Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   İslam/Dinler/Mezhepler (https://www.forum.medineweb.net/219-islam-dinler-mezhepler)
-   -   Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi (https://www.forum.medineweb.net/islam-dinler-mezhepler/16288-osmanli-sultanlarinda-peygamber-sevgisi.html)

akgün 01 Eylül 2008 21:18

Osmanlıda Peygamber sevgisi...
 
Hani müminlerin evlerine paldır küldür girilemeyen günlerimiz vardı bizim.

Önce bir kanatlı kapının tokmağını çalardınız. Sonra, izin verilirse avluya geçerdiniz. Evin arka ve yan taraflarını çevreleyen yazlık veya kışlık bahçelerden birine de geçtikten sonra asıl görüşme mekânına alınırdınız. Büyük konaklarda bu mekân çoğu zaman ortasında minik bir havuzun veya duvarında şirin bir selsebilin olduğu genişçe bir salon olurdu. Bu salonda mutlaka sümbül ve reyhanlar bulunur. Ve bu çiçeklerin bakımı da evin hanımefendisi tarafından yapılırdı. Ama eve girmeden önce geçtiğiniz bahçedeki ağaçların, çiçeklerin ve bilhassa da güllerin bakımı tamamen beyefendiye aittir.

Neden reyhan sümbül ve gül derseniz

Reyhanı koklayarak şükrü, sümbüle bakarak ölümü ve yeniden dirilmeyi, güle bakarak Rasullulahı tefekkür ettikleri için

Her bahar ayında eve reyhan alınır.

Reyhan o mis gibi kokusuyla buram buram kokmaya başladığında şöyle yavaşça avucunun içinde reyhanı mesheder, sonra avucunu burnuna yaklaştırıp keskin kokuyu elinde duymaya başladığında eskilerden öğrendikleri bir cümleyi gayri-ihtiyari tekrarlarlar:

Bizi bu sene de Reyhana ulaştıran Rabbe şükürler olsun

Modern insanın hayatı buram buram güzel kokularla dolu. Üstelik bir kısmına dolar üzerinden çok yüksek fiyatlar ödeyerek satın aldığı halde, duyduğu güzel koku için şükretmek aklına bile gelmez. Çünkü üretilen kokular ne kadar güzel ve kaliteli olursa olsun Reyhanın doğallığına ve masumiyetine ulaşamaz.

Reyhan&ın kokusunda şükrü hatırlayan ve hatırlatan güzel insanlarımız vardı yani



Eskiden Osmanlı sümbülleri de vardı.

Şimdi de Sümbül var.

Tıpkı modern insan gibi kokusuz ve köksüz

Oysa Osmanlı sümbülleri çok güzel kokar. Ve her bahar tekrar tekrar alınıp saksıya dikilmezmiş. Zira evin hanımefendisi sümbül soğanını bir kez alıp saksıya diktikten sonra, ertesi yıl tekrar almasına gerek kalmazmış. Yani şimdikiler gibi kısırlaştırılmış soğanlardan yetiştirilmezmiş.

Osmanlı Sümbülü ise aynı soğandan yeniden yetişirmiş.

Bilirsiniz Sümbül&ün ömrü kısadır. 15 20 günlük bir ömürden sonra mevsimi geçince ölürmüş. Ama tam bir yıl evin bir köşesinde öylece muhâfaza edilen saksı ertesi baharda sulanmaya başlayınca yeniden Sümbül verirmiş. Sümbüle bakan tefekkür sahibi, kör gözlere:

Çürümüş kemikleri yeniden nasıl diriltecek mi diyorsun, bak ben bu sümbülü geçen sene öldüğü andan itibaren hiç sulamadım. Tıpkı toprağın içindeki ölü beden gibi idi ölü Sümbül soğanı. Ama bak işte vakti saati gelince yeniden topraktan çıkıverdi. İşte seni de o Sümbülü dirilttiği gibi diriltecek. dermiş.

Mushaftaki ayeti okuduktan sonra kainat kitabındaki Sümbül ayetini okuyanlar

Sırrınız dâim olsun

Gelelim Gül

Rasullullah;ın hoş kokusunu Gül kokusuna benzetmek sanırım ilk olarak Mevlannın, sonraki yüzyıllarda da Süleyman Çelebinin işi:

Terlese güller olurdu her teri.

