![]() |
Sünnet/Sünen SÜNNET Yol, gidiş, tabiat, şeriat, yüz, yüzün görünen yeri, alışılmış yol. Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden terim. Çoğulu "sünen"dir. Kur'ân-ı Kerim'de dört âyette "öncekilerin sünneti" ifadesi "önceki ümmetlerin izlediği yol" veya "önceki ümmetlere uygulanan hüküm" anlamında kullanılmıştır (el-Enfâl, 8/38; el-Hicr, 15/13; el-Kehf, 18/55; Fâtır, 35/43). İki âyette çoğul olarak kullanılmıştır. Şu âyette şeriat anlamı görülür: "Şüphesiz sizden önce bir çok Şeriatlar gelip geçmiştir" (Âlu İmrân, 3/137). Şu âyette de "öncekilerin yolları" anlamında kullanılmıştır: Allah size bilmediklerinizi tam olarak açıklamak, sizi öncekilerin yollarına iletmek ve sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" (en-Nisâ, 4/26; ayrıca bk. el-İsrâ, 17/77). Sekiz âyette de Âllah'ın sünneti" ifadesi geçer. Bu, Allah'ın evreni, canlıları ve toplumu yaratırken veya daha sonra yönetirken izlediği yolu, metodu, kanun ve prensipleri ifade eder. Bu prensiplerin değişmeden devam edeceği bildirilir: "Allah'ın öteden beri gelen sünneti (âdeti) budur. Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişme bulamazsın" (el-Feth, 48/23; ayrıca bk. Fâtır, 35/43; el-Ahzâb, 33/62). Sünnet sözcüğü bir kişiye nisbet edilince, onun iyi veya kötü, sürekli olarak yapa geldiği davranışlarını kapsar, Hz. Peygamber'in şu hadisinde bu iki zıt anlamı bir arada görmek mümkündür: "Güzel bir yol alana onun sevabı ve kıyamete bu yoldan gidenlerin sevabı vardır. Kim de kötü bir yol açarsa, bu yolun sorumluluğu ve kıyamete kadar bu yoldan gidenlerin sorumluluğu ona aittir" (Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Dârimi, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 362). Sünnet, Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikînci ana kaynaktır. Fıkıh usulünde delil olarak kullanılan sünnet, Hz. Peygamber'den geliş şekline göre; söz, fiil veya tasvip (takrir) olmak üzere üçe ayrılır. 1. Kavlî sünnet: Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. Meselâ; Âmeller ancak niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır. Kim Allah ve Rasûlü için hicret etmişse, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kim elde edeceği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadın için hicret ederse, onun hicreti de, kendisi için hicret ettiği kimseyedir" (Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, I; İmân, 41; Müslim, İmâre, 155). "Ramazan hilalini görünce orucu tutun, Şevval hilalini görünce orucu yeyin” (Buhârî, Savm, II; Müslim, Sıyâm, 4,18). 2. Fiilî sünnet: Hz. Peygamber'in namaz kılışını ve haccedişini örnek verebiliriz. Allah elçisi; "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın " (Buhârî, Ezân, 18; Edeb, 27; Âhad, I). "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alın" (Ahmed b. Hanbel, III, 318, 366) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber'in savaşlarda yapmış olduğu işler de fiili sünnete girer. 3. Takriri sünnet: Hz. Peygamber'in görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onu kabul etmesidir. Çünkü Allah'ın Rasûlü bir işin yapıldığını gördüğü veya işittiği halde onu reddetmemiş ve susmuşsa, bu durum onun bu işi tasvip ve kabul ettiği anl----- gelir. Meselâ; Bir gün Hz. Peygamber. kabir başında ağlayan bir kadına rastlar. Ona; "Allah'tan kork ve sabret " der. Kadın Rasûlüllah (s.a.s)'ı tanımadan; "Benim başıma gelen, senin başına gelmediği için beni anlayamazsın" diye cevap verir. Daha sonra onun Allah elçisi olduğunu öğrenince de, evine giderek özür diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösteren sabırdır" (Buhârî Cenâiz, 32). Burada Allah'ın Rasûlünün kadının kabir ziyaretine ses çıkarmadığı görülmektedir. Bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğunu gösteren bir takrirdir. Yine Amr b. el-Âs (r.a), Zâtü's-Selâsil gazvesi sırasında, çok soğuk bir gecede ihtilam olmuş, su ile yıkanırsa canının tehlikeye düşeceğini anlayınca da teyemmümle topluluğa sabah namazını kıldırdı. Gazve dönüşü durum Hz. Peygamber'e anlatılınca, Amr'a; "Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?" diye sordu. Amr; "Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisâ, 4/29) âyetini hatırlayarak teyemmüm yaptığını ve namazı kıldırdığını bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm etmiş ve susmuştur. İşte bu tebessüm ve susma, su bulunsa bile çok soğuk havada teyemmümle namaz kılınabileceğini gösterir (Zekiyüddin Şa'ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66). Sünnetin Hüküm Kaynağı Olduğunu Gösteren Deliller: Sünnetin, Kur'ân-ı Kerim'den sonra, ikinci asli delil olduğunda görüş birliği vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber'e nispeti sabit ve sahih olan sünnetin gereğine göre amel etmenin vücubu üzerinde bütün bilginler ittifak etmiştir. Onlar bu konuda Rasûlüllah (s.a.s)'a itaatı emreden, onu sevmenin Cenab-ı Hakkı sevmek olduğunu bildiren, ona karşı gelenlere şiddetli tehditler bildiren âyetlere dayanırlar. Bu âyetlerden bir kaçı şunlardır: "Âllah'a itaat edin, Rasûle itaat edin ve kötülüklerden sakının" (el-Mâide, 5/92). "Kim Rasûle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ', 4/80). "Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir" (el-Haşr, 59/7). "Deki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir" (Âlu İmrân, 3/31). Anlaşmazlıklarda Hz. Peygamber'in hakem yapılıp, vereceği karara uyulması gerektiği şöyle belirlenir: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ, 4/65). Allahın hükmü gibi, Hz. Peygamber'in sünnetinin de bağlayıcı olduğu ve bunlara dayanan bir hükme karşı gelmenin sapıklık sayıldığı şöyle tespit edilir:" Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü'min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (el-Ahzâb, 33/36). Rasûlüllah (s.a.s)'in emrine aykırı davranmanın sonuçlarına bir âyette şöyle yer verilir: Bu yüzden onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok acı bir ozap isabet etmesinden sakınsınlar" (en-Nûr, 24/63). Hz. Peygamber'in hayatında ve vefatından sonra ashab-ı kiram onun sünnetine uymak gerektiğinde birleşmişlerdir. Sahabe, Allah elçisinin emir ve yasaklarına uyuyor, helal dediğini helal, haram dediğini haram olarak kabul ediyordu. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a) Yemen'e vali olarak giderken, orada; Allah'ın kitabı ile hüküm vereceğini, bunda bulamazsa Rasûlünün sünnetine başvuracağını belirtmiştir. Bunu işiten Hz. Peygamber'in rızasını açıkladığı nakledilir (Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Şâfıî, el-Ümm, VII, 273). Diğer sahabiler de, herhangi bir mesele hakkında Kur'ân'da bir hüküm bulamadıkları zaman Hz. Peygamber'in sünnetine başvuruyordu. Hz. Ebû Bekir, bir olay hakkında bildiği bir hadis yoksa, bunu sahabe topluluğuna arz eder, o konuda bir hadis bilenin olup olmadığını öğrenmeye çalışırdı. Hz. Ömer'in, tabiılerin ve bunları izleyen Tebe-i tâbiîn'in metodu da böyledir. Kur'ân-ı Kerîm'de, Peygamber (s.a.s)'in Allah'tan vahiy alarak konuştuğu belirtilir. "O, kendiliğinden konuşmamaktadır. O'nun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (en-Necm, 53/3, 4). "Sana Allah'ın bol nimet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar veremezler. Allah sana Kitap ve Hikmeti indirmiş ve bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti büyüktür" (en-Nisâ', 4/113). Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Hz. Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir. Şu âyette Allah'a ve Rasûlüne imanın yan yana zikredildiği görülür: "Âllah'a ve okuyup yazması olmayan (ümmî) Peygamber'e iman edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve ona uyun ki hidayete eresiniz" (el-A'râf, 7/158). Başka bir âyette de şöyle buyurulur: "Âllah ve peygamberine iman eden mü'minler peygamberlerle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler" (en-Nûr, 24/62). Sünnetin Kitab'a Göre Yeri ve Fonksiyonu: Kitap ve sünnette yer alan hükümler karşılaştırıldıkları zaman şu dört şekil ile karşılaşılır: 1. Sünnet, Kur'ân'daki hükmün aynısını getirir, böylece onu destekler ve güçlendirir. Bununla aynı konuda iki delil oluşur. Biri hükmü tespit eden esas delil, diğeri ise teyit edici sünnet delilidir. Örnek: Kur'ân'da;" Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla olması bunun dışındadır" (en-Nisâ, 4/29) buyurulur. Aynı konuda ki şu hadis yukarıdaki âyeti teyit etmektedir:" Müslüman bir kimsenin malı, (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmadıkça helâl değildir" (Ahmed b. Hanbel, V, 72). Aşağıdaki âyette hadis arasında da benzer teyit ilişkisini görmek mümkündür. Âyette; Îşte, Rabbin zulmeden beldelerin halkını yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun yakalaması çok acı ve çetindir" (Hûd, 11/102) buyurulur. Şu hadis aynı anlamı destekler: Allah zâlime mühlet verir, sonunda onu cezalandırınca da artık iflah olmaz" (Buhârî, Tefsîrul-Kur'ân, 2/5; İbn Mace, Fiten, 22). 2. Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân âyetlerine açıklayıcı hükümler getirir: Sünnet, Kur'ân'ın mücmel veya müşkil olan yani kapalı ve anlaşılması güç olan lafızlarını açıklar. Meselâ; Namazı kılın, zekâtı verin" emrinde namaz ve zekâtın neden ibaret olduğu, şartları, miktar ve ifa şekilleri yer almaz. İşte mücmel olan bu terimler sünnet tarafından açıklanır. Yine; "Ramazanda sabahın beyaz ipliği siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyin, için" (el-Bakara, 2/187). Hz. Peygamber buradaki beyaz iplikten sabahın aydınlığının, siyah iplikten gecenin karanlığının kastedildiğini bildirmiştir. Sünnet, âmm (genel anlam ifade eden) lafızların hükmünü tahsis eder. Âyette; Bunların dışında kalanlar size helal kılındı" (en-Nisâ, 4/24) buyurulur. Şu hadis, yukarıdaki âyeti tahsis etmiştir; "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, hısımlık bağlarını koparmış olursunuz” (Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 38). Mutlak lafzı tahsis eder: Âyette şöyle buyurulur:" Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin" (el-Mâide, 5/38). Burada sağ elin mi sol elin mi kesileceği belirtilmemiştir. İşte sünnet bunu "sağ eli ve bilekten kesme" şeklinde kayıtlamıştır. 3. Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder, meselâ;" Birinize ölüm gelince, eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur" (el-Bakara, 2/180). Bu âyetin hükmü; "Varise vasiyet yoktur" (Buhârî, Vasâyâ, 6; Ebû Dâvud Yasâyâ, 6) hadisi ile neshedilmiştir. 4. Sünnet, Kur'ân'da bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Ninenin miras hakkına sahip oluşu, fıtır sadakası ile vitir namazının vacip oluşu, "muhsan" olarak zina edenin recm edilmesi, "âkile"nin diyete katılmakla yükümlü tutulması gibi hükümler Kur'ân'da olmayan, fakat sünnetle getirilen hükümlerdendir (Z. Şa'ban, a.g.e., s. 85). Yine bir kadını hala veya teyzesi ile bir nikâh altında birleştirmenin yasaklanması, azı dişli yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların etlerinin haram kılınması, erkeklere altın takmanın ve ipekli giymenin yasaklanması sünnetle sabit olmuştur. Kur'ân'da yalnız süt ana ve süt kardeş için konulan evlenme yasağının kapsamı (en-Nisâ, 4/23), "Nesep ile haram olan süt ile de haram olur" hadisi ile (Buhârî Şehadât, 7; Müslim, Radâ, I) genişletilmiştir. İmam Şâfiî (ö. 204/819) er-Risâle adlı usûle dair eserinde, sünnetin üç türlü olduğuna karşı çıkan bir ilim adamı bilmiyorum, dedikten sonra bu üç hususu şöyle belirtir. 1) Allah Teâlâ bir konu hakkında âyet indirir. Hz. Peygamber de Kur'ân'ın bildirdiğini olduğu gibi açıklamıştır. 2) Allah'ın indirdiği mücmel olur ve Allah elçisi bundan Yüce Allah'ın kasdettiği anlamı açıklar. 3) Kitapta yer almayan bir konuda Allah'ın elçisi hüküm koyar. Çünkü bu konuda Cenab-ı Hak kendisine yetki vermiştir. Bazı bilginler, Hz. Peygamber'in koyduğu sünnetin Kur'ân'da mutlaka bir aslı olduğunu söylemiştir. Nitekim, namazın aslı Kur'ân'la emredilmiş, ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Yine alış-veriş ve diğer konularda da sünnetler koydu. Çünkü Allah Teâlâ; " Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" (en-Nisâ, 4/29), Âllah alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) buyurmuştur. Hz. Peygamber, namazı açıklaması gibi diğer konuları da Allah Teâlâ adına açıklamıştır. Kimisi de, sünnet, Allah tarafından Rasûlünün kalbine atılan hikmettir. Bu şekilde kalbe atılan onun sünneti olmuştur (bk. eş-Şafii, er-Risâle, tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Mısır 1309, s. 91 vd.). Sünnetin Rivâyet Bakımından Çeşitleri: Senedinde kopukluk bulunmayan hadisler rivâyet bakımından üçe ayrılır. Mütevatir, meşhur ve âhad sünnet. 1. Mütevatir Sünnet Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun Hz. Peygamber'den rivayet ettiği, daha sonra bu topluluktan Tâbiün ve Etbâu't-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların naklettiği haberlere "mütevatir sünnet" denir. Bu üç nesilden sonraki devirlerde yalan üzerinde birleşmenin aklen mümkün olmaması şartı aranmaz. Çünkü sünnet bu dönemden sonra tedvin ve tasnif edilerek yazılı eserlere intikal etmiş, daha önce tek râviler aracılığı ile gelen haberlerin pek çoğu da tevâtür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir. Tevatür de Lafzî ve Mânevi olmak üzere ikiye ayırılır. a) Lafzî mütevatir: Lafiz ve anlam birliği içinde nakledilen mütevatir haberdir. Meselâ; "Kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın" (Buhârî, İlim, 38; Müslim, Zühd, 72) hadisi, tevatür derecesinde kalabalık bir sahabe topluluğunca aynı lafızlarla rivayet edilmiştir. b) Manevî mütevatir: lafız ve anlam bakımından farklılıklar taşımakla birlikte, bütün râvilerin ortak bir anlamda birleştiği mütevatir haberdir. Dua sırasında ellerin kaldırılması bu çeşit mütevatire örnek gösterilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in dua sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir. Fakat bunlar değişik olaylarla ilgili, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir. Belki her olay hakkında lafzî tevatür gerçekleşmemiştir, fakat bütün rivayetlerin birleştiği ortak anlam, dua sırasında ellerin kaldırılmış olmasıdır. Yine İslâm bilginleri, Hz. Ömer'den rivayet edilen " Âmeller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiği şeyi görecektir” (Buhârî, Bedül-Vahy,I; Müslim, İmâre, 155) hadisinin anlamı üzerinde görüş birliği içindedir. Mütevatir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber'e nisbetinin kesin oluşudur. Buna göre, mütevatir sünnetle amel etmek farz olup, onu inkâr eden dinden çıkar. Bu çeşit hadislerin delâleti zannî olmadıkça, ortaya koyduğu hüküm kesinlik ifade eder. Mütevatir hadisler, delil olma bakımından Kur'ân'a yakın kuvvettedir. 2. Meşhur Sünnet Meşhur sünnet, Hz. Peygamber'den bir veya iki yahut tevatür sayısına ulaşmamış sayıda sahabi tarafından rivayet edilmişken, Tâbiün veya Etbâu't-tâbün devirlerinde tevatür sayısındaki ravilerce nakledilen sünnettir. Mütevatir ve meşhur sünnet arasındaki fark şudur; birincide her üç tabaka ravileri tevatür sayısında iken, meşhur sünnette, sahabeden olan raviler tevatür derecesine ulaşmamıştır. Buna göre mütevatir hadisin Hz. Peygamber'e nisbeti kesin iken meşhur hadisin, Hz. Peygamberden rivayet eden sahabiye nisbeti kesin olmakla birlikte, Hz. Peygamber'e nisbeti kesinlik taşımaz. Meşhur sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi vermesidir. Bu yüzden mütevatir sünnetle Kur'ân'daki bir âmm lafzın tahsisi ve mutlak lafzın takyidi mümkün olduğu gibi, meşhur sünnetle de "âmm" tahsîs ve "mutlak" takyid edilebilir. Âmm'ın tahsisine örnek: "Âllah çocuklarınızın miras payı için şunu istiyor" (en-Nisâ, 4/11) âyetindeki "çocuklarınız (evlâdüküm)" kelimesi âmm olup bütün çocukları kaps----- alır. Hz. Peygamber'in; "Öldüren öldürdüğü kimseye mirasçı olamaz" (Ebû Dâvud, Diyât, 18; Dârimî, Ferâiz, 41) şeklindeki meşhur hadis, miras bırakanını öldüren çocukları kapsam dışı bırakmıştır. Mutlak ifadenin takyidine örnek: Mirasla ilgili âyette; " (Bütün bu miras payları, ölenin) yapmış olduğu vasiyetin ve borcun ifasından sonradır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur. Burada "vasiyet" sözcüğü mutlak olup, malın belli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat Hz. Peygamber'in, "Üçte bir daha bayırlıdır" (Buhârî, Cenâiz, 36; Vesâyâ, 2, 3; Menâkıbul-Ensar, 49; Müslim, Vasiyyet, 5, 7, 8, 10; Ebû Dâvud, Ferâiz, 3; Eymân, 23) şeklindeki meşhur hadisi vasiyet miktarını üçte birle sınırlamıştır. 3. Âhad Sünnet Bunlar, Hz. Peygamber'den bir, iki veya daha fazla sahabi tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan hadislerdir. Âhad hadisi bir kişiden yine bir kişi rivayet etmiş olup, bize kadar ulaşan senedindeki kişiler hiçbir zaman tevatür sayısına ulaşmamıştır. Hadis kitaplarında toplanmış bulunan hadislerin çoğu bu kısma ait olup, bunlara tek kişinin haberi anlamında "haber-i vâhid" veya birer kişilerin haberi anlamında "âhad haber" denir. Ahad sünnet kesin bilgi ifade etmez, zanlı bilgi verir. Çünkü bunların Hz. Peygamber'e ulaştığında şüphe vardır. Bu yüzden inançla ilgili konularda âhad habere dayanılmaz. Ancak belirli şartları taşıyan âhad haberler amel konularında delil olarak kabul edilir. Hanefiler dışındaki bilginlere göre, hadisler mütevatir ve âhad olmak üzere ikiye ayrılır. Onlar meşhur sünneti de "âhad haber" içinde değerlendirirler. Çünkü meşhur sünnetin ilk tabaka ravileri, gerçekte âhad sünnet sayısındadır. Ancak bu görüşte olanlar âhad haberi, kendi içinde "Garib", "Aziz" ve "Müstefiz" olmak üzere üçe ayırmışlardır. Ahad Hadisle Amel Etmenin Şartları: Hanefilere göre âhad haberin delil olarak kullanılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir. 1. Râvinin, naklettiği hadisle kendisinin amel etmesi gerekir. Buna aykırı davranışı veya fetvası belirlenirse, hadis değil, onun amel veya fetvası esas alınır. Çünkü râvi, bu hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese, hadise aykırı davranmaz. Aksi halde "adâlet" vasfını kaybeder. İşte bu prensipten hareket edilerek Hanefiler, Ebû Hureyre'nin naklettiği; "Birinizin kabına köpek ağzını soktuğu zaman, onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzere yedi kere yıkasın" (Nesâî, Tahâret, 52; Miyâh, 7; ayrıca bk. Buhâri, Vüdû, 33; Müslim, Tahâret, 89-93; Tirmizi, Tahâret, 68) anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü ed-Dârekutni'nin naklettiğine göre Ebû Hüreyre bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda kabı üç kere yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefiler onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar, yani yedi defa yıkama yerine üç defa yıkama ile yetinmişlerdir. Başka bir örnek de, Hz. Âişe'den rivayet edilen ve kadının kendi başına evlilik akdi yapamayacağını bildiren şu hadistir: "Velisinin izni olmadan evlenen kadının evliliği bâtıldır" (Dârimi, Nikâh, 2). Hz. Âişe bu hadise aykırı olarak kardeşi Abdurrahman Şam'da iken onun kızını evlendirmişti. Abdurrahman yolculuktan dönünce bu evlendirme işinden hoşnut olmadığını ifade etmişse de, nikâh akdini iptal yoluna gittiğine dair bir haber nakledilmemiştir. 2. Hadisi rivayet eden ravi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse değilse hadis, kıyasa ve genel şer'i esaslara aykırı olmamalıdır. Buna göre, kıyasa aykırı düşen hadis dört halife gibi, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Ömer gibi hem hadis rivayeti ve hem de fıkıhtaki ve ictihattaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis kabul edilir ve onunla amel edilir. Fakat Enes b. Malik ve Bilâl gibi yalnız hadis rivayeti ile tanınan, ictihada ehliyeti bulunmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez. Bu nitelik, hadislerin "mânâ rivayeti" usulünün yaygın olması yüzünden öngörülmüştür. Fakih olan ravi, bir kelime yerine hadiste başka bir kelime kullansa, hadisin aynı anlamı koruduğunu söylemek mümkün olur. Aynı esası, fakih olmayan ravi için söylemek güçtür. Özellikle; ortada kıyasa ve genel şer'i esaslara aykırı düşen bir rivâyet varsa, bu ravinin yanılma ihtimali güç kazanır. Hanefiler bu esastan hareketle "musarrât" hadisi ile amel etmemişlerdir. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamberden şunu nakletmiştir: "Develerin ve koyunların memelerini sütlü göstermek için şişirmeyin. Birisi böyle bir hayvanı satın almış olur ve sütünü de sağmış bulunursa iki şeyden birisini seçebilir: Ya hayvanı bu hali ile kabul eder, veya hayvanı iâde eder ve ayrıca bir sâ'da hurma verir" (Müslim, Büyü, 11; Ebû Dâvud Büyü, 46). Bu hadisi Ebû Hüreyre rivayet etmiştir, Ebû Hüreyre ictihad ehliyeti ile tanınmamıştır. Hadisin taşıdığı hüküm İslam'ın genel prensipleri ile çelişmektedir. Çünkü istihlâk edilen bir şeyin tazmini misli mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur. Hadiste bildirilen süt karşılığı bir sâ' (2,179 kg) hurma, sütün ne misli ve ne de kıymetidir. Diğer yandan bu hadis "el-Harâcu bıd-dımân " (Ebû Dâvud Büyü', 71; Tirmizi, Büyü', 53) diye ifade eden "nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi" ilkesi ile de çelişmektedir. Buna göre, bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona aittir. Şu halde, sağdığı süt, bir bedel ödemesine gerek olmaksızın alıcıya aittir. Çünkü, hayvanı teslim aldıktan sonra, ona gelecek zararı da üstlenmiş bulunmaktadır. Durum böyle olunca, alıcının süt karşılığı bir sâ' hurma vermekle yükümlü tutulması bu prensiple de çelişmektedir. 3. Âhad haber sık sık tekerrür eden ve her yükümlünün bilmesi gereken olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl ilminde bu duruma "umumî belvâ" denir. Burada olayın tevatür veya şöhret yoluyla nakfi için gerekli şartlar oluşmuştur. Buna rağmen haberin tek ravi yoluyla gelmesi, onun Hz. Peygamber'e nisbetinin sağlam olmadığını gösterir. Bu esastan hareketle, Hanefi mezhebi bilginleri Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen; "Hz. Peygamber rukûya giderken ve başını rukûdan kaldırırken ellerini kaldırırdı" (Buhâri, Ezân, 83-86) anlamındaki hadis ile amel etmemişlerdir. Çünkü bu durumda ellerin kaldırılması, çok sık vuku bulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Eğer bu konuda varid olan hadis sahih olsaydı, bunu çok sayıda başka râvilerin de nakletmesi gerekirdi. Hz. Peygamber'in namazda Fatiha Süresi'ni okurken besmeleyi de yüksek sesle okuduğunu bildiren âhad haber (Tirmizî, Salât, 67) de aynı prensip gereği kabul edilmemiştir. Çünkü bu haber sağlam olsaydı, çok sayıda râvi tarafından nakledilirdi. Olayın çok tekrarlanması bunu gerektirir. Senedinde Kopukluk Bulunan Hadisler: Senedinde kesinti bulunan hadis sened bakımından Hz. Peygamber'e ulaşmayan hadistir. Buna "Mürsel" veya "Münkatı"' hadis denir. Sahabe atlanıp, tâbiinden birisinin Hz. Peygamberden işitmiş gibi hadis rivayet etmesi gibi. Ebû Hanife ve İmam Mâlik, mürsel hadisi kayıtsız şartsız kabul ederler. Onlar yalnız mürsel hadisi rivayet eden ravinin güvenilir olup olmamasına bakarlar. İmam Şâfiî mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî, Medineli Sâid b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tâbiî ise kabul eder. Ancak Şâfiî bunun için ayrıca mürsel hadisin şu dört şeyden biriyle desteklenmesini şart koşar. l. Mürsel hadisi, senedinde kesinti olmayan ve anlamı aynı olan başka bir hadis desteklemelidir. 2. Mürsel hadisi, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir. 3. Mürsel hadis, bazı sahabi sözüne uygun düşmelidir. 4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetvâ vermiş olmalıdır. Şâfiî'ye göre, mürsel hadis, senedi kesintisiz olan bir hadisle çatışırsa bu sonuncusu tercih edilir (Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, Dârul-Fıkhıl-Arabî tab'ı,1377/1958 y.y., s. 111, 112). Mâlikîlerin Âhad Haberi Delil Kabul Etmesi: İmam Mâlik, senedi sahih olan haber-i vahidle amel etme konusunda, sadece bu hadisin Medinelilerin ameline uygun düşmesini şart koşar. Örnek: Rivayete göre Hz. Peygamber; "Namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafına, diğeri sol tarafına olmak üzere "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek selâm verirdi" (Zeylaî, Nasbur-Râye, I, 430-433). Fakat İmam Mâlik Medine uygulamasına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Çünkü Medineliler sadece bir selâm vermekle yetiniyorlardı. İmam Mâlik Medinelilerin amelini meşhur hadis derecesinde kabul etmiştir. Ona göre, Medinelilerin ameli Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivayeti kuvvetindedir: Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel de, sahih hadisin şartlarını taşıyan haber-i vahidi delil olarak kabul ederler (bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 114,115 vd.; Zekiyüddin Şa'bân, a.g.e., s. 79 vd.). Hz. Peygamber'in Fiilleri: Rasûlüllah (s.a.s)'ın fiilleri üçe ayrılır: 1. Hz. Peygamber'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, yatıp kalkma gibi. Bu fiiller genel olarak ümmeti bağlamaz. Çünkü bunlar Allah elçisinden bir peygamber sıfatıyla değil bir insan olması sıfatıyla meydana gelmiştir. Bununla birlikte, ashab-ı kiramdan, Allah elçisini bu gibi fiillerinde de izleyenler vardı. Abdullah b. Ömer bunlardandır. Hz. Peygamber'in ticaret, ziraat, savaş tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Çünkü bunlar şahsi tecrübeyle ilgilidir. Buna şu olayı örnek verebiliriz: Hz. Peygamber, Medinelilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, aşılamamalarını bildirdi. Ancak ertesi yıl iyi ürün alınmadığını görünce; hurma bahçesi sahiplerine "Siz dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz" (Müslim, Fezâil, 141; bk. İbn Mâce, Rühün, 15) buyurdu. Bedir Savaşı sırasında da savaş tecrübesine dayalı şöyle bir olay yaşanmıştı. Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Hubâb b. Münzir bu yerleştirmenin vahye mi, yoksa savaş taktiğine mi dayandığını sordu. Allah elçisinin, bunun bir savaş taktiği olduğunu söyleyince, Hubab b. Münzir bu konaklama yerinin uygun olmadığını söyledi ve daha uygun yeri göstererek, gerekçelerini açıkladı. Bunun üzerine, ordu Hubâb'ın belirlediği yere yerleştirildi (Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y), II, 384). 2. Hz. Peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'i bir delille belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması (el-Müzzemmil, 73/1-4; el-İsrâ, 17/79). Ramazan'da "visal orucu" tutması, dörtten fazla kadınla evlenmesi buna örnek olarak zikredilebilir. Diğer müslümanlar, Hz. Peygamber'in bu fiillerini kıyas yoluyla delil olarak alamazlar. Çünkü bunların Hz. Peygamber'e ait oluşunda şer'i deliller vardır. 3. Hz. Peygamber'in teşrîi nitelikli fiilleri. Namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi, ziraat ortaklığı kuruşu, borç alıp vermesi gibi. Bu tür fiilleri sünnet olup bunlara uymak gerekir. Bu fiilleri de ikiye ayırmak mümkündür. a. Kur'ân'ın mücmellerini açıklamak için yaptığı fiiller. Bunlar Kur'ân'ın tamamlayıcısı sayılırlar ve hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Mücmel * ifadenin hükmü vacibse; onu açıklayan sünnetin hükmü de vacib, mücmelin hükmü mendupsa, açıklayıcı sünnetin hükmü de mendup olur. b. Hz. Peygamber'in bağımsız olarak ve bir işin mübah oluşunu göstermek üzere yaptığı fiiller. Bu çeşit fiillerin vücub, nedb veya mübahlık gibi şer'î niteliği bilinir. Bunlara ümmetin de uyması gerekir ve fiil yukarıdaki hükümlerden birisine uyar. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Allah'ın Rasûlünde, sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21). Sonuç olarak sünnet, Kur'ân'dan sonra ikinci asıl kaynak olup, İslâm'ın pek çok hükmü ve belki İslâmî müessese ve esasların bütünlüğü sünnetle tamamlanmıştır. Hamdi DÖNDÜREN |
Cvp: Sünnet [B] Sünnet kelimesi yerine göre, farklı anlamlarda kullanılır: 1- Kitab ve sünnet ifadesindeki sünnet, hadis-i şerifler demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allah’ın kitabına, Peygamberin sünnetine sarılırsanız hiç sapıtmazsınız.) [Hakim] 2- Farz ve sünnet ifadesindeki sünnet, Resulullah efendimizin farz olmayarak yaptığı işler demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ümmetim bozulunca, sünnetime uyana şehid sevabı verilir.) [Hakim] 3- Sünnet, yalnız olarak kullanılınca, İslamiyet demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir zaman gelecek ki, ortalık bozulduğu zaman sünnetime [İslamiyet’e] tutunmak avuçta ateş tutmak gibi olacaktır.) [Hakim] 4- Sünnet, yol, çığır gibi manalara da gelir. Mesela sünnet-i hasene iyi çığır, sünnet-i seyyie kötü çığır demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir kimse, sünnet-i hasene çıkarırsa, [iyi bir çığır açarsa] onun sevabı ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı kadar sevap alır. Bir kimse de sünnet-i seyyie çıkarırsa, [kötü bir çığır açarsa] onun günahı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin günahı kadar günah kazanır.) [Müslim] Bir de, sünnet âdet, iş anlamındadır. Mesela Sünnetullah tabiri, Allah’ın âdeti, Allah’ın işi demektir. Hz. Ömer’in sünneti demek, Hz. Ömer’in âdeti demektir. 5- Ehl-i sünnet, kurtuluş fırkasının adıdır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Tirmizi’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir) buyuruldu. Bu fırkaya (Ehl-i sünnet vel cemaat) denir. 6- Çocukların sünnet olmasına da sünnet denir. |
Cvp: Sünnet Sünnet: Üzerinde durduğumuz kültür kelimesini, İslâm'da en ziyade karşılayan tâbirin "sünnet" ve sünnet mefhumunu ifade eden diğer tâbirler olduğunu söyleyebiliriz. Bu sebeple sünnet kelimesi üzerine biraz açıklama yapacağız. Sünnet, lügat açısından "yol" mânâsına gelir, iyi ve kötü her ikisi için de kullanılır. Istılah olarak, Kur'ân'dan sonra dinin ikinci kaynağına denir. İslâm cemaatini diğer cemaatlerden ayıran husûs, sâdece imân değildir. İmân temel ve vazgeçilmez şart olmakla berâber bunu tamamlayan ve bir nevi imânının hârici tezâhürlerinden olan davranışlar vardır. Bunlara sünnet denir. Sünnet, umûmiyetle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yapılmış olan ameller, söylenen sözlerdir. Ancak, bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le doğrudan ilgisi olmamakla beraber, ilk devir müslümanları tarafından benimsenmiş olan bir kısım amellere ve sözlere de sünnet denmiştir. Kelimenin böyle şümullü bir mânâ taşıması sebebiyle iltibasları önlemek maksadıyla âlimler ayırt edici tâbirler kullanırlar: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den vâki olan söz ve amellere merfû sünnet, Sahâbe'den vâki olan söz ve amellere mevkûf sünnet, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'den vâki olan söz ve amellere de maktû sünnet denir. Bu açıdan, sözgelimi, Hz. Ömer zamanında hicrî takvimin vaz'ı, devlet divanlarının tutulması, ümmetin bir kıraate sevki gibi hususlar hep "sünnet" tâbiriyle ifâde edilir. Hülâsa sünnet, geniş mânâsıyla ilk devir (selef müslümanlarınca benimsenerek dine kazandırılan ameller, değerler, eşkaller mânâsına gelmektedir. Sünnet, her hal ü kârda insanlarca yapılacak, yapılırken pek çok tarz ve şekilde yapılma imkân ve ihtimâli olan davranışlara tek bir şekil vererek cemaati teşkil eden ferdler arasında birlik sağlar. Misâl olarak yemek yemeyi ele alalım. Her insanın başvuracağı bu fiil, bir gündeki öyün sayısı, her öyündeki çeşit ve miktar, yemekte oturuş tarzı, çiğ, pişmiş, yanık, sıcak, soğuk yemek, yenmemesi gereken şeyler, sağ veya sol elle yemek gibi pek çok mes'elelerde çeşitli tarzlar hatıra gelebilir. Sünnet bu mes'elelerin her birinde pek çok ihtimallerden bir tanesini tavsiye eder. Böylece aynı sünnete uyan ferdler cemiyette birlik içerisinde olurlar. Sünnetin sağladığı birlik âdâb-ı muâşeret, kıyâfet, ahlâk kaideleri gibi hususlarda daha çok ehemmiyet taşır. Şu halde cemiyetteki müşterek değerler manzumesi manasında kullanılan "kültür" kelimesini İslâm'da büyük ölçüde "sünnet" kelimesi karşılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "Benim sünnetimi beğenmeyen benden değildir" veya: "Benim sünnetimle amel etmeyen benden değildir" gibi sözlerindeki sünnet kelimesi bu manada kullanılmıştır. Mâna şöyledir: "İslâm ümmetinin gittiği yoldan gitmeyen, onun dinini beğenmeyen, ona zıd düşen bir yolu benimseyen bizden değildir." Şârihler de hadîsi böyle anlarlar ve herhangi bir te'vîl ve mâzeretle sünneti terkedenin dinden çıkmayacağını, fakat sünnetin zıddı olan amelin üstün olduğuna inanarak sünneti terkederse bunun bir nevi küfür olacağını belirtirler. Zira böyle bir inanç en azından içtimâî, birliği bozmaya müncer olacaktır. Hattâ farzın karşılığı olan "sünnet"in bu cihetten ehemmiyetini teyid eden ve ümmeti "sünnet" etrafında, ısrarla kenetlenmeye teşvik eden rivâyetler mevcuttur: "Dinin elden gidişi sünnetin terkiyle başlar. Bir halat iplik iplik ortadan kalktığı gibi, din de sünnetlerin birer birer terkiyle ortadan kalkar". Nitekim bir cemiyet, millî değerlerini birer birer terkedecek olsa, kendisine, diğer cemiyetlerden ayrı müstakil millî şahsiyet veren şeylerden geriye ne kalır? Şu halde hadîslerde geçen "sünnet" ve "din" tâbirleri çoğu kere "kültür" ve "medeniyet" manalarında kullanılmıştır. Sünneti terk, belli bir ölçüde "İslâm kültürünü terk" dinden çıkma da "İslâm medeniyetinden çıkma" manasına gelmektedir. Bizden Olan-Bizden Olmayan: Hadîslerde tefrîk ifade eden mühim tâbirlerden biri budur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu tâbiri "kâfirler ve müşrikler" hakkında kullanmış değildir. Onların "bizden" olmadığı zâten bilinen açık bir husustur. Bu tehdîdi, daha çok İslâmî yaşayış ve telâkkinin nihâî hududlarını göstermek, bu hududları taşma noktasında bulunan tehlikeli sınırları belirtmek için kullanmıştır. Bir başka ifade ile, İslâm cemaatinin husûsiyetini teşkîl eden, onun başka cemaatlerden temyîz ve tefrîkini sağlayacak olan hârici tezâhürler mevzûunda bu tâbir kullanılmıştır. Bu tâbirle, beşer kültüründe yer eden ümmetî değerler'in veya ümmet fertleri arasında imânî birliği takviye edip sağlamlaştıracak bir kısım müşterek değerlerin muhâfazası düşünülmüştür. Bu hususun anlaşılması için şu hâdisleri dikkatle okuyalım. "Bizim dışımızdakilere benzeyenler yahûdilere, hıristiyanlara benzeyenler bizden değildir..." "Yağma yapan veya soyan veya soyguna tevessül eden bizden değildir". "Erkeklerden kadınlara benzeyenler, kadınlardan erkeklere benzeyenler bizden değildir". "Uğursuzluğa inanan, (müracaatı üzerine) kendisi için uğursuzluk çıkarılan, kehânete inanan, kendisine kehânette bulunulan (kâhine baş vuran); sihir yapan, sihir yaptıran bizden değildir." "İnsanları iğdiş eden, kendisini iğdiş ettiren bizden değildir..." "Asabiyete (kavmiyetçiliğe) çağıran, bu yolda savaşan, ölen bizden değildir." "Musîbete uğrayınca bağırıp çağıran, saçını başını yolan, elbisesini yırtan bizden değildir". "Bizden başkasının sünneti ile amel eden bizden değildir". "Mâtem için suratını döven, üstünü, başını yırtan, câhiliye çığlığıyla çığlık atan bizden değildir". "Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize hürmet etmeyen emr-i bil-marûf ve nehy-i ani'l-münker'de bulunmayan bizden değildir" vs. Bu çeşit hadîsleri, hüküm açısından değerlendiren âlimler maksadın bu yasakları işleyenleri tekfir etmek olmayıp, nehyi takviye etmek olduğunu belirtirler. Bunların haramlığı reddedilmeyip, yapılmasının cevâzına kesinlikle hükmedilmediği müddetçe fâili tekfir edilmez. Korunması gereken "Ümmetî kültür" değerleri, her seferinde "benden değil" veya "bizden değil" gibi tâbirlerle ifâde edilmez. Allah'ın "lânet"ine,"gadab"ına nisbet etmek "şeytan"a nisbet etmek, "eski milletler"e nisbet etmek, "yabancı milletler"e nisbet etmek gibi çeşitli üslublara da yer verilmiştir. Hadîslerde bol miktarda örnekleri olan bu hususa birer örnek kaydedip geçeceğiz. "Peruk (takma saç) takma işini yapana da, peruk taktırana da Allah lânet etsin." "Sağ elinizle yiyin, sağ elinizle için, sağ elinizle alın, sağ elinizle verin, zira sol eliyle yiyen, sol eliyle içen, sol eliyle alıp sol eliyle veren şeytandır." "Sizden önce gelip geçenlerden bir adam, hoşuna giden bir elbise giymiş ve gurura kapılmıştı. Allah onu yerin dibine batırdı. Kıyâmete kadar orada sarsılarak azab çekecek.” “Kim bir yabancı millete benzerse, o, onlardandır.” Veya “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.” Hadîste gelen bu beyanlardan çıkarılacak netice şudur: İmândan çıkarıp küfre götüren her şey bizi medeniyetten çıkarmakta, sünnetin terkine veya sünnete muhâlefete götüren her şey "ümmetî kültür"den koparmaktadır[1]. -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/321-325. |
Cvp: Sünnet Sünnet çeşitleri nelerdir Peygamber efendimizin kendiliğinden emrettiği veya yaptığı ibadetlere (Sünnet) denir. Sünnet ikiye ayrılır: 1- Sünnet-i hüda 2- Sünnet-i zevaid 1-Sünnet-i hüda: Buna sünnet-i müekkede de denir. İslam dininin şiarıdır, başka dinlerde yoktur. Peygamber efendimiz bunları devamlı yapmış, nadiren terk etmiş ve terk edenlere de bir şey dememiştir. Ara sıra terk ettiği sünnetlere de (gayri müekkede) denir. Müekked sünneti, özürsüz [mazeretsiz] devamlı terk etmek mekruhtur, küçük günah olur. Namaz içindeki müekked sünnetleri terk etmek ise tahrimen mekruhtur. (R. Muhtar) Dinimizin bütün hükümleri Kur'an-ı kerimden çıkmaktadır. Bu hükümler üç kısımdır: a- Manaları açık olan ve ilim ehli tarafından bildirilen hükümlerdir. [Allah birdir gibi] b- Müctehidler tarafından ictihadla çıkarılan hükümlerdir. [Abdestin farzının, Hanefi�de dört, Hanbeli�de on olması gibi.] c- Bir kısmı ise çok gizlidir. Allahü teâlâ bildirmedikçe anlaşılamaz. Bunlar sadece Peygamber efendimize bildirilmiştir. Bu hükümler de Kur'an-ı kerimden çıkartılıyor ise de, Peygamber efendimiz tarafından açıklandığı için bunlara (Sünnet) denir. (Mektubat-ı Rabbani c.2, m. 55) Ezan okumak, cemaatle namaz kılmak gibi sünnetler (Sünnet-i hüda)dır. (Hadika) 2-Sünnet-i zevaid: Peygamber efendimizin, ibadet olarak değil de âdet olarak devamlı yaptığı şeylere denir. Zevaid sünnetleri terk etmek mekruh değildir. Peygamber efendimizin giyiniş şekli, iyi şeyleri yapmaya sağdan başlaması gibi şeyleri sünnet-i zevaiddir. (R. Muhtar) Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Farza bağlı olan ve olmayan sünnet vardır. Farzdaki sünnetin aslı Allah�ın kitabındadır. Bu sünneti, [sünnet-i hüda�yı] almak hidayet, terki ise dalalettir. Diğer sünneti [sünnet-i zaide�yi] almak fazilet, terki ise günah değildir.) [Taberani] Peygamber efendimizin böyle âdet olarak yaptığı şeyleri yapmamak bid'at değildir. Bunları yapıp yapmamak, ülkelerin ve insanların âdetlerine bağlı olup, dini hükümler değildir. Her ülkenin âdeti başka başkadır. Hatta bir ülkenin âdeti zamanla değişir. Bununla beraber, âdete bağlı şeylerde de [Bir mazeret yoksa] Resulullaha tâbi olmak, dünya ve ahirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar. (Mektubat-ı Rabbani c.2, m.55) Kitab ve Sünnet denilince, buradaki sünnet, hadis-i şerifler demektir. Farz ve Sünnet denince, buradaki sünnet, Peygamber efendimizin farz olmayarak yaptığı işler demektir. Sünnet, yalnız olarak kullanılınca (İslamiyet) demektir. Bu sünnete uyanlara (Ehl-i sünnet) denir. (Cevhere) Şeyh-ul-islam İbni Kemal Paşazade hazretleri, (Şerh-ı hadis-i erbain) kitabında, (Sünnetimi terk edene şefaatim haram oldu) hadis-i şerifini açıklarken buyuruyor ki: Bu hadis-i şerifteki sünnet, İslamiyet demektir. Çünkü mümin, büyük günah işlese de şefaatten mahrum kalmaz. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ümmetimden, büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim.) [Ebu Davud] Görüldüğü gibi Ehl-i sünnetten ayrılanlar şefaate kavuşamayacaklardır. (Şir�a) (Ümmetimin arasında fitne, fesat yayıldığı zaman, sünnetime sarılana yüz şehid sevabı vardır) hadis-i şerifi, fitne zamanında, ehl-i sünnet ve cemaat itikadında olup, beş vakit namazı cemaat ile kılana yüz şehid sevabı verileceğini bildirmektedir. (Rıyad-un-nasıhin) Bunun için, önce ehl-i sünnete uygun iman etmek, sonra haramlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekruhlardan sakınmak, sonra müekked sünnetleri, daha sonra da müstehapları yapmak gerekir. |
Cvp: Sünnet Kur’anın Hz. Peygamber ve Sünnetine Verdiği Değer Kur’anın Hz. Peygamber ve Sünnetine Verdiği Değer / Abdulhamit RAMAZANOĞLU Muhammed (s.a.v),insanlık için kıyamete kadar tek hidayet kaynağı olan Kur’anı Kerîmin kendisine indirildiği bir insandır. Beşeri özellikleriyle diğer insanlardan farklı değildir. Ancak Allah (c.c)’ın, kendisini elçilik için seçmiş ve kıyamete kadar varolacak insanlığın tek peygamberi olarak görevlendirmiş olması onu normal insanlardan farklı kılmıştır. Aynı zamanda sahip olduğu günahtan korunmuşluk, güçlü hafıza, görev bilinç ve sorumluluğu vb. Sıfatlar da onun farklılığını pekiştirmektedir. Bu farklılıkların kendisini tanıyan ve risaletle görevlendirdiğini kabul eden yada etmeyen herkes tarafından takdir edildiği tarihi bir gerçektir. Bu yazıda Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.v)’e ve onun sünnetine verdiği değeri ortaya koymaya çalışacağız. Zira bu hususu anlamayan ya da anlamak istemeyen bir takım kimseler peygambersiz ve sünnetsiz din anlayışı geliştirmeye çalışmaktadırlar. Allah Rasûlü sadece tarihi şahsiyet olarak görülmekte;görevi, yalnızca Kur’an’ı insanlara tebliğle sınırlandırılmak istenmektedir. Peygamberin Kur’an’ın haricinde hiçbir düzenleme yapamayacağı, onun uygulamalarının (sünnetinin) ise bağlayıcılığı olmayan örneklemeler olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki ileride ortaya koyacağımız üzere Allah’u teala O’na tebliğin dışında pek çok görev yüklemiş sorumluluk sınırlarını alabildiğince geniş tutmuştur. Kur’an’ı Kerîm pek çok yönüyle Hz. Muhammed (s.a.v)’den bahseder. Bunları şu başlıklar altında guruplandırabiliriz. 1-Hz. Muhammed (s.a.v)’in beşer olduğunu ifade eden ayetler. 2-Hz. Peygamber (s.a.v)’in varlık alemi için rahmet, insanlar için lütüf olduğunu ve ümmetine düşkünlüğünü bildiren ayetler. 3-Hz. Peygamber (s.a.v)’e iman ve itaati emreden ayetler. 4-Hz. Peygamber (s.a.v)’i örnek bir insan olarak gösteren ayetler. 5-Hz. Peygamberin görev ve yetkilerini ifade eden ayetler. a)Kur’an’ı açıklama görevi b)Hakemlik ve kadılık görevi c) Helal-haram koyma yetkisi d)Tebliğ görevi 6-Hz. Peygamber (s.a.v)’e saygı ve sevgiyi emreden ayetler. 7-Hz. Peygamberi siyasi ve idarî otorite kabul eden ayetler. Buradaki guruplandırmalarla ilgili pek çok ayeti kerîme vardır. Dolayısıyla, takdir edilir ki bu ayetlerin tümünü bu yazıda zikretmek oldukça zordur. Yani bir derginin sınırlarını aşmaktadır. Bu nedenle her başlık altında bazen tek bazen de bir kaç ayete yer verilecektir. 1-Hz. Peygamber (s.a.v)’in beşer olduğunu ifade eden ayetler. “Deki (ey Muhammed): Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim. Şu varki bana, ilahınızın sadece bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık herkim Rabbi’ne kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve rabbi’ne ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın. (El.Kehf,110) Bu ayeti kerimede müşriklerin peygamberlik için beşer üstü vasıfları öngörmelerine itiraz vardır. Zira onlar, peygamber (s.a.v)’in beşerî özelliklerini ve ihtiyaçlarını risalet görevine aykırı bulmuşlardır. Bir başka husus, o’nun beşer oluşunun ifade edilmesinin hemen ardından, vahiyle muhatap olduğuna vurgu yapılmasıdır. 2-Hz. Peygamber (s.a.v)’in Varlık Alemi için Rahmet, insanlar için lütuf olduğunu ve ümmetine düşkünlüğünü ifade eden Ayetler: a) Varlık Alemi için Rahmet oluşu: “(Ey Resûlüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (El-Enbiya,-107) Zira onun getirdiği din, akıl sahibi varlık alemi için dünya ve ahirette kurtuluş ve huzur vesilesi, akıl sahibi varlıkların hizmetine yaratıldığı ifade olunan fiziki aleminde rahmet sebebidir. Onun yolundan gitmeyen insanlığın dünyayı -tapındıkları bilim ilahı sayesinede - nasıl yaşanmaz hale getirdiklerini düşünmek bu ayeti bir yönüyle olsa tanımaya yardımcı olabilecektir. b)İnsanlık için lütüf oluşu: Allah’u Teala’nın insanlara kendi içlerinden bir peygamber göndererek emirlerinin bir beşer tarafından yaşanılabilirliğinin ve nasıl yaşanması gerektiğinin örneklerini göstermesi, hakikaten büyük bir lütuftur. Nitekim Cenabu Hakk bu hususu şöyle ifade buyurmaktadır. Içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur. (Âli Imran 164) C) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ümmete düşkünlüğü ve sevgisi: Hz. Peygamberin ümmetin hak din ile buluşabilmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaması, her türlü eziyete gögüs germesi, kendisine saldıranlara onun kabülüyle gelecek azabı bir gün iman ederler ümidiyle geri çevirmesi vb. hususlar, bu durumun yaşanmış örnekleridir. Kur’an’ı Kerim bunu şöyle ifade etmektedir: “Andolusun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştirki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün mü’minlere karşı çok şefkatlıdır, Merhametlidir. Eğer yüzçevirirlerse deki “Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım, O yüce arşın sahibidir.” (et-Tevbe,128-129 3- Hz. Peygamber (s.a.v)’e imanı ve itaati emreden ayetler: a) Hz. Peygambere İman: Bundan maksat O’nun Peygamberliğini Kur’an’ı Kerim’i “Bana Kur’an ve O’nun bir misli verildi” diyerek tarif ettiği sünnetini kabul ve tasdik etmektedir. Zira Cenab-ı Hak insanları bu hususlara imanla sorumlu tutmuştur. “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba tam manası ile iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse tam manası ile sapıtmıştır.” (en-Nisa, 136) (Resûlum) “de ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize gelen göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim, Allah’tan başka Ilah yoktur. O yaşatır ve öldürür. Öyle ise Allah’a, Allah’a ve onun kelimelerine iman eden o ümmî Peygamber olan Resûlüne iman edin ve o’na tabi olun ki doğru yolu bulasınız.” (el-Arâf,158) “Kim Allah’a ve Resûlu’ne iman etmezse bilsinki kafirler için tutuşturulmuş bir azap hazırladık.” (el-Fetih,13) Ayeti kerimelerden, Peygamber’e iman etmeyenlerin mûmin olamayacakları, bu durumda ölenlerin kafir olarak ebedî cehennem azabına düçar kalacakları anlaşılmaktadır. b) Hz. Peygambere İtaat İman itaatı gerektirir. Itaatsız iman boş bir iddialardan ibarettir. Çünkü bu iddia Allah(c.c.) tarafından kabûl edilmemektedir. “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resûlu’ne çağırıldıkları vakit mûminlerin sözü ancak:”dinledik ve itaat ettik” demeleridir. (en-Nur,51) “Resûlum onlara deki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız; bana uyun ki, Allah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve çok merhametlidir.” (Ali Imran,31) “Allah’a itaat edin, peygamberlere itaat edin, isyandan sakının. Eğer ki itaatten yüz çevirirseniz Rasûlumüze düşen sadece apaçık tebliğdir.” (el Maide,92) Bu ayetlerden sözü edilen “Resûle itaat” sadece Yüce Allah’ın O’na indirdiğ Kur’an hükümlerine bağlılık şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira pek çok ayeti kerimede Peygambere itaat Allah’a itaat emriyle birlikte zikredilmiştir. Dolayısıyla bu emir, Kur’an’ın hükümleri yanınd, Allah Resûlu’ne, yani O’nun sünnetine itaatın gerekli olduğuna açıkça işaret etmektedir. Diğer bir kısım aytle de Allah’a ve Resûlu’ne isyan edenler cehennem azabıyla tehdit edilmektedir. “Kim Allah’a ve O’nun elçisine karşı gelir ve onun sınırlarını (koyduğu kuralları) aşarsa Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisa,14) Mirasla ilgili düzenlemelerin devamında yer alan bu ayeti kerime umum ifade etmesi sebebiyle hem mirasla alakalı düzenlemelerde, hemde hayatın bütününü içine alan hususlarda Allah’ın ve Resûlu’nun koyduğu ölçüleri göz ardı etmeyi yasaklamaktadır. “Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelir mû’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (En-Nisa,115) Hırsızlık yapan ve bunun tesbit edilmesinin ardından Hz Peygamber’in verdiği hükme razı olmayıp Mekke’ye kaçan ve orada irtidat eden bir şahıs hakkında nazil olan bu ayeti kerime, Hz. Peygamber’e isyanın sonucunun -hem dünya hem ahiret için- ne olduğunu açıkça ifade etmektedir. “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azâbı çetindir. (Haşir Süresi-7) Bu ayeti kerime fey (1) gelirlerinin dağıtımı hususunda nazil olmuştur. Ancak Elmalı ve diğer pek çok müfessirin (2) bu ayeti kerime ile ilgili değerlendirmesi, ayetin umumi manada anlaşılması yönünde olmuştur. Zira usulculerin çoğuna göre (3) ayetlerin belli bir sebebe binaen nazil olması benzer durumlara şamil olmasına engel değildir. Hatta bunu gerektirmektedir. Yani ayeti kerime Resûllullah’ın bütün emir ve yasaklarına şamil olacak şekilde anlaşılmalı, buna bağlı olarakta mû’minlerin Kur’anî emirleri kabul etmeleri nasıl imanın gereği ise Hz. Peygambere ait olanların kabulünün de aynı değerde olduğu bilinmektedir. 4) Hz. Peygamberi örnek olarak gösteren ayetler “Andolsun Allah’ın Resûlu’nde sizin için, Allah’ı ve âhireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için (uyulacak ) en güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzap,21) Ayetin ifadesinin herhangi bir hususla sınırlandırılmamış olması, Allah Resûlu’nun hemen her konuda insanlık için örnek alınması gereken bir rehber olduğuna işaret etmektedir. Bir başka ayeti kerimede O’nun üstün bir ahlak üzere olduğu da şöyle vurgulanır: “Nun, kaleme ve yazdıklarına andolsun. Sen Rabbi’nin nimeti sayesinde mecnun değilsin. Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir mükafat vardır ve Sen elbette yüce bir âhlak üzeresin. Hanginizde delilik olduğunu yakında sen de bileceksin onlar da.” (El-Kalem,1-6) Allah’a emanet olun. Dipnotlar_______________________________________ 1-Haraç, cizye, ticaret verğileri vb. Gayri müslümlerden savaş etmeksizin alınan mallar. 2-Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili 7, 4837 3-Zerkeşi el, Burhan, I, 32 |
