Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler (https://www.forum.medineweb.net/649-kissalar-hikayeler-nasihatler)
-   -   Hayata Dair (https://www.forum.medineweb.net/kissalar-hikayeler-nasihatler/1342-hayata-dair.html)

inzar 10 Kasım 2007 19:06

Hayata Dair
 
Başarma ihtimaliniz başarabileceğinize inandığınız kadardır.

İnancınızı şiddetlendirerek ruhunuzun derin noktalarına ilerlersiniz.

İman, Yaratıcının sınırsızlığına ayna olmak için başvurabileceğimiz tek kaynaktır.

Başarı yolculuğunda bizim gücümüze değil, bizimle olan güce dayanacağız.

Eğer bir gün siz de unutulmaz bir eser üretirseniz, bunu içten bir inançla yaptığınız duanıza borçlu olacaksınız.

Mantık size engellerinizi, inançsa desteklerinizi gösterir.

Başaranlar, önce inandılar, sonra yaptılar; başaramayanlar ise, önce yapıp sonra inanmayı deniyorlar.

Ne kadar eminseniz, sezgileriniz, tahminleriniz veya rasgele tercihleriniz o kadar isabetli olacaktır.

İnanıp direnirseniz, ıssız çölün sessiz kuyusuna da düşseniz, ilahi yardım size gönderilecektir.

Şimdi değiştirdiğiniz bir inanç, sonsuza dek geleceğinizi değiştirmek üzere ruhunuzla birleşmiştir.

Mutluluk, insanın neler elde ettiğiyle ilgili değildir; insanın neler hissettiğiyle ilgilidir.

Bir çocuk çamurların arasında mutluyken, bir kral tahtında mutsuz olabilir.

Hayallerinize saldıranlar, aslında kaderinizle savaşıyorlar.

Sınırsız Kudretin yapabilme gücünden şüphelenen, kendine inanamaz.

Güneşle ilişkisi kopan Ay karanlık; Yaratıcıyla bağı kopan insan yokluktur.

Hayatınız, yapamayacağınıza inandıklarınızla hapsedilecektir. Hayali sınırlarınızı aşamayacaksınız.


Niyetlerimizle uyuşmayan isteklerimiz kabul edilmeyecektir.

Başarımızı, “eylemlerimizin mükemmelliği” değil, “niyetlerimizin yüksekliği” belirleyecektir.

Şayet başarırlarsa, Kaderleri su için kuyu kazana su, altın için kuyu kazana altın sunacaktır.

Yaptıklarımızın değil, gerekçelerimizin sonuçlarını alacağız.

Niyetlerimizi kontrol edemezsek, hayatımızı kontrol edemeyiz.

Gerekçelere adanmayan her dakika, sokağa salınan gerekçeler tarafından çalınacaktır.

Ruhunuzla dinlemezseniz, ruhsal evreni kuşan bilgiler beyninize akışmazlar.

Ruhunuz edindiği tüm bilgileri gerekçelerinize çözüm bulmak için sorgular.

Engellerinize gerekçeleriniz kadar meydan okuyacaksınız.

....

Medine-web 10 Kasım 2007 22:01

Cvp: hayata dair cümleler.
 
Başarımızı, “eylemlerimizin mükemmelliği” değil, “niyetlerimizin yüksekliği” belirleyecektir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

inzar 10 Kasım 2007 23:28

Cvp: hayata dair cümleler.
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] kime ait olduğunu bilmiyordum..
demek muhammet bozdağa ait..
rusal zeka.
düşün ve başar bildiğim eserleridir..
kişesel gelişim kitapları avrupa oldukça sık okunan kitaplardır..
br aralar bizde bir kaç bilinen yazarını alıp okumaya yeltendik..
içindeki devi uyandır..
sınırsız güç..
hedeflere ulaşmanın yolları.
ve bu aralarda gündemde olan sır(secret) adlı bir kitap var..
bu kitapları incelediğim zaman güç diye nitelendiren olgu bu kiminde evren,kiminde tanrı..kiminde insan,kimindeyse Allah olarak betimlenmiştir..
bu güce sığınan ve yaklaşan insan eylemlerinde ve hayattaki oluşumlarında hep gücün kontrolünde olduğunu ve her ne istederse onunla karşılacağını yazarlar farklı farklı örneklerle açıklıyorlar..ve hep bie çekim alanının varlığından bahsedilir.
kişisel gelişime ve olumlu düşünmeye kapı aralayan bu tarz kitaplar belirli bir süre sonra insan üzerindeki etkisini yitire biliyor..çünkü bir şey eksik..
hakikati ve neyin ne için yapılacağının açılımını yapmıyor bu tarz kitaplar..çoğunlukla kaderi değiştirenin yine insan olduğu belirtiliyor..
muhammed bozdağda bu zamanın gençliğini motive edecek yazarlarımızdan biri..(.)
emeğine sağlık yazarın. bir kaç cümle oldukça sağlam ve güzel..

eLnino 12Haziran 2008 19:56

Dua da Sınır Yoktur . .
 
[FONT=Georgia][COLOR=#7030a0][SIZE=3]DEĞERLİ bir okuyucumuz, dua ederken, açgözlü ve hırslı olmaktan korktuğunu dile getirmiş ve öğrendiği bir hikâyenin zihnini karıştırdığını yazmıştı.

Hikâyeye göre, büyük bir zâtın huzuruna iki adam çıkıyor. Çok şey isteyen ve gözü yükseklerde olan biri yüksek koltuğa oturmak istiyor. Mekânın sahibi büyük zât buna çok sinirleniyor. Çünkü O’nun huzuruna çıkmak bile lütufken fazlasını istiyor.

Diğer adam, mütevazi olduğu için kenarda bir köşe bulup oturuyor. O mekâna kabul edilmeyi bile en büyük lütuf olarak değerlendiriyor. Bu tutum o zâtın çok hoşuna gidiyor ve mütevazi adamı en yüksek koltuğa alıyor.

Şöyle soruyor okuyucumuz: Acaba biz duada çok isterken hikâyedeki yüksek koltuğa oturmak isteyen hırslı adamın konumuna düşmeyecek miyiz?

Gerçekte, yüksek koltuğa göz diken adamın tutumunun duayla, istemekle hiç ilgisi yok. Aksine kıskançlıkla, bencillikle, tembellikle, gururla ve hırsla ilgisi var.
İki türlü istemek vardır: Birisinde yalnızca kendiniz için ister, başkasına verilmesini kıskanırsınız. Aldığınızda dağıtmayacaksınız ve kendi nefsinize mal edeceksiniz. Böylesi istekler ancak haris kalplerin eseri olabilir.

Diğer istemek ise şükürle, acziyetle, fedakârlıkla yoğrulmuştur. Verenin kim olduğunu bilir, herkesin de elde etmesini ister, istemesi sadece kendisi için değildir. İlmi öğrenmek kadar, öğretmek için ister. Zenginliği yaşamak kadar, dağıtmak için ister. Mutluluğu mutlu olmak kadar, mutlu etmek için ister. İşte dua budur ve böylesi duanın sınırsızca yapılması bir insanın şanına çok lâyıktır.
Yukarıdaki hikâyedeki birinci adam öyle bir evladın haline benzer ki, babasını koltuğundan kaldırıp yerine oturmak ister. Babasının küçük kardeşine sunduğu hediyeyi kıskanır. Kıskançlık duygusu içerisinde dua edenler, hırsızdırlar, nankördürler, saygısızdırlar. Onlar hak etmeye, lâyık olmaya çalışmazlar. Onlar vermek için isteyenlerden değildirler. Bencildirler, sadece kendi nefisleri için isterler.
Peygamber (a.s.m.) der ki, “Kalbiniz incelip duygulandığında dua etmeyi ganimet bilin.” “Biriniz dua ettiğinde bolca istesin. Çünkü, Rabbinden istemektedir.” “Kendisi için istediğini başkası için de istemeyen bizden değildir.”

Bedeni bir mikroba yenilecek kadar güçsüz insan; kalbi, ruhu küçücük bir saygısızlıkla parçalanacak kadar hassas yaratılan insan, Rabbine dayanmaktan başka hangi yolla teselli bulabilir?
Sözünü ettiğimiz çılgınca dua, hikâyedeki öyle bir evladın haline benzer ki, o evlat şöyle düşünür:
“Sevgili annemiz ve babamız bizim için inanılmaz fedakârlıklara katlanıyorlar. Gerekiyorsa yemiyorlar, bize yediriyorlar. Bizim eğitimimiz için her türlü fedakârlığı göğüslüyorlar. İçlerinden ve kalplerinden bizim iyiliğimiz için cömertçe dua ediyorlar ve bizim başarımızı kıskanmak söyle dursun, onur duyuyorlar.

Biz neden annemize ve babamıza daha lâyık birer evlat olmayalım? Neden zekamızı ve yeteneklerimizi geliştirmeye adanmayalım? Neden zenginleşip annemiz ve babamız hayrına muhtaç insanların yardımına koşmayalım? Neden onurumuzun yüksekliğiyle anne ve babamızın öldükten sonra da onurlarını ve namlarını yükseltmeye çırpınmayalım?”
Bu örnekteki benzetmelerin penceresinden bakalım:

Allah’ın en güzel ve en hassas yarattığı kulu için sunduğu ikram az mıdır? Herşey bir yana, tüm melekleri insanın atasına secdeye davet etmemiş miydi? En yakın huzuruna kabul ettiği tek varlık, insanların reisi olan
Hz
.
Muhammed
(a.s.m.) değil miydi?
Allah kendi sanat eseri olan insanın iyiliğini anne babanın evladı için istemesinden az mı istiyor? Kul daha alim olsa, böylece Allah’ın sanatının parlaklığını ilan etmeyecek midir? Kul helal kazanıp fakirlerin yardımına koşsa, bu Allah’ın sevgisinin yayılmasına katkı sağlamayacak mıdır?

Sordum sorunun sahibi kardeşime: Sence Allah yürüyene neden koşar? Sence insanların arasında Allah’tan sevgiyle söz eden kulu hakkında Allah, Cebrail’e (a.s.) ve sema meleklerine neden övgüyle söz eder? Sence sabahlara kadar uyuyan kullarının semasında, rahmetiyle sürekli “Yok mu Benden af dileyen, yok mu Benden hayır dileyen?” mânâlarıyla dolu nurları neden gönderir? Neden Kur’ân’da, “Duanız ve istemeniz olmazsa ne öneminiz var?” buyurur; neden “İsteyin, icabet edeyim!” der!

Eğer Allah çok ve çeşitli vermek istemese, neden bu denli çok ve çeşitli yaratır? Neden yiyeceklerin binbirine bıktırmayacak ayrı renk, ayrı koku ve ayrı tat katar? Neden her birini mevsimlere bölüştürür?
Neden baharı da güzel, yazı da zevkli, kışı da sonbaharı da heyecan verici güzelliklerle donatır? Neden O’nun yarattığı yağmur da güzeldir, kar da heyecan vericidir, rüzgâr da coşturucudur? Neden O’nun bulutlarına bakmaktan, gökyüzünü seyretmekten, denizine dokunmaktan, yıldızlarına yönelmekten mutluluk duyarsınız? Neden uyumak da güzeldir, uyanmak da. Neden yorulmak da zevk verir, dinlenmek de; açlık da keyiflidir, tokluk da? Neden, gören kalpler için her detay ayrı bir güzellikle donatılmıştır?

Çünkü O vermek istiyor. Çünkü O isteyenler ve çalışanlar için beşyüz yıl genişliğinde birer cennet yaratmıştır. Çünkü O, cömertliğinin sınırsızlığını anlayabilecek kullar yaratmıştır. Çünkü O evreni, vermek için ve ne kadar bağışlayıcı olduğunu göstermek için yaratmıştır.

O zaman çılgınlar gibi dua et. Bunaldığında önce O’ndan istemek aklına gelsin. Sevincini paylaşman gerektiğinde önce O’na koş. Sana çamurdan çıkarıp paketleyerek sunduğu bir elmayı ısırırken, elindekinin kimin hediyesi olduğunu farket. Bir damla balı Allah’ın emriyle sana sunabilmek uğrunda ölümü göze alan kahraman arıları da hatırla.
Sonra da senin peygamberinin (a.s.m.) sabahlara kadar secdeye kapanıp, seccadesini ıslatan gözyaşları içerisinde hâlâ ve hâlâ isteyişini izle. Herşeyi kendisine feda eden ve kendisine “Habibim” diye hitap eden Rabbine dua etmekten bir türlü vazgeçemeyişini düşün.

O zaman, neden çok dua etmen gerektiğini hissedeceksin…


Muhammed
Bozdağ

medinelii 12Haziran 2008 21:47

Cvp: Dua da Sınır Yoktur . .
 


rabbul alemıynın hazınesı oyle dolu ve buykkı... tabı ısteyecegız, tabıkı yalvaracagız ne ıstersenız ısteyın bıtmek bilmeyen bır zengınlıkten bır katre olur ancak... duaya sıgındık... ne guzel mumın kulun dıger bır kardesı ıcın hayrı istemesi bu baslık vesıle olsun duaları unutmayalım....

medinelii 17 Temmuz 2008 17:23

Kuşatılmayan hedef fethedilemez!
 


Dr. Muhammed Bozdağ

Çevremde arzularla dolu insanlar görüyorum. Evlerinden çıkıp çevreye açıldıkça, televizyondan, internetten, gereksiz uykudan, boş oturmaktan uzaklaştıkça üstün arzuları içlerinden dışarıya taşıyor. İnsanların enerji yansıtan yüzlerine, büyük işleri yönetenlere, sanatsal becerilerini ortaya çıkaranlara baktıkça kalplerindeki daha iyi olma, daha güzel işler yapma arzusunu ateşliyorlar. Kendilerini gerçekleştirmek, önemli birer insan olarak yaşamak istiyorlar.

Tembelliğe, içine, nefsine kapananların tüm arzuları nefsani, basit ve vicdanı rahatsız eden zevklerin etrafına hapsoluyor. Böyleleri, sadece cinsel uzvu, mideyi, kulağı, teni tatminden ibaret bir arzular çukuruna çakılıveriyorlar. Çağımızda internet, chat, arkadaşlık gurupları özellikle bu amaca hizmet eder hale gelmiş durumda.

Öte yandan kabuğundan taşıp toprağa çatlayan çekirdek gibi davranan bir çok insan, köşe bucak yetenek avcılığı yapıyor. İçlerindeki o arzuyu, kutsal boyutlu zevk iştiyakını daha kalıcı, gerçekçi, tatmin edici ve evrensel değerleriyle doldurmayı hedefliyorlar. Bir anın ve tek nefsin çirkin tamimine saplanmak yerine, ortak kültür içerisinde tarihe açılacak tatmin arayışlarına yöneliyorlar. Bu yolda tarihe hangi eserleri bırakabileceklerini hesaplıyorlar.

Birisi şiir, diğeri hikâye, öteki roman, birisi beste, öteki resim, beriki vakıf, diğeri dernek, ya da sanatsal bir tasarım, bir buluş, bir güzel bakış, bir huzur verici konuşma bırakıvermek istiyor göçüp gitmeden. Her varlık bir kelebek gibi aleme bir renk ve güzellik taşıyıp gitme amacıyla vücut bulmuştur.

Bir incelik beni şaşırtıyor: Hayvanlar doğuyorlar ve başlarında bir öğretici olmaksızın niçin yaratılmışlarsa onu profesyonelce icra edip gidiyorlar. Ördeğe yüzmeyi, arıya yuvasını temizleyip bal toplamaya uçmayı öğreten yok. Doğuyorlar, hızla kalkıp ne yapacaklarsa onu yapıyorlar.

Bir ceylan yavrusu doğduktan bir iki saat sonra yürümeye başlar, annesiyle iletişim kurmayı öğrenir; insanınsa yürümeyi, konuşmayı öğrenmesi yıllarını alır. İnsanlar olarak çok temel bir farkımız var: Hiçbir yeteneği öyle bedavadan edinemiyoruz. Hayvanlar öğretilmiş, eğitilmiş olarak doğuyorlar. Ancak yetenekleri ve bilgileri doğadaki görevleriyle sınırlı. Buna karşılık insanlar öğretilmemiş olarak doğuyorlar; potansiyel yetenek ve bilgilenme kapasiteleri neredeyse sınırsız.

Bu durumdaki insanlar olarak neden arzularımızın heyecanı içerisinde boğulabiliyoruz bazen. Çok şey isteyen ama hiçbir şey yapamayan insanlar haline neden geliyoruz?

Bunalıma düşmüş bir genç yazıyor: Arzular ve hedefler tüm benliğini kuşatmış. Dünyada zulmü durdurmak istiyormuş: Bir tek yetim ve sevgisiz çocuk kalmasın istiyormuş. Fakirlikleri sonlandıracak şeyler yapmak istiyormuş. Hatta zalim ülkelere karşı gidip mazlumların yanında bile savaşmayı düşünüyormuş. Elinden bir şey gelmediği ve bir şey yapamadığı için de bunalıma düşüyormuş. Bu genç bir şey yapabilecek mi? Bu tutumuyla maalesef hayatını boşa tüketecek. Şunun için:

-Bir ot bir dağın yükünü çekemeyeceğine göre, herkes haddine uygun hedeflere adanmalıdır. Biz ne Herkül’üz ve ne de evrenin kurtarıcı kahramanı. Biz sadece iyi ve doğru bir şeyleri imkânlarımız ölçüsünde yapacağız. Burada Allah’ın kaderi yaşanacak ve bu imtihan evreni kıyamete kadar sürecek.

-Hiçbir şey yapmadan bir şey istemenin ne mantığı olabilir? İnsan almaya hazır olmadığı şeyi alamayacaktır. Tutamayacağı şeyin eline tutuşturulmasını beklemesi mantıksızdır. İnsanı bir hedefe ulaştıran en büyük faktör, onu taşıyan yetenekleri kuşanmış olmasıdır. Bir işi en iyi biçimde yapabileceğinden emin olmayan veya bunu ispatlayamayacak durumdaki kimse o işi yapmaya hazır değildir. Yazar olmak mı istiyorsunuz? Başarıyla kitap yazacak bir yetenek geliştirin ve nasıl olabildiğinizi görün. Ticaretle para kazanmak mı istiyorsunuz, harika bir ticaret yeteneği geliştirin ve nasıl kazanmaya başladığınızı görün. Bunu ancak o yeteneğin içerisinde bol bol çalışarak başarırsınız.

Öncelik her zaman yetenektir. Bir hedefi fethetmenin yolu, onun çevresini onunla ilişkili yeteneklerle kuşatmaktır. Kişisel hayatımda defalarca tanıklık ettiğim bir inceliği paylayacağım: Hayatta yaptığım hemen her şey uğrunda yeteneklerimi geliştirdiğim alanların etrafında cereyan etmiştir. Bir yetenekte iyi olmuşsam, insanlar bana gelip onu kullanarak bir şeyler üretmeyi teklif etmişler veya işbirliği önermişlerdir.

Şu örnekler üzerinde düşünelim: Genç öss’yi kazanabilir miyim diye endişeleniyor. Oysa derslere çok işi çalışsa, bilgi ve soru çözme yeteneği süper olsa, kazanacak., Sınavı hiç düşünmesine gerek yok. Düşünmesi gereken dersleri olmalı. Genç iş arıyor ve acaba bulabilecek miyim, torpili nereden arasam diye düşünüyor. Oysa, niteliğini ve yeteneklerini süper geliştirse, en azından düzgün konuşma, oturmasını kalkmasını, çevresiyle uyumlu ve sempatik iletişim kurmasını başarsa, giyimi kuşamı bilse bile iş bulacak. Böyle konularda ne kitap okumuş ve ne de insanları gözlemiş. Ülkede binlerce çalışan aranıyor; ama aranan nitelikte eleman bulamadıkları için çalıştıramıyorlar.

Biz bir hedefe saplanıyoruz güya. Sorulursa arzularımız ve hedeflerimiz vardır diyeceğiz. Ama içten isteyişimiz zayıf, ona ilişkin yeteneklerin neler olduğunu öğrenmemişiz bile ve hatta o yolda en çok ihtiyacımız olan yeteneklerin farkında da değiliz. Yapamaz mıyız? Günlerimiz boş boş geçiyor; her gün nice saatlerimizi bu amaçla kullanabilecek durumdayız üstelik.

Hedefe ilerlemek hedefi düşünüp durmakla, yapacağım edeceğim diye yumruğunu sıkıp bağırıp çağırmakla olmaz. Merdivene tırmanmanın yolu, basamaklara basarak gitmektir. Şoförlük öğrenmeyen araç kullanabilir mi? Yüzme bilmeyen yüzebilir mi? Bu yetenekleri hocalar anlatarak da kazandıramazlar. Anlaşılmaz olan burada: Bir şeyi eğitimini kazanmadan, hele o konuda tam yetenekli hale gelmeden o şeyi yapabileceğimizi sanarak en büyük hataya düşüyoruz.

Öğrendiklerimiz bize doğru kararlar alma becerisi kazandırır; ama başarıyı öğrendiklerimiz değil, yeteneklerimiz belirler. Dünyanın tüm bilgilerini bilsek dahi, yetenek geliştirmemişsek bir şey başaramayız. Yetenek ise, bilgiden farklı bir özelliktir; o dinleyerek, okuyarak kazanılamaz. Onun tek yolu, yaşanması, hayatın içerisinden, tekrarlanarak geliştirilmesidir. Öğretici nezaretinde olursa daha hızlı ve profesyonel olacaktır.

Kendimize şunu sormamız gerekir: İstediğim noktaya gelmem için hangi yeteneklere ihtiyacım var. Bilinçsiz yeteneksizlik aşamasında, neye ihtiyacımız olduğunu bile bilmeyiz. Ama konu hakkında okudukça, gözlemledikçe, basit bir hedefin bile onlarca küçük yeteneği geliştirmeyi gerektirdiğini keşfederiz ki, işte en önemli sıçrama bu farkındalıktır. Bundan sonrası bol egzersiz, çaba, azim olacak ve sonuç kendiliğinden gelecektir.

Şu halde, hedeflerinizi fethetmek istiyorsanız, onları gerektirdikleri yeteneklerle kuşatarak işe başlamalısınız. Eğer aranan yetenek sizde varsa, mutlaka sizi bulurlar. Ama siz bir de proaktif davranırsanız, sizi daha iyiler keşfederler
.

Huzurİslam 17 Temmuz 2008 23:40

Cvp: Kuşatılmayan hedef fethedilemez!
 
Her başarı yolculuğunun, aynı anda korunması gereken iki temel boyutu vardır: İstemek ve eylem. İstersiniz ve yaparsınız; arzularsınız ve yapmanıza izin verilir. Başarmak istiyorsanız, hem arzuda, hem de eylemde ısrar etmeyi alışkanlık haline getirebilmelisiniz.

Eline sağlık kardeşim...[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

medinelii 24 Ağustos 2008 23:48

Üniversiteye yeni başlayan gençlere öneriler…
 

[SIZE=6]muhammed bozdag biz gencler için acıkladı... işte altın önerıler.... [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=6]-İlk aylar özgürlük ve yalnızlık bocalaması yaşatabilir. Özellikle ailesinden ve arkadaş çevresinden ayrılık deneyimini ilk kez yaşayanlara… Bu ilk aylar bir yandan tamamen serbest olduğunuz, ne yaparsanız kimseden çekinmeden yapabileceğiniz, meşru olan olmayan her türlü alternatifin varlığınızı saracağı dönemdir, üreteceği şaşkınlık geçicidir. Eski çevreden ayrılığa alışmak fazla uzun sürmez; zaten hayatımız boyunca defalarca bir çevreden kopup başka bir çevreye tutunmaya çalışmak zorunda kalacağız. Bağımlılıktan kurtulup ilişkilerimizi bağlılık ekseninde korumalıyız. Sabretmeli ve çevremizi oluştururken dikkatli olmaya çalışmalıyız. Çünkü bu ilk aylardaki ilişkilerimiz, seçtiğimiz yolu çok fazla belirleyecek. Yılgınlık yok, bu işi başaracağız.
-Üniversite kapısında yaşanan en yaygın şok, kazanılan bölümün ve dolaysıyla seçilen mesleğin beğenilmemesidir. Ben de böyle bir şok yaşadım, iyi bilirim. Birçok öğrenci vazgeçip tekrar sınava hazırlanmayı seçmiş, bazıları bu kararı verinceye kadar birkaç yıl okumayı sürdürmüştür. Gerçekten haklı sebepleri olanlara önerim; ilk yıl hem okusunlar ve hem de sınava yeniden hazırlansınlar, ikinci girişlerinde daha iyi bir bölüm kazanamadılarsa, bölümlerine devam etsinler. Böylece beyinleri daha iyi kavrar ve gelişir. Ancak, birikimlerine çok güvenmiyorlarsa, zaman kaybetmek gereksizdir. Hemen her meslek sevilebilir, her meslekten zirveye çıkılabilir. Yeter ki insan başarının diploma değil yetenek olduğunu anlasın. Yetenek demek, sosyal iletişim adabını iyi öğrenmek, yazılı sözlü iletişimi, zeka ve kavrayışı geliştirmek, iyi ilişkiler ve çevre oluşturma becerisi, girişimcilik, cesaret, sempati, araştırmacılık ve bilgisayar demektir. Bir gencin bu özellikleri geliştirmesi, on üniversite bitirmesinden üstündür.
-Bazılarımızın ekonomik sıkıntımız olacak. Belki aile desteği yetmeyecek, burs bulamayacağız veya burs yetmeyecek. Ümidinizi kırmamalısınız. Şartlar zorlarsa bir öğrencinin geçim kaynakları dört öğrenciye bile yetebilir. Ben bir yıl öğlen yemeği yiyemedim ama açlıktan ölmedim. Bu yoldan geri dönülmez. Hafta sonlarında pazarlarda simit satarak bile geçinebilir, orta öğrenim öğrencilerine özel ders verebilir, akşamları kısmi zamanlı iş arayabilirsiniz. Binlerce öğrencinin hiçbir aile desteğine ulaşamadan öğrenimlerini tamamlayabildiklerini unutmamalı, sorumluluklarınızı omuzlamalısınız. Büyük insan, azimli, cesur, sorumlu, tutumlu, sabırlı ve ahlaklı insandır.
-Okula gelince, nasıl başlarsa öyle gider. İlk yıl derslerine sımsıkı sarılan öğrencinin alacağı başarı sonraki yıllarına aynen yansıyacaktır. Genellikle birinci sınıfta, hatta yabancı dil hazırlık sınıfında derslerinden zor geçen öğrencilerin çoğunluğu diğer tüm yıllarını da sürünerek ve kıvranarak geçiriyorlar. En azından okuduğum üniversitede durum böyleydi ve hala öyleymiş. Derste başarının en önemli sırrı notları ve kitapları çok okumak değil, hiçbir dersi kaçırmamak ve her akşam o gün öğrenilenleri gözden geçirmektir.
-Eğitim sürecinde gerilim sürekli artıyorsa, sonunda duvara toslarsınız. Eğer ders çalışmak ve öğrenmek her geçen gün zorlaşıyorsa, gazıyla frenine birlikte basılan araç gibi içten kıvranarak ilerliyorsunuz demektir. Böyle bir araba zor yol alır ve bir süre sonra da ya balataları yanar ya da motoru. Üniversitenin ilk iki yılında birinciliğe oynayan, üçüncü yılında tökezleyen ve dördüncü yılında sınıfta kalıp bir türlü geçemeyen öğrenciler biliyorum.
-Öğrenirken eğlenin: Eğlence zihni rahatlatır ve kapasiteyi arttırır. Ama öğrenmeyle eğlenmeyi birbirinden koparmak dinle dünya işlerini birbirinden ayırmaya benzer. Ne eğlenmeye yaranabilirsiniz ne de öğrenmeye. Bir şekilde eğlenerek öğrenmelisiniz. Okula gidişiniz düğüne gidiş gibi olmalı, hocayı dinleyişiniz en eğlenceli konferansı dinleyişinize benzemeli. Ders çalışmanız somurtkan ve gergin değil, güler yüzlü ve bazen sevimli mırıldanmalar eşliğinde olmalı.
-Dinlenmeyi ihmal etmeyin. Sürekli çalışan motorun ömrü hızlı kısalır. Beyin ve vücut öğrenirken enerji harcar ve gerilir. Sabah erken kalkan, günlük yürüyüşler yapan, birer saatlik çalışma blokları arasına, gevşeme, derin soluma, gülümseme egzersizleri sıkıştıran, arkadaşlarıyla düzenli fikir sohbetleri yapan öğrenci dinleniyor demektir. Diyebilirim ki böyle çalışan öğrencinin başarısını hiçbir dünyevi faktör durduramaz.
-Gönül meselelerine dikkat etmelisiniz. Gençlik heyecan dönemi. Yüzler ve bakışlar çok güzel, canlı, kırışıklık yok ve hormonlar hareketli. Hele çağımızda, giyim kuşamlar ve sosyal edep zıvanadan çıkmış. Öğrencinin aşkı öğrenimin katili oluyor genellikle. Nefsiniz sürüklese de zamansız gönül ilişkilerinden şiddetle uzak durmanızı öneririm. Zira üniversitede tanıştığınız adayla evlenme ihtimaliniz çok zayıftır. Evlilik çağında değilsiniz, yıllar sonra karşılıklı olarak şartlarınız ve alternatifleriniz değişecek. Aşık bile olsanız, şimdi istediğinizden yıllar sonra vazgeçme ihtimaliniz yüzde 90 dır. Uzak durursanız zarar vermemiş ve zarar görmemiş olur, safiyetinizi korursunuz. Hayata tutunmanız için daha önünüzde yıllarınız var. Şimdilik okul arkadaşlarınızın tümüne kardeşleriniz gözüyle bakabilirsiniz.
-Cinsellik denetimini önemsemelisiniz. Bu hayatı sevdiren, güzel ve disiplin altında olursa onurluca olan özelliğimiz hayatımızın en büyük utancına dönüşebilir. Birçok gencin hayattaki başarısızlığının bu konuda tuzaklara erken düşmesinden kaynaklandığına tanığım. Cinsellik baskısı tarihte hiç olmadığı kadar güçlü ve erken çağlarda insanları esir almıştır. Böyle bir esarete düşmemek için çok duyarlı olmanızı öneririm. Bu amaçla, bu tür tahrik ortamlarından, görüntülü, sesli, te[FONT=Comic Sans MS][SIZE=6]levizyon, sinema, internet veya basılı metin kaynaklı malzemelerden uzak durmakta titizlik gösterilmesini tavsiye ederim. Çünkü bu esaret başka esaretlere benzemez; akıl ve mantık dinlemez ve insana çok fazla utanılacak şeyleri uyuşturucu bağımlılığı düzeyinde yaptırır. Hele erken yaşta kapılanların hayatlarının anlamının çoğunluğu bu konuyla biçimlenir ki bu bir insanın maddi ve manevi yükseliş yolculuğuna son vermesi demektir.
-Fırsatları kaçırmayın: Hayata tutunma arayışı için diplomayı beklemek mantıksızdır. Öğrencilerin belki yarısı diplomayı aldıkları gün kendilerini boşlukta buluyorlar. Gidecekleri hiçbir yer olmuyor. Bazıları hayata yeni başlamış gibi sınavlara hazırlanmaya başlıyorlar; sanki yıllarca boşuna okumuş ve sanki bir şey öğrenmemişler. Hayatınızın ilerleyen yıllarında üniversite yıllarından daha özgür ve boş zamanınız olmayacak. Sanılanın aksine, diplomayı aldığınız gün burs verenler desteklerini terk edecek, ellerine baktıklarınız elinize bakmaya başlayacak. Bu yılların her günü, hayatta ne yapabileceğinize, nasıl bir mesleğe hangi yeteneklerle tutunabileceğinize dair araştırmalar yapma fırsatlarıyla doludur. Bu konuda firmalarla, deneyimli insanlarla yazışmalar yapabilirsiniz. Kütüphaneye gidip yabancı üniversitelerin kataloglarını inceleyebilir, seçtiğiniz kariyere göre atacağınız adımları belirleyebilirsiniz. Hafta sonlarında ticaret veya sosyal etkinliklerle girişimciliğinizi ve iletişim becerinizi geliştirebilirsiniz.
-İdeolojilere dikkat etmelisiniz. Gençlik kahramanlık döneminizdir. Her ideoloji sizinki gibi zinde beyine ve bilek gücüne muhtaçtır. Oysa her ideoloji bir çıkarı temsil eder. Genellikle gençlikte neler olup bittiğini tam bilemiyor, sosyalleşme dönemimizi birilerinin amaçlarına hizmet ederek geçiriyoruz. Neye hizmet ettiğinizi, bunun dünya ve ahırete ve gelecek yıllarınıza etkisinin ne olduğunu iyi analiz etmelisiniz. Kendinize bir yaşama gerekçesi, bir hayat misyonu belirlemeli, katılacağınız etkinlikleri buna göre seçmelisiniz.
Tüm gençlere hayatlarında ve geleceklerinde başarı ve esenlik diliyorum.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


KEVİR 24 Ağustos 2008 23:53

Cvp: Üniversiteye yeni başlayan gençlere öneriler…
 
iki Üniversitede okudum. birini bitiremedim, birini zor bela bitirebildim.
bence üniversiteler boş yerlerdir. şu toprak zeminde üniversiteler kadar zararlı yer yoktur. ancak üniyi bitirdiği zaman ben hiç bir şey öğrenemedim diyebilecek kişi okuyabilir, ona zararı pek fazla olmaz.

Arasat 14 Kasım 2008 21:13

Cvp: Üniversiteye yeni başlayan gençlere öneriler…
 
üniversiteler bence boş yerler değil bence kişiler ayakları üstünde durmayı ve gerçek kişiliğine orda kavuşuyor tabi kötü alışkanlıklardan kendilerini koruyabilirlerse ben üniversitede gerçekten güzel arkadaşlıklar edindim ben cemaat evinde ve yurtta kaldım

Esma_Nur 09 Temmuz 2010 21:25

ruhunu alçak tut hayalini yüksekböyle bir tevazu ile olursun yüksek
ruhunu alçatma;semayı nişan al
ağaca nişan alanlardan çok daha yüksekleri vurursun

Esma_Nur 21 Aralık 2011 19:29

Cevap: Üniversiteye yeni başlayan gençlere öneriler…
 
Rabbimiz başarının sırrını Kur'anda açıklıyor
:

Yazar çok güzel anlatmış her zmnki gibi şimdide yazarın bir başka yazısını paylaşalım inş



“Bir işten boş kaldın mı hemen diğer işe giriş.” (Kur’an: İnşirah, 7-8)


Toz gibi yumurtadan çıkan minik bir yavrunun hayatına dikkatinizi çekeceğim. Altıgen bir kutunun içerisinde dünyanın en özel sütüyle sürekli beslenir. On binlerce kardeşiyle birlikte kendisine dadılık yapan işçiler yetişinceye kadar on bin kez doyurulur. Bu hızla altı günde ilk ağırlığının 1500 katına ulaşır.

Kutusundan çıkar çıkmaz, kimseden ders almadan ve boş beklemeden yuvasındaki atık maddeleri dışarıya taşır ve yuvayı yeni kardeşleri için temizler. Önce vücudunun salgıladığı mikrop öldürücü sıvıyı yuvaya sürer. Ardından da yeni doğan binlerce kardeşleriyle uyum içinde kanatlarını vantilatör gibi çırparak içerdeki kirli havayı dışarıdaki temiz havayla değiştirir.

Hayatı yeni başlamıştır ve son nefese değin durmayacak, yavaşlamayacaktır. Kovan içinde veya dışında, ilahi plan kendisine hangi görevi vermişse onu gerçekleştirmek üzere sürekli çalışır. İnsanlara bir kilo bal bırakabilmek için 40 bin kardeşiyle birlikte 6 milyon çiçeği dolaşır. Bir kilo bal uğrunda yüz bin km kanat çırpmayı, ya da dünyanın etrafında 7 defa dönmeyi göze alır.

Bal arısı çalışkanlığı sayesinde adını tarihe yazdırmış, insanların hayatında yer ve rol edinmiştir. İnsan da benzer biçimde İnşirah suresinin sonundaki ilahi emre tam uysa adı tarihe altın harflerle yazılır. Dertlerden kurtulur, huzur bulur. Başarının efendisi olur.

Başarımızı arttırmak ve hayatımızdaki değerleri yükseltmek istiyoruz. Bu yolda bize yol ve yordam sunacak eserler arıyoruz. Ancak son zamanlarda televizyonun ve internetin getirdiği eylemsiz, girişimsiz hayalcilikten sıyrılamıyoruz. Hele de anne babalarımız bizi koruyup besledikçe de cam fanus içerisinde hayatın çilelerinden mahrum büyüyoruz. Derken ergenlik çağı geçiyor ve ansızın yaşadığımızı, omuzlarımızda büyük bir sorumluluk bulunduğunu fark ediyoruz.

Önce kolay ve bedavadan yollar arıyoruz. Alın terinin değerini keşfedemeyenler piyangoyla, at yarışıyla hayata tutunabileceklerini sanıyorlar. Derken akıllı gibi görünerek başta türlü hayalciliklere kapılıyoruz. “Başarıyı hayal etmeyi başarının yeter şartı sayan” kitapların büyüsüyle bodruma çekilip hayal kurmakla hedeflerimize ulaşacağımızı sanıyoruz. Sihir gibi, hokus pokus yoluyla… Sonra da insanı yaratıcı yerine koyan sırlı, çekimli, kuantumlu formüllere inanıyor, yıllar içinde bir arpa boyu yol alamıyoruz. Biz böyle hayallerle oyalanırken hayat ayaklarımızın altından akıp gidiyor.

Küresel aktörlerin istediği budur. Kendi elitleri dışındaki toplulukları sürü yerine koyuyorlar. Sürüler düşünmemeli, sadece onlara hizmet için çalışmalı, dönen dolapları anlamamalı, boş hayallerle oyalanmalı. Sürüler sadece taklit etmeli, çılgınca tüketmeli, borç içerisinde kavranmalı, özgün bir sanata, ciddi bir beceriye sahip olanlarsa mutlaka kendi küresel değerlerine boyun eğenler arasından çıkmalı.

Küresel güçlerin pazarladığı her şey o güçlerin saflarını güçlendirmeye hizmet ediyor. Biz de başardığımızı kazandığımızı sanarak oyalanıyoruz ve yıllar sonra perdeler çekilince soyulduğumuzu anlıyoruz.

Bir sır arayana benim verebileceğim sır iki kanattır: Hikmetine uygun şekilde üretmek için çalış ve gerektiği gibi dua et. İste ve hakkıyla çırpın. Dua ve çalışma başarı güvercininin iki kanadıdır.

Hayatta yeterince başarılı olabilecek misiniz? İnsanların dünyasına muhteşem katkılar sunabilecek misiniz? İyi şeyler üretmek istemiyorsanız, yeşeren çekirdek olmak istemiyorsunuz demektir. Öyleyse ya ekildiğiniz toprakta, ya da sizi yiyen bir kuşun midesinde çürüyüp yok olursunuz. Değerinizi beslemek istiyorsanız yapacağınız bellidir:

-Hayatınızdaki tüm gereksiz meşguliyetleri çıkarıp atın.

-Başarının sadece alın terinden geçtiğini onaylayın. Alın terinizi katmadığınız başarının onurunu üstlenemeyeceğini kabul edin.

-Erken kalkın ki dünya erken kalkanların malıdır.

-Asla boş oturmayın. Ne televizyonun, ne bilgisayarın karşısında ne parkta, ne otobüste, ne kuyrukta… Hiçbir yerde bir dakika bile boş durmayın. Boş durmak, faydasız bir iş yapmaktır.

-Boş dakikalarınızda yapabileceğiniz faydalı işler, hobiler listesi oluşturun.

-Yapacak hiçbir iş bulamıyorsanız yürümek, gülümsemek, derin solumak, hatta salonu dağıtıp düzeltmek de bir iştir. Yapacak iş bulamamak imkânsızdır. Çevrede milyonlarca iş varken boş duran kimseyi suçlamasın.

-İlle de işi başkası vermek zorunda değil. Kendinize iş yapın. Siz de bir gün kendi işinize ücret ödeyebilir hale gelirsiniz.

-İşleriniz arasında saat başı 5-10 dakika kaslarınızı gevşetmek ve zihninizi boşaltmak için durun. Ancak en iyi dinlenmenin yolunun da farklı biçimde çalışmak olduğunu unutmamalısınız.

İnsanı çok çalışmak bir yorarsa, boş oturmak on yorar.

Çalışarak ilerleyeceksiniz ve attığınız her adım sizi yeni bir kapının önüne getirecek. Siz ilerledikçe yeni yollar açılacak. Çalışmaya alışmanızın sonunda,

-Akşamınıza gönül huzuru içerisinde uyumaya hazır ulaşacaksınız.

-O günkü iş ve üretim hâsılanız kalbinizi coşturacak.

-Yaşamanın, kendini gerçekleştirmenin evrende varlık, etki ve iz oluşturmanın değerini kavrayacaksınız.

-Sevilen meşguliyetlerle en ciddi hastalıkların bile iyileşebildiğini fark edeceksiniz.

-Vücudunuzdan toksinleri, zihninizden düşünce virüslerini atmış olacaksınız.

-Basit kafalarla ve dedikodularla kıvranan doyumsuz ve tatminsiz insanlarla aranızda uçurumlar oluşacak.

-Üretiminiz ve birikiminiz hızla artacak, başarınız geometrik katlanacak.

-Varlığınız insanlığa rahmet olacak ve vesilenizle çok sayıda insanın ıstırabı dinecek.

Edison’a başarısının sırrını sormuşlar da yüzde birini zekâyla, yüzde doksan dokuzunu çalışmayla ilişkilendirmiş. Çalışmaya köle olan başarıya sultan olur. İşte başarının sırrını açıklayan o ayet: “Bir işten boş kaldın mı hemen diğer işe giriş.” (Kur’an: İnşirah, 7-8)

Çalışmanın coşkusunu keşfetmek muhteşem bir ilahi lütuftur. Şükürsüz gönüller çalışmaktaki lezzetleri tadamıyorlar. Herkesin çalışmanın coşkusunu keşfetmesini dilerim.
Dr. Muhammed Bozdağ

Esma_Nur 09 Ocak 2012 10:36

Cevap: Hayata Dair
 
“Misafirim –‘Ben yemekten ekmeği kestim ve bir buçuk ayda yedi kilo verdim. Sigarayı da böyle kolay bırakmıştım.’ dedi. “ -Ne muhteşem irade! Nasıl başardın?’ dedim. ‘-Ben aslında dünyanın en iradesiz insanıyım. Çok kolay oldu. Günde içtiğim iki paket sigaranın biri bitmeden öbürünü yakardım.

Her gece ‘Allah’ım no’lursun, bu son sigaram olsun diye yalvarır, sabah olunca da dayanamaz hemen yenisini yakardım. Sonunda güçlü bir heyecanla iki hafta içinde bırakacağım dedim ve bıraktım. Bir sonraki sigarayı içmeyeceğim dedim ve hala içmiyorum. Bakkaldan alıp eve gidinceye kadar yarısını yediğim ekmeği de bıraktım dedim ve artık yemiyorum.’

Misafirimdeki değişimin sırrı sözlerinin satır arasında saklıdır. O bir yönde değişmeyi çok istemiş, çabalamış ve bir türlü başaramasa da her gece, ‘Allah’ım no’lursun!’ diye yalvarmıştır. Anlaşılan o dur ki ısrarlı, sabırlı ve içten dualarının karşılığında Allah iradesine yardım etmiş ve başarmasını sağlamıştır.”
M. Bozdağ

Esma_Nur 10 Ocak 2012 23:35

Cevap: Hayata Dair
 
"Ya kazanamazsam korkusuyla bunalıyorum."

“-Sınava hazırlanıyorum ve ‘ya kazanamazsam korkusuyla bunalıyorum.’ Bu dayanılmaz stres içerisinde çalışamıyorum ve çalışsam da anlayamıyorum. Ne yapayım?’

-Başaramama ihtimalinden korkmanın ürettiği stres vücut organlarınızın doğal çalışma ritmini bozar. Beyin, böbrek ve tüm sistemler ‘savaş ya da kaç’ ilkesine göre ve bozuk çalışır. Tüm enerjiyi savaşa göre kullanan beyniniz zihinsel etkinliklere harcanacak enerji bırakmaz. Bu öz sabotajdır, insanın kendisini başarısızlığa sürüklemesidir. Başka sebep olmasa da sadece bu korku başarısızlığa yeter.
Detaylarını kitaplarımıza havale edip şu kadar yazayım: Zamanınızı hoyratça kullanıp çalışmadıysanız zaten endişelenmenizin anlamı yok. Ektiğinizi biçersiniz. Ama elinizden geleni yapıyorsanız stresten kurtulmalısınız ki beyniniz iyi çalışsın. Bunun için tevekkülü yani ‘Allah’a gönülden güvenmeyi’ kavramalısınız. Kendinize teslimiyeti telkin edeceksiniz. Yani:

Size düşen kendi göreviniz olan ‘kurallarına uygun’ çalışmaktır. Başarınızı yaratmak Allah’ın işidir. Allah dilerse süper eğitimli insanın başına bir dert verir sınav günü de başarısız kılar. Dilerse de eksiklikleri olan kulunu, sezgi gibi sebeplerle destekleyerek başarılı kılar. Benzetirsek, buğdayı siz ekeceksiniz ama başağı siz yaratamazsınız. ‘Elimden geleni yaptım mı?’ diye sorun. Yapmışsanız içiniz rahat olsun. Geçiminizi, işinizi, hayata tutunmanızı Allah yaratıyor, sebepler değil. Şimdiye, şu andaki işinize odaklanın. Sınav gününe kadar yaşayacağımızdan emin bile değilken, neden sonrasının derdine düşelim ki?”
Dr. Muhammed Bozdağ

Esma_Nur 25 Ocak 2012 09:25

Cevap: Hayata Dair
 

Kim ettiğini bulmaktan kaçabildi şimdiye kadar?

“Bir tanıdığım bana çok zor durumdaki bir hanıma maddi yardım aradığını söyledi. Hanımın durumunu sordum: Hanım eşinden yıllarca ağır şiddet görmüş, eşi terk etmiş kendisini bir ara, sonra kavgaya karışıp hapse girmiş, çıkmış, sonunda evine dönmüş ve hemen ardından da düşerek felç olmuş. On beş yıllık ailenin hanımı hem üç çocuğunu okutuyor ve hem de yatalak bir kocaya bakıyormuş. Ne kadar zor bir imtihan değil mi?

‘Allah’ın hikmetinden sual olmaz. Lakin bu hanım araştırmamış mı, bu adam saygılı mı, ahlaklı mı, bir yuvaya baba olarak seçilmeye layık mı? Kim evlendirmiş bunları?’ diye sordum.

Hanımın ablası kendisinden önce evlenmiş. Kendisi de nişanlıymış. Ablası, kocasının çok yakışıklı bir erkek kardeşi olduğunu söylemiş kendisine, kafasını çelmiş. Daha yakışıklılık heyecanına kapılıp düğünden bir gün önce kaçmış evinden, varıp bu adamla evlenmiş. Geride gözerini dizlerine kapayıp utanç içerisinde titreyen bir anne-baba ve bir de nişanlı bırakarak. Doğrusunu Allah bilir; şahsen bu acı hayatın o yanlış davranışa kaderden gelen karşılık olduğu kanaatindeyim.

Kaderden dert gelince kim çekmem diyebiliyor ki? Kim ettiğini bulmaktan kaçabildi şimdiye kadar? Ne olurdu, imanımızı güçlendirebilseydik de, kaderin kudretli Sahibine yeterince saygılı davranabilseydik.”
Dr. Muhammed Bozdağ
Ne dersek kendimiz ediyoruz değilmi kişi iradesine sahip çıkmadığı zmn sonuçlarını çok ağır ödüyor...Güçlü bir iradeye sahip olmak dileğiyle.

Esma_Nur 01 Şubat 2012 19:13

Cevap: Hayata Dair
 
Baş tâcı annelerimizle ilgili yaşanmış bir hikâye:

Henüz çok gençken kocasını kaybetmiş, ondan kalan tek oğlunu yetiştirmek için dişini tırnağına takarak çalışmıştı.
Onu kimseye muhtaç etmeden okutabilmekti arzusu.

Bu hayallerle geçirdi günlerini. Gençti, güzeldi ama geri çevirmişti evlenme tekliflerini; oğlunu yaban ellere vermemek istiyordu.

Başkalarına çamaşır yıkadı, temizlik yaptı, oğlunu hiçbirşeye muhtaç etmedi. Oğlu okuyacaktı, mesleğini eline alınca artık kalan ömrünü yavrusunun yanında geçirecekti. Bu hayallerle geçti yıllar, bu hayalle bitti yıllar...

Nihayet oğlu hukuk okudu, hâkimlik görevine başladı. Anne sevincinden yere göğe sığmıyordu.Sıra oğluna layık kız bulmaya geldi, bunuda bulunca artık gözleri arkasında kalmayacaktı.

Tam istediği gibi bir kız buldu.Dışını görüyor, içinden haberi yoktu.Seviyordu gelinini öz evladı gibi.Bir an önce düğün olsun istiyordu.Sanki kendi evlenecekti.Bir an önce taşınmak istiyordu yeni evlerine; artık bir köşeye oturup torunlarını sevecek, geçmiş onun için tatlı bir hatıra olacaktı.

Nikah gününe 1 ay kalmıştı, damat gelini alarak yeni evlerine yerleşecek, eşyaların yerlerini ayarlayıp ölçülerini alacaklardı.Bütün eşyaların yerleri ayarlanmış,tek tek güzel bir görüntü kazandırılmıştı.

Bu sırada gelin kız nişanlısına dönerek "Cihan! Böyle güzel oldu ama şu Çöp Tenekesini nereye koyacağız?"

Şaşırdı genç adam , hayret dolu sesle" Koskoca evde bir çöp tenekesini koyacak yer bulamıyormusun?"

Tezgahın altına koy! "Yok yok hiç olurmu" " balkona koyarsın? "Orayada hiç uymaz" Yahu çöp tenekesini koyacak yer bulamıyor musun?" "Onu demiyorum canım ANNENİ diyorum ANNENİ!"

Genç kızın ağzından çıkan cümleler genç adamın kalbine işlemiş, beynini döndürmüştü.Varlığında baş tacı olan annesi, Kendisi için el kapılarında çalışan annesi demek bir çöp tenekesi yerine koyuuyordu.Demek Annesi çöp tenekesiydi. O çilekar o fedakar kadını, canı gibi sevdiği annesini koyacak yer bulamıyordu hayat arkadaşı olan kızda,anasına çöp tenekesi diyordu!

Tek kelime konuşmadı, eve dönüncede bir şeyden bahsetmedi; zavallı anne gelinin kendisi hakkında düşündüklerinden habersiz nasıl olduğunu soruyordu durmadan,onu övüyordu.

Acı acı güldü bu durum karşısında genç adam.

Nihayet nikah günü gelmişti.
Bütün hazırlıklar bitmiş, arabalar dairenin yolunu mekan tutmuşlardı.
Salon ağzına kadar doluydu.
Dışarıya taşan davetli kulesinde heyacan kol geziyordu,yeni evlilikleri görebilmek için.

Ve memur geline sordu:

"Kızın ! Ahmet oğlu Cihan'ı zevceliğe kabul ediyor msun?" "Evet"

"Peki oğlum sen Zeynep kızı Zeliha'yı zevceliğe kabul ediyor musun?" "Hayııırr.Etmiyorum"

Salonu ayağa kaldırdı bu ses.Gözlerinde hayret ifadesiyle herkes şok geçirmiş gibi erkeğe, Cihan'a bakıyorlardı.

Memur şaşırmıştı: "Peki şimdiye kadar neredeydin"
"Efendim! Babam beni küçük yaşlarda bırakıp vefat etti.
Annem dışarılarda çalışarak gençliğini bana harcadı ,çalıştı ve çabaladı.
Giymedi giydirdi, yemedi yedirdi.
Beni büyüttü okutup adam etti.
Annem benim yanımda oturacak, rahat edeceği zaman bu gördüğünüz gelin hanım annemi bir çöp tenekesi yerine koyarak evde onu koyacak yer bulamıyor.
Annemi bir çöp tenekesi olarak görüyor ve istemiyor.
Benim annemi istemeyen, ona o şekilde muamele yapan kadını bende istemiyorum.

"Varsa annesine çöp tenekesi dedirtecek, buyursun gelini alsın!"

Yerinden kalkarak annesini aldı, hayret ve gözyaşları içerisinde salondan ayrıldı.
Bu olaydan sonra gelin kız evine döndü ve aradan 20 yıl geçmesine rağmen evlenememiş.
(alıntı)

Esma_Nur 23 Mayıs 2012 16:28

Cevap: Hayata Dair
 
Allah katında 'başarılı kişi' kimdir?


Herkes bir şeyleri başarmaya uğraşıyor...

Hiç düşündünüz mü, Allah'a göre "Başarı nedir ve başarılı kişi kimdir?"

Evvela akıllı olmak önemli değil, aklımızla neye hizmet ettiğimiz önemlidir. Öyle akıllılar var ki; devleti dolandırıyor. Öyle akıllılar var ki; kumar oynuyor, milyonlar kazanıyor. Öyle akıllılar var ki; dünyayı parmağında döndürüyor. Akıl, su gibidir; konduğu kabın rengini ve şeklini alır. Nasıl ki bıçak, doktorun elinde tedavi eder, katilin elinde cinayet işlerse, aynı şekilde akıl da iyiye ve kötüye kullanılabilir.

Mesela "Başarılı olmanın sırları" türünde kitaplar yazıyorlar. Bu kitaplar güzel konuşmanın sırları, zengin olmanın çareleri, tahsili tamamlayıp memur olmanın, amir olmanın yollarını anlatıyor. Demek ki "hayatta başarılı olmuş kişi" vasfını almanın şartları, zengin olmak, şöhret sahibi olmak, üstün bir makam ve mevki sahibi olmak, şimdiki ifadeyle kariyer yapmak vs... ile ölçülüyor.

Zengin olmak başarıysa, Karun da zengindi fakat servetiyle firavun oldu. Mao, Stalin belki çok yüksek makama ulaştılar amma ne oldu? Ölüp gittiler... Bu gibi kişilerin hayatına baktığımızda "başarılıydı" diyebilir miyiz?

Üstad Bediüzzaman buyurmuş ki; "Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme!.."

Demek ki başarının sırlarını anlatan kitaplar, okullar, öğretmenler, sistemler, sadece maddi medeniyetin sırlarını anlatıyorlar. Allah için başarılı olanlar ise peygamberler, evliyalar, asfiyalar ve İslam alimleridir. Müslümanlar bir ordu gibidir; bir zafer kazanılsa, o zaferde mareşalin de neferin de hissesi vardır. Bu gerçeğe göre başarılı insan, Allah rızası için yapılan her işin bir ucundan tutan kişidir...

Mesela yakinen tanıdığım birisi daima haram yollarla zengin oluyordu. Bir gün yeğeni demiş ki; "Dayı, haram işler yapıyorsun, günah olur, itibarını da kaybedersin." Adam bağırmış, "Sen daha küçüksün! Bu işlere aklın ermez. Para her şeyin üstünü örter." O sohbet böyle kapanmış. Arkadaş bilmiyordu ki, hangi söz ve davranış "günah" olarak belirlenmişse, o fiil, pimi çekilmiş bir bombadır. İnfilak ettiğinde insanı parça parça eder...

Seneler birbirini kovalıyor. Bu arkadaş hastalanmış. En iyi hastanelerde tedavi olmuş, doktorlar getirtmiş. Doktorlar, ellerinden geleni yapıyormuş fakat adamın hastalığı hızla yayılmış. Adam bir lokma yiyemez hale gelmiş. Yeğeni demiş ki, "Dayı, hani para her işi hallederdi?" Yolun sonu göründüğü için adam şaşkınlık içinde... Demiş ki, "Bilemedim... Anlayamadım..."

Bir düşünürün cümlesi şöyle: "İnsanoğlunun tüm başarıları ve üstün zekâsı onu yine de mezardan öteye götüremeyecek."

Seksen senelik tecrübemle anladım ki; asıl başarı, her şartta ve her an, İslamiyet'i yaşamak, bir adım dahi olsa o dairenin dışına çıkmamaktır.

Ne mutlu Allah rızası için çalışıp Allah rızası için harcayana...



Yazar:
Hekimoğlu İsmail

suhtem 23 Mayıs 2012 21:19

Cevap: Hayata Dair
 
Seksen senelik tecrübemle anladım ki; asıl başarı, her şartta ve her an, İslamiyet'i yaşamak, bir adım dahi olsa o dairenin dışına çıkmamaktır.

Ne mutlu Allah rızası için çalışıp Allah rızası için harcayana...



Yazar:
Hekimoğlu İsmail
evet000
Sağolasın Esma ablam :)

Esma_Nur 24 Mayıs 2012 09:14

Cevap: Hayata Dair
 
Sağolasın Esma ablam :)[/QUOTE]

Okuyan gözlerine sağlık sende saol Suhtemcim:)

Esma_Nur 28 Mayıs 2012 13:32

Cevap: Hayata Dair
 
Üçe On Kala

Geldim, geldim!' diye haykırdı, merdivenleri koşar adım inerken. Kapıdakinin acelesi olmalıydı. Tokmağa bir dokunmuş, bir daha bırakmamıştı, art arda çalıp duruyordu. Hasibe Anne kızgınlıkla karışık bir telâşla kapıyı açtığında gözlerine inanamadı.

-Cemil!

Oğlunun ismi, bir hayret nidası gibi dökülmüştü dudaklarından. Onu altı ay önce Sibirya'ya göndermiş, bu kadar çabuk döneceğini tahmin etmemişti. Onca yıl okulunu bitirmesini beklemiş, tam artık ayrılık bitti derken, 'Gitmeliyim!' demişti, Cemil. 'Gitmeliyim anne, bir insanlık davasına ben ömrümü vermeliyim, sen de evlâdını vermelisin, bizden evvelkilerin ömürlerini, servetlerini, oğullarını verdikleri gibi.'

Anadolu kadını... Onu dinledikçe hak vermiş: 'Git oğlum.' demişti. Bilecik istasyonunda oğlunu cepheye uğurlayan ana gibi; 'Git.' demişti; o da Sibirya'nın buz iklimine Anadolu'dan sıcak bir esinti olarak gitmişti.

Gideceği günün akşamında annesi oğlunun başını dizine koymuş okşamıştı, çocukluğunda olduğu gibi. Sonra çeyiz sandığını açmış, içinden köstekli bir saat çıkarmış ve, 'Al oğlum, bu babanın yadigârıdır, ona da babasından kalmış. Bu aile yadigârına baktıkça anacığını hatırlar, babana da dua edersin.' demişti.

Annesinin ellerini öpüp yüzüne sürdü: 'Seni hiç unutur muyum anne!'

Sonra ayağa kalktı, çantasından bir çalar saat çıkardı: 'Madem öyle, ben de sana kendi saatimi bırakayım. Bu herhangi bir saat değil ha! Kalbimin nabızlarıyla beraber atar. Bu halkalar da benim eserim.’

Cemil, saate üç tane döner halka takmıştı. Bu halkalardan saatin merkezine birer ok uzanıyordu. Birinci halkada 'sabah', ikinci halkada 'kuşluk' üçüncüsünde ise; yalnızca 'T' yazılıydı. Mevsimine göre bu halkalar bir saatin üzerinde sabit duruyordu.

Yeni bir anlayışla hayata gözlerini açtığı günden beri sabahleyin uyanınca, saati kuşluk halkasına kurar, gece yatınca da "T" halkasının üzerine getirirdi. Bunu annesine anlattıktan sonra: 'Sen de aynısını yapar, bana dua edersin.' demişti. Ve daha neler neler konuşmuşlardı. Sabahleyin namaz vaktinde annesi onu uyandırmış ve uğurlamıştı. Bir gidişi vardı ki, fecir vakti sanki karanlığın üzerine sefere çıkmış bir ışık süvarisi idi. Güneşi henüz uyanmamış yerlerin, güneşini dürtmeğe gidiyordu sanki. Tam da bu gidişin dönüşü tez olmaz diye düşünürken, şimdi oğlu karşısındaydı. Her ananın yaptığı gibi açabildiği kadar kollarını açtı ve oğlunun boynuna sarıldı. O an bir karanlığa açıldı gözleri. 'Yavrum' dedi, ağır ağır doğruldu yatağından. Saat "T" halkasının gösterdiği zamana geliyordu. ‘Bu gece sahibin beni uyandırdı, sana ihtiyaç kalmadı.’ diyerek saatin düğmesini kapattı. Abdest alıp seccadesini serdiğinde gözü bir kere daha saate takıldı. Akreple yelkovan yerlerinde duruyordu. Saat üçe on kalayı gösteriyordu. Saati eline alıp baktı. Hayret, Cemil'in saati durmuştu. Anlatılmaz duygularla: 'Yavrum' dedi, 'Nereden bildin saatin durduğunu da gelip anacığını uyandırdın.'

Huşu içinde namaza durdu. Ayrı bir hal kapladı içini bu gece. Sabaha kadar dua dua yalvardı.

....

Birkaç gün sonra, ürkek dokunuşlarla kapısı çalınmaya başladı. Eski evin merdivenlerini gıcırdata gıcırdata inip kapıyı açtı. Nur yüzlü iki genç duruyordu. Uzun boylu olanı ancak duyulacak bir sesle: 'Hasibe Anne siz misiniz?' dedi.

'Evet!'

'İçeriye girebilir miyiz Hasibe Anne? Biz Cemil’in arkadaşlarıyız.' dediler.

Hasibe Annenin gözleri parladı, sevinçli bir telâşla: 'Tabii, tabii! Buyurun evlâdım!' dedi. Ardından heyecanla:
—Cemil, Cemil de geldi mi? O nerede?
—O gelmedi Hasibe Anne...
—Ama bu elinizdeki onun çantası...

İkisinin de bakışları yere indi. Bu ne çetin bir şeydi Allah'ım. İlk konuşan kendisini zar zor toparladı:
—Hasibe Anne, bu çanta onun, ama...

Devamını getiremedi, kelimeler yaş olup indi gözlerinden. Anlamıştı Hasibe Anne, bir anneden daha iyi kim bilebilirdi ki gözyaşı lugâtini. Olduğu yere yıkıldı. Ağlayışlar kim bilir ne kadar sürdü, sonra, 'İnna lillah ve inna ileyhi raciun / Allah'tan geldik, O'na döneceğiz.' dedi. Tevekkül, teslimiyet; çizgi çizgi bir sükunet şekillendirdi yüzünde:
'Nasıl oldu?' diye sordu.

'Biraz hastaydı, doktora götürdük. Durumu iyiye gidiyordu, o akşam da çok iyiydi. Hattâ talebeleri ziyaretine gelmişlerdi. Onlar gittikten sonra yordum galiba kendimi diyerek odasına çekildi, bir daha da uyanamadı.'

— Pekiyi ya naaşı...

Yine bir gözyaşı nöbetine tutuldu Hasibe Anne, devamını getiremedi.

Uzun boylu olan kendisine bazı kâğıtlar uzatarak:
— Sabahleyin naaşının yanında bunları bulduk. Sanki vefat edeceğini anlamıştı. Israrla, hemen ertesi gün öldüğü topraklara gömülme isteğini yazmış bu sayfalara. Biz de oğlunuzun bu kadar ısrarlı son isteğini kırmayacağınıza inanarak onu okulumuzun bahçesine defnettik, çok sevdiği talebelerinin seslerini duyabileceği bir yere...

Sonra cebinden köstekli bir saat ile bir zarf çıkarıp Hasibe Anneye uzattı:
- Bunları da size bırakmış Hasibe Anne, bu oğlunuzun saati, bu da size yazdığı son mektup.

Hasibe Anne, saati avucuna alacak şekilde zincirini koluna doladı, ardından titrek ellerle mektubu aldı, dudaklarına götürüp öptü ve uzun uzun ağladı. Her şeye rağmen nezaketini muhafaza ederek: 'Müsaade eder misiniz evlâtlarım?' diyerek kalktı.



Oğluyla son defa konuştukları sedir üzerine oturdu. Oğlunun başı dizinde, gitmeden önce söylediği sözler bir kere daha yankılandı kulaklarında. ‘Artık bundan böyle sana dua etmek, bana da bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşturmak düşer. Ve belki de bir gün cennette zümrütten sedirlerde otururuz anne! Ben yine başımı böyle dayarım dizine, sen de bir yandan saçlarımı okşar, bir yandan da bana ninni söylersin. Bir ana için evlâdının başını dizlerinde okşamak ve bir evlât için anasının içli ninnisini, zamansız bir mekânda sonsuza kadar dinlemek, ne muhteşem...’ Zar zor açtı mektubu:

'Anacığım!' diye başlamıştı Cemil. “Ömrüm bitmeden bu mektubu tamamlayıp tamamlayamayacağımı bilemiyorum. Bu mektubun ikimizin sırrı olarak kalmasını istiyorum. Buralar ne soğukmuş meğer anne, iliklerim dondu. Üşüyorum anneciğim, çok üşüyorum. Bu mektubu hasta, yatağımda yazıyorum. Akşam talebelerim beni ziyarete geldi. Şifa bulmak için onlara dua ettirdim. Bir dua edişleri vardı ki anne, görmeliydin...



Bin tane canım olsaydı ve bin tanesi de bu soğukta buz kesseydi, yine de gelirdim buralara anne. Bu akşam seni çok aradım. Burada olsaydın, nane limon kaynatır beni terletirdin. Şu an burada olamayışına artık yanmıyorum. Çünkü anne, bir ara dalmıştım ki, birden odamın kapısı açıldı. İçeriye nurdan bir abide girdi. Görür görmez ayağa fırlamak istedim; ama kalkamadım, takatim yoktu. 'Üşüdün mü Cemil’im, çok mu üşüdün?' dedi. Bana ‘Cemil'im dedi anne! ‘Cemil'im dedi! Çıkarıp hırkasını giydirdi.

Dahası ‘gel’ dedi, artık ebediyen üşümeyeceksin. Kalkmaya çalışırken yatağımdan fırlamışım. Davetine uyup gideceğim anne. Gitmeden belki sana da uğrarım. Benim için üzülme, ben de senin için üzülmeyeceğim. Beni uğurlarken, ‘Allah'a emanet ol.’ demiştin ya şimdi ben de seni O'na ve Habibine emanet ediyorum. Bana bir Fatiha oku ve Allah'a emanet ol anne...”

Oğlun Cemil

Mektup düştü ellerinden Hasibe Annenin. Dudakları gayri ihtiyari kımıldadı. Şimdi Fatiha okuyordu Cemil'e, sanki kulağına ninni fısıldıyordu. Ellerini yüzüne sürerken gözleri Cemil'e verdiği ata yadigârı saate takıldı. Saat üçe on kalanın üzerinde durmuştu.

M. Sacid ARVASİ

suhtem 28 Mayıs 2012 16:44

Cevap: Hayata Dair
 
:....(

Esma_Nur 01Haziran 2012 17:14

Cevap: Hayata Dair
 
Yalnızlık Çıkmazı ve İnsanımız


21. yüzyılda insanoğlunun karşılaştığı en önemli problemlerden birisi, kendini hayatta yalnız, yapayalnız hissetmesidir. Bu yalnızlık duygusu, bütün insanlardan uzak, tabiatın ortasında yaşamak mânâsında bir yalnızlık değildir. Meselâ insanın iş yoğunluğundan sıkılıp, kendini toparlamak için iradî olarak kısa süreliğine yalnız kalmayı istemesi, kötü bir tercih değildir. Kişi kendini dinleme sürecini, iradesiyle yönetebilir veya yönlendirebilirse, bu yalnızlık hastalık hâline gelmez, aksine bazı işlerin yapılması için itici bir güç olur.

Ne var ki günümüz insanı, kalabalıklar içinde kendini yalnız hissetmektedir. Burada kişinin yaşadığı yalnızlık, iş arkadaşları, akrabaları, dostları, hattâ aile fertleri yanındayken bile hissettiği yalnızlıktır. Cahit Sıtkı Tarancı, günümüz insanının içine düştüğü ve derinden hissettiği bu duyguyu şiirlerinde şöyle anlatır:
"Öyle yalnız kaldım ki hayatımda,
....

Hangi kapıyı çalsam kimseler yok
Hangi omuza dokunsam yabancı çıkar."

Acaba günümüzde insanlar kendilerini neden bu kadar yalnız hissetmektedir? Niçin kapılarını çalacak arkadaşları, iç dünyalarını paylaşacak gerçek mânâda dostları yoktur? Yüzyılımızda insanların sahip oldukları makam, mevki, mal, mülk, servet, para, kurdukları yuvalar, işi, eşi, aşı, sahip oldukları bunca teknolojik imkân, onları eğlendirecek yüzlerce eğlence aracı ve sosyal paylaşım siteleri, büyük ve kalabalık alışveriş merkezleri nasıl oluyor da insana yalnızlığını ve kimsesizliğini unutturamamaktadır?

Niçin insan, her akşam elinde kumanda, kanaldan kanala dolaşmakta ve bir türlü tatmin olamamaktadır. Facebook, twitter, google+ gibi onlarca duygu, düşünce ve yorum paylaşım sitelerinde dolaşan ve yüzlerce arkadaş ve dost edinen insan, neden hâlâ gerçek mânâda dost bulamamaktan yakınmaktadır?



Her gün gittiği oyun ve eğlence merkezleri, kafe ve sinema onu sadece geçici zevklerle tanıştırıp, çok kısa süreler için avuturken, acaba iç dünyasında niçin kalıcı bir huzur ve sükûn sağlayamamaktadır? Sahip olduğu bunca servet, banka hesapları, hisse senetleri, yazlık, kışlık saray yavrusu evler, son model arabalar, havalı makam ve mevkiler, üst yönetici pozisyonları, şan ve şöhret, medyatik görünürlük, insanın içinde oluşan derin boşluğu ve iç sıkıntısını niçin bir türlü ortadan kaldıramamaktadır?

Acaba her gün televizyona çıkıp, çeşitli programlara katılarak insanları güldürmeye, onları rahatlatmaya çalışan, onlara yalnızlıklarını unutturmaya gayret eden bunca sanatçı, başta kendileri olmak üzere, niçin seyircilerini bir türlü bu yalnızlık duygusundan kurtaramamaktadır? Üstelik bu programları sunanlar, gönüllerindeki derin boşluğu doldurmak veya unutmak için acaba niçin kendilerini içki ve uyuşturucunun kucağına atmaktadır? Günümüzde büyük şehirlerde insanlar, acaba neden apartman dairelerinde giderek çoğalan sayıda köpek beslemektedir?

Bu insanlar, acaba neden en yakın dostlarından ve arkadaşlarından çok, bu hayvan dostlarına güvenmektedir? Verilen örneklerden açıkça görüldüğü gibi, insanoğlu hiçbir devirde, kendini günümüzde olduğu kadar yalnız ve kimsesiz hissetmemiştir. Burada görünür sebeplerin çok ötesinde karmaşık, büyük bir problemle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Dolayısıyla önce bu problemi tam ve doğru olarak tespit etmek, sonra o problemi ortadan kaldıracak çözümler üzerinde durmak gerekir.

Yalnızlık ve kimsesizlik duygusunun oluşmasında iki temel sebep karşımıza çıkar. Birincisi, gönlün ve kalbin ihtiyaçlarını tam olarak karşılayacak kuvvetli bir imandan, teslim ve tevekkülden mahrum olmaktır. Eğer insan, sağlam bir iman, öte duygusu, teslim ve tevekküle sahipse ve gönülden inandığı, bağlandığı bir gaye-i hayali (ideali) varsa, hiçbir zaman kendisini tam olarak yalnız hissetmez. O, bütün insanlar karşısında olsa bile, "Bana dost olarak Allah yeter!" diyebilecek kadar, kendi iç dünyasının kahramanıdır. Böyle bir insan yaşasa yaşasa, geçici ama tatlı, dayanılabilir gurbet esintileri hisseder. Modern psikolojide de, yalnızlık duygusunun önemli bir sebebinin Allah-kâinat-hayat ve insan arasındaki sırlı münasebeti anlayamamaktan kaynaklanan "anlamsızlık" ve değersizlik hissi olduğu vurgulanmıştır.

Bir başka ifadeyle ontolojik mânâ krizi, yalnızlık duygusunun önemli sebeplerinden biridir. Yalnızlık duygusu, teknolojik bakımdan gelişmiş toplumlarda daha yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Meselâ Amerikan toplumunda özellikle üniversite öğrencileri arasında yaygın bir problem olarak dikkati çeker. İlmî bir araştırmaya göre, üniversite 1. sınıf öğrencilerinin % 75'i kalabalıklar içinde kendini yalnız hissettiğini söylemiştir.

Bir de bunların dışında insanın mizacından, tabiatından, ahlâk ve karakterinden, kimseyi beğenmemesinden ve kimseye güvenmemesinden, herkesten şüphelenmesinden, paranoyak yaklaşımlarından kaynaklanan yalnızlık ve kimsesizlik duyguları da vardır. Bu tür yalnızlık duygusunun çözümü, kişinin iradî olarak kendini eğitmesi, sivri, zayıf ve zararlı yanlarını törpülemesiyle mümkün olur.
Yalnızlık hissinin ikinci sebebi ise, insanın çevresinden, dost ve arkadaşlarından gördüğü samimiyetsizlik, riyakârlık, menfaatini önde tutma, bencillik, vefasızlık, sır tutmama, zor zamanda yanında olmama, aldatılma ve dolandırılma gibi tutum ve davranışlardır. Bu ikinci sebebin oluşmasında insanın çevresini, arkadaş ve dostlarını iyi seçememesi kadar, onların negatif özellikleri de önemli bir rol oynar.

Bütün bu saydığımız yalnızlıklardan farklı olarak, anlaşılamamaktan, nâdânlar içinde kalmaktan, bir türlü kendi seviyesine ve mânevî derinliğine uygun insan bulamamaktan kaynaklanan farklı bir yalnızlık çeşidi vardır ki, bu yazıda üzerinde durulan yalnızlıktan fersah fersah uzaktır.

İnsanın yaşadığı bu menfi, yıkıcı, onu bitirip tüketen yalnızlık duygusu, Türk edebiyatına da yansımıştır. Yeni Türk edebiyatına baktığımızda, yalnızlık duygusuyla boşluk hissi, can sıkıntısı ve ölüm korkusu arasında yakın bir münasebet görülür. Orhan Veli Kanık, Cahit Sıtkı Tarancı gibi birçok şairin şiirlerinde, bu duyguların iç içe anlatılması bir rastlantı değildir. Sözgelimi Cahit Sıtkı Tarancı, "Otuz Beş Yaş" şiirinde yalnızlık duygusu ile ölüm korkusunu birlikte işler:

"Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız."

İnsan psikolojisi üzerinde çok olumsuz tesirleri olan bu duyguların kaynağı, çoğunlukla birbirine benzer: Millî ve mânevî değerlerden uzaklaşma, gönül dünyasının fakirleşmesi.

Türk edebiyatında 2. Meşrutiyet nesli ve Cumhuriyet'in ilk nesli, millî ve mânevî değerlerden uzaklaşıp, pozitivist bir anlayışa sahip olduklarından dolayı, yalnızlık duygusunu derinden hissetmiştir. Bu nesillerin büyük bir kısmı, ailelerinden ve okullarından hayatta kendilerini ayakta tutacak hiçbir değer ve inanç edinememiştir. Bu yüzden de, derin bir boşluk duygusuna düşmüş, hayatı, insanı ve kâinatı mânâlandıramamış, kendilerini ölüm korkusuna kaptırmış ve derin bir yalnızlık duygusu içinde kıvranmıştır.

Eski Türk edebiyatında ise, ölüm korkusu, boşluk hissi, yalnızlık duygusu gibi, menfi denilebilecek duygularla çok az karşılaşılır. Çünkü dinî duyguları sağlam olan eski şairlerimiz için ölüm, hiçbir zaman korkulacak bir şey değildir. Yunus Emre yüzyıllar öncesinden,

"Ölümden ne korkarsın, çünkü Hakk'a yararsın,
Bil ki ebedî varsın, ölmek fasidler işidir."

diye haykırır. Onun için ölüm, yokluk değil, hiçlik değil, aksine ebedî âleme açılan bir kapıdır. Ölümle insan, bütün dostlarına, sevdiklerine kavuşur. Mevlâna Celaleddin-i Rumî de, ölümü bir "şeb-i arus" yani bir düğün gecesi olarak görür. Ona göre ölüm, en güzel Sevgili'ye kavuşmanın, Hakk'a yürümenin bir adıdır. Yüzyıllar boyunca, bütün eski Türk edebiyatına bu görüş hâkim olmuş; ölüm, edebiyatçıların dilinde, asla korkulacak, endişe edilecek bir şey olarak görülmemiştir. Fakat Tanzimat'tan (1839) sonra, bu durum, hızla değişir. İnanç temelleri yıkılan aydınlarımız ve edebiyatçılarımız, ölüm korkusu, boşluk hissi ve yalnızlık duyguları içinde kıvranır dururlar.

Yeni Türk edebiyatının ilk tanınmış temsilcisi Şinasi, eğitim için gittiği Paris'ten deist düşüncelerle döner. Hayatının son yıllarını, melankoli içinde yapayalnız geçirir. Hiç kimseye güvenmez, herkesten ve her şeyden şüphelenir. Etrafta el yazısı hiçbir kâğıt bırakmamaya çalışır. Ziya Paşa, çeşitli felsefî fikirler içinde bocalar. Kafası son derece karışıktır. Abdülhak Hâmit, zihnine takılan soruların hiç birine tatmin edici bir cevap bulamaz. Recaizade Mahmut Ekrem, çocuklarını küçük yaşta kaybetmenin hüznüyle bunalımlar içinde yaşar; hayatta kendini yapayalnız hisseder ve bir ağlama edebiyatı meydana getirir. Beşir Fuad, daha hayatının baharında, bilek damarlarını kokainle uyuşturup keserek intihar eder ve cesedini kadavra olarak kullanılmak üzere tıp fakültesine armağan eder. O da, bunalım ve buhranlar içinde yaşayıp, kendini yapayalnız hisseder. Servet-i Funun edebiyatının en tanınmış şairi, Tevfik Fikret şiirlerinde,

"Bütün boşluk: Zemin boş, asuman boş, kalb ü vicdan boş,"

diye feryat eder. Selçuklu ve Osmanlı tarih ve medeniyetine hayran Yahya Kemal Beyatlı bile, bu pozitivist, ateist ve deist rüzgârlardan etkilenip,

"Dünyayı saran boşluğu hissetmeyelim,
Peymaneyi boş bırakma, doldur saki,"

diyerek rindane bir yaşayışa ve içkiye sığınır.
Cahit Sıtkı, Orhan Veli ve Sait Faik, en yakın akraba, dost ve arkadaşlarına bile güvenmez. Hayatta kendilerini kimsesiz ve yalnız hissederler. Cahit Sıtkı Tarancı, bu neslin içinde bulunduğu ruh hâlini, bir şiirinde ne güzel anlatır:

"Babam kırdı, beni ilk önce babam,
Dosttan gördüm kahrın daniskasını,
Nankör çıktı, iyilik ettiğim adam,
Sevdiğim kız da, savdı sırasını"

Bu psikolojiyi yaşayan bir insanın elbette, kendini yalnız, yapayalnız hissetmesinden daha normal bir şey olamaz. Bu derin yalnızlık duygusu, bu nesli bitirip tüketmiş, birçoğunu daha genç denebilecek yaşta hayattan koparmıştır. Sait Faik'in 48, Cahit Sıtkı'nın 46, Orhan Veli'nin 36 yaşında ölmesi boşuna değildir. Hayat, kâinat ve hâdiseleri doğru şekilde mânâlandırmayı sağlayan bir imandan mahrum oluş ve kendini ayakta tutacak mânevî dinamiklerden yoksunluk, insanın sadece ebedî hayatını, öte dünyasını yıkmaz. Birçok örnekte açıkça görüldüğü gibi, onun dünyevî huzur ve mutluluğunu da yıkar, ortadan kaldırır.

Bu yüzden ölüm korkusu, boşluk hissi ve yalnızlık duygusu gibi menfi duygulardan kurtulmanın yollarını arayan insana düşen şey, imanın ve İslâm'ın aydınlık yolundan gitmektir. Ebedî huzur ve sükûnun ancak bu şekilde sağlanacağına gönülden inanmak ve bu konuda üzerine düşen vazife ve sorumlulukları en iyi şekilde yapmaktır. Bunu başarmanın en kolay yollarından biri de, hayatı, bu sorumluluğa sahip güzel insanlarla birlikte yaşamaktır.



yazar:Fatih BAĞCIOĞLU

Esma_Nur 04Haziran 2012 14:13

Cevap: Hayata Dair
 
İnan, İste ve İlerle
İsteklerime ulaşamadığım zamanlar kendi kendime hep şu muhasebeyi yapmışımdır: tüm bu ormanlar, dağlar, dereler, alabildiğine geniş ovalar benim olsa ve ben de gözlerini kaybetmiş bir hasta olsam. Gözlerime yeniden kavuşabilmek için hepsini hiç düşünmeden verirdim. Peki bize, onunla gördüğümüz her şeyden (neredeyse) daha kıymetli göz gibi bir organı ve daha nicelerini bağışlayacak kadar cömert olan, neden basit ve küçük isteklerimizi bazen vermiyordu. Bunun mutlaka bir sırrı olmalıydı da o neydi?
Nasıl istiyorsunuz? “ya olmazsa, ya başaramazsam, yıllardır istiyorum, çalışıyorum hâlâ olmadı” diyor muyuz? Böyle demenin, “Ya Allah yarat(a)mazsa, ya istediğimi ver(e)mezse, bu güne kadar istediklerimi ver(e)medi” demek anlamına geldiğinin farkında mıyız? Dahası, bu tür şüphelerle, “yapan benim, kendi gücümle kazandım” diyen Karun’a benzediğimiz ve Rabb’in rahmetini itham ettiğimiz bile söylenebilir.
İslâm Peygamberi asm bizi, dileklerimizin kabul edileceğinden emin olmaya davet ediyor: “Allah’a, kabul edileceğine kesin şekilde inanmış olarak dua edin. Şunu da bilin ki, Allah kendisinden gâfil ve başka işlerle meşgul bir kalbin duasını kabul etmez.”2 İstemekle, kabul edileceğine-gerçekleşeceğine-kesin emin olmak arasındaki ilişkiyi vurgulayan bu söz, başarının en heyecan verici boyutunu dile getirir.
İnanma gücü, Yaratıcının sınırsızlığına ayna olmak için insanın başvurabileceği tek kaynaktır. İnsan, alan; Yaratıcı, verendir. İnsan sınırlı; ama Yaratıcısı sınırsızdır.
Bedeninizde ve ruhunuzda yansıyan, hayat, güzellik, zekâ, zenginlik gibi tüm değerlerin kaynağı, evrenin Yaratıcısıdır. Bu değerlere ne kadar gelişmiş düzeyde sahipseniz, Yaratıcıdan o kadar almışsınız demektir. Diğer deyişle, Yaratıcının sıfatları üzerinizde ne kadar parlamışsa, size o kadar destek sunulmuştur. Yaratıcı, insanlardan gelen talepler arasında ayrım yapmıyor; insanlara dinlerine göre farklı davranmıyor. Çünkü yarattığı sistemi kanunlarıyla yönetiyor.
Yaratıcı sınırsız bir eminlik düzeyindedir. Bu yüzden, “bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye ‘ol’ demektir.”3
Bize nasıl davranacağını, “ben kulumun bana olan zannı üzereyim; zannı iyi ise iyi muamele ederim, kötü ise kötü muamele ederim”4 sözüyle açıklamıştır. Yani, Yaratıcının zekânızı daraltacağını sanıyorsanız, zekânız daraltılıyor.
Kendi hakkınızda yaptığınız değerlendirme, hakkınızda bir duaya dönüşüyor: “Ben üzüntülüyüm” demekten, “üzüntülü olmak istiyorum” duası çıkıyor. Hafızanızı kaybettiğinizi sanıyorsanız, hafızanız gerçekten de alınıyor elinizden.

Bir askerin gücünü, arkasındaki ordunun gücü belirler. Tek başına kendi silahıyla askercilik oynayan çocuk, büyük bir orduyu esir alamaz. Dolayısıyla “yapabilirim” derken, askercilik oynamayalım; bizim gücümüze değil, bizimle olan güce dayanacağız. Bir askeri, ordu kadar güçlü kılan, ordusunun arkasında olduğuna güvenidir. Yaratıcısının yanında olduğuna kesin olarak inanmayan, Yaratıcının kudretine hangi hakla dayanabilir? Üstelik O’ndan şüphe ettikten sonra, “bana vermedi” demeye hakkımız olabilir mi?
İstanbul’da açılan bir sınava başvuran yüzlerce kişiden dördüyle, başvuru kuyruğunda yapılan röportajı tv.’de izledim. Söylediklerine bakın: “Şansım milyonda bir de olsa denemek istedim. Kazanacağımı hiç sanmıyorum. Türkiye’de dayın yoksa kazanamazsın. Ne yapıp edip torpillileri kazandıracaklardır. Şans işte, bakarsın kazanırım...”
İnanmadığınızı başarabileceğinizi ümit ederseniz, emeğinizi lüzumsuz yere sarf etmiş olursunuz. Tereddüt içinde büyük bir iş yapmaktansa, emin olarak küçük bir iş yapın. On kat başarılı olacağınızı söyleyebilirim.
Bir itiraz: “İyi de, bana çok duyduğum şeyleri söylüyorsunuz. Ben başarabileceğime inanıyorum; ama yine de olmuyor, inanmama rağmen başaramıyorum.”
Bir tuzaktır bu söz. Gerçekten başaracağınıza inansaydınız, bu sözü söyleyemezdiniz. İnanmak kelimesini GÜNEŞ kadar büyütün. Gerçekten inanıyor musunuz? Sözünü ettiğiniz inanç, bizim anlatmaya çalıştığımız iman mı? Yani içselleştirilmiş, hücrelerinize kadar vücudunuza kodlanmış, hiçbir saldırının sarsamayacağı inançtan mı söz ediyorsunuz?
Akıllı olduğuna inanan bir deli, “ben deliyim, bir türlü akıllı olamıyorum” diyebilir mi? Sağlıklı olan insan, “ben hastayım” diyebilir; ama, sağlıklı olduğuna inanan hasta, “ben hastayım” diyemez. Mantık size şöyle der: Eğer hastaysanız, sağlıklı olduğunuza inanamazsınız. Eğer başarısızsanız, başarılı olduğunuza inanamazsınız. Neden öne sağlığı veya başarıyı alıyorsunuz? Öne inancı almayı denemenizi öneriyorum.
“Sağlıklıyım” inancının nedeni, sağlıklı olmak değil, sağlıklı olduğuna daha önce inanmış olmaktır.
İnanç sağ beyin tarafından, mantık sol beyin tarafından yönetilir. İnanç ruhsal evrenin, mantık maddesel evrenin sınırları içerisindedir. Henüz başaramadığınız işle ilgili inancı, mantıkla sorgularsanız, birbirleriyle savaşacaklardır. Mantık size engellerinizi, inançsa desteklerinizi gösterir. Aslında mantık, ruhsal evreni kuşatabilecek kadar gelişebilir; ama, biz tabiat kanunlarının gösterdikleriyle sınırlanan mantıklar geliştiriyoruz. Daha doğrusu bizim mantıklarımız, bilinenlerle ilgilidir. Bilinmeyeni, basit mantıklar her zaman reddetmiştir.
Ustad “Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” der. Sizinle, yaratılmışlar dünyasına meydan okumanın formülünü paylaşıyorum: Hiçbir şey yokken iman vardı, yani ruh vardı. Kadın bedeni yokken kadın ruhu, erkek bedeni yokken erkek ruhu vardı. Hastalık gelişmeden önce, hastalık inancı gelişti. Başarısızlık yokken başarısızlık inancı üretildi. Hiçbir komutan, yenileceği endişesine kapılmadan önce yenilmemiştir. Daha da kötüsü, Yıldırım Bayezit’in dediği gibi, “Yenileceğinden korkan daima yenilir.”
Her başarının öncesinde, başarma inancı gelişmiş; başarı, bu inancın eseri olmuştur. Kolomb Amerika’ya varmadan önce, Dünyanın öteki tarafından Hindistan’a geçen bir yol olduğuna inanmıştı. Elias Howe dikiş makinesini bulmadan önce, böyle bir makinenin varlığına inanmıştı. Edison ampulü keşfetmeden önce onun var olduğunu biliyordu. Başaranlar, önce inandılar, sonra yaptılar; başaramayanlar ise, önce yapıp sonra inanmayı deneyenlerdir.5
Yaratıcıyı tanımak O’nun gücünün sınırsızlığına inanmaktır. O’nun gücünden şüphe eden onu tanıyor olamaz. Kim olursanız olun; hangi dinden veya inançtan gelirseniz gelin, hayatınız şu evrensel kuralın emri altında geçecek: Başarıya ulaştırılacağınıza ne kadar çok inanmışsanız, o kadar az emekle, o kadar kolay ve o kadar hızlı başaracaksınız demektir. Başarmanız için, kanunların değişmesi, dağların denize dönüşmesi gerekse bile.
Sadece şu Peygamber sözü bile, size sunulan desteğin potansiyel büyüklüğünü anlatmaya yeter: “Eğer Allah’ı hakkıyla tanısaydınız, duanızla dağlar yerinden oynardı.”6
2- Tirmizi, Daavat:65; Müsned, 2:77 Bu olağanüstü sözün verdiği iki önemli ders var: Birisi emin olarak istemek; diğeri de akılla değil kalple istemek. Bu yazı, mesajın sadece birinci tarafına odaklanıyor.
3- Kur’an; 36:82
4- Cami’u’s-Sağir 2:312, Hadis No:1934
5- Zihninizde pek çok soru oluştuğunun farkındayım. Yanlış anlamayalım: “İnanma Gücü”, sırlardan sadece biridir. Anlatmak istediğimizi tamamen görebilmemiz için, konunun “Ruhsal Zeka” kitabımızda anlatılan tüm boyutlarını öğrenmeliyiz.
6- Hz.Muhammed (asm); Cami’u’s-Sağir 5:319, Hadis No:7448

Yazar:
Muhammed Bozdağ

Esma_Nur 12Haziran 2012 11:58

Cevap: Hayata Dair
 
Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş. Kadın kocasına
' Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı
bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor. ' demiş. Kocası ona bakmış,
hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.

Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah
aynı yorumu yapmaya devam etmiş.

Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun
çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış 'Bak' demiş
kocasına ' Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti
acaba?'

'Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim'
diye cevap vermiş kocası.

Hayatta da böyle değil midir ?

Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız
pencerenin ne kadar temiz olduguna bağlıdır. Birini eleştirmeden ve hemen
yargılamadan önce zihin durumumuza bakmak ve 'iyi' olanı görmeye hazır olup
olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir...

Pencerelerimizi temiz tutabilmek dileğiyle...


Alıntı

suhtem 12Haziran 2012 17:02

Cevap: Hayata Dair
 
çok anlamlı .. saol esma ablam..

Mihrinaz 12Haziran 2012 17:52

Cevap: Hayata Dair
 
fazla söze ne hacet,müthiş bir paylaşım olmuş sevgili esma nur,nasibimize düşeni almak dileği ile ArO*c*

Esma_Nur 12Haziran 2012 17:59

Cevap: Hayata Dair
 
Tşkler arkadşlar :)

Esma_Nur 20Haziran 2012 12:00

Cevap: Hayata Dair
 
Kaybolan Çorap Tekleri Nereye Gider?(İbretlik)

Bediüzzaman’ın Hayatından Bir Kesit
Alt kısmı odunluk, üst kısmında ise iki odası olan ahşap bir evde oturuyordu. Bir soba, bir yatak ve bir kilimden ibaretti eşyası…

On bir ay süren bir hapis hayatından sonra eskişehir’den Kastamonu’ya getirilmiş ve karakol karşısındaki bu eve yerleştirilmişti. Bu evde devamlı gözetim altında tutuluyor, yaptığı her şey kayda geçiriliyordu.

Birgün çoraplarını kaybetmişti. Nereye baktıysa bulamadı.

Talebesi Emin’den yardım istedi:

“Kardeşim, çoraplarımı her yerde aradım, bulamadım. Hatta kibrit kutusunun içine bile baktım” dedi gülerek.

“Bazı meczup evliyalar var, bu sıkıntılı günlerimde bana yardım edecekleri yerde, benimle uğraşıyorlar.”

“Beşyüz lira tazminat isteyeceğim onlardan” diye de ilave etti.

Beraber aradılar, yine bulamadılar.

Tebessüm ederek kalktı, abdest aldı, namaza durdu. Duasını ve tesbihatını yaptı.

Sonra soba deliğine bakmak geldi aklına. Uzun zamandır sobayı yakmamışlardı. Olsa olsa burada olur dedi.

Soba borusunun yanından sarkan çorabı gördüğünde, “Fesübhanallah,” dedi hayretle: “Bu buraya nasıl girer?”

Meğer fareler çorabı almış, sobanın içinden ve borulardan geçerek deliğe bırakıvermişlerdi.

“Bunda bir hikmet var” diye geçirdi içinden.

Çorapları alırken, bir muşambaya sarılmış kağıt parçalarını görünce hayreti bir kat daha arttı.

Bu, günler önce sakladığı Nur Risalelerinden parçalardı.Devamlı baskın ve arama olduğu için Risale yazılı kağıt parçalarını buraya saklamış, zamanla da oraya koyduğunu unutmuştu.

Risaleleri alarak daha güvenli bir yere sakladı.

Kısa bir zaman sonra kapı hızlı hızlı vuruldu ve bir anda içerisi polis ve jandarmalarla doldu.

“Yine baskın var” diye söylendi talebesi Emin.

Sırf imana ve inanmanın güzelliğine dair yazılan Nur Risaleleri, yasaklı eserler arasındaydı. Yazmak ve okumak büyük suçtu o zamanlar.

Her tarafı didik didik aradılar, soba deliğine kadar baktılar. Bir şey bulamayınca da tutanak tutarak çıkıp gittiler.

Mesela anlaşılmıştı. Fareler büyük bir iş başarmışlardı.

alıntı

Esma_Nur 02 Temmuz 2012 21:25

Cevap: Hayata Dair
 
Yaşlanmak..Ama ihtiyarlamamak...



Evet!!..yaşlanmalıyız ama ihtiyarlamamalıyız..Peki arasındaki fark nedir ?
Yaşlanmak: Doğduğumuz günün üzerinden 12 ay geçmesi ile bir yaş daha atlarız ve diğer yıla nazaran yaşlanırız, büyürüz bir nevi.

Yoo..aslında geçen gün yaşlanıyoruz :)

İhtiyarlamak:Bedenen ve ruhen diri kalamamaktır, bu da bir nevi çökmek demektir :)

Konunun özüne temas ederek başlayalım.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...



"Tedavi arayın ey Allah'ın kulları!!.. Zira, Allah Teala hazretleri yarattığı her hastalığa şifa da vermiştir, bundan sadece ihtiyarlık hariçtir, onun tedavisi yoktur."

Asırlar öncesinden ümmetine en güzel çağrıyı ifşa etmiştir Hazreti Muhammed.

Günler geçiyor birbiri ardına aceleyle. Hayat geçiyor. Ömür bitiyor. Elbet bir gün hayatlar sona erecek. " Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda Bize döneceksiniz." ( Enbiya suresi, 35.ayet)
buyrulmaktadır.

..Ölmeden evvel, mutluluğu yakalamayı ve bırakmamayı öğrenmeliyiz...Unutmayalım ki; Çaresizseniz,"çare" sizsinizdir...Çare mü'mindir. Cenab-ı Allah eşsiz yarattığı kainatda her derdin devasını bizlere vermiştir. Bizlere yanlızca doğru yolda çareleri arayarak ilerlemek düşer. Nefes aldığımız süre zarfınca "Elbet buda geçer ya hu!. " diyerek yaşamdan tat almalıyız. Ayrıca nineminde çok güzel bir sözü vardır "dertsiz baş, denesiz aş olmaz. Unutma kızım!!.. " tabii küçük yaşta bu sözün idrakı benim için birhayli zordu, lakin şimdi çok iyi anlıyorum. Herkesin derdi var!!.. Farklı farklı kimisi hastalık ile kimisi borç ile kimisi evlat, kimisi vs.vs...

Sevgili Okurlar !! Hayatımızı yeşerteceğiz, değerli kılacağız çünkü amacımız kendimizi geliştirmek sosyal yaşama ayak uydurmak en önemlisi imanlı, adaletli, takva ehli bir hayat sürmek...Mutlu bir yuva kurmak, bu yuvayı hayırlı evlatlar yetişrirerek güçlendirmek..Cenab-ı Allah'a hayrlı bir kul, Hazreti Muhammed'e karşı hayırlı bir ümmet, ana babamıza karşı hayırlı bir evlat ve vatanımıza karşı hayırlı bir vatandaş, hem yetişmeliyiz hemde yetiştirmeliyiz... Ve veda ederken sevdiklerimizin yanı sıra yaşadığımız dünyaya, bu değerleri aktarıp miras bırakmak, ardımızdan da hayırla anılacağımız, güzellikler bırakmak. Şayet olmuşsa, oluşturabilmişsek bu MUTLU SON; yaşlanmışızdır, kaçınımsız ama asla ihtiyarlamamışızdır.

İhtiyarlamak, çok başka bir duygu ve oluşum. İdeallerle, çalışmakla, yaşama bakış açısıyla ilintili bir süregelim. O nedenle ki yirmi beş, otuzlu yaşlarda pek çok ihtiyar görmekteyiz çevremizde; yetmiş, seksen yaşındaki gençlerin yanı sıra. İdealsiz insan, üretmeksizin yaşayan, yaşamı bomboş, yemek içmek ve uyumaktan ibaret bırakın ihtiyarlamayı, yaşamıyor, ölüdür hatta. Her yaşın bir güzelliği, o güzellikleri güzellik yapan bir takım değerleri vardır. Olmalıdır da. Olması gereken budur.

Doğru yaşamayı yalnış nitelendirenler var. Şöyle ki; belli bir yaşa gelinince, elini eteğini dünyaya dair ****dan çekip bir köşede ölümü bekleyenler veyahutta aksine hep para mal-mülk gez-eğlen ahirete meğili olmayan yaşam tarzıda doğru değildir. Dengede yaşamanın adına " hiç ölmeyecek gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete hazırlanın" denmiştir. Son decere akılda idrakı kolay bir cümle. Lakin hayata geçirmekte birhayli zorlandığımız bir konu. İftat ve tefrit arasında yansıtılan yaşamlar biz kullara tat aldırmaz. Zaten Cenab-ı Allah bu kainati bir dengece yaratmıştır.

Fatih Sultan Mehmed " Hayatım boyunca Allah'ın emirlerinden dışarı çıkmadım. Allah'ın rızasını kazanmak için uğraştım. Tek Gayem bu idi. " demiştir. Yaşama ve insan ilişkilerine yönelik ibretli önerilerinin her birinde olduğu gibi, o meşhur inci sözlerinden biride budur. Nitekim Allah'ın rızasını kazanmak demek bütün maksada ulaşmak demektir. Cenab-ı Allah için tüketilen nefesde ihtiyarlamaksızın yaşlanlanmıştır.

Cenab-ı Allah yolunda, Hazret'i Muhammed'in rotasında yaşlanmanın ümidi ile..

Yazar:
Hatice Tüfekçi

Esma_Nur 09 Temmuz 2012 08:21

Cevap: Hayata Dair
 
Hayata olumlu ve güzel bak; mutlu, sağlıklı ol


Bazı anlar var ki sorumluluklarımızı yerine getirmek, zorluklarla başa çıkmak için kendi irademizi (bilincimizi) kullanmamız ve gayret ederek kendimizi harekete geçirmemiz gerekmektedir. Bu demektir ki bedenimizin üretmeye alışık olduğu biyokimyasallar ve enerji, içinde bulunduğumuz durumun üstesinden gelmemiz için yetmiyor. Böyle durumlarda hayata daha olumlu, daha ümitli bakmak işimizi kolaylaştırıyor.

İnsanoğlu bir yere kadar kendini programlayabilen, değiştirebilen bir varlık. Ve biz bu sınırı bilmiyoruz. İnsanoğlu müthiş bir enerji potansiyeline sahip. Kişi, içindeki potansiyeli ne kadar çok ortaya çıkarabilirse zorlukların üstesinden o kadar çok gelmekte ve yapmak istediklerinde de o kadar başarılı olmaktadır. Enerjinin ortaya çıkarılması kadar yerinde kullanılması da önemlidir. Bazı kişiler son derece enerjiktirler fakat bu enerjiyi uygun şekilde kanalize edemeyince verimsiz olurlar. Bu durum bir huzursuzluk da meydana getirir. Bu sebeple enerjiyi uygun şekilde kullanma alışkanlığı kazanmak da gerekir.

Günlük hayatımızda daha başarılı olmak, sağlığımızı kaybetmemek veya kazanmak, insanlarla iyi ilişkiler içinde olmak, kendimize güvenimizin artması hep içimizdeki pozitif enerjiyi açığa çıkarmayla ilişkilidir. Şöyle bir düşünün, omuzlarınız ve kollarınız düşük, neredeyse bir adım bile atmak istemiyorsunuz. O gün de o kadar çok yapılacak işler var ki: Aynaya bakıyorsunuz, yavaşça arkaya geriliyorsunuz, derin bir nefes alıyorsunuz. "Biraz canlanmam gerekiyor" diyorsunuz. Omuzlarınız şimdi daha dik. Bakışlarınız daha canlı. İşte bu durumda siz pozitif enerjinizi harekete geçirmiş oluyorsunuz.

Eğitim, hayat boyu devam eder. Stres zihinde düşünce bozukluklarına yol açarken eğitimde verimliliği azaltır. Pozitif enerji, hayata olumlu bakan, inanan ve başarmak isteyen, öğrenmek için bir amacı olan kişilerde daha fazladır. Bu da doğal olarak başarıyı getirir.

Hayatta olumlu bakmak, olumsuzlukları hiç görmemek değildir. Olumsuzlukları görmek, tedbir almak için gereklidir. Birçok sıkıntılı durumun üstesinden gayret etmekle gelinebilir. İnsanoğlu hayatta karşılaşabileceği olumsuz durumlara da hazırlıklı olmalıdır, bu hayatın doğal bir parçasıdır. Fakat olabilecek olumsuzluklara odaklanmak kişinin yaşama sevincini ve enerjisini azaltmaktadır.

Pozitif enerjiyi açığa çıkararak karamsar düşüncelerden kurtulmaya çalışan, hayata gülen gözlerle bakabilen, gayret etmeyle kazanabileceği güzel özelliklere, güzel şeylere odaklanan kişinin bağışıklık sistemi kuvvetlenir. Nitekim tebessüm, seretonin gibi mutluluk verici hormonları artırır. Hayatın hep kötü yönlerini gören karamsar kişiler ise hastalıklara daha açıktırlar.



Pozitif enerji, travmayla

başa çıkmayı kolaylaştırıyor

Kişi yaşama gayesini ve sınırlarını bilerek hayata ne kadar olumlu yaklaşır, olumlu tarafları daha çok görür ve kendine düşeni yapmaya odaklanırsa zorluklarla da o kadar kolay başa çıkabiliyor. Bu durumda travmalardan sonra yaşanan stres bozukluğu ya hiç görülmüyor ya da daha kolay atlatılıyor. Bu gibi durumlarda profesyonel yardım ve tıbbî tedavi gerekse de daha kısa sürede sonuç alınıyor. Kişi pozitif enerjisini ortaya koyarak yani olaylara umutla yaklaşarak ve iyileşeceğine inanarak kanser gibi ciddi hastalıkları da yenebiliyor. Pozitif enerji, enfeksiyon hastalıklarının tedavisini de kolaylaştırıyor.


zaman

muallime 13 Temmuz 2012 13:41

Cevap: Hayata Dair
 
Adını vermiyeyim bir yazar hanım köşesinde yazmıştı bu olayı...


Kadın, yazar hanımı telefonla arar ve kendi anlatır.


Biz eşimle ikimizde Boğaziçinde okuduk kocam mühendis,ben ise ona aşkımdan okulu bitirmedim evlendim(iyi halt etmişsin)

Evliliğimiz gayet iyi gidiyordu...4 çocuğumuz oldu...çok samimi bir arkadaşım vardı..Kendisi bekar,tahsilli...Bize çok sık gelirdi çok samimi idik...Ona hem iş bulması için hem de koca bulması için kocamı sıkıştırırdım...

Evet sonunda kocam ona hem iş buldu ,hem eş.






Kocam ona ,işi, kendi işyerinden, koca olarakta kendisini...İkisi bir olup 4 çocukla beni sokağa attılar...






Yazar burda ona diyorki ''tamam annenin evine gideceksin ,başka çaren yok !''




Kadın devam ediyor..

-Annemde babamda sizlere ömür gidecek kimsem yok...Şimdi kamyonun arkasında yaşıyoruz çocuklarla ve mahallelinin verdikleriyle geçiniyoruz..ve ben sizi kamyondan arıyorum....

Şimdi bu yaşanmış hikayeye yorumlarınızı bekliyorum..(özellikle erkeklerin)



Benim ise düşüncem şu ;haremlik selamlık diye bir şey var...

siz bunu evinizde uygulayabiliyormusunuz?



Yoksa berabermi oturup kalkıyorsunuz?



Her ne kadar baba evine dönmek zorsa da o nimetten de mahrum olanları düşünüp sabır lazım..



Kadınlar mutlak meslek sahibi olmalılar..Terzilik bile olsa


muallime 13 Temmuz 2012 15:44

Cevap: Hayata Dair
 
Demekki Ali kaptan heryerde var.


SAAT: 09:09

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306