Hoş dererlerdi terinden gülleri

Tamamen muhabbetten, edebi kaygılarla yazılmış bu cümleler Osmanlı insanının gönlünde öylesine yer etmiş ki Güle bakıp Rasullullahı hatırlamayı ve hemen ardından da Salavat getirmeyi bir örf haline getirmişler.

Hani hatırlar mısınız bir sahabi vardı. Bir gün kendisine âit hurma bahçesinde oturmuş, çok hoş bir rüzgarla bir taraftan serinlerken bir taraftan da hurma bahçesinin güzelliklerini seyreden Ancak kısa bir süre sonra bahçenin, kalbini Allâh ve Resulü;nden uzaklaştırıp bir an için de olsa Dünyaya çektiğini hatırlayınca bahçeyi tasadduk etmişti.

Osmanlı entelektüeli bahçesine mutlaka Gül dikerdi. Çünkü Gül süreç içinde Onu dünyadan Resullullaın yad edilmesine çeken bir remz olmuştu.



Aslında Ashâb Rasullullahın bu hoş kokusunu Güle benzetmedi. Zira Hz.Ömer misk gibi koktuğunu Hz.Aişe ve Hz.Ali;miskten daha hoş bir koku olduğunu Muaz bin Cebel misk veya anber Enes bin Mâlik ise özellikle İsra Gecesinden sonra damat kokusu hatta ondan da hoş bir koku olduğunu ifade etmiştir. (Dimeşki 2/80)

Oysa Osmanlı insanının miski, anberi, damat kokusunu yaygın bir şekilde bulup koklaması zordur. Bu yüzden mesaj doğru algılanmalıdır: Bak! Senin duyabildiğin en güzel koku bu gülün kokusu yaİşte bil ki Rasullulah ondan da güzel kokardı. Bu koku seni mest etmesin. Rasullullahı hatırla, Ona Salavat getir. İşte bu yüzden Gülü koklarken Salavat getirmeyene, yani Rasullullahı yad etmeyene kaba ham adam& nazarı ile bakılırdı.

Evvel demiştik ya bahçedeki çiçeklerin bakımı konaktaki beyefendiye aitti diye. Gül mevsimi gelince beyefendi ve hanımefendi seher vaktinde namazdan hemen sonra bahçeye inerler, Gül koklayıp Salavat getirirlermiş. (Şimdi bazılarınızın alaylı bir tebessümle oturdukları yerde getiremiyorlarmıymış dediğini duyar gibi oluyorum. E bırakın bu da modern insanla Osmanlı insanı arasındaki zarafet farkı olsun.) Gül koklamanın da bir usulü ve vakti varmış zira. Gülün rayihasının en yoğun olduğu vakit seher vakti imiş. Seher vakti bahçeye indiğinizde önce Gül dalının üzerindeki çiğ damlalarını hafifçe silkelermişsiniz. Bu rayihanın daha yoğun çıkmasını sağlarmış. Eğer gül dalını kopardı iseniz, o zaman Gül�ü baş aşağı tutar, hafifçe sallar sonra burnunuza yaklaştırır o güzel kokuyu içinize çektikten sonra mest halde iken Salavat getirirmişsiniz.



Gülün Rasullullahın terinden yaratıldığını hiçbir Osmanlı alimi iddia etmedi. Bu konuda hiçbir âlim hiçbir hadis uydurmadı. Sadece edebiyatçılar Güle benzettiler. Çünkü güzelliği yakıştırdılar Rasullullaha. Bütün güzellikleri Rasullullaha sonra da onu yaratana bağladılar. Gül kokusunu Rasullullahı hatırlamak için bahâne edenler Kılıç Peygamberinin&; misyonunu Açeden Viyanaya kadar taşıdılar aynı zamanda.

Şimdilerde Kutlu Doğum Haftalarında Rasullullah için ağlayan zırlayan tekbir defilesinden fırlamış kızlar, küpeli düşük bel pantolonlu oğlanları yetiştiren bizler mi yoksa onlar mı Rasullullahı kokulara çiçeklere hapsettiler.

Allâhın emrinin söz konusu olduğu yerde o emrin zıttını dayatanlara karşı direnmek yerine eğilip bükülmeyi öğreten bizler mi O Nebi;yi daha iyi anladık ve anlattık yoksa onlar mı?
Adını andık ya Ya Rasullullah:
Es-salatu ves-selamu aleyke Ya Rasullallah

Es-salatu ves-selamu aleyke Ya Habiballah

Es-salatu ves-selamu aleyke Ya Seyyidel evveline ve;l-Ahirin

Değil adının anıldığı yerde Salavat getirmeyi adının anılması ihtimali olmayan bir çiçeğin yanında Salavatı hatırlatanlar:
Size de selam olsun

TÜRKcan 01 Eylül 2008 21:36

Cvp: Osmanlıda Peygamber sevgisi...
 
Aslında Ashâb Rasullullahın bu hoş kokusunu Güle benzetmedi. Zira Hz.Ömer misk gibi koktuğunu Hz.Aişe ve Hz.Ali;miskten daha hoş bir koku olduğunu Muaz bin Cebel misk veya anber Enes bin Mâlik ise özellikle İsra Gecesinden sonra damat kokusu hatta ondan da hoş bir koku olduğunu ifade etmiştir. (Dimeşki 2/80)

Oysa Osmanlı insanının miski, anberi, damat kokusunu yaygın bir şekilde bulup koklaması zordur. Bu yüzden mesaj doğru algılanmalıdır: Bak! Senin duyabildiğin en güzel koku bu gülün kokusu yaİşte bil ki Rasullulah ondan da güzel kokardı. Bu koku seni mest etmesin. Rasullullahı hatırla, Ona Salavat getir. İşte bu yüzden Gülü koklarken Salavat getirmeyene, yani Rasullullahı yad etmeyene kaba ham adam& nazarı ile bakılırdı.




Akgün Allah razı olsun..
bazen tokat gibi bazen başını okşayan bir el..
YaResullullah bizleri de kardeşlerinden kabul eder misin?

Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin âleyke yâ Rasûllallâh
Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin âleyke yâ Habîballâh
Elfü elfi sâlâtin ve elfü elfi selamin aleyke ya Emine vahyillah!!

KuM TaNeSi 12 Eylül 2009 13:43

Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Osmanlı Devleti tarih sahnesinde kaldığı sürece İslâm'ın bayraktarlığını yapmış bu bayrağın dünyanın dört bir köşesinde dalgalanması için cansiperâne mücadele etmiştir. Sultanlar bu mücadelenin en ön safında ya bizzat yer almış veya yer alma arzusuyla yanıp tutuşmuşlardır. Bu kutlu insanlar İslâm'a karşı yapılan saldırılara göğüs germeyi her devirde vazife bilmiş bunu bir kulluk ve ümmet olma şuuru hassasiyetiyle yerine getirmişlerdir.

Osmanlı sultanları Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisiyle büyümüş ve büyütülmüştür. Birçoğu bu sevgiyi gönüllerine öylesine nakşetmiştir ki Nâm-ı Celîl-i Muhammedî'nin Şehbâl açması için hayatlarını at sırtında geçirmişler denilse yeridir. Ruh dünyalarına ilmik ilmik dokudukları bu muhabbet O'nunla (sallallahü aleyhi ve sellem) ilgili her şeye hususi bir ihtimam göstermelerine vesile olmuştur. Onlarda Peygamber sevgisi âdeta mânevî bir cihadın tezahürü hâline gelmiş fethe hazırlandıkları beldeleri önce bu sevgiyi taşıyan gönül erleriyle yoğurmuşlar yani mânevî cihâtla kalblerin kapılarını maddî cihatla da kalelerin kapılarını açmışlardır.

Bu güzel insanlar Efendimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kalblerinde öyle müstesna bir yere koymuşlardır ki günlük hayatlarından yazdıkları şiirlere (nâ't-ı şerîf) kadar her sahada O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) adını zikretmeyi ve himmetine müracaat etmeyi hayatlarının olmazsa olmazı saymışlardır. Onların çoğu zaman gözyaşlarıyla kaleme aldıkları bu nâ't-ı şerifler günümüze kadar birçok Peygamber âşığının da hislerine tercüman olmuştur. Bu denizden katre misâl bazı güzellikler tarih boyunca insanımızın zihinlerinde tatlı hatıralar olarak yer almıştır:

Sultan İkinci Murad mecalsiz bir şekilde yatıyordu. Gözler ellerinin bir işaretine kulaklar dilinden dökülecek bir tek söze kilitlenmişti. Yerinden hafifçe doğruldu ve vezirine seslendi:

— Oku İshak vasiyetimizi oku!

İshak Paşa vasiyeti yüksek ve gür bir sesle okumaya başladı: "Bismillahirrahmanirrahîm Allah'a (celle celâlühü) hamd olsun. Salât ve selâm Efendimiz Muhammed Mustafa'ya (sallallahu aleyhi ve sellem) olsun. Tevekkülüm Hâlık'ımadır. Her nefis herkes ölümü tadacaktır. Sizleri dünya hayatı mağrur etmesin sizler gururlanmayın. Saruhan vilâyetinde bulunan malımın üçte birini -3.500 altını Mekke fukarasına 3.500 altını Medine fukarasına- olmak üzere dağıtınız. 500'ü Mekke ahalîsinden Kâbe ve hatim arasında toplanarak 70.000 kere 'lailahe illallah' kelime-i tevhidini zikredip defalarca Kur'ân okuyup sevabını vasiyet sahibine ita edenlere harcansın. 2.500'ü Mescid-i Aksa'da Sadre kubbesinde 70.000 kere 'lailahe illallah' kelime-i tevhidini zikredenlere ve defalarca Kur'ân okuyanlara harcansın."

Dikkatle bakıldığında vasiyetinden Sultan Murad Han'daki Allah (celle celâlühü) ve Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) aşkı okunmaktadır. Çünkü o dönemde ne Hicaz (Mekke–Medine) ne de Kudüs (Mescid-i Aksa) Osmanlı toprakları içerisinde yer almaktadır. Gönlündeki sevgi o kadar aşkındır ki o beldelere değen mukaddes ayaklar hürmetine oraların ahalîsine hürmette kusur etmek istemez.

Ve yıl 1453... Osmanlı ordusunun önünde gencecik bir serdar... İstanbul surlarının önünde Efendisi'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) medhine nail olabilmek için otağını kurmuş... Bir Cuma sabahı Cenab-ı Hak ona fethi müyesser kılmış... Bu kutlu serdar bir gece otağından çıkar ve hocası Akşemseddin Hazretleri'ni ziyarete gider. Allah Resulü'nü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretlerinden sonra Mescid-i Nebevî yapılana kadar evinde misafir eden ve yıllar sonra da İstanbul önlerinde şehit olan sahabe efendimiz Hazreti Eyyub el-Ensarî'nin (radıyallahu anh) kabrinin bulunması hakkındaki arzularını belirtir himmetlerini ister. Akşemseddin Hazretleri de hünkârın koluna girerek çadırdan çıkar. Haliç kıyılarında surlara yakın bir yeri işaret ederek "İşte burasıdır." der. Fatih Sultan Mehmet Han derhal emir verir: "Buraya bir cami ve türbe yapıla." Bu emir üzerine bugünkü caminin ve türbenin inşasına başlanır. Anlaşılıyor ki onlar sadece Allah Resulü'ne (sallallahü aleyhi ve sellem) değil O'nun köyünün kokusunu taşıyanlara da büyük bir sevgi beslemişlerdir.

Bu sevgi Fatih'ten oğluna da aksetmiştir. Bir gün İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf'u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider ona bir miktar altın teslim eder ve "Bu elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira'nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna varınca: Ey Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) günahkâr kul Bayezid'in selâmı var... Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz..." diye söylemesini tembih eder.

Babadan oğula bir miras gibi geçen bu mukaddes sevgi Yavuz Sultan Selim döneminde yeni bir boyut kazanmıştır. Öyle ki ünlü şairimiz Yahya Kemal Yavuz'a atfen şu mısraları kaleme almıştır:

" Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını
Fethetti bir seferde nebiler diyarını
Sahrayı Mercidabık'a nakş etmiş kader
İslâm fikr-i vahdetinin kâr u zârını..."

Ancak Yavuz Selim Han bu zaferden sonra İslâm dünyasında daha çok tanınmasından pek de hoşnut olmamıştır. Zîrâ camilerde hutbeler kendisinin adına okunmaya başlanmış ve burada da Hâkimü'l-Harameyn (Mekke ve Medine'nin hâkimi) lâfzı kullanılır olmuştur. Bu söz onu içten içe yaralar. Bir gün Halep Ulu Camii'nde bir Cuma namazı sırasında minberde imamın dilinde Hâkimü'l-Harameyn sözünü işitince hemen ayağa kalkarak onu düzeltir: "Hayır hayır Hakimü'l-Harameyn değil Hâdimü'l-Harameyn (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı)" Hatip onun istediği gibi okur hutbeyi. Namazdan sonra da koca hünkâr kaftanını hatibe hediye eder. Efendisi'ne karşı hissettiği derin muhabbete etrafındakiler de şahit olur.

Osmanlı padişahları içinde Efendimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O'ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman'ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir. Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Belgrad Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!" diye emir buyurur. Bu emir üzerine Kanunî hemen Harameyn'i imar ve iskân projelerine başlar. Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat'taki Ayn-ı Zübeyde Suyu'nu Mekke'ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O'na şöyle yalvarır:

"Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda
Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda
Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem
Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa."

(Hem Allah'ın (celle celâlühü) habibi hem de âlemlerin nurusun. Sen'i sevenleri bir an olsun kapından uzak tutma. Gitmesin dilimden şerefli ismin nişanın. Benim dertli gönlüm bu zikirden şifa bulur canım da sevinç duyar.)

Kanunî'den sonra devlet duraklama devrine de girse onların gönüllerinde bu aşkın yerinde sayması mümkün olmaz. Sultan İkinci Ahmed devletin içte ve dışta değişik gailelerle boğuştuğu bir dönemde tahta çıkar. Gençtir ancak mâneviyat yüklü ve dertli bir padişahtır. Öylesine dertlidir ki derdine dermanı yaşadığı devirde bulamaz ve çok öncelere gitmeye karar verir. Bir gece kimseye görünmeden Topkapı Sarayı'ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi'ne gider. Burada Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:

"N'ola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün
Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir
Bahtiya durma yüzün sür kademine ol Gül'ün"

(Keşke Peygamberler Şahı'nın o temiz ayaklarının nalınını bir taç gibi başımda taşıyabilsem. O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin Gül'ü dür. Öyleyse Ahmet sen de yüzünü sür ayağına o Gül'ün.)

O günden sonra Efendimiz'in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:

"İftirakınla Efendim bende takat kalmadı
Yekpare oldu bu dil aşkta muhabbet kalmadı
Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza
Giryeden hiç Hazreti Yakub'a nevbet kalmadı"

(Ayrılığınla Efendim bende takat kalmadı. Bu dilim tek parça oldu aşkta sevgi kalmadı. Ben çaresizi o kadar ağlattı ki sinemde Hazreti Yakub'a gözyaşı kalmadı.)

Sultan Abdülaziz de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) âşığı padişahlardandır. Bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine'den bir dilekçe gelir. Devlet erkânı önce dilekçeyi arz etmekte tereddüt gösterse de padişahın Medine'ye karşı hassasiyetini bildiklerinden dilekçeyi huzura getirirler. Yaveri dilekçeyi okuyup cevabını isteyecektir; ama sultan onun Medine'den geldiğini öğrenince okumasına mâni olur. Muhabbeti öylesine derindir ki yanındakilere "Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem." der. Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine'den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper alnına koyar koklar ve öyle açar.

Osmanlının en çalkantılı dönemlerinden biri de İkinci Abdulhamid Han dönemidir. Lâkin bu dönemde önemli icraatlara imza atan cennet mekân Sultan Abdulhamid Han ülkenin dört bir yanını demir yolu ile donatır. Bu yolların en önemlisi Hicaz demiryoludur. O mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için İstanbul'dan Medine'ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine'ye ulaşan hattın son 30 km'lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser yavaşça perona yanaşır. Yolcular parmak uçlarında inerler trenden edeple hürmetle... Keçe döşenen raylar o kutlu beldeye duyulan hürmetten günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.

Hz. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle tarifi zor bir aşkla bağlı olan Osmanlı padişahlarının neden Hacc'a gitmediği sorusu akla gelebilir. Gerek o günün nispeten zor şartlarında üç ay civarında süren yolculuğun emniyet açısından sakıncaları gerek padişahların Kâbe'de ve Hicaz bölgesinde sürekli korunmalarının çok kolay olmayabileceği mülâhazası gerekse padişahların İstanbul'dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalacak olmalarının yol açabileceği idare boşlukları ve muhtemel fitneler onların bizzat gitmeyip yerlerine birkaç defa vekil göndermeleriyle önlenirken Hacc fârizası da yerine getirilmiştir. Oraya gidememek Peygamber aşkının onların sinelerini yakacak şekilde kat kat artmasına da yol açmış olmalıdır. Bu durum yukarıda görüldüğü üzere şiirlerine de yansımıştır.

Osmanlı padişahları ilk ferdinden son ferdine kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisini kalblerinde böylece taşırlar. Belki de bize bıraktıkları en mühim miras da o sevgidir. Rabb'im bize Resulü'nü (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar gibi sevmeyi ve O'nun şefaatine nail olmayı nasip eylesin.

Ziya Demirel

SIZINTI Temmuz 2009


SAAT: 23:36

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306