Cvp: Sünnet Kur’anın Hz. Peygamber ve Sünnetine Verdiği Değer II / Abdulhamid RAMAZANOĞLU 5.Hz. Peygamber’in görev ve yetkilelerini ifade eden ayetler: a.Kur’an-ı Açıklama Görevi: Islam, insan hayatını bütünüyle tanzim etmeyi kendisine hedef seçmiştir. Bunun için de Kur’an-ı Kerimi göndermiştir. Fakat bilindiği üzere bu Kitap hem hacimli değil, hem de içeriği sadece emir ve nehiylerden oluşmamaktadır. Ayrıca emir ve nehiylerin tümünün maksadı da, vahyin yönlendirmesi olmadan anlaşılabilecek nitelikte değildir., Kur’an’ın büyük bölümünde karşılaşıldığı gibi Teklife konu olan ayetlerin lafızları, ilk bakışta manaları anlaşılacak derecede açık değildir. Bazen manası anlaşılan bir kısm ifadelerin içeriğinin ne olduğu, sözgelimi emrin neyi kastettiği ve kastedilenin nasıl yerine getirileceği hususu da ifade edilmemiştir. Bu nedenle vahyin kontrolünde olmayan bir aklın Kur’an’ın bütününe nüfuz etmesi, hayatın bütünü için koyduğu çoğunlukla genel hükümleri hayatın sınırsız ihtiyaçlarına uyabilmesi mümkün değildir. Bir örnekle ifade edecek olursak “eqîmu’s - salah- namazı kılın” lafzı mücmel bir lafızdır, kendisinden neyin kastedildiğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edilmemiştir. “Salâh” ifadesi, asıl olarak dua manasına gelmektedir. Tekbîr ile başlayıp selâm ile son bulan amele isim olarak verilmesi kelimenin zamanla kazandığı bir anlamdır. Dolayısıyla bu ifadenin gereği üzere anlaşılması, vahye mazhar olmuş bir kimsenin yol göstermesiyle olacaktır. Bu nedenledir ki Hz.Peygamber (s.a.v): “Beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız, siz de öyle namz kılın.” Buyurmuşlardır. Görüldüğü üzere bu ayetteki kapalılığı, emirden muradın ne olduğunu, namazın şeklini, kaç vakit olduğunu, hangi vakitte kaç rekât kılınacağını, şartlarını vb. hususları açıklayan Allah Rasûlü’dür. Buna benzer örnekler pekçoktur. Meselâ namaz gibi Islam’ın diğer şartlarıyla alakalı emirlerin (zekat, hac, oruç) nasıl uygulanacağını da yine Hz. Peygamber (s.a.v) ortaya koymuşlardır. Buraya kadar ifade ettiklerimiz, bu hususla ilgili ayeti kerimeleri anlamada bir ön hazırlık mahiyetindedir. Kur’an-ı Kerim’in kendisine indirldiği Peygamber tarafından açıklanmaya ihtiyacı olduğunu bizzat Cenabu Hakk ifade etmektedir: “...Insanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an-ı indirdik.”(1) “Biz bu Kitab’ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.”(2) Yüce Allah, bu ayetlerin ifade ettiği üzere kendisine Kur’an-ı açıklama görev yetkisini verdiği Peygamberini bu hususta yalnız bırakmamış ve bu konuda Kur’an harici vahiyle de onu desteklemiştir. Bu durum şu ayeti kerimeyle ortaya konmaktadır: “(Ey Muhammed!) Onu (vahyi) çarçabuk alınak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki onu açıklamak da bize aittir.” (3) “Onu açıklamak bize aittir” ifadesi, hem bazı ayetelrin ileride inecek bazı ayetlerce, hem de -her zaman Alah’ın kontrolünde olan ve ismet sıfatına haiz bulunan - Hz. Muhammet (s.a.v) tarafından açıklanacağına işarettir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın ifadesiyle “Kur’anı beyan” görevi - O’nun bize kadar ulaşan uygulamalarından anlaşıldığı üzere- muradı anlaşılmayan ayetleri açıklama (namazla ilgili hususlarda olduğu gibi), ilk bakışta herkese şamil olduğu sanılan ifadelerin kapsamını sınırlandırma, anlaşılması güç bazı ayetleri izah etme vb. pek çok şekillerde olmuştur. Yani kısaca ifade edecek olursak Kur’an sünnete muhtaçtır. Peygamberin açıklamaları olmadan o’nun emirlerini uygulamak ve onu anlayabilmek mümkün değildir. Bu hususun anlaşılması için yukarıda verdiğimiz namaz örneğine bir de hırsıza verilen ceza ile ilgili uygulamayı ilave edebiliriz: Hırsız kadın ve erkeğe verilen el kesme cezası “yedd” kelimesiyle ifade edilmekte, bu kelimeden parmak uçlarından başlayıp omuza kadar uzanan organ da anlaşılabilmektedir. Halbuki Allah Resûlü bunun nasıl uygulanacağını, sınırının ne olduğunu bize bizzat kendi uygulamasıyla göstermiştir. Ki bu da elin bilekten kesilmesidir. b.Hakemlik ve Kadılık görevi: Allah’ın özel eğitiminden geçmiş bir insan olan Hz. Muhammed (s.av), bu özel eğitim sonucu pek çok özelliği şahsında mezcetmiş bir beşerdi. O, hem bir peygamber, bir eğitimci, bir tebliğci, bir idareci-devlet başkanı, hem otoriteye dayanarak davaları çözen bir kadı, hem de sulh prensibine dayalı olarak tarafları uzlaştıran bir hakemdi. Cenabu Hakk Kur’anda onun hakemlik ve kadılığına da işaret etmiş, onu Kur’an-ı açıklama göreviyle vazifelen-dirdiği gibi, çıkan hadiseleri çözüme kavuşturma yetkisiyle de donatmış ve ümmetin O’nun bu yetkisini kabul ederek verdiği hükme boyun eğmesinin îmanî bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir. O, bu görevi yerine getirirken öncelikle Kur’an’a, orada bulunmayan hususlarda kendisine Kur’an dışında gelen vahye (ki buna vahy-i gayri metlüv lafzı Allah tarafından nazil olmamaş olan vahiy, denir.) ve orada da bulunmazsa kendi ictihadına dayanıyordu. Ancak öncelikle vurgulamalıyız ki O’nun içtihadı normal bir müctehidin ictihadı gibi değildir. Zira O’nun dışında ictihat edenlerin elde ettiği sonuçların hatalı olması da muhtemeldir. Her an vahyin kontrolünde olan Hz. Peygamber’in görüş ve uygulamalarının hata üzere bırakılması ise mümkün değildir ve bırakılmamıştır da. Binaenaleyh bazı uygulamalarıyla ilgili vahiyle dikkatinin çekildiği bilinen bir husustur.(4) Sonuç olarak onun verdiği her türlü hükmün vahyin tasdikinden geçmiş olarak uygulama alanı bulduğu söylenebilir. Bu noktada Hz. Peygamberin genel olarak hüküm verme yetkisini ve mü’minlerin verilen bu hükme uyma zorunluluklarını ifade eden bir kaç ayeti zikredebiliriz: “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiği hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.(5) Iman sözden öteye geçmeyen kuru bir iddia değildir. Mümin Allah ve Resûlünün verdiği emirlere hem dış dünyasıyla hem de iç alemiyle cân-ı gönülden razı olan kimsedir. Nitekim gönülden kopup gelmeyen rıza ifadesi münafıklık olarak kabul edilmiştir. Insanlar, aralarındaki ihtilafların çözümü için Allah Resûlü’ne başvurmalı ve onun verdiği hükmü de gönül rızasıyla kabul etmelidirler. O hayatta iken müminler problemlerini ona götürmüşler, vefatından sonra onun hakemliğine razı olmak ise sünnetini benimsemektir. “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.(6) Allah Resûlü (s.a.v), azadlı kölesive evlatlığı olan Hz.Zeyd b. Harise ile halasının kızı Zeynep binti Çahş’ı evlendirmek istemiş ve bu isteğine Hz. Zeynep kendisinin soylu bir aileden geldiği, azatlı bir köle ile aralarında denklik olmadığı düşüncesiyle olumsuz cevap vermişti. Yani Hz. Peygamberin bu isteğini kabul etmeye yanaşmamıştı. Bu ayeti kerime bunun üzerine nazil oldu. Bu ilahi ihtarı alan Hz. Zeynep, emre ittiba etti.(7) Dikkat edilmesi gereken husus;evlilik gibi bizzat tarafların özel hayatlarıyla yakın alakalı olan bir durumda bile müminlerin nebevi emre uymamalarının söz konusu olamayacağıdır. “Aralarında hüküm vermesi için Allah ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “işittik ve itaat ettik” demeleridir. Işte asıl bunlardan kurtuluşa erenlerdir.”(8) Ayet-i kerimelerde hükmün Allah’la birlikte Resûlüne izafe edilmesi, Allah Resûlünün vereceği hükümlerin sadece Kur’an’da bulunan hükümler olmadığını ortaya koymak-tadır. Nitekim kendilerine zekat farz olan kimseleri, hayızlı kadının namaz kılamayacağını, içki içene verilecek cezayı bizzat Hz. Muhammed (s.a.v) ifade etmişlerdir. c.Helal ve Haram koyma yetkisi: Hz.Peygamber (s.a.v) pratik hayatla ilgili hükümler verdiği gibi Kur’an’da olmayan hususlarla ilgili helal ve haram koyma yetkisine sahiptir. Aşağıda yer verilecek ayeti kerimeler bu duruma işaret etmektedir: “Yanlarındaki Tevrat ve incil’de yazılı buldukları o elçiye o ümmi Peygamber’e uyanlar (var ya) işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (9) “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.”(10) Görüldüğü üzere bu ayetlerde helal haram koyma yetkisi Hz. Peygamber (s.a.v)’le de alakalandırılmıştır. Bu durumun yaşanmış pek çok örneği mevcuttur. Mesela, Kur’an-ı Kerim ölü hayvan etinin yenmesinin haram olduğunu ifade etmişken, Allah resûlü deniz hayvanlarının ölüsünün helal olduğunu söylemiştir. Yine evlenilmesi haram olan kadınlar ayette açık olarak ifade edilmiş. Hz. Peygamber erkeğin eşinin halası, teyzesi ile evlenmesinin de bu haramlık sınırına dahil olduğunu söylemiştir. Dikkat edilmesi gerekir ki, Hz. Peygamber’in bu yetkisi Allah’tan tamamen bağımsız, kendi başına buyruk değildir. Elbette O, görev ve yetkilerini Allah’ın kontrolü altında kullanmaktır. d.Tebliğ Görevi: Kur’anı Kerim’de pek çok yerde Peygamber’in tebliğ görevine işaret edilmektedir. Ey Peygamber! Rabbin’den sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez.” (11) “Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, karşı gelmekten çekinin, eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir.”(12) “Allah katından, geri çevrikemeyecek günün gelmesinden önce Rabbimizin çağrısına cevap verin. O gün hiç birinize sığınacak yer bulunmaz. Inkar da edemezsiniz. Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki biz seni onlara bekçi göndermedik: sana düşen sadece tebliğdir.”(13) “Allah’a itaat edin; Peygamber’e itaat edin; Eğer bundan yüz çevirirseniz bilinki Peygamberimiz’e düşen apaçık tebliğdir.”(14) Bu ayetlere muhatab olan Hz. Muhammed (s.a.v), yirmi üç yıllık risalet döneminde hemen her türlü sıkıntıya göğüs gererek bu görevini hakkıyla yerine getirmiş ve ilahi daveti şirk ve küfür bataklığında debeleyen insanlığa ulaştırmayı kendisine temel hedef seçmiştir. Dipnotlar_________________________________________ _________ 1.en-Nahl, 16/ 44 2.en-Nahl,16/64 3.el-Kıyame, 75/1619 4.Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.av)’in dikkatini çektiği hususlarla ilgili şu ayetlere bakılabilir: Abese, 80/1-15; Tevbe, 9/80, 85 vd. 5.en-Nisa, 4/65. 6.el Ahzab, 33/36. 7.Ibn-i Kesir, 6, 417, Kahraman Yay. Istanbul. 8.en-Nur, 24/51. 9.el-A’raf, 7/157. 10.et-Tevbe, 9/29. 11.el-Maide, 67. 12.el-maide, 5/92. 13. eş-Şura, 42/47-48 14.et- Teğabun, 64/12. |
Cvp: Sünnet Kur’an-ı Kerimin Hz. Peygamber’in sünnetine verdiği değeri araştırmamızda gördük ki, önce bu konu ile ilgili olarak Kuran-ı Kerimde 115 ayet bulunmaktadır. Bunları 11 başlık altında toplamaya çalıştık. Bunlardan bazılarında dipnot işaret ederken bazılarında metinler vererek işlemeye çalıştık. Kuran’da bu konu ile ilgili ayetleri şu başlıklar altında toplayabiliriz . 1. Hz. Peygamberin müminler için Allah’ın büyük bir lütfu olduğunu ifade eden ayetler: “And olsun ki, Allah müminlere büyük bir lutufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerinin okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdik.”(3/164) “And olsun içinizden size öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size düşkün, müminlere şefkatlidir, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter ondan başka ilah yoktur, O’na dayandım O büyük arş sahibidir. (9/128-129). 2. Hz. Peygambere imanın farz olduğunu ifade eden ayetler: “Allah’a ve Rasûlüne inanın.” (7/158) “Kim Allah’a ve Rasûlüne inanmazsa bilsin ki, biz kafirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.” (48/113) 3. Hz. Peygamberin insanlara en ideal bir örnek olduğunu gösteren ayetler: “And olsun ki, Allah’ın Rasûlünde sizin için Allah’ı ve ahreti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır. (33/21) Kuran-ı Kerim Hz. Peygamberin müminler için örnek bir insan olduğunu belirtmekle kalmaz aynı zamanda onun üstün bir ahlak üzere olduğunu şöyle vurgular: “Nûn. Kaleme ve yazdıklarına and olsun sen Rabbinin nimetiyle cinlenmiş (bir deli) değilsin senin için kesintisiz bir mükafat vardır ve sen büyük bir ahlak üzeresin. (68/1-4)” 4. Hz. Peygambere Kuran dışında da vahiy geldiğine işaret eden ayetler: “Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana olan lutfu cidden büyük olmuştur.”(4/113) “Nitekim, kendi içinizden size ayetlerimizle okuyun, sizi (kötü inanç, fikir, söz ve fiillerden) arındıran size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik.”(2/151) Bu ve benzeri ayetlerde kitaba ilave olarak Hz. Peygambere verildiği zikredilen “hikmet” Alimlerce genelde Rasûlullah (s.a.v) verilen “sünnet” olarak tefsir edilmiştir. 5. Hz.Peygambere Kuran-ı açıklama görev ve yetki verildiğini gösteren ayetler: “Biz, her peygamberi mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki (emredildikleri şeyleri) açıklasınlar.” (14/4) “Sana bu zikri (Kuran-ı) indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın ve ta ki onlarda düşünüp öğüt alsınlar.” (16/44) “Biz sana Kitabı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir Kavim için (O kitap) yol gösterici ve rahmet olsun.”(16/64) 6. Hz. Peygamberin hakemliğini verdiği hükümlerin kabulünü öngördüğü Ayetler: “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonrada senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar.”(4/65) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/36) “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleridir ve işte kurtuluşa erenlerde onlardır.” (24/51) 7. Hz. Peygambere helal ve haram koyma yetkisini veren Ayetler: “Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar. O peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felaha erenler onlardır.” (7/157) 8. Hz. Peygambere itaati emreden ayetler: “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”(4/80) “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak kıldıysa ondan sakının.” (59/7) Bazıları bu ayet-i kerimeyi sebebi nüzulüne yani Benî-Nadir’den, savaşılmadan elde edilmiş ganimet mallarının (fey) dağıtımına hasretmek istemesine rağmen, genelde müfessirler, kullanılan ifadenin umum olması ve bütün görüşleri kapsaması sebebi ile ayetin, Rasûlün emrettiği ve yasakladığı her şeyi ifade ettiği kanaatine varmışlardır. Şu ayette de Allah sevgisinin Hz. Peygambere itaate bağlanmış olması çok dikkat çekicidir: “De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınız bağışlasın. Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır. De ki; Allah’a ve peygambere itaat edin! Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kafirleri sevmez.”(3/31-32) 9. Hz. Peygambere isyan etmeyi ve O’na her türlü eziyeti yasaklayan ayetler: “Kim Allah'a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”(4/14) “Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelir be müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası.” (14/115) 10. Hz.Peygambere saygıyı ve sevgiyi öngören ayetler: “Peygamber müminler için kendi canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir.”(33/6) “Şüphesiz ki Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler (yani, onun şerefini gözetmekte ve şanını yüceltmekte). O halde sizde ey iman edenler O’na salat edin. O’na içtenlikle selam edin (esenlik dileyin).” (33/56) 11. Hz. Peygamberin insanlara doğru yolu gösterdiğine dair ayetler:“Şayet O’na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz.” (24/54) “Şüphesiz ki, sen (sana uyanları) mutlaka doğru yola göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah’ın yoluna götürürsün.” (42/52-53) “Şüphesiz ki, sen onları doğru yola çağırıyorsun.” (23/73) Bu ayetlerden ortaya çıktı ki; Yüce Allah (c.c)’ın beşere kendi içinden örnek seçerek bir peygamber göndermesi insanlara büyük bir lütuftur. O’na inanmak sadece O’nun peygamber olduğunu tasdik etmek olmayıp, o yüce Peygamber’i Kur’an’da çizilen bütün yönleriyle birlikte kabul edip itaat etmeyi gerektirir. Yüce Allah O’nu bizzat kendisi terbiye etmiş kitabında O’nun üstün bir ahlak sahibi olduğunu ve örnek alınması gerektiğini emir buyurmuştur. Ayrıca O’na bir peygamber olarak verilen bilgiler sadece Kur’an dan ibaret olmayıp, bunun dışında da kendisine pek çok bilgi verilmiştir. Kaldı ki O’nun kendi içtihadıyla yapmış olduğu işler ve söylemiş olduğu sözlerde yine vahyin kontrolü altında olduğundan “zelle” tabir edilen küçük hataları bile vahiyle düzeltmiş ve böylece O’nun yapmış olduğu fiiller ve sözler hatalardan arındırılmıştır. Hz. Peygamber’e bizzat Yüce Allah tarafından ayetleri açıklama yetkisi verilmiş ve ayetlerde açık ifadelerle belirtildiği gibi O’nun emir ve yasaklarına uyulması gerektiği emredilmiştir. Bu ifadeyle sünnetin inananları bağladığı ve Kur’an-ı Kerim’den sonra bağlayıcılık bakımından ikinci kaynak olduğu görülmüştür. İşte bu sebeple inananlara düşen Kur’an’ın tabiriyle “işittik ve itaat ettik.” olmalıdır. |
