Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Makale ve Köşe Yazıları (https://www.forum.medineweb.net/516-makale-ve-kose-yazilari)
-   -   Mehmet Paksu Yazıları (https://www.forum.medineweb.net/makale-ve-kose-yazilari/7017-mehmet-paksu-yazilari.html)

MERVE DEMİR 18 Ekim 2008 09:07

Mehmet Paksu Yazıları
 
Halk arasında konuşulan bazı meseleler yarım ve yanlış anlaşılmıştır. Bunlardan birisi de "İki bayram arasında düğün yapılmaz, nikâh kıyılmaz" düşüncesidir.

Şartlar ve imkânlar hazır olduğu zaman senenin bütün gün ve saatlerinde düğün yapılabilir, evlenilebilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. "Nikâh şu gün caiz olur, şu gün caiz olmaz" diye bir şart yoktur. Bu meselenin aslına gelince, hâdise şudur: Bilindiği üzere, Ramazan ve Kurban gibi yıllık iki bayramımızın yanında bir de haftalık bayramımız vardır. O da Cuma günü. Yani Ramazan veya Kurban Bayramı Cuma gününe rast gelir, düğün de bugünlerde yapılırsa; bu arada nikâh kıyma ile meşgul olunur da Cuma namazına yetişememe gibi bir tehlike baş gösterirse o saat içinde nikâh kıymak caiz olmaz.

Çünkü bu saat içinde nikâhla meşgul olmak farz-ı ayn olan bir ibâdetin terkine sebep olmaktadır. Hayır yapalım derken, şerre sebebiyet verilmektedir.

Fakat böyle bir sıkışıklığa meydan verilmeden Cