cevap veriliyor. Her insanın tek başına Rabb'ine döndürüleceği, yaptıklarından dolayı yalnız başına sorguya çekileceği ve hiç kimsenin onun herhangi bir suçunu üstlenemeyeceği vurgulanıyor:
"Onların mü'minlerin omuzlarındaki hiçbir günahı yüklenmeleri söz konusu değildir."
Bu sözlerindeki yalan ve asılsız iddia yüzlerine vuruluyor:
"Onlar kesinlikle yalan söylüyorlar."
Sapıklıklarının, müşrikliklerinin ve düzmece iddialarının, bir de başkalarını sapıklığın sorumluluğundan kurtarmaları bir yana, üstelik onları saptırmanın günahını da omuzlarına bindiriyor:
"Kâfirler, hem kendi günah yüklerini ve hem de hu yüklerin yanında başka birçok günah yüklerini taşıyacaklar ve kıyamet günü düzmece iddiaları konusunda kesinlikle sorguya çekilecekler."
Bu sınav kapısı da böylece kapatılıyor. Böylece insanlar yüce Allah'ın onları gruplar halinde hesaba çekmeyeceğini, teker teker sorgulayacağını ve herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğunu öğreniyorlar.
Surenin birinci bölümü, iman sözünü seçenlerin denenmelerine, doğru söyleyenlerle, yalancılar belli olana kadar sınanmalarına ilişkin yüce Allah'ın yasasından söz edilerek noktalanmıştı. Orada işkencelere uğratılmak suretiyle denemeye tabi tutulmaya, akrabalık yönünden sınanmaya, kâfirler tarafından kötülüğe teşvik etmek, baştan çıkarmak yoluyla sınanmaya işaret edilmişti.
Bu bölümde ise, Hz. Nuh'tan -selâm üzerine olsun- bu yana insanlığın uzun tarihi boyunca iman davasının geçirildiği imtihanlardan çeşitli örnekler sunuluyor. Bu imtihanlar insanlığın doğuşundan itibaren Allah davasının taşıyıcıları peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun- karşı karşıya kaldıkları olaylarda, çektikleri eziyetlerde, uğradıkları işkencelerde somutlaştırılarak gözler önüne seriliyor. Bu olaylar bazen Hz. İbrahim ve Lût -selâm üzerlerine olsun- kıssalarında olduğu gibi kısmen ayrıntılı bazen de öz olarak anlatılıyor.
Bu kıssalarda çeşitli imtihan şekilleri, davet yoluna dikilen çeşitli engeller ve zorluklar somut örnekler halinde canlandırılıyor.
Örneğin, Hz. Nuh -selâm üzerine olsun- kıssasında sarf edilen çabanın, harcanan emeğin büyüklüğü, buna karşılık elde edilen sonucun azlığı ön plana çıkıyor. Çünkü Hz. Nuh soydaşlarının arasında 950 (dokuzyüzelli) yıl kalıyor, bu süre içinde onları yüce Allah'ın dinine çağırıyor, buna rağmen çok azı inanıyor:
"Sonunda zalimliklerini inatla sürdürürlerken Tufan'a yakalandılar."
Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- kıssasında ise, işlenen suçlara verilen cezanın korkunçluğu ve sapıklığın azgınlaşması ön plana çıkıyor. Hz. İbrahim elinden geldiği kadar onların doğru yolu bulmalarını sağlamaya çalışmıştı. Somut kanıtlar ileri sürerek, mantıksal açıdan ikna etmeye çalışarak onlarla tartışmıştı.
"Soydaşlarının İbrahim'e verdiği cevap sadece; `Bu adamı öldürünüz, ya da yakınız' biçiminde oldu."
Lût peygamberin -selâm üzerine olsun- kıssasında ise, rezaletin şımarıklığın, pervasızlığın, utanmadan sıkılmadan açıkça işleniyor olması, insanlığın sapıklıkta ve anormal ilişkilerde en aşağılık düzeylere yuvarlanması, bununla beraber uyarıcıya küstahça karşı koymaları ön plana çıkıyor.
"Soydaşlarının tek cevabı `Eğer doğru söylüyorsan, Allah'ın azabını başımıza getir bakalım' demeleri oldu."
Hz. Şuayb ile -selâm üzerine olsun- Medyenliler kıssasında ise, bozgunculuk, hak ve adaleti çiğneme, Allah'ın ayetlerini yalanlama tavırları ön plana çıkıyor: "Bunun üzerine ani bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler." Bu arada Ad ve Semudoğulları'nın maddi güçle övünüp kendilerini üstün görmelerine, nimetle şımarmalarına değiniliyor.
Aynı şekilde, mal varlığının insanı azgınlaştırmasına, tağutların ellerindeki egemenliğin baskı ve sindirme aracı olarak kullanılmasına, münafıklığın azıtmasına örnek olarak Karun, Firavun ve onun veziri Haman'a işaret ediliyor.
Bu kıssalar üzerine bir değerlendirme olsun diye, üstünlük taslamalarına herkese tepeden bakmalarına rağmen, Allah davasının yolunda pusu kuran sapık güçlerin basitliğini, güçsüzlüğünü ortaya koyan bir örnek sunuluyor.
"Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu, ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev örümcek yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine erselerdi."
Bu bölüm, Allah'ın indirdiği Kitab'ı insanlara okumasını, namaz kılmasını ve bundan sonra işi Allah'a bırakmasını içeren Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik bir çağrı ile son buluyor! "Hiç kuşkusuz Allah onların kendisini bir yana bırakıp ne gibi şeylere taptıklarını bilir."


14- Biz Nuh'u, soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Dokuzyüzelli yıllık bir süre boyunca aralarında kaldı. Sonunda zalimliklerini inatla sürdürürlerken, Tufan'a yakalandılar.


15- Buna karşılık Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları bir mucize yaptık.

Tercih ettiğimiz görüşe göre, Hz. Nuh'un soydaşlarını Allah'ın ayetlerine inanmaya çağırdığı peygamberlik dönemi dokuzyüzelli yıl sürmüştür. Ayrıca peygamberlik döneminden önce belirsiz bir süre aralarında yaşamıştı. Yine Tufan'dan sonra ne kadar sürdüğü bilinmeyen bir süre daha yaşamıştır. Hiç kuşkusuz bu, son derece uzun ve insanların yaşam süreleri bakımından alışık olmadığımız, doğal olmayan bir ömürdür. Ancak biz bu bilgiyi varlık aleminin en doğru kaynağından ediniyoruz. Zaten doğruluğunun tek kanıtı da budur. Eğer Hz. Nuh'un bu uzun ömrüne bir açıklama getirmek istersek, şunları söyleyebiliriz: İnsanların sayısı o gün için az ve sınırlıydı. Bu yüzden, yüce Allah'ın yeryüzünün imarı ve hayatın sürmesi için zorunlu olan sayı çokluğunun yerine az sayıdaki insanlara uzun ömürler vermesi normaldir. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzü imar edilince. artık insanların uzun süre yaşamalarına gerek kalmamıştır. Birçok canlının yaşam sürelerinde bu husus göz önünde bulundurulmuştur. Çünkü canlılar arasında sayı ve nesil azaldıkça, ömür uzuyor. Nitekim akbabalarda ve kaplumbağa gibi bazı sürüngenlerde durum bundan ibarettir. Bunlardan bazılarının ömrü yüzyıllar bulur. Öte yandan milyonlarca üreyen sinekler iki haftadan fazla yaşamazlar. Şair bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir! Küçük kuşların çok olur yavrusu
Ama anne şahinin yavrusu azdır.
Bu yüzden şahin kuşunun ömrü uzundur. Zayıf ve küçük kuşlar ise az yaşarlar. Ama her şeyin arka planındaki olağanüstü hikmet Allah'a özgüdür. O'nun katında her şeyin belirlenmiş bir planı vardır. Dokuzyüzelli yıllık gibi uzun bir ömrün meyvesi ise sadece Hz. Nuh'a inanan az sayıdaki mü'min olmuştur. Kâfirliklerini, inatçılıklarını, yıllar yılı süren davete karşı olumsuz tavırlarını sürdüren zalim kalabalığı ise, Tufan önüne katıp götürmüştür. Gemiye binen az sayıdaki mü'min de kurtulmuştur. Böylece Tufan ve gemi kıssası "bütün insanların ders alacakları bir mucize" olarak kalmıştır. Bu mucize, yüzyıllardır insanlara küfrün ve zulmün acı akıbetini anlatıyor.
Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- kıssasından sonra, surenin akışı yüzyılları bir çırpıda aşarak insanlığa gönderilmiş büyük risalete, Hz. İbrahim'in sunduğu mesaja ulaşıyor!


16- İbrahim'i de peygamber olarak gönderdik. Hani o soydaşlarına dedi ki; "Allah'a kulluk ediniz, O'ndan korkunuz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. "


17- Sizler Allah'ı bir yana bırakarak birtakım putlara tapıyor, düzmece iddialar ortaya atıyorsunuz. Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlar size rızık veremezler. Rızkınızı Allah katında arayınız, O'na kulluk ediniz, O'na şükrediniz, O'nun huzuruna döndürüleceksiniz.


18- Eğer peygamberinizi yalanlıyorsanız, biliniz ki, sizden önceki milletler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Peygamberin görevi, ilahi mesajı açıkça duyurmaktan ibarettir.

Hz. İbrahim onları oldukça sade ve basit ifadelerle çağırmış, sözlerinde kapalılığa, giriftliğe yer vermemişti. Bu çağrıda son derece ince ve bilinçli bir sıralama göz önünde bulundurulmuştur. Dava adamları bu incelik üzerinde iyice düşünmelidirler.
Hz. İbrahim soydaşlarını inanmaya çağırdığı davanın gerçek mahiyetini açıklayarak sözlerine başlamıştı:
"Allah'a kulluk ediniz, O'ndan korkunuz."
Sonra bu gerçeği ve bu gerçeğin içerdiği onlara yönelik iyiliği sevdirmeye çalışmıştı. Keşke iyiliğin nerede olduğunu bilselerdi:
"Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır."
Bu değerlendirme cümlesi onları cahilliklerini bırakıp kendileri için hayırlı olanı seçmeye özendiren anlamlar içermektedir. Bu, aynı zamanda köklü bir gerçeğin ifadesidir de. Sırf etkileyici sözlerle heyecanlandırma amacını gütmüyor.
Üçüncü adımda Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- onların benimsedikleri inanç sisteminin çarpıklığını, kokuşmuşluğunu değişik yönlerden açıklamıştı. Birincisi; onlar Allah'ı bir yana bırakarak ağaçtan yontulmuş heykellere, putlara ibadet ediyorlardı. Bu ise, özellikle Allah'a yönelik ibadetle bir tutulduğunda son derece küçük düşürücü, ilkel bir ibadet şeklidir. İkincisi, onlar bu ibadetleri yaparlarken, herhangi bir kanıta bir delile dayanmıyorlardı. Sadece uyduruyor, saçmalıyorlardı. Daha önce benzeri görülmemiş, geçmişte yapılmamış bir şey icad ediyorlardı. Asla bir temele dayanmadan kendi kendilerine uyduruyorlardı. Üçüncüsü ibadet ettikleri bu putlar, onlara bir yarar dokundurmuyordu, bir rızık vermiyordu.
"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlar size rızık veremezler." Dördüncü adımda, onları yüce Allah'a yöneltiyor, rızıklarını O'nun katından arasınlar diye. Çünkü rızık, ihtiyaçlarını ilgilendiren, ayrıca önemsedikleri bir meseledir.
"Rızkınızı Allah katında arayınız."
Rızık meselesi ruhların, özellikle imanın kaplamadığı nefislerin en büyük uğraşıdır. Şu kadar var ki, rızkı sadece Allah katından aramak sırf ruhlardaki gizli eğilimleri harekete geçirmek amacı ile değil, bir gerçek olduğu için vurgulanmaktadır.
En sonunda ise, onları rızıkları bahşeden, birçok nimet lütfeden yüce Allah'a ibadet etmeye, nimetlerine karşılık O'na şükretmeye çağırıyor:
"O'na kulluk ediniz, O'na şükrediniz."
Bu ifadenin sonunda da Allah'dan kaçıp kurtulamayacaklarını, iyisi mi O'na ibadet ederek, O'na şükrederek mü'min kullar olarak O'na dönmelerini belirtiyor:
"O'nun huzuruna döndürüleceksiniz."
Bütün bunlardan sonra yine de peygamberi yalanlıyorlarsa, bundan basit, bundan önemsiz ne var ki! Çünkü onlar, Allah'a hiçbir zarar veremezler. O'nun peygamberine hiçbir şey kaybettiremezler. Nitekim onlardan önce de birçok toplumlar kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamışlardı. Peygamberin, Allah'ın mesajını açıkça duyurmaktan başka bir görevi yoktur!
"Eğer peygamberinizi yalanlıyorsanız, biliniz ki, sizden önceki milletler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Peygamberin görevi ilahi mesajı açıkça duyurmaktan ibarettir.
İşte, Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- adım adım onları böyle yakalıyor. Bu şekilde yolunu bulup kalplerine giriyor. Büyük bir dikkatle, etkileyici uyarılarla bam tellerine böyle dokunuyor. Hiç kuşkusuz bu adımlar davet metodu için bir örnek sayılır. Her zaman ve her yerdeki dava adamlarının bu örneği titizlikle incelemeleri gerekir. Aynı yöntemle ruhlara ve kalplere hitap edebilmeleri için sözlerini bu tarzda yöneltmeleri bir zorunluluktur.
Ayetlerin akışı kıssayı bitirmeden önce bir noktada duruyor ve Allah'a iman
davasını reddeden, O'na dönüşü, ölümden sonra dirilişi ve Allah'ın huzurunda toplanmayı yalanlayan tüm kâfirlere hitap ediyor!



19- Kâfirler, Allah'ın, canlıları ilk kez nasıl yarattığını ve ölüleri nasıl yeniden dirilteceğini görmüyorlar mı? Bu işlem Allah için kolaydır.


20- Onlara de ki; "Yeryüzünde geziniz de Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını görünüz. " Allah bu yaratma işlemini ilerde bir kere daha tekrarlayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter.


21- Allah dilediğini azaba çarptırır ve dilediğine merhamet eder. Hepiniz O'nun huzuruna döndürüleceksiniz.


22- Ne yerde ve ne gökte Allah'ın yapacaklarına engel olamazsınız. Allah'dan başka hiçbir koruyucu dostunuz, hiçbir destekçiniz yoktur.


23- Allah'ın ayetlerini ve O'nun karşısına çıkacaklarını yalanlayanlar var ya, onlar rahmetimden ümitlerini kesmiş kimselerdir. Onları acıklı bir azap beklemektedir.

Allah'ı ve onunla buluşmayı inkâr eden tüm kâfirlere yönelik bir hitaptır bu. Bu Kitab'ın kanıtı bütün evrendir. Alanı ise göklerle yeryüzüdür. Bu hitap, tüm evreni iman ayetlerinin ve kanıtlarının sergilendiği bir vitrin; kalplere ve duygulara hitap eden açık bir sayfa; Allah'ın ayetlerinin araştırıldığı bir alan; Allah'ın varlığının ve birliğinin vaad ve tehditlerinin gerçekliğinin kanıtlarını barındıran bir sahne olarak öngören Kur'an'ın ifade tarzı uyarınca yöneltiliyor. Evrensel sahneler ve evrende meydana gelen olaylar her zaman gözlemlenebilirler ve hiçbir zaman göz önünden kaybolmazlar. Ne var ki, uzun süre alışıldığı için, bu olaylar insan ruhu üzerindeki tazeliklerini yitirirler. Sürekli yenilendikleri için kalplere yönelik etkileri zayıflar. İşte Kur'an-ı Kerim onları yeniden yitirdikleri o engin ürpertiye, son derece anlamlı mesajlar kullanarak dikkatlerini o göz kamaştırıcı ayetlere yöneltiyor. Bu uyarılar aracılığı ile evrensel sahneleri ve evrende meydana gelen görkemli olayları kalplerde ve vicdanlarda canlandırıyor. Dikkatlerini ve kavrama yeteneklerini bu sahne ve olayların ardındaki sırlara ve insan hayatındaki etkilerine yöneltiyor. Bunları gözlerin gördüğü, duyguların etkilendiği kanıtlar, deliller olarak sunuyor. Hiçbir şekilde soğuk zihinsel tartışma yöntemlerine, hiçbir canlılık ve hareketlilik göstermeyen mantıksal önermelere başvurmuyor. Sözünü ettiğimiz donuk zihinsel tartışma yöntemleri ile mantıksal önermeler İslam düşüncesine dışarıdan bulaşmış, onun ruhuna yabancı unsurlardır. Oysa davayı sunmanın en güzel örneği, insanları ilahi mesaja inanmaya çağırmanın biricik metodu, en güzel düşünce yöntemi Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur...
"Kâfirler, Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını ve ölüleri nasıl yeniden dirilteceğini görmüyorlar mı? Bu işlem Allah için kolaydır."
Hiç kuşkusuz onlar, yüce Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını kesinlikle görüyorlardı. Bu işlemi yeşeren bir bitkide, yumurtada, ceninde ve daha önce olmayıp, sonradan ortaya çıkan her şeyde gözlemliyorlardı. Bunlardan hiçbirini insanlar fert-fert ya da topluca yaratmaya güç yetiremedikleri gibi yarattıklarını da iddia edemezler. Bir kere tek başına hayat sırrı bile bir mucizedir. Önce de böyleydi, şimdi de öyledir. Herhangi bir kimsenin hayatı var etmeye çalışması veya böyle bir iddiada bulunması bir yana, nereden ve nasıl kaynaklandığının bilinmesi bakımından da bir mucizedir. Allah'ın sanatının ürünü olduğundan başka herhangi bir açıklaması da yoktur hayatın. Yüce Allah her an insanların gözleri ve kavrayışları önünde ilk kez yaratma işlemini gerçekleştiriyor. İnsanlar bunu görüyor ve inkâr edemiyorlar.
İlk kez yaratma işlemini gözleriyle gördüklerine göre, ilk kez yaratanın, bu işlemi tekrarlayacağını da bilmeleri gerekir!
"Bu işlem, Allah için kolaydır."
Aslında yaratıklar arasında yaratılması yüce Allah'a zor gelen herhangi bir varlık yoktur. Ancak karşılaştırma insanların ölçülerine göre yapılıyor. Çünkü insanların değer ölçülerine göre yeniden yapmak, ilk kez yapmaktan daha kolaydır. Yoksa yüce Allah'ın gücüne oranla ilk kez yapmak yeniden yapmak gibidir, yeniden yapmak da ilk kez yapmak gibidir. Bu işlem için sadece yüce Allah'ın iradesinin yönelmesi ve "ol" sözü yeterlidir. "O da oluverdi".
Sonra ayet-i kerime, onları yeryüzünde dolaşmaya, yüce Allah'ın yaratma ve meydana getirme işlemlerindeki, canlı-cansız varlıklardaki sanatını ve ayetlerini gözlemlemeye çağırıyor. Böylece ilk defa meydana getirenin, bu işlemi hiç zorlanmadan yineleyeceğini anlamalarını amaçlıyor!
"Onlara de ki; yeryüzünde geziniz de Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını görünüz. Allah bu yaratma işlemini ilerde bir kere daha tekrarlayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter."
Yeryüzünde gezmek, gözün ve kalbin daha önce alışık olmadıkları, farkında olmadıkları yeni manzaralar, yeni sahneler görmelerini sağlar. Bu ifade son derece ince bir gerçeğe yönelik oldukça derin etkili bir işaret içeriyor. İnsanoğlu alışık olduğu yerde yaşamını sürdürürken, buradaki göz kamaştırıcı sahnelere, ilginç evrensel gelişmelere dikkat etmeye başlar. Fakat yolculuğa çıkınca, başka tarafa taşınınca, seyahat edince her sahne karşısında duyguları uyanır, bu yeni mekândaki her manzaraya dikkat kesilir. Oysa daha önce yaşadığı yerde bu sahne ve manzaraların aynısına hatta daha görkemlisine aldırmadan, dikkat etmeden geçip giderdi. Belki de, yolculuğundan ve bir süre ayrılışından önce fazla önemsemediği sahneleri, manzaraları düşünmek, onları açık bir kalple seyretmek üzere yepyeni bir duyguyla, değişik bir ruhla dönecektir eski yerine. Bu sefer yaşadığı yerdeki sahneler ve olağanüstü manzaralar ona daha önce farkında olmadığı, ya da kendisine göre bir anlam ifade etmediği, enterese etmediği şeyler söyleyecektir.
Kalplere giden yolları, ruhların gizli sırlarını en ince noktasına kadar bilen ve bu Kur'an'ı indiren Allah eksikliklerden uzaktır.
"Onlara de ki; yeryüzünde geziniz de Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını görünüz."
İlk kez yaratmanın nasıl gerçekleştiğini görsünler diye yeryüzünde gezmelerine ilişkin emirden sonra geçmiş zaman kipi ile kurulan "ilk kez nasıl yarattı" cümlesi insan ruhunda belli bir duyguyu uyandırıyor. Yeryüzünde hayatın ilk ortaya çıkışına, ilk yaratma eyleminin nasıl başladığına tanıklık eden olayları ve manzaraları gözlemlemek mümkündür. Nitekim günümüzde hayatın gelişim sürecini; nasıl ortaya çıktığını, nasıl yayıldığını, nasıl geliştiğini-hayatın sırrına ilişkin doyurucu bir sonuca ulaşmamış olsalar bile, hayatın ne olduğunu, yeryüzünde hangi kaynaktan. geldiğini, yeryüzündeki ilk canlı varlığın nasıl meydana geldiğini öğrenmek için çeşitli kazı faaliyetlerini yürüten arkeologların çalışmaları bu amaca yöneliktir. Yeryüzünde hayatın ilk kez ortaya çıkışını, arkeolojik kazılar yoluyla araştırmak, bunu öğrendikten sonra bu eylemi ahiretteki dirilişe bir kanıt olarak algılamak yüce Allah'ın bu ayette ifadesini bulan bir direktifidir.
Bunun yanı sıra bir başka düşünce de akla geliyor. Şöyle ki, bu ayete ilk kez muhatap olan Araplar günümüzde ortaya çıkan bu tür bilimsel araştırmalar yapacak durumda değildiler. Şayet bu ayette kastedilen bu tür bir bilimsel araştırma olsa bile o gün için ayetin arka planındaki gerçeğe ulaşmaya güç yetiremezlerdi. Şu halde Kur'an-ı Kerim'in onların yapabilecekleri ve elde ettikleri sonuçla kolaylıkla ahiretteki diriliş gerçeğini kabul edebilecekleri bir şeyi istemesi kaçınılmaz oluyor. O zaman onlardan istenen her tarafta hayat olgusunün bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda ilk kez nasıl ortaya çıktığını gözlemlemeleridir. Biraz önce de değindiğimiz gibi, burada yeryüzünde gezmeye çıkmaya ilişkin buyruk, yeni sahneler görmek suretiyle duyguların uyanması amacına yöneliktir. Geçe ve gündüz her an, her saniye açıkça gözlemlenebilen hayat olgusunun ortaya çıkışı ile belirginleşen Allah'ın sonsuz gücünün eserlerini düşünmeye, etraflıca incelemeye bir çağrıdır.
Burada Kur'an'ın özelliğine uygun düşen önemli bir ihtimal daha var. Kur'an-ı Kerim insanlara direktiflerini yönlendirirken, bu direktiflerin insanlığın tüm kuşaklarının hayatlarına, yaşam düzeylerine, içinde yaşadıkları her türlü koşula, sahip bulundukları tüm araçlara uygun olmasını göz önünde bulundurur. Amaç her birinin kendi hayat şartlarına ve ölçülerine uygun direktifi alıp uygulamalarıdır. Bunun yanı sıra hayatın sürekli gelişimine yardımcı olacak, yol göstericilik yapacak direktifler de kalıcılığını sürdürür. Bu yüzden bu ayetin açıklamasına ilişkin olarak burada sunduğumuz bu iki düşünce arasında bir çelişki söz konusu değildir.
Ayeti bu şekilde açıklamak akla daha yatkın ve Kur'an'ın özelliği bakımından daha uygundur.
"Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter."
Allah bu sınırsız gücü ile hayatı ilk kez yaratır, sonra bu yaratmayı tekrarlar. Allah'ın bu sınırsız gücü, insanların yetersiz düşünceleri ile, sınırlı deneyimleri sonucu öğrendikleri ve mümkün olan ile mümkün olmayanı ona göre belirledikleri kanunlar olarak algıladıkları bağlar ile sınırlandırılamaz.
Yüce Allah'ın her şeye gücünün yettiğinin bir belirtisi de dilediği kimseye azap etmesi ve dilediğine merhamet etmesidir. Tüm canlıların dönüşü O'nadır. Hiç kimse O'nu aciz bırakamaz, engel olamaz!
"Allah dilediğini azaba çarptırır ve dilediğine merhamet eder. Hepiniz O'nun huzuruna döndürüleceksiniz."
"Ne yerde ve ne gökte Allah'ın yapacaklarına engel olamazsınız. Allah'dan başka hiçbir koruyucu dostunuz, hiçbir destekçiniz yoktur."`
Azap ve merhamet Allah'ın iradesine bağlıdır. Çünkü yüce Allah doğru yol ile sapıklık yolunu açıkça göstermiştir. İnsanda da her iki yoldan dilediğini aynı kolaylıkta seçmesini sağlayacak yetenekler var etmiştir. Bundan sonra insan seçtiği yolu tutar. Ancak insanın yönü, Allah'a doğru ise, yol göstericiliğini arzuluyorsa, bunlar yüce Allah'ın kendisine yardımcı olmasını sağlar. -Bu yardımı yüce Allah kendi üzerine almıştır.- Doğru yola götüren delillerden yüz çevirmesi ve insanların doğru yola girmelerine engel olması durumunda ise Allah'ın ipinden kopar, sapıklığa düşer. İşte Allah'ın rahmet ve azabı bu gerekçelere dayanır.
"O'nun huzuruna döndürüleceksiniz."
İnsanların Allah'a dönüşünü anlatmak için kullanılan bu sert ifade, kendisinden sonraki cümlenin içerdiği anlama da uygun düşmektedir.
"Ne yerde ve ne gökte Allah'ın yapacaklarına engel olamazsınız."
Bu varlık aleminde Allah'a döndürülmeyi önleyecek bir gücünüz yoktur. Ne yeryüzündeki gücünüz, ne de zaman zaman gökyüzünde etkin rol oynadıklarını sanarak ibadet ettiğiniz meleklerin ve cinlerin gücü buna yetmez!
"Allah'dan başka hiçbir koruyucu dostunuz, hiçbir destekçiniz yoktur." Nerede, Allah'dan başka dost ve destekçiler? İnsanlardan, yahut melekler ve cinlerden koruyucu dostlar ve destekçiler nerede? Bunların tümü yüce Allah'ın yarattığı kullardır. Kendilerine bile herhangi bir fayda veya zarar dokunduramazlar. Nerde, kaldı ki başkalarına koruyucu ve destekçi olabilsinler.
"Allah'ın ayetlerini ve O'nun karşısına çıkacaklarını yalanlayanlar var ya, onlar rahmetimden ümitlerini kesmiş kimselerdir. Onları acıklı bir azap beklemektedir."
Çünkü insanın kalbi kâfir olup Allah'la arasındaki bağ kopmadıkça Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. Aynı şekilde bir insanın kalbi ile Allah arasındaki ilişki bozulmadıkça, kalbinin yumuşaklığı kurumadıkça ve artık onun için Allah'ın rahmetine ulaştıracak bir yol kalmadıkça kâfir olmaz. Akibet ise bellidir: "Onları acıklı bir azap beklemektedir."
Alıntı ile Cevapla