Cvp: Sünnet [B][I]SÜNNET: ANLAMI, FONKSİYONU, TESBİTİ VE TEŞRİDEKİ YERİ Sonsuz Nur 3'den özetleyen: Ali AKYÜZ* Sünnet Nedir? Sünnet, lûgat mânâsı itibariyle, “gidişat, -iyi ya da kötü- takip edilen yol” demektir. Muhaddîsler, usûlcüler ve fukahâ ıstlahî mânâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif etmeye çalışmışlardır: Muhaddîslere göre sünnet, “Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve yapmaktan kaçındıklarıyla Allah Resûlü’nden (s.a.s.) -Hanefîler’in nokta-i nazarınca farz, vacib, sünnet, müstehab ve âdâp - bize intikal eden her şeydir.” Yani, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir. Usûlcülerin sünnet anlayışı biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet, “Resûlüllah’dan (s.a.s.) söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir.” Yani, Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.s.) sözleri, davranışları ve ashâbında görüp de menetmediği veya sükûtla tasvip buyurduğu davranışlardır. Fukahâ ise, sünnete bid’at mukabilinde ve teşrîe, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsle aynı mânâda sayılabilir. Hadîs, haber vermek ve haber, söz mânâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimiz’e (s.a.s.) nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer, “Şeriat örfünde hadîsten maksat, Efendimiz’e (s.a.s.) isnad edilen her şeydir.” der. Sünnetin Çeşitleri Bütün bu tariflerden anladığımız hususları şu üç kısma irca’ edebiliriz: a. Kavlî Sünnet Sünnet, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) mübarek sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü O’nun nurlu sözleri teşkil eder ki, bunlar, Kur’ân’da yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh kitaplarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen O’na ait nurefşan beyanlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz: a. Efendimiz (s.a.s.), “Varise vasiyet yoktur.”1 buyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris olacak biri için mirasından vasiyette bulunamaz. b. Yine, usûl-i fıkıhta yer alan bir başka mübarek sözlerinde Efendimiz (s.a.s.), “Zarar verme ve zarara zararla mukabele etme yoktur.”2 buyurmuşlardır. Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de zararla mukabele edilemez. c. Allah Resûlü’nün bir diğer mübarek sözlerinde ise şöyle buyurulmaktadır: “Yağmurların ve akarsuların suladığı arazide öşür (onda bir), hayvanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât vardır.”3 d. “Deniz suyuyla abdest alabilir miyim?” diye soran bir sahâbîsine Allah Resûlü, dünya kadar fetvalara esas teşkil edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir: “Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir.”4 b. Fiilî Sünnet Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) davranışları ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnetdir ki, bunlarla konulan hükümler, Kur’ân’da sarihen zikredilmemiştir. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de namaz emredilmiş olduğu ve bazı yerlerinde “rükû edin, secde edin” gibi emirler bulunduğu; hattâ umumi bazı vakitler zikredildiği hâlde, kesin olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı, namazın nasıl eda edileceği, onun farzları, vacipleri ve nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır. Bütün bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (s.a.s.): “Beni, nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın.”5 buyurarak, sünnetin husûsî teşrî’ine işaret etmişlerdir. [Bu noktada, Efendimiz’in namazının önceki ümmetlerin namazı gibi olduğu da asla söylenemez; kaldı ki, bu noktada tek bir kayıt bile yoktur.] Yine, menâsik-i hacc mevzuunda da Efendimiz, “Haccın menasikini benden alın.”6 buyurmuşlardır. Yani, sünnet olmasaydı, nasıl, ne zaman, kaç vakit, kaç rekât namaz kılacağımızı ve nasıl haccedeceğimizi bilemeyecektik. c. Takrirî Sünnet Resûlüllah (s.a.s.), ashâbında gördüğü bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkid buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, “Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor?!” diye ikaz ve tembihte bulunurlardı. Bu arada, bazen de gördüğü davranışları menetmez ve sükûtuyla onları tasvip buyururlardı ki, bu da sünnetin takrirî kısmını teşkil etmektedir. Hadîs ve fıkıh kitaplarında bu kısmın misalleri de çoktur. Sünnetin Fonksiyonu Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir teşrî’ kaynağı olmasının ve Kur’ân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, âdâp, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonu da vardır. Şimdi, bazı misallerle bu hususu da kısaca açıklamaya çalışalım: |
Cvp: Sünnet [B]1. Sünnetin Kur’ân’ı Tefsiri “İman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar: İşte, emniyet onlar içindir ve onlar, hidayete ermişlerdir.”(En’âm/6: 82) âyeti nazil olunca, zulüm Kur’ân’da had bilmezlik, sınırı aşmak gibi çeşitli mânâlarda kullanıldığından, ashâb endişeyle Resûlüllah’a gelerek, “Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun?” dediler. Bunun üzerine de Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyette kastedilen zulümle ilgili olarak şu açıklamada bulundular: “O, sizin zannettiğiniz gibi değil; o, Hz. Lokman’ın oğluna dediği gibidir: ‘(Oğulcuğum): Allah’a şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür’ (Lokman/31: 13)”.7 2. Sünnetin Mücmeli Tafsil Etmesi Sünnet-i Seniyye, pek çok müphemi tefsir etmesinin yanı sıra, pek çok mücmel mes’eleleri de tafsîl etmiştir. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Namazı ikâme edin.” diye emredilir; fakat, namazın nasıl kılınacağı açıklanmadığı gibi, ne zaman kılınacağı da açıklanmaz. Bütün bunların açıklanmasını, Hz. Cebrail’in rehberliğinde Peygamber Efendimiz yapmıştır.8 Allah Resûlü, namazın farzları, vacibleri, müstehabları, mekruhları, müfsidleri, rükûu, sücûdu, kıraati, tahiyyâtı ve selâmla namazdan çıkılmasında da biricik kaynaktır. [I]3. Sünnetin Bazı Hükümleri Tahsîsi Kur’ân-ı Kerim’de mirastan umumi olarak bahsedilir ve, “Allah size çocuklarınız hususunda farz kılıyor: Erkeğe, iki kadının payı kadar vardır.” (Nisâ/4: 11) buyurulur. Umumî mânâda, nebî olsun velî olsun, safiy olsun, mukarreb olsun, herkes bu âyetin şümûlüne dahildir. Ancak, Efendimiz’in dâr-ı bakaya rihletlerinden sonra, kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir’den babasının mirasını almaya geldiğinde, Resûlüllah’ın Halifesi (r.a.) kendisine, Resûlüllah’tan duyduğu şu hadîs-i şerifi okudu: “Biz peygamberler topluluğu geriye miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak sadakadır.”9 Bu hadîs-i şerifiyle Efendimiz (s.a.s.), Kur’ân’ın umumî bir hükmünü tahsis etmiş olmaktadırlar. Aynı şekilde: “Kâtil mirasçı olamaz.”10 hadîsi de, kâtilin mirasçı olamayacağını, meselâ, babasını öldürenin babasından, amcasını öldürenin amcasından, dayısını öldürenin dayısından, kardeşini öldürenin de kardeşinden miras alamayacağını hükme bağlayarak, Kur’ân-ı Kerim’in mirasla alâkalı umumî hükmünü bu noktadan tahsis etmiştir. 4. Sünnetin Bazı Ahkâmı Takyîdi Sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in mutlağını takyîd eder. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de: “Erkek ve kadın hırsızın, yaptıklarının karşılığında bir cezâ ve Allah’tan ibret verici bir ukûbet olmak üzere ellerini kesin.” (Mâide/5: 38) buyurulur. Bu mutlak bir emirdir. Ancak, hangi şartlarda ve ne miktarda hırsızlığın böyle bir cezâ ile tecziye edileceği açık olmadığı gibi, elin neresinden kesileceği de açıkça belirtilmemektedir. Kur’ân-ı Kerim’in abdest âyetinde: “Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın.” (Mâide/5: 6) buyurularak, kolun en azından dirseklere kadar olan kısmı “el” kelimesinin şümûlüne dahil edilmektedir. İşte, hırsızlık suçu karşısında elin neresinden kesileceğini bize anlatan ve bu şekilde Kur’ân-ı Kerim’in mutlak bir hükmünü takyîd eden de yine sünnet-i mütahharadır. Kezâ: “Mallarınızı aranızda (çalıp çırparak, ihtikârla, irtişâyla, ribâ ile) bâtıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticarî mübadeleyle yiyin.” (Nisâ/4: 29) âyetini de, yine sünnet-i mütahhara bir hususta takyîd etmiş; “Meyveleri, tam belirli hâle gelinceye kadar satmayın.”11 diyen Allah Resûlü (s.a.s.), âyette anlatılan hususa ayrı bir kayıt daha getirmiştir. Sünnetin Tesbiti İslâm’ın iki temel esasından biri olarak sünnet-i seniyye, Kur’ân’la birlikte tesbit edilmiş, yazılmış, ezberlenmiş ve günümüze kadar da gelmiştir. Şimdi, bu kutlu hâdiseyi sebep, seyir ve hususiyetleri içinde ele almaya çalışacağız: A. Sünnetin Tesbitinin Zarûrî Oluşu Sünnet, Allah Resûlü’nün hayatıdır; İslâm’ın yaşanma şekli, Allah’ın ve Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanma modelidir. Allah (c.c.), habîbi ve resûlü Hz. Muhammed Mustafâ’yı (s.a.s.), yolların ayrımında, bütün insanlara doğruyu göstermekle tavzif buyurmuştur. O da, bunu sözleri, fiilleri ve takrirlerinden müteşekkil sünnet-i seniyyesiyle yapmıştır ve yapmaktadır. Sünnet, Resûlüllah’a açılan bir penceredir ve o her asırda her şahsa uzanan ve üzerinde yürünmekle İslâm’ın yümn ve bereketine ulaşılan kutlu ve mübarek bir yoldur. Nerede samimî bir kalb “Hz. Muhammed (s.a.s.)” derse, tıpkı bir televizyon ekranı gibi onun mir’ât-ı ruhuna Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) tecelli eder ve “nedir istediğin, söyle?” der. Evet O, hadîsinin, sünnetinin takrir edildiği, halkalar teşkiliyle müzakere olunduğu her yerde ruhen hazırdır. |
Cvp: Sünnet [B][I]B. Sünnetin Tesbitine Tesir Eden Âmiller Sahâbe, sünnetin ehemmiyetini çok iyi kavramıştı. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim, Allah Resûlü’ne iniyor, O’nun tarafından tebliğ ediliyor, açıklanıyor ve yaşanıyordu ki, anlamanın bütün faktörleri O’nda mevcuttu. 1. Kur’ân’ın Sünnete Teşviki (Farz, vacib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının.” (Haşr/59: 7) Âyette geçen ve meçhuliyet ifade eden ‘mâ’, Resûl’ün getirip tebliğ buyurduğu ve nehyettiği her şeyi içine alır. Âyetin devamında, “Allah’tan korkun!” denilerek, bunun bir takvâ meselesi olduğu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Resûlüllah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın korumasına girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Keza: “Şüphesiz, Resûlüllah’ta sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misal vardır.” (Ahzâb/33: 21) âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu bin bir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Resûlüllah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini ilân ediyordu. O’nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahâbe-i kirâm hazerâtı da, O’nun kapısına yöneliyor, O’nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı. 2. Resûlüllah’ın Teşviki Efendimiz, “Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün.”12 sözüyle sünnetinin bellenmesini ve başkalarına tebliğ edilmesini teşvik ediyor ve böyle yapanlara da duacı oluyordu. Mekke’nin fethinden az önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-Kays heyeti Resûlüllah’a gelerek: “Yâ Rasûlallah, biz sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de Cennet’e girelim.” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.), onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: “Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin.”13 Yine, Vedâ Hutbesi’nin sonunda da, “(Sözlerimi) burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin.”14 buyurdular. Ayrıca Efendimiz, Kur’ân’ı tâlim ettiği gibi, kendi sünnetini de aynı titizlikle tâlim buyururlardı. İbn Mes’ûd Hazretleri, “Bize, Kur’ân âyetlerini tâlim eder gibi, Tahiyyât’ı da tâlim ederdi.”15; bir başka ifadelerinde de: “Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, istihâre duasını da tâlim ederdi.”16 demektedir. Allah Resûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi. Bu hususta Hz. Âişe validemiz (r. anha): “Resûlüllah (s.a.s.), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil- ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O’nun kelimelerini sayabilirdi.”17 der. O, bununla da kalmaz, ashâbına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvîk ederlerdi.18 3. Sahâbe-i Kirâmın İştiyakı Allah Resûlü’nün ashâbı, gerek Kitabı, gerekse sünneti öğrenme, müzakere etme ve nakletme hususunda alabildiğine hâhişkâr idiler. Evet onlar, kendilerini bir ateş çukurunun kenarında yakalayıp, berd ü selâma çıkaran Allah Resûlü’nün, hayat veren o nurlu sözlerini, fiillerini, takrirlerini belliyor ve bunları sürekli aralarında müzakere ediyorlardı. Bu hususta Enes b. Malik, “Biz, Resûlüllah’ın (s.a.s.) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzakere ederdik.”19 demektedir. Aynı şekilde, bilhassa Suffe Ashâbı, gecelerini namaz kılarak, Kur’ân okuyarak ve ders yaparak geçirirlerdi; o kadar ki, bazen tamamının birden, bir muallimin etrafına toplanıp, sabaha kadar ders gördükleri olurdu. Bir de bu ışık topluluğu, erkeğiyle kadınıyla, Efendimiz’den aldıkları: “Benim bu mescidime gelen hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. Böyle bir kişi, Allah yolunda mücâhede eden kişi mevkiindedir.”20 gibi teşviklerle, O’ndan öğrenip bellediği her şeyi, bir ibadet neşvesi içinde başkalarına taşıyor ve bu kevserden herkesin yararlanmasını istiyorlardı. Kadınlar, kaç defa gelip: “Yâ Rasûlallah, sözlerini dinlemek için, erkeklerden bize yer kalmıyor. Bize ayrı bir gün tahsis buyursanız.” diye ricada bulunuyorlardı. Efendimiz de onların ricasını kırmıyordu.21 4. İz Bırakan Sözler ve Unutulmayan Hâdiseler Resûl-i Ekrem, çok defa öylesi hâdiseler münasebetiyle ve öyle şartlar altında konuşuyorlardı ki, o şartlarla koordinatlanan sözlerin bellenmemesi ve bellendikten sonra da unutulması mümkün değildi. |
Cvp: Sünnet Meselâ: 1. Allah Resûlü’nün mânevî kardeşi Osman İbn Maz’ûn vefat etmişti. Allah Resûlü’nün bu vefat karşısında göz yaşları dökmesi karşısında bir kadın, “Ne mutlu sana Osman, Cennet’te bir kuş oldun.” deyiverdi. Allah Resûlü, hemen tavrını değiştirerek, kadına, “Ben peygamberim, bilmiyorum; sen ne biliyorsun.” demişti ki, insan üzerinde şok tesiri yapan böyle bir hâdiseyi ve hele bu hâdise münasebetiyle Allah’a karşı birini temize çıkarmanın kimseye düşmeyeceğini, “Vallahi, bundan böyle kimseyi tezkiye etmem.”22 diyen o kadın ve orada bulunan diğer sahâbînin unutmasına imkân var mıdır? 2Sahâbe-i kirâm, Allah Resûlü’ne (s.a.s.) karşı fevkalâde edepliydi. Dışarıdan biri gelsin de bir şey sorsun diye beklerlerdi. Derken bir gün, Resûlüllah’ın (s.a.s.) huzurunda otururlarken bir bedevî, (Dımam İbn Sa’lebe) içeri girdi ve bir hayli kabaca: “Hanginiz Muhammed’siniz?” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ashâbı arasında sırtını bir yere dayamış oturuyordu ve sahâbe: “İşte, şu sırtını duvara dayamış olan beyaz tenli insan” diye karşılık verdi. Adamcağız, bu defa: “Ey Abdülmuttalib’in oğlu” diye hitab etti. Efendimiz: “Seni dinliyorum.” buyurdular. Adam: “Sana bazı şeyler soracağım; ama, soracaklarım pek ağırdır, sakın gönlün benden incinmesin.” dedi. Efendimiz de: “Aklına geleni sor.” buyurunca, Dımam: “Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle: Allah mı seni bütün bu halka peygamber olarak gönderdi?” Efendimiz: “Evet!” buyurdu. “Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?” Efendimiz: “Evet!” cevabını verdi. Adam, orucu, zekâtı da aynı şekilde sorup, hep “evet!” cevabını aldıktan sonra: “Sen Allah’tan ne mesaj getirdinse, ben ona iman ettim. Kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Sa’d b. Bekr Kabîlesi’nden Dımam b. Sa’lebe’yim.” açıklamasında bulundu.23 Şimdi, bu vak’ayı ne Dımam İbn Sa’lebe’nin, ne kavminin, ne de o gün mecliste bulunup da, önce onun saygısızlığını, sonra da gözleri yaşartacak imanını gören sahâbe-i kirâmın unutması mümkün mü? Hayır; aslâ ve kat’a. Zihinlerin kendisiyle bütünleştiği bunca şok hâdisenin unutulması mümkün değildir. .Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.), Übeyy b. Kâ’b’ı çağırdılar ve: “Sana ‘Beyyine’ sûresini okumamı, Allah bana emretti.” buyurdular. Übeyy b. Kâ’b Hazretleri: “Allah sana benim ismimi de andı mı?” diye sordu. Efendimiz’de: “Evet, andı.” cevabını vermesi üzerine gözleri yaşla doldu ve: “Demek, Rabbü'l-âlemin katında anıldım.”24 dedi. Bu hâdise, Übeyy ve ailesi için öyle bir şerefti ki, aradan bir asır geçtikten sonra torunu: “Ben Allah’ın, kendisine Beyyine sûresini okumasını Resûlü’ne emrettiği zâtın torunuyum.” diyecekti.. Bunu unutmak, ne Übeyy için, ne ailesi, ne de çocukları ve torunları için mümkün değildi. 4 Sahâbenin Dikkat ve Ciddiyeti Bunlardan başka sahâbe-i kirâm, o işe programlanmışçasına, Kur’ân’ın ve sünnetin bir harfinin bile zâyî olup gitmesine tahammülleri yoktu. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) ağzından çıkacak tek bir harfin bile zâyi olup gitmemesi için ölesiye bir tehâlük gösteriyorlardı. Çünkü, Allah Resûlü, kendilerine dinlerini açıklıyor ve öğretiyordu. Onlara Kur’ân’ın tefsirini sunuyor ve ebedî hayatı kazandıracak düsturları tâlim ediyordu. Dolayısıyla onlarda, kapalı hiçbir şey kalmamasın istiyorlardı. Emevî hilâfetinin daha ilk yıllarında, İslâm askerleri İstanbul surları önünde savaşıyorlardı. Bu arada, bir yiğit, yalın kılıç ortaya atılmış, sağa sola koşuyor ve düşman saflarına saldırıyordu. Onu böyle gören askerler bağırıyor ve: “Sübhanallah, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor.” diyorlardı. Bunun üzerine, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri (r.a.) hemen öne atıldı ve: “Ey insanlar siz, bu ‘Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın’ âyetini yanlış te’vîl ediyorsunuz. Bu âyet, biz Ensar topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Allah, İslâm’ı kuvvetlendirip de, onun yardımcıları çoğalınca, biz de kendi aramızda, ‘Allah, İslâm’ı güçlendirdi ve İslâm’ın yardımcıları çoğaldı. Artık, biraz da ziyan olan mallarımızın telâfisine çalışsak; kaybettiğimiz dünyalığımızı yeniden kazanmaya baksak iyi olacak’ dedik. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, işte bu âyeti inzal buyurdu ve bize şunları hatırlattı: ‘Varınızı, yoğunuzu Allah yolunda harcamamak, infak etmemek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Asıl tehlike, malların üzerine oturmak, gazâyı terketmek ve dünyalığa dalmaktır.’”25 İşte, sahâbî, Resûl-i Ekrem’den dinini doğru olarak böyle öğreniyor, tahkik ediyor ve en ufak bir yanlış anlamaya meydan vermiyordu. Kur’ân ve Sünnetin Oluşturduğu Orijinal Ortam İlk hâlleri itibariyle o iptidaî topluluk içinde İslâm adına gelen her şey çok orijinaldi. O günün insanı her şeyi o kadar yeni, o kadar cazip buluyordu ki, inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çölde çadırda yaşayan bu bedevî kavim, çok kısa bir zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbîleri olmaya hazırlanıyordu. Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden haberdar olmayan cemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatab oluyordu. Onlar, fıtraten son derece zeki ve hâfızaları alabildiğine kuvvetliydi ki; bir defa söylenileni bile beller ve bir daha da unutmazlardı. Hâfıza fonksiyonunun bilgisayara devredildiği ve nesillerin hâfıza malûlü olduğu şu zamanda bile öyle hâfıza dâhîleri çıkmaktadır ki, Kur’ân-ı Kerim’i iki ayda, üç ayda hıfzedebilmektedir. Halbuki, o bâdiyenin sade ve safdil insanlarının her biri birer hâfıza dâhîsiydi. Duydukları şeyi hemen ezberliyorlar ve bir daha da unutmuyorlardı. Öyle ki daha Mekke’nin fethinde Resûlüllah’ı dinleyenlerin sayısı on bini aşıyordu. Bu ilim-irfan seferberliğinde, erkeklerin yanında kadınlar, onların arasında da Efendimiz’in pâk zevcelerinin hizmeti başlı başına bir destandı. Böyle hızlı bir tempo ile sürdürülen irşat ve tebliğ, tâlim ve terbiye sayesinde bir iki sene sonra Veda Haccı'na gidilirken Efendimiz’in etrafında yüz bini aşkın insan toplanmıştı. Bu hacc esnasında, değişik yerlerdeki hutbeleri ve fetvaları büyük ölçüde sünnet yörüngeliydi ki, başlı başına bir te’life esas teşkil edebilirdi. Onlar, hep Resûlüllah’ı dinlediler, bellediler, tahkik ettiler, yaşadılar ve naklettiler... Böylece sünnet de, Kitab gibi o pâk kanallardan başlayarak, yine pâk kanallardan geçe geçe bugünlere geldi ulaştı.. ve tabiî kıyamete kadar devam edecek “anil-merkez” gücüyle... |
Cvp: Sünnet C. Sahâbe-i Kirâmın Sünnete İttibâda Gösterdiği Hassasiyet Kur’ân-ı Kerim, nasıl Efendimiz’in risaleti ve sunduğu mesaj mevzûunda hassasiyet gösteriyor, sahâbe-i kirâm da, aynı şekilde O’ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz’in (s.a.s.) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O’na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in tabiriyle, O’ndan gelen her şeyi “içiyor” gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, onların ruhuna hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.s.) sevgisi içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur’ân-ı Kerim, meseleyi bir iman mevzuu olarak ele alıyor ve: “Hayır hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî mes’elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar.” (Nisâ/4:65) buyuruyordu. Bir gün Hz. Ömer (r.a.), el parmaklarının diyeti mevzuunda içtihadda bulunmuştu. Sahâbeden biri ona itiraz edip: “Ey Mü’minlerin Emîri! Ben Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) duydum, buyurdular ki: Bir elin beş parmağı, iki elin on parmağı, el için kararlaştırılan diyet ne ise onu eşit olarak bölüşürler. İki el tam bir diyet, bir el de onun yarısıysa, tek tek her parmağa on deve düşer.” Hz. Ömer, beyninden vurulmuşa döndü ve: “Ey Hattaboğlu! Resûl-i Ekrem’in eserinin olduğu yerde, sen nasıl içtihad edersin?” dedi.26 Evet sünnet, sünnet insanında kendisini bütün ağırlıyla hissettiriyordu. Sahâbenin fakirlerinden Abdullah İbn Sa’dî naklediyor: “Hz. Ömer ganimetlerden bana bir pay ayırdı. Ben: “Ey Emîre’l-Mü’minin, beni bu mevzûda zorlama.” dedim. Bana dedi ki: “Vallahi, ben de senin gibiydim. Bir defasında, Allah Resûlü (s.a.s.), bana bir şey vermek istediğinde istiğnâ gösterdim. Buyurdular ki: ‘Al bunu, mal edin kendine, istersen tasadduk edersin. Sen istemeden, beklemeden, dileyip dilenmeden sana bu dünya malından gelirse al, bunda beis yoktur’. Ben, sana Resûlüllah’ın sözünü tekrar ediyorum. O'nun, hakkımızda bu mevzuda verdiği hüküm budur.”27 Hz. Ali (r.a.), Meysere İbn Yakub’un rivâyetine göre, Kûfe’deyken bir defasında ayakta su içti. Meysere: “Ayakta su mu içiyorsun?” diye sorunca da şu cevabı verdi: “Ayakta içmişsem Resûlüllah’ı (s.a.s.) ayakta içerken gördüğümdendir; otururken içersem, Resûlüllah’ın oturarak içtiğini gördüğümdendir.”28 Ebû Ubeyde (r.a.) başkumandanken, Amvâs’ta İslâm ordusuna veba musallat oldu. Hz. Ömer, Amvâs’a kadar gelmiş ve vefakâr dostu Ebû Ubeyde’yi ziyaret etmek istemiş ama, salgın vebadan dolayı Amvâs’a girmesi uygun görülmemişti. Görülmemişti ama, askerlerini ve hele Ebû Ubeyde’yi görmeden oradan ayrılmayı hazmedemiyordu. O, bu düşünceler içindeyken, Abdurrahman İbn Avf geldi ve: “Yâ Emîre’l-Mü’minîn, ben Resûlüllah’tan şunu işittim, buyurdular ki: ‘Bir yerde vebâ çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde vebâ başgösterirse, o zaman oradan çıkmayın.” Hz. Ömer Efendimiz (r.a.), sünnet hatırına vefakâr dostunu göremeyerek, içi yana yana bulunduğu yerden geri döndü.29 |
Cvp: Sünnet D. Rivâyetlerde Gösterilen Hassasiyet Sahâbe-i kirâm olsun, ihsanla onlara ittiba eden tabiîn-i izâm ve tebe-i tabiîn-î fihâm olsun, hepsi de duyduklarını hemen kabul ediveren insanlar değildi. Bunlar kalben çok safi olmakla beraber, bu mevzûda titiz ve ehl-i tahkik idiler. 1. Efendimiz’in (s.a.s.) Tahşidatı Her şeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz: “Kim benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın.”; bir rivâyette: “Kim kasden benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın.”30 buyurmuşlardı. Doğruyla yalanın arasındaki farkın, Resûlüllah (s.a.s.) ile Müseylimetü’l-Kezzâb veya gökle yer arası kadar birbirinden uzak bulunduğu o dönemde, en büyük ve en mühim hususiyetin doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mü’min, hele bu mü’min sahâbî ve sahâbeyi takip eden tabiînden ise, bırakın Efendimiz’e karşı yalan söylemeyi, Efendimiz’i hevâ ve hevesleri istikametinde konuşturmayı, en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz (r.a.): “Ben, size Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz’den bir şey söylerken, (öyle dikkat eder, öyle söylerim ki,) gökten yere düş(üp parça parça olmak) benim için, O’nun üzerine yalan söylemekten daha ehvendir.”31 buyururlardı. 2. Sahâbe ve Tabiînin Temkini Meselenin bu denli hassasiyet istemesi, sahâbeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadîs rivâyet etmekten âdetâ ürkerlerdi. İlk Müslümanlardan olup hakkında sahâbe-i kirâmın: “Biz, onu tanıdığımız andan itibaren Ehl-i Beyt-i Resûl’den bir ferd olarak bilirdik.” diyecek derecede hâne-i saâdete teklifsiz girip çıkan Abdullah İbn Mes’ûd hazretleri, kendisinden bir hadîs rivâyet etmesini istediklerinde: (Resûlüllah buyurdu ki) diye başlar ve sonra gözleri dolar, başını eğer, yukarı kaldırır, derin bir soluk alır, düğmelerini çözer, göğsü açılır nihayet hadîsi rivâyet eder, sonra da: “(Bak, ben hâfızamdan bir şey söylüyorum ama bilin ki, Resûlüllah) bunun üç aşağı-beş yukarı veya buna yakın yahut da buna benzer bir şey buyurdu.”32 şeklinde ikazda bulunmayı da ihmal etmezdi. Resûlüllah’ın havârisi ve Aşere-i Mübeşşere arasında bulunmakla serfiraz Hz. Zübeyr b. Avvâm, o kadar az hadîs rivâyet etmiştir ki, bir gün oğlu kendisine: “Baba, sen neden hadîs rivâyet etmiyorsun?” diye sorduğunda: “Bir kelimede bile Resûlüllah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O: ‘Benim üzerime yalan söyleyen, Cehennem’deki yerini hazırlasın.’ buyurmuştur.”33 şeklinde cevap vermişti. Tam on yıl bilâ-fasıla, Resûlüllah’a (s.a.s.) hizmet etmiş bulunan Hâdim-i Nebevî Hz. Enes İbn Mâlik (r.a.), bir gün: “Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) daha çok şeyler anlatırdım.”34 buyurmuştu. Beş yüz sahâbiyle görüştüğü söylenen Abdurrahman İbn Ebî Leylâ: “Yüz yirmi sahâbi tanıdım ki, -bir mescidde aynı anda yüz yirmisi de oturuyor olabilir- kendilerine bildikleri bir şey sorulduğunda hep birbirlerinin yüzlerine bakarlar; konuşurken, Resûlüllah’ın sözlerine bir kelime karıştırıveririm korkusuyla başkasının cevap vermesini bekler, kimse cevap vermeyince de nihayet bunlardan biri dişini sıkar ve Allah’a dayanarak, -İbn Mes’ûd gibi hatırlatma yapar ve- rivâyette bulunurlardı.”35 demektedir. |
Cvp: Sünnet [B]b. Müzakere Sahâbe-i kirâm, Resûlüllah’tan (s.a.s.) aldığını nakletmekle kalmıyor, aynı zamanda öğrenip belledikleri şeyleri aralarında müzakere de ediyorlardı. Kendileri müzakere ettikleri gibi, daha sonra talebelerinin de bu mes’eleleri müzakere etmelerini istiyorlardı. Meselâ, sahâbî efendilerimizden Ebû Saîdi’l-Hudrî ve İbn Abbas, talebelerine şöyle derlerdi: “Bu hadîsleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır; dolayısıyla, bunları aranızda devamlı mütalâa etmelisiniz.”38 3. Sahâbe ve Tabiînin Tahkiki Sahâbe, hadîsleri müzakere etmesinin yanı sıra, herhangi bir dinî mes’eleyle karşılaştıklarında, o mes’elede sünnetin bir hükmü olup olmadığını araştırır; hepsi de yalana kapalı, adalet ve istikamet insanları olmalarına rağmen, sünnetin o büyük ehemmiyeti ve teşrîdeki yerinden ötürü, duydukları her şeyi hemen kabul etmeyip, tahkik ederlerdi. Evet onlar, zekâ ve hâfıza dâhîleri oldukları kadar, ehl-i tahkiktiler de. Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) müracaatta bulundu. Resûlüllah’ın Halifesi: “Kitâbullah’da sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Resûlüllah’ın da (s.a.s.) bu mevzûda bir şey buyurduklarını hatırlamıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Muğîre bin Şu’be (r.a.), ayağa kalkıp: “Resûlüllah (s.a.s.), nineye altıda bir hisse verirdi.” dedi. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.): “Senden başka bunu bilen var mı?” sorusu üzerine, Muhammed İbn Mesleme (r.a.), Muğire bin Şu’be’yi tasdik ederek: “Ben de aynı şeyi Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) duydum.” diye şahidlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (r.a.), o kadına altıda bir hisse verdi.39 Her şeyi inceden inceye tahkîk eden Hz. Âişe validemiz, bir gün Allah Resûlü’nün (s.a.s.): “Hesaba çekilen, muhakkak azaba maruz kalmıştır.” buyurması üzerine, “Böyle diyorsun ama, Allah, Kur’ân’ında bazıları için: ‘Sonra, hesapları görülür de, yumuşak-kolay bir hesaba çekilirler’ buyurmuyor mu?” diyerek, açıklama istedi. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz (s.a.s.), şu tavzihte bulundular: “Yâ Âişe, senin dediğin ‘arz’dır. Herkesin hesabı Allah’a arzolunacak. Fakat, hesapta Allah bir insanla münakaşaya tutuştu mu, kul, yaptıklarını inkâr edip de, Allah onun yaptıklarını bir bir sayıp döktü mü, işte o zaman insanın işi bitmiştir.”40 Yine, bir gün Ebû Musa el-Eş’ârî, Hz. Ömer’i ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı hâlde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: “Abdullah b. Kays’ın sesini işitmiştim; izin verin, girsin.” diye emretti. “Gitti.” dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Mûsâ’ya: “Neden gittin?” diye sordu. O da: “Resûlüllah bize, ‘Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün’ diye emretti.” dedi. Hz. Ömer: “Ben, bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin.” diye çıkıştı. Ebû Mûsâ, hemen Mescid-i Nebevî’ye koştu ve meseleyi oradakilere açtı. Übeyy b. Ka’b, “Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu.” diyerek, Ebû Saîd el-Hudrî’yi Hz. Ömer’e gönderdiler. Hz. Ömer (r.a.), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: “Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlüllah’a yalan isnad etmelerinden korkarım.”41 Sahâbe-i kirâmın her biri ‘âdil’ olmasına ve yalana kapalı bulunmasına rağmen, tabiîn imamları, duydukları bir hadîsi başka sahâbîlerden de tahkik ederlerdi. Bu hususta Ebu’l-Âliye, “Biz, (Basra’da, Bağdat’ta, Horasan’da, Mâverâünnehir’de) nerede olursak olalım, Resûlüllah’ın ashâbından bir şey işittiğimiz zaman, onunla kanaat etmez, oradan göç eder, (Mekke’ye, Medine’ye gelir, işi kaynağından araştırır) kendi ağızlarından duyar, (başka sahâbîlere de sorar ve böylece itmi’nâna ererdik).”42 demektedir. Müslim’in rivâyetinde Muhammed İbn Sîrîn: “Biz isnaddan sormazdık (birisi bize bir hadîs rivâyet ettiğinde, kimden aldığını araştırmazdık); ne zaman ki fitne çıktı, o zaman isnaddan sormağa başladık.”43 der. İlk dönemlerde isnaddan sorulmazdı; yani, Resûlüllah’dan bir hadîs rivâyet edildiğinde, bunun kimden alındığı tahkik edilmezdi. Ama, fitneye karşı kapı sayılan Hz. Ömer’in şehadetinden sonra Hz. Osman’ın katline ve Hz. Ali dönemindeki hâdiselere müncer olan fitneler başgösterince, az da olsa hadîs uydurmalar başladı. Bu tür uydurmalar başlayınca, sıdkı kendilerine şiar edinen büyük imamlar, artık “isnad”dan sorar ve duydukları her hadîsi tahkik eder olmuşlardı. Evet, Şu’be gibi, Şa’bî gibi, Sevrî gibi kimseler, artık bu işi yakın takibe almış ve takip eder olmuşlardı. Endülüs’ün büyük âlimi, İbn Abdi’l-Berr, tabiînin dev imamlarından Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî’den rivâyet ediyor: Rabî' İbn Hüseyin: “Kim, on defa: derse, bir köle azad etmiş sevabını alır.” hadîsini rivâyet eder. Şa’bî, derhal: “Bunu sana kim söyledi?” diye sorar. “Abdurrahman İbn Ebî Leylâ” cevabını alınca, şedd-i rihal eder ve tabiînin bir başka dev imamı, dev fakîhi İbn Ebî Leylâ’yı bulur. Ona sorar ve rivâyetin sahih olduğunu anlar... İbn Ebî Leylâ da, bunu büyük sahâbî Ebû Eyyûb el-Ensarî’den duymuştur.44 |
Cvp: Sünnet [B][I]a. Tahkik Yolunda Rihlet Ashâb-ı kirâm, hadîsler mevzuunda böylesine hassâsiyet gösterdiği gibi, tek bir hadîs için ‘rihlet’ denilen seyahatler düzenleyecek kadar da sünnete ihtimam gösteriyordu. Tabiînin büyük fukahasından ve nice büyüklerin, önünde diz çöktüğü siyâhî Atâ bin Ebî Rebah’ın nakline göre, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin kafasına bir hadîs takılır ve, “Bunu Resûlüllah’tan duyanlardan hayatta sadece Ukbe bin Âmir kalmıştır.” derler. O da, hayvanına binip, Ukbe bin Âmir’in yaşadığı Mısır yolunu tutar. Tek bir hadîs için, hem de bildiği bir hadîsi tahkik için Medine’den Mısır’a yapılan bir seyahattir bu. Mısır’a varınca, emir Mesleme İbn Muhalled’in evine uğrar ve yanına bir rehber alarak, Ukbe’ye varmak için ayrılır. İki dost sokakta karşılaşır, sarmaş-dolaş olur ve Ukbe’ye: “Bu hadîsi Hz. Peygamber’den işiten senden ve benden başka kimse kalmadı.” diyerek: “Her kim, dünyada bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”45 hadîsini okur. Ukbe’nin, hadîsi aynı şekilde tekrarlaması üzerine: “Ben bunun için gelmiştim; geliş gayemin içine başka bir şey karıştırmak istemem.”46 diyerek geri döner. Yine, Buharî’nin rivâyetine göre, Ensar’ın ulularından Câbir b. Abdillah (r.a.), Abdullah İbn Üneys’in rivâyet ettiği bir hadîsi, bizzat onun ağzından işitmek için, bir ay süren bir yolculuğa çıkmış ve: “Hz. Peygamber’den bizzat işitmediğim bir hadîsi senin rivâyet ettiğini öğrendim. Onu işitmeden ikimizden biri ölür diye korktum ve sana geldim.” diyerek, hadîsi Abdullah b. Üneys’ten dinlemiş ve gerisin geriye Medine’ye dönmüştür.47 b. Tabiûnun Rihleti Hadîs uğruna seve seve girişilen bu rihletler yalnızca sahâbeyle sınırlı da kalmamış; daha sonraki devirlerde de aynı şekilde devam etmiştir. Saîd İbnü’l-Müseyyib’in, gerektiğinde bir tek hadîs için günlerce yol katettiğini söylemesi,48 Mesruk İbnü’l-Ecda’nın, hadîsin tek bir harfi için bile yolculuk etmesi;49 Kesir İbn Kays’ın rivâyetine göre, Ebu’d-Derdâ’dan tek bir hadîs almak için bir ilim aşığının Medine’den Şam’a gelmesi ve daha pek çok seyahatler, bu mevzûda zikre değer misallerdir.50 4. Yalan ve Yalancının Takibi Gerçekten o dönemde yalana karşı âdeta ilân-ı harp edilmişti. İbn Şihab ez-Zührî, İbn Sîrîn, Süfyan es-Sevrî, Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî, İbrahim İbn Yezîd en-Nehaî, Şu’be, Ebû Hilâl, Katâde İbn Diâme, Hişam ed-Destevâî, Mis’ar İbn Kudâm, evet hepsi de yalana karşı harp ilânında bulunmuşlardı ve birer hisbe memuru gibi yalanı ve yalancıyı takip ediyor ve yalanları doğrulardan ayıklıyorlardı. Ebû Hilâl, Şu’be ve Saîd b. Ebî Sadaka, Katâde b. Diâme’den rivâyet ettikleri bir hadîste: “Şöyle mi demişti, böyle mi demişti.” diye tereddüde düştüklerinde, hakem olarak Hişam ed-Destevâî’ye müracaat ederlerdi. Şu’be ile Sevrî, herhangi bir meselede tereddüde düştüklerinde ise Mis’ar İbn Kudâm’a müracaat ederlerdi.51 Bunlar, mezheb taassubu içinde bulunan şahısları adım adım takip ederler; nerede olursa olsun yalan söylemeye müsait her şahsın karşısına dikilir ve söyledikleri her hadîsi “kimden duydun?” diye sorarlardı. a. Hıfz Misyonu İslâm Hadîs tarihi ve ilmi, dev hâfızlarıyla da, ilimler arasında müstesna bir yere sahiptir. Ahmed İbn Hanbel, içinde mükerrerler ve oğlu Abdullah’ın ‘Zevâid’i olsa bile, kırk bin küsur hadîs ihtiva eden meşhur Müsned’ini, değişik kanal, değişik sened, farklı metin, yani muhteva aynı olsa bile, sahihi, haseni ve zayıfıyla üç yüz bin hadîsten seçerek meydana getirdiğinde şüphe yoktur. Bütün hayatını hadîse, Allah Resûlü’nün mübarek sözlerine hasreden Yahya İbn Maîn, mevzû hadîsleri de ezberlerdi. Bir keresinde, Ahmed İbn Hanbel, neden böyle yaptığını sorduğunda: “Yanıma gelen insanlara bu mevzûdur, şu mevzûdur; bunların dışında kalanlardan alabildiğini alırsın derim.”52 cevabını vermişti. İmam Zührî’den Yahya b. Said el Kattan’a, Buharî ve Müslim’den Dârakutnî ve Hâkim’e uzanan çizgide daha dünya kadar nekkâd hadîs hâfızları yetişmişti. b. Hakperestlik Duygusu Yalanın takibi, yalana karşı tavır, hakkın hatırını âli tutma ve doğru olmayanın konuşulmasına meydan vermeme, o dönemlerin en önemli faziletleri arasındaydı. Meselâ, bir gün Hz. Ömer hutbe irad ederken: “Kadınlarınızın mehirlerini kırk ukıyyenin üstüne çıkarmayın.” demişti ki, maksûrenin ardından bir kadın: “O da niye ey Mü’minlerin Emiri? Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “onlara kantar kantar verdiğiniz altın ve gümüşten, onları boşayacağınızda hiçbir şey geri almayın.” derken, siz “kırk ukıyye diyorsunuz” şeklinde karşılık vererek, koca halîfeye: “Adam hatâ etti; kadın isabet etti.” veya “Ya Ömer, sen dinini bir kadın kadar dahi bilmiyorsun.”53 dedirtiyordu. Bu türlü durumlarda, Tabiîn imamları da aynı şekilde davranıyorlardı. Meselâ, Zeyd İbn Ebî Üneyse: Kardeşinin dikkatsizliğinden mi, vehminden mi, mezhep taassubundan mı, yoksa başka bir sebepten dolayı mıdır bilemiyorum, “Kardeşimden hadîs almayın.”54 diyordu. Sahâbî adına ilk te’lifte bulunan ve Buharî, Müslim seviyesindeki büyük hadîsçilerin imamı Ali İbnü’l-Medînî’ye: “Baban nasıldır?” diye sorulduğunda: “Bana değil, onu başkasına sorun.” cevabını veriyor; ısrar edilince de: “Hadîs dindir, babam ise zayıftır.” şeklinde konuşuyordu.55 Ebû Hanîfe Mektebi’nde yetişip, İmam Şafiî’ye üstadlık yapan ve, “Duyduğum bir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum; duyduğum bir şeyi ikinci defa tekrar ettiğimi de hatırlamıyorum.” diyen İmam Şafiî kendisine sû-i hıfzından şikâyette bulunduğunda, “Günahlardan sakın; çünkü ilim nurdur ve Allah’tan olan bu nur, âsiye hediye edilmez.” cevabında bulunan meşhur Vekî’ İbn Cerrah, babası hadîs rivâyet ederken dâima yanında bulunurdu. “Neden böyle yapıyorsun?” dediklerinde, şu cevabı verirdi: “Babam devletin hazine memurlarındandır. İhtimal, memuru bulunduğu devlet hesabına bazı sözleri yumuşatabilir. Yanında duruyorum ki, böyle bir za’f südûr ederse önleyeyim.”56 c. İlel Kitapları İşte, bu büyük zâtlar, bir de bu mevzûda dünya kadar ilel kitapları yazdılar; yani, hadîslerin sened veya metinlerindeki arızaları, tam bir hekim hazâkat ve hassasiyetiyle ortaya koyan eserler tedvin ettiler. Zuafâ ve metrûkîn kitapları yazdılar; zayıf râvileri, kendilerinden hadîs alınmayan ve hadîsleri terkedilen râvileri birer birer teşhir ettiler. Hadîsin dev imamlarından Abdurrahman İbn Mehdî, “Şu’be, Sevrî, İbn Mübarek ve İmam Malik’e, “Bu insanların çoğu yalanla itham ediliyorlar. (Biz de bunlar yalancıdır diye kitaplara alıyoruz. Bunları fâşetmek nasıl olur?) diye sordum. Dördü de, “Hadîs dindir, daha önemlidir; çünkü onda Hakikat-i Ahmediye gizlidir.” şeklinde konuştular.”57 der. Hadîs hususunda alabildiğine sert, tavizsiz ve arkadaşlarının, “Bunu çocukluğundan beri tanıyoruz; rüyalarına bile günah misafir olmamıştır.” dediği Yahyâ İbn Said el-Kattan’a: “Sen, milletin bu kadar şeref ve haysiyeti ile oynuyorsun; şu hadîs uydurur, şu zayıftır, şu metruktur diyorsun. Bir gün, Allah bütün bunları sana sormaz mı?” dendiği zaman, o, şu cevapta bulunur: “Onların Allah katında hasmım olmasını, Resûlüllah’ın (s.a.s.) hasmım olmasına tercih ederim.”58 Evet, işte sünnet, bu fevkalâde hassasiyet içinde tesbit edildi. Buna rağmen, bir kısım hadîsler uydurulmadı da denemez; uyduruldu ama, uydurulan hadîsler, sahâbe ve tabiînin hadîs sarraflığına çarptı ve karakolları çok iyi tutmuş bu hassas nöbetçileri aşamadı. Aşanlar da zamanla ayıklandı ve sahih hadîs külliyatına girmeye yol bulamadı. d. Râvilerle İlgili Eserler Râvileri, sahâbeyi, tabiîni ve tebe-i tabiîni daha iyi ve yakından tanımak için, bunlara dair mufassal eserler yazılmış; kim nerede doğdu, nereye hicret etti, nerede ikamet etti, nerede yaşadı, nerede öldü, nerede ilmini neşretti, kimlerle görüştü, kimlerden ders aldı, bu eserlerde tek tek açıklanmıştır. Bu mevzuda ilk eser veren Ali İbn Medînî’dir. O’nun hangi sahâbenin Mekke’den, Medine’den ayrılıp nereye gittiği, Taif’te mi, Şam’da mı, Kûfe’de mi, Basra’da mı, Mâveraünnehir’de mi, nerede kalıp, kimlere ders verdiği ve kimlerle görüştüğünü anlatan Kitabü Ma’rifeti’s-Sahâbe’sinden sonra, İbn Abdi’l-Berr’in el-İstiâb’ı, İbn Hacer’in el-İsâbe fi Temyizi’s-Sahâbe’si, İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-Gâbe’si, İbn Sa’d’ın Tabakât’ı, İbn Asâkir’in Tarih’i, Buhârî’nin Tarih-i Kebir’i ve Yahya İbn Maîn’in Tarih’i bu sahada yazılmış mühim eserlerdendir. Bunlardan kiminde üç bin, kiminde beş bin, kiminde on bin Sahâbi’nin hayatı anlatılmaktadır. Bu kitaplara ve meselâ Zehebî’nin el-Kâşif’ine baktığımızda, her zât hakkında: “Bu zât, şu, şu, şu şahıslardan hadîs rivâyet etmiştir; kendisinden de şunlar şunlar hadîs rivâyetinde bulunmuşlardır.” şeklinde bilgiler verildiğini görür; böylece kimlerin kimlerden hadîs alıp almadığını öğrenir ve sened açısından hadîslerin değerlendirmesini yapabiliriz. e. Hadîs Kitapları Süzgeçten Geçirildi Daha sonra, bütün bu kadar tahkik ve titizliğe rağmen, sahih hadîsleri muhtevi hadîs külliyâtına, belki tek-tük mevzû hadîs sızmıştır diye, hadîsler yeni baştan elekten geçirilerek bir kere daha, inciler sun’î incilerden tefrik edilerek, ayrı ayrı telifler meydana getirildi. Bu mevzuda ilk defa Makdisî, Tezkiratü’l-Kübrâ’sında mevzû hadîsleri bir araya topladı. O ve diğerleri bu hususta insafsız denilecek ölçüde öylesine hassas ve hakperestçe davrandılar ki, meselâ İbnü’l-Cevzî, kendi mezheb imamı olmasına rağmen, Ahmed İbn Hanbel’in kırk küsur bin hadîs ihtivâ eden Müsned’indeki bir hayli hadîsin mevzû, zayıf veya metrûk olduğuna hükmetti. Daha sonra gelen İbn Hacer el-Askalânî, İbnü’l-Cevzî’nin mevzû, zayıf veya metrûk hükmünü verdiği hadîsleri yeniden elden geçirdi ve on üçü dışında geri kalanların hepsinin değişik kanallarla sıhhatini tesbit edip, on üçünün sağlam bir esasa dayayamadığını el-Kavlu’l-Müsedded fi’z-Zebbi an Müsned-i Ahmed isimli eserinde belirtti. Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadîsçiler, İbnü’l-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadîse mevzû veya metrûk damgası vurması sebebiyle “mütesâhil” derler. Onun mevzû olduğuna hükmettiği hadîsleri İbn Hacer gibi, hâtimü’l-huffâz Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve: “Ben bunların içinde mevzû hadîs görmedim; belki zayıf olabilir.” demiştir. Süyûtî, ayrıca İbnü’l-Cevzî’nin el-Mevzûâtü’l-Kübrâ’sını da tetkik ederek, ‘yapma inciler’ mânâsına gelen meşhur el-Leâli’l-Masnûa’sını yazmış ve İbnü’l-Cevzî’nin mevzû dediği hadîslerden hangisinin gerçekten mevzû, hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir. Bunlardan başka ayrıca bir kısım müstedrekler yazılmıştır ki, bunlarda, Buharî ve Müslim’in hadîsin sıhhati konusunda kendi koydukları ölçülere uyduğu hâlde, el-Câmiu’s-Sahih’lerine almadıkları hadîsler ayrı kitaplar hâlinde bir araya getirilmiştir. Bunların en meşhuru Hâkim’in Müstedrek’idir. Daha sonra gelen ve hakkında İbn Hacer’in, “Hayatımı ona hayranlıkla geçirdim. Hâfıza dualarını yazıp yutardım ki, Allah bana Zehebî’ninki gibi bir hâfıza versin.” dediği Hâfız Zehebî, Hâkim’in Müstedrek’ini inceden inceye kritiğe tabi tutmuş, tahlil etmiş ve her hususu bir kere daha aydınlatmıştır. Daha sonraları, halk arasında hadîs diye meşhur olmuş sözler hakkında da kitaplar yazılmıştır. Sehavî, el-Makâsıdü’l-Hasene’sinde, Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ’sında bunları tek tek ele alıp ve hangilerinin hadîs, hangilerinin hadîs olmadığını ortaya koymuşlardır. Meselâ, ilmi teşvik eden onca hadîsin yanı sıra halk arasında iştihâr etmiş bulunan: “Beşikten mezara ilim tahsil edin.”;”İlim Çin’de de olsa öğrenin.”; “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır; insanların şerlisi de, insanlara zararlı olandır.” sözlerini hadîs terazilerinde tartarak, “bunların hadîs adına öyle pek fazla bir ağırlıkları olmadığı” gerçeğini ortaya koymuşlardır. Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivâyet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadîs külliyatı ve sahih hadîs mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler îrâd etmek ve İslâm’ın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir? |
Cvp: Sünnet [B]E.Sünnetin Resûlüllah (s.a.s.) Zamanında Kaydedilmesi ve Bilâhare Tedvîni Sünnetin, Ömer İbn Abdülaziz döneminde tedvîn edildiği, bir açıdan doğru olmakla birlikte eksik bir görüştür ve bu hususta gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır ki, o da, Resûlüllah’ın sağlığında bazı sahâbîler tarafından Kur’ân gibi sünnetin de yazılıp, kayda geçirildiğidir. >1. Kur’ân’la Gelen Okuma-Yazma Seferberliği Devr-i Risâletpenâhî’de Araplar büyük ölçüde okuma-yazma bilmiyorlardı ama, bilhassa Mekkeliler'in etraf kabilelerle sürekli münasebetleri olduğundan içlerinde okuyup-yazanlar hiç de az değildi. Ayrıca, Kur’ân’ın inmeye başlamasıyla okuma-yazma kapıları da bütün bütün açıldı; zira her Müslüman Kur’ân’ı, Kur’ân’ın ahkâmını din adına bellemek mecburiyetindeydi. Bu itibarla da âdetâ Kur’ân’ın inişiyle beraber bir ilim, kültür seferberliği başlamıştı. Tabakat kitaplarının kaydettiğine göre, Allah Resûlü’nün etrafında kırk civarında vahiy kâtibi vardı. Bunlar, sıradan okuma-yazma bilen insanlar değildi.. vahiy kâtibi demek, kendisini Kur’ân’ı yazmaya adamış insan demekti ki; bugünkü tabirle, Efendimiz’in (s.a.s.) özel kalem müdürleri, sekreteri ve bu işe tahsis edilmiş kâtipleriydi. O günlerde okuma-yazma o derece teşvik ediliyordu ki, Bedir Muharebesi’ni müteâkip esirlerin (kurtuluş) fidyesi olarak, bir esirin on kişiye okuma-yazma öğretmesi kararlaştırılması önemli bir hâdiseydi59 ve o güne göre çok ileriydi. Evet o gün, herkes okuma-yazmaya koşuyordu; zira hayatlarını alâkadar eden, yepyeni ve orijinal bir şey vardı ortada. Bu, dindi, Kur’ân’dı. Dine susamış insanlar onu her yönüyle alacak, belleyecek, hazmedecek ve hayatlarına hayat yapacaklardı. Köylüsü-şehirlisi; evinde, bağında, bahçesinde Kur’ân için kalemi kulağında bekliyordu ki, daha sonra, hadîsle iştigal edenler, ‘kalemin kulakta olmasını’ bu işin âdâbından sayacaklardı. Böylece, belki de insanlık tarihinde ilk defa ilâhi bir kitap, kıyamete kadar kalacak, geçerliliğini koruyacak ve korunacak şekilde tesbit ediliyordu. 2. Hadîslerin Yazılması İzni veya Emri Resûlüllah’ın, bilhassa risaletinin ilk dönemine has olmak üzere, hadîslerinin yazılmamasını istediğine dair rivâyetler vardır. Bunun sebebi, bizzat bu rivâyetlerin bazılarında da geçtiği üzere, önceki ümmetlerde olduğu gibi, Kur’ân’a başka herhangi bir sözün karışma endişesidir. Ne zaman ki artık bu endişe ortadan kalkmış, o zaman, Resûlüllah, hadîslerinin de yazılmasına izin vermiş, hattâ bazen emretmiştir. Bir adam, Huzûr-u Risâletpenâhî’ye gelerek: “Yâ Rasûlallah, ağzınızdan çok şey duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz. Bu hayatî şeyler, çok defa kaçıp gidiyor.” diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.), ona: “Sağ elinden yardım iste,” yani yazarak, hıfzına yardımcı ol buyurdular.60 Yine, Takyîdü’l-İlm’de şunu okuyoruz: Râfi’ İbn Hadic, Efendimiz’e (s.a.s.): “Yâ Rasûlallah, sizden çok şey işitiyoruz, yazalım mı?” diye sordu. Allah Resûlü de ona şu cevabı verdiler: “Yazın, hiç mahzuru yok.”61 Bunlardan ayrı olarak İmam Dârimî ve İbn Hacer’in, kitaplarında, Efendimiz’in (s.a.s.) kısas, diyet ve şerâia dair yazdırdığı bazı hükümleri, Yemen’de Amr İbn Hazm’a gönderdiğini ve ayrıca Vâil b. Hucr’e ahidnâme yazdığını okuyoruz.62 Yine, İmam Dârimî, kitabının mukaddimesinde zikrettiği üzere, Efendimiz (s.a.s.): “İlmi yazarak, kaydedin.” buyurmuşlardır.63 Abdullah İbn Amr naklediyor: “Resûlüllah’tan duyduğum her şeyi ezberleme isteğiyle yazıyordum. Kureyş, ‘Sen, Resûlüllah’tan (s.a.s.) duyduğun her şeyi yazıyorsun. Oysa o, bir beşerdir, öfke anında da, hoşnudluk anında da konuşur.” diyerek beni yazmaktan nehyetti. Bunu Resûlüllah’a söylediğimde, elini ağzına götürerek “Yaz, nefsimi elinde tutan’a yemin olsun ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.”64 buyurdular. Abdullah İbn Amr İbn el-Âs’dan başka Efendimiz’in hadîslerinden hiç olmazsa bazılarını yazan başka sahâbîler de vardı. Meselâ, Seyyidinâ Hz. Ali (r.a.), içinde yaraların diyeti, Medine’nin hürmeti, kâfir karşısında mü’minin öldürülmeyeceği ve daha başka hususlarla alâkalı hükümler bulunan bir sahifeyi kılıcının bir yanında asılı taşırdı.65 İbn Sa’d’ın Tabakat’ında kaydedildiğine göre, İbn Abbas, vefatında geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı ki, bunlar umumiyetle Allah Resûlü’nden ve ashâb-ı kirâmdan duyduğu şeyleri ihtiva ediyordu.66 Amr İbn Hazm’a Efendimiz’in (s.a.s.) gönderdiği diyet ve kısas gibi hükümlerle alâkalı yazısı, torununun torunu Ebû Bekir b. Muhammed’e; aynı şekilde, Efendimiz’den (s.a.s.), âzadlısı Ebû Râfî’ye geçen bir tomar kâğıt ise, tabiîn döneminde Ebû Bekir İbn Abdurrahman İbn Hâris’e intikal ediyordu.67 Tabiînin en büyük fakîhlerinden olan bu zât, bu klasörü hayatında eline geçmiş en büyük ganimet olarak telâkki ederdi. Efendimiz (s.a.s.) zamanında aynen Kur’ân gibi yazılan, ağaç parçaları, kemikler ve deriler üzerine kaydedilen hadîsler, aynen tabiîn ve tebe-i tabiîne intikal ediyor, onlar da bunu muhafaza ve naklediyorlardı. Aynı şekilde, tabiînin büyük imamlarından Mücâhid İbn Cebr, Abdullah İbn Amr İbn el-Âs’ın “es-Sahîfetü’s-Sâdıka” denilen, Efendimiz’den (s.a.s.) duyduğu hadîsleri topladığı kitabını görmüştü. Mücahid, onu: “Abdullah İbn Amr’ın önünde gördüm, hattâ elimi uzattım ama, elimi dokundurtmadı.” diyordu. İbn Esîr’in verdiği bilgiye göre, bu klâsörün içinde bin kadar hadîs vardı. Bu hadîsler, daha ziyade, İbn Amr’ın kendisi, oğlu ve torunundan müteşekkil “an Amr İbn Şuayb, an ebîhi, an ceddihî” senediyle kaynaklara geçmiştir. Sahih hadîs kaynaklarında bu silsileyle gelen 500 kadar hadîs vardır. |
Cvp: Sünnet [B][I].Sünnetin Resûlüllah (s.a.s.) Zamanında Kaydedilmesi ve Bilâhare Tedvîni Sünnetin, Ömer İbn Abdülaziz döneminde tedvîn edildiği, bir açıdan doğru olmakla birlikte eksik bir görüştür ve bu hususta gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır ki, o da, Resûlüllah’ın sağlığında bazı sahâbîler tarafından Kur’ân gibi sünnetin de yazılıp, kayda geçirildiğidir. >1. Kur’ân’la Gelen Okuma-Yazma Seferberliği Devr-i Risâletpenâhî’de Araplar büyük ölçüde okuma-yazma bilmiyorlardı ama, bilhassa Mekkeliler'in etraf kabilelerle sürekli münasebetleri olduğundan içlerinde okuyup-yazanlar hiç de az değildi. Ayrıca, Kur’ân’ın inmeye başlamasıyla okuma-yazma kapıları da bütün bütün açıldı; zira her Müslüman Kur’ân’ı, Kur’ân’ın ahkâmını din adına bellemek mecburiyetindeydi. Bu itibarla da âdetâ Kur’ân’ın inişiyle beraber bir ilim, kültür seferberliği başlamıştı. Tabakat kitaplarının kaydettiğine göre, Allah Resûlü’nün etrafında kırk civarında vahiy kâtibi vardı. Bunlar, sıradan okuma-yazma bilen insanlar değildi.. vahiy kâtibi demek, kendisini Kur’ân’ı yazmaya adamış insan demekti ki; bugünkü tabirle, Efendimiz’in (s.a.s.) özel kalem müdürleri, sekreteri ve bu işe tahsis edilmiş kâtipleriydi. O günlerde okuma-yazma o derece teşvik ediliyordu ki, Bedir Muharebesi’ni müteâkip esirlerin (kurtuluş) fidyesi olarak, bir esirin on kişiye okuma-yazma öğretmesi kararlaştırılması önemli bir hâdiseydi59 ve o güne göre çok ileriydi. Evet o gün, herkes okuma-yazmaya koşuyordu; zira hayatlarını alâkadar eden, yepyeni ve orijinal bir şey vardı ortada. Bu, dindi, Kur’ân’dı. Dine susamış insanlar onu her yönüyle alacak, belleyecek, hazmedecek ve hayatlarına hayat yapacaklardı. Köylüsü-şehirlisi; evinde, bağında, bahçesinde Kur’ân için kalemi kulağında bekliyordu ki, daha sonra, hadîsle iştigal edenler, ‘kalemin kulakta olmasını’ bu işin âdâbından sayacaklardı. Böylece, belki de insanlık tarihinde ilk defa ilâhi bir kitap, kıyamete kadar kalacak, geçerliliğini koruyacak ve korunacak şekilde tesbit ediliyordu. 2. Hadîslerin Yazılması İzni veya Emri Resûlüllah’ın, bilhassa risaletinin ilk dönemine has olmak üzere, hadîslerinin yazılmamasını istediğine dair rivâyetler vardır. Bunun sebebi, bizzat bu rivâyetlerin bazılarında da geçtiği üzere, önceki ümmetlerde olduğu gibi, Kur’ân’a başka herhangi bir sözün karışma endişesidir. Ne zaman ki artık bu endişe ortadan kalkmış, o zaman, Resûlüllah, hadîslerinin de yazılmasına izin vermiş, hattâ bazen emretmiştir. Bir adam, Huzûr-u Risâletpenâhî’ye gelerek: “Yâ Rasûlallah, ağzınızdan çok şey duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz. Bu hayatî şeyler, çok defa kaçıp gidiyor.” diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.), ona: “Sağ elinden yardım iste,” yani yazarak, hıfzına yardımcı ol buyurdular.60 Yine, Takyîdü’l-İlm’de şunu okuyoruz: Râfi’ İbn Hadic, Efendimiz’e (s.a.s.): “Yâ Rasûlallah, sizden çok şey işitiyoruz, yazalım mı?” diye sordu. Allah Resûlü de ona şu cevabı verdiler: “Yazın, hiç mahzuru yok.”61 Bunlardan ayrı olarak İmam Dârimî ve İbn Hacer’in, kitaplarında, Efendimiz’in (s.a.s.) kısas, diyet ve şerâia dair yazdırdığı bazı hükümleri, Yemen’de Amr İbn Hazm’a gönderdiğini ve ayrıca Vâil b. Hucr’e ahidnâme yazdığını okuyoruz.62 Yine, İmam Dârimî, kitabının mukaddimesinde zikrettiği üzere, Efendimiz (s.a.s.): “İlmi yazarak, kaydedin.” buyurmuşlardır.63 Abdullah İbn Amr naklediyor: “Resûlüllah’tan duyduğum her şeyi ezberleme isteğiyle yazıyordum. Kureyş, ‘Sen, Resûlüllah’tan (s.a.s.) duyduğun her şeyi yazıyorsun. Oysa o, bir beşerdir, öfke anında da, hoşnudluk anında da konuşur.” diyerek beni yazmaktan nehyetti. Bunu Resûlüllah’a söylediğimde, elini ağzına götürerek “Yaz, nefsimi elinde tutan’a yemin olsun ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.”64 buyurdular. Abdullah İbn Amr İbn el-Âs’dan başka Efendimiz’in hadîslerinden hiç olmazsa bazılarını yazan başka sahâbîler de vardı. Meselâ, Seyyidinâ Hz. Ali (r.a.), içinde yaraların diyeti, Medine’nin hürmeti, kâfir karşısında mü’minin öldürülmeyeceği ve daha başka hususlarla alâkalı hükümler bulunan bir sahifeyi kılıcının bir yanında asılı taşırdı.65 İbn Sa’d’ın Tabakat’ında kaydedildiğine göre, İbn Abbas, vefatında geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı ki, bunlar umumiyetle Allah Resûlü’nden ve ashâb-ı kirâmdan duyduğu şeyleri ihtiva ediyordu.66 Amr İbn Hazm’a Efendimiz’in (s.a.s.) gönderdiği diyet ve kısas gibi hükümlerle alâkalı yazısı, torununun torunu Ebû Bekir b. Muhammed’e; aynı şekilde, Efendimiz’den (s.a.s.), âzadlısı Ebû Râfî’ye geçen bir tomar kâğıt ise, tabiîn döneminde Ebû Bekir İbn Abdurrahman İbn Hâris’e intikal ediyordu.67 Tabiînin en büyük fakîhlerinden olan bu zât, bu klasörü hayatında eline geçmiş en büyük ganimet olarak telâkki ederdi. Efendimiz (s.a.s.) zamanında aynen Kur’ân gibi yazılan, ağaç parçaları, kemikler ve deriler üzerine kaydedilen hadîsler, aynen tabiîn ve tebe-i tabiîne intikal ediyor, onlar da bunu muhafaza ve naklediyorlardı. Aynı şekilde, tabiînin büyük imamlarından Mücâhid İbn Cebr, Abdullah İbn Amr İbn el-Âs’ın “es-Sahîfetü’s-Sâdıka” denilen, Efendimiz’den (s.a.s.) duyduğu hadîsleri topladığı kitabını görmüştü. Mücahid, onu: “Abdullah İbn Amr’ın önünde gördüm, hattâ elimi uzattım ama, elimi dokundurtmadı.” diyordu. İbn Esîr’in verdiği bilgiye göre, bu klâsörün içinde bin kadar hadîs vardı. Bu hadîsler, daha ziyade, İbn Amr’ın kendisi, oğlu ve torunundan müteşekkil “an Amr İbn Şuayb, an ebîhi, an ceddihî” senediyle kaynaklara geçmiştir. Sahih hadîs kaynaklarında bu silsileyle gelen 500 kadar hadîs vardır. 4. Değerlendirme Evet, hadîsler, müsteşriklerin iddia ettikleri gibi, Efendimiz’den yüz sene sonra Ömer İbn Abdülaziz’in emriyle kaydedilmedi; aksine bizzat tâ Efendimiz zamanında kaydedildi ve ezberlendi.. ve bu metinler daha sonra da gerek yazılı gerekse sözlü olarak arkadan gelen nesillere aktarıldı. Uhud’un büyük şehidi Abdullah İbn Cahş’ın oğlu büyük sahâbî Câbir de, vefatında İbn Abbas gibi, arkaya büyük bir miras, yani Allah Resûlü’nün hadîslerini kaydettiği büyük bir kaynak bırakmıştı.68 Bütün bunlardan ayrı olarak, Hemmâm İbn Münebbih’in es-Sahîfetü’s-Sahîha’sı da aynı dönemden kalma en mühim hadîs kaynaklarından biri olma imtiyazını taşır. Hemmâm, Ebû Hureyre’den hiç ayrılmaz, bu hâfıza dâhîsi büyük sahâbînin naklettiği her hadîsi yazardı. Es-Sahîfetü’s-Sahîha, günümüzde Muhammed Hamidullah tarafından neşredilmiş; yapılan karbon tahlillerinde de, Sahîfe’nin on üç asır öncesine ait olduğu anlaşılmıştı. Ayrıca, ne enteresandır ki, bu hadîsler aynen İbn Hanbel’in Müsned’inde bulunmakta, yine mühim bir kısmı itibariyle Buharî, Müslim gibi sahih kaynaklarda da yer almaktadır. Bu da, hadîslerin, daha Efendimiz (s.a.s.) zamanında kaydedildiğini gösterdiği gibi, O’ndan sonra da eksiksiz, yanlışsız ve tam olarak sahâbe, tabiîn ve tebe-i tabiîn kanallarıyla hadîs külliyatına geçtiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hadîslerin daha ilk dönemde bu şekilde kaydedilmesinden sonra, tarihlerimizde İkinci Ömer diye anılan Ömer İbn Abdülaziz zamanında ise resmen tedvîn edildi. Değişik yerlerde, değişik şahısların ellerinde sahifeler vardı. Çok defa da bu hadîsler, ağızdan ağıza naklediliyordu. Hatta, bu yüzden ve ayrıca ezberlenip öğrenilmeleri, bir de o zamanlar Arapça imlâda hareke ve nokta olmadığından, yanlış okumalara meydan vermemek için, nasıl Hz. Ömer, İbn Abbas, Ebû Mûsa el-Eş’arî, Ebû Saîd el-Hudrî ve Zeyd İbn Sâbit gibi sahâbîler, hadîslerin hâfızalarda kalması ve ezberlenmesi gerektiği üzerinde durmuşlarsa, aynı şekilde, Şa’bî, Nehâî gibi hadîste yed-i tûlâ sahibi, hâfıza dâhîsi tabiîn âlimleri de ilk başta yazmaya taraftar olmamışlardı. Bununla birlikte, hem kaydedilen, hem de ağızdan ağıza nakledilen hadîsler, Ömer İbn Abdülaziz döneminde resmen tedvîn edilmeye başlandı. Artık, Arapça’nın imlâ kaideleri de ortaya konmuş, yazıda harekeleme yerleşmişti. Çoklarınca birinci müceddid kabul edilen ve Resûlüllah’ın (s.a.s.): “İnsanların bozduğunu düzeltenler” müjdesine on üç asır önce bihakkın liyakat gösteren Ömer İbn Abdülaziz (r.a.), Amr İbn Hazm’ın torunu, Medine valisi Ebû Bekir İbn Muhammed İbn Amr İbn Hazm’a hadîslerin resmen kayda geçirilmesi mevzuunda emir gönderdi. Vali de, tâbiîn’in gençlerinden, fart-ı zekâ (yüksek zekâ) sahibi Muhammed İbn Şihâb ez-Zührî’yi bu işle vazifelendirdi.69 Zührî, “resmî tedvîn” diyebileceğimiz bu mühim işe hemen koyuldu ve İslâm Hadîs tarihinde ilk resmî “müdevvîn” olma şerefini kazandı. Vali Ebû Bekir İbn Hazm, aynı işle bizzat kendisi de uğraşmasına rağmen, derlediklerini gönderemeden Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri vefat etmişti. Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri’nin başlattığı bu tedvîn faaliyeti, yalnız Medine’de İmam Zührî ile de sınırlı kalmamış, Mekke’de Abdülmelik İbn Abdülaziz İbn Cüreyc, Irak’ta Saîd İbn Ebî Arûbe, Şam’da Evzâî, yine Medine’de Muhammed İbn Abdurrahman, Kûfe’de Zâide İbn Kudâme ve Süfyân es-Sevrî, Basra’da Hammâd İbn Seleme ve Horasan’da Abdullah İbn Mübârek, bu işi sürdürmüş ve kendilerinden sonra geleceklere dünya kadar malzeme bırakmışlardı.70 Tedvîn döneminden sonra, hadîsleri mevzûlarına göre sınıflandırmak suretiyle kitaplar ‘te’lif etme’ mânâsında ‘tasnif’ başlamış ve bu dönem, İslâm hadîs tarihinin altın dönemi olmuştur. Bir yandan, Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî, Müsedded İbn Müserhed, el-Humeydî ve Ahmed İbn Hanbel gibi mümtaz simalar ‘Müsned’lerini meydana getirirken; diğer yandan da Abdürrezzak İbn Hemmâm gibi kimseler ‘Musannef’ler te’lif ediyorlardı. İbn Ebî Zi’b ve İmam Mâlik Muvatta’ını ve Yahyâ İbn Saîd el-Kattân ve Yahya İbn Saîd el-Ensârî’nin te’lifat-ı güzideleri de yine bu altın döneme rastlar. Bu zâtlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve Yahyâ İbn Maîn gibi büyük muhaddislerin şeyhleridirler. Nihayet, Kütüb-ü Sitte’nin telif vakti gelmiş ve İslâm hadîs külliyâtının en mevsûk altı kitabı kabul edilen bu eserlerin müellifleri, bir zeberced çağın kapısını aralamışlardır. Hemen hemen aynı zamanlarda yaşayan bu devâsâ kametler, aynı zamanda modern te’lifin de üstadlarıdırlar. Zaten, Buhârî ile Müslim arkadaştı..Tirmizî, Buhârî’den ders almış bir muasırdı.. Nesâî ve Ebû Dâvûd da aynı dönemin hadîs pîrleriydi. Bunlarla Efendimiz (s.a.s.) arasında ancak üç-dört nesil vardı.. ve bu nesillerin altın silsilelerini teşkil eden halkalar, yalanın rüyalarına dahi girmediği büyük zâtlardan meydana geliyordu. Dinin yarısını teşkil eden sünnet, bu şekilde, şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, alabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zâtlar tarafından, hem de tâ sahâbe, tabiîn ve tebe-i tabiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, ezberlenmiş, muhafazaya alınmış ve sonra da harfi harfine nakledilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır. Evet, sünnet, sahâbe tarafından, bir dinî kaynak, önemli bir rehber, bereketli bir Kur’ân tefsiri olarak değerlendirilip, sahip çıkıldığı gibi, tabiîn, tebe-i tabiîn döneminde de, daha da artan bir iştiyakla sahip çıkılmış ve daha sonraki çağlara taşınmıştır. |
Cvp: Sünnet Anlaşılması Zor Olup, Mânâ ve Maksatlarında İhtilâf Edilen Bazı Hadîslerin Değerlendirilmesinde Ölçüler 1. Hadîs de aynen Kur’ân gibi herkese, her zaman, şart ve mekâna hitab eder. Bu bakımdan, muhkemi, müteşabihi, açığı, kapalısı, kinâye, işaret, remz, mecaz, teşbih ifade edeni ve makama göre söylenmiş olanı vb. vardır. Bu bakımdan, aklın almadığı ve hatta zahir mânâsı itibariyle Kur’ân’la uzlaştırılamayan hadîsler hemen atılmamalıdır. Bunun en güzel örneği, “Dünyanın öküz ve balık üzerinde olduğu” hadîsidir. Bu hadîsiyle Resûl-i Ekrem, yeryüzüne müvekkel bulunan ‘Sevr’ ve ‘Hût’ adlı meleklere; nasıl sözgelimi “Devlet, kalem ve kılıç üzerinde durur.” sözünde devletin iki ana desteğinin kalem ve kılıç olduğu ifade ediliyorsa, aynen bunun gibi, yeryüzünde insanlar için en önemli iki geçim kaynağı ve faydalı hayvanın denizde balık, karada öküz olduğuna ve “dünya öküzün üzerindedir” buyurduğunda, yerkürenin hareketi esnasında öküz burcunun, “balığın üzerindedir” buyurduğunda balık burcunun altında bulunduğuna işaret etmiştir. Şu önemli hadîsin anlaşılması için yüzlerce yılın geçmesi gerekmiştir. İşte, bazı hadîsler bu şekilde müteşabihtir, mecazîdir ve teşbihîdir. Ve, anlaşılmaları için zamana, insan bilgisinin gelişmesine ihtiyaç vardır. 2. Bunun yanısıra, gaybı mutlak mânâda bilen Allah olduğundan ve ondan haber vermek ancak Allah’ın iznine bağlı ve edebe bir derece aykırı bulunduğundan, gayb haberleriyle ilgili hadîsler, ‘teklif’ sırrı gereği kapalı gelmiş, ayrıca, bazı ravîlerin hadîsten anladıkları ve hadîsi yorum için, onu naklederken söyledikleri bazı sözler hadîsin aslıymış gibi telâkki edilmiştir. 3. Ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan bazı hadîsçilerin keşf ve ilhama dayalı haber ve mânâları bazı zaman hadîs sanılmıştır. Halbuki keşf ve ilhamda hata olabilir; onun için bu tür hatalar hadîse yüklenemez. 4. İnsanlar arasında şöhret bulmuş bazı atasözleri vardır. Rasul-i Ekrem’in bazen irşad için temsil ve kinâye türünden bunları söylediği olmuş ve bunlar hadîs sanılmıştır. 5. Şu imtihan dünyasında Cenab-ı Hak, çok mühim şeyleri gizli tutmuş, meselâ Kadir Gecesi’ni Ramazan’da, duaların mutlak kabul saatini Cuma gününde, makbul velisini insanlar arasında, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde gizlemiştir. Bunun gibi, özellikle çok önemli âhir zaman hâdiseleri ve gerçekleriyle ilgili gelen hadîsler de, önemleri dolayısıyla, hemen oluverecekmiş gibi bir mânâ ile ifade edilmiştir. Deccal’la ilgili hadîsler bu türdendir. Mehdî ile ilgili hadîslerde de, daha başka hususiyetlerin yanısıra, buna benzer bir durum da vardır. Sonra her asırda o asrın mehdîsi hükmünde zâtlar geldiğinden, bu hadîslerde ve yorumlarında ihtilâflar vukû bulmuştur. 6. İmanî mes’elelerden bazılarının neticesi bu dar ve sınırlı âleme, bazılarınınki ise geniş ve mutlak âhiret âlemine bakar. Bu yüzden, bazı amellerin sevaplarıyla ilgili gelen hadîslerde çok mübalâğa görülüp, bu hadîslere ilişilmiş. Oysa, amellerin sevabı çoğunlukla âhirette verilir; onlar âhiretin tarlası hükmündeki dünyaya ekilen tohumlar hükmündedir. Derecelerine göre, haşhaş tanesi, bazı meyveler, bağ ve bostanlardaki gibi yüzlerce, binlerce, on binlerce katlanarak karşımıza çıkacaklardır; çünkü, sonsuz mükâfat veya cezanın çok kısa bir ömürde kazanılması bunu gerektirmektedir. Onun için, bu türden gelen hadîslerin bir bu yönü vardır; bir de, bazı Kur’ân sûrelerinin faziletleri konusunda ve sözgelimi “Üç İhlâs bir Kur’ân sevabı kazandırır.” gibi rivâyetlerde iki özellik söz konusudur. Biri, mutlak böyle olur demek değildir; ama, insan öyle bir zamanda (Kadir Gecesi gibi) öyle bir şekilde okur ki, Allah rızasıyla diğer zamanlarda okuduğu bir Kur’ân sevabını ona kazandırabilir. İkinci olarak, Kur’ân-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı vardır. Allah, fazlından o harflerin se- vabını bazen sümbüllendirir ve bir harfe karşılık on sevap, yetmiş sevap, yedi yüz sevap, bazen bin beş yüz, hatta bazen Berat Gecesi ve makbul vakitlerde okunanlar için on bin, Kadir Gecesi’nde okunanlar için otuz bin sevap verebilir. Meselâ, bir mısır tarlasına bin tohum atılmış varsayalım. Bazı tohumlar yedi sümbül verir, her sümbülde yüz dâne bulunur ve böylece bir mısır dânesi, tüm tarlaya ekilen tohumların üçte ikisi olur. Bazen, bir dâne on sümbül verir, her sümbülde iki yüz dâne bulunur, böylece bir dâne tüm tarladaki dânelerin iki katı olur. Demek, Kur’ân’ın bazı sûrelerinin ayrı bir önemi vardır ve harfleri daha çok sümbül vermekte, daha çok sevap kazandırmaktadır. Sonra, nasıl ki bir damlacık bir şişede -şeffafiyeti dolayısıyle- göğün yıldızlarıyla birlikte görünür, koca güneşi içine alır, bunun gibi, hâlis niyetle şeffaflık kazanmış bir zikir, bir amel veya bir âyette gökler gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir. 7. Sahâbe zamanında İsrailoğulları ve Hıristiyan âlimlerinden bazılarının İslâm’a girmesiyle, eski malûmatları da ‘Müslüman’ olmuş ve bazı hakikat ve vakıaya zıt malûmatları İslâmiyet’in malı zannedilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 332-338. *Emekli, İHL meslek dersleri öğretmeni Kaynaklar: İbn Mâce, vesâyâ 6; Tirmizî, vesâyâ 5. (2) Müsned, 1:313. (3) Buharî, zekât 55; Tirmizî, zekât 14. (4) Ebû Dâvûd, tahâret 41; Tirmizî, tahâret 52. (5) Buharî, ezan 18. (6) Müslim, hacc 154. (7) Bu konuda daha geniş bilgi için Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın Sünnetin Kur’ân’ı Tefsiri adlı kıymetli eserine bakılabilir. (8) Ebû Dâvûd, salât 2; Tirmizî, mevâkıt 1. (9) Buharî, i’tisam 5; Müslim, cihad 51. (10) Tirmizî, ferâiz 17. (11) Buharî, büyû’ 82; Müslim, büyû’ 51. (12) Tirmizî, ilim 7. (13) Buharî, iman 40; Müslim iman 24. (14) Buharî, ilim 9: Müsned, 5:41. (15) Müslim, salât 61; Ebû Dâvûd, salât 178. (16) Buharî, teheccüd 25; Ebû Dâvûd, vitr 31. (17) Buharî, menâkıb 23; Müslim, fezailü’s-sahâbe 160. (18) Müslim, zikir 38; İbn Mâce, mukaddime 17. (19) Muhammed Accac el-Hatib, es-Sünnetü Kable’t-Tedvin, s. 160. (20) İbn Mâce, mukaddime 17. (21) Buharî, ilim 35. (22) İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, 3:600. (23) Müslim, fezailü’s-sahâbe 161. (24) Buharî, tefsir 1, 2, 3. (25) Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân 3. (26) Ali el-Mütaki, Kenzü’l-Ummâl, 15:118. (27) Buharî, ahkâm 17; Müslim, zekât 111. (28) Ebû Dâvûd, tahâret 63. (29) İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, 3:48. (30) Buharî, ilim 38; Müslim, zühd 72. (31) Buharî, istiâbe 60; Ebû Dâvûd, sünne 28. (32) İbn Mâce, mukaddime 3. (33) Buharî, ilim 38. (34) Darimî, mukaddime 25. (35) Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 4:263. (36) Ebû Dâvûd et-Tayâlîsi, Müsned, s. 248; Müsned, 2:68. (37) el-Bağdadî, el-Kifaye, s. 178. (38) Darimî, mukaddime 51. (39) Tirmizî, ferâiz 10; Zehebî, Tezkiratü’l-Huffâz, 1:2. (40) Buharî, ilim 35; Müslim, cennet 79. (41) Buharî, isti’zan 13; Müslim, âdâb 33, 34, 35. (42) el-Hatib, a.g.e., s. 178. (43) Müslim, mukaddime 5. (44) el-Hatib, a.g.e., s. 222. (45) Buharî, megazî 3; Müslim, birr 58. (46) Hatib el-Bağdadî, er-Rihle fî Talebi’l-Hadîs, s. 118-124. (47) İbn Sa’d, Tabakât, 3:178; Buharî, el-Edebü’l-Müfred, s. 337. (48) Zehebî, Tezkiratü’l-Huffaz, 1:56; (49) el-Hatib, a.g.e., s. 178. (50) el-Bağdadî, a.g.e. s. 78. (51) el-Hatib, a.g.e., s. 229. (52) A.y. (53) Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummâl, 16:537. (54) Müslim, mukaddime 5. (55) İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 5:176. (56) A.g.e. 6:84. (57) el-Hatîb, a.g.e., s. 234. (58) İbn Salâh, Ulûmü’l-Hadîs, 389. (59) İbn Sa’d, Tabakât, 2:22. (60) Tirmizî, ilim 12. (61) Ali el-Müttaki, a.g.e., 10:232; Benzer rivâyetler için bkz.: Müsned, 2:215. (62) Darimî, diyât 1, 3, 11, 12; İbn Hacer, el-İsâbe, 2:532. (63) Darimî, mukaddime 43. (64) Ebû Dâvûd, İbn Abdi’l-Berr ve Hâkim’den, es-Sünnetü fi’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, 101-11. (65) Buharî, ilim 39. (66) el-Hatib, a.g.e., s. 352. (67) el-Bağdâdî, a.g.e., s. 330. (68) İbn Sa’d, a.g.e., s. 7:2; el-Bağdadî, a.g.e., s. 354. (69) Buharî, ilim 34. (70) İbn Hacer, Hedyü’s-Sârî, 4. <!-- / message --> |
Kur’ân-ı Kerîm’de sünnet kelimesi iki yerde çoğul şekliyle (sünen) olmak üzere on altı defa geçer. Bunların bir kısmında “geçmiş ümmetlerin başına gelen ders alınacak olaylar” ve “geçmiş ümmetlerin takip ettiği doğru yollar” anlamında, çoğunda ise lafza-i celâle veya zamire izâfetle “Allah’ın muamelesinde içkin olan kurallılık/kanunîlik” mânasında kullanılır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “snn” md.; ayrıca bk. SÜNNETULLAH). |
SAAT: 09:03 |
vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
User Alert System provided by
Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) -
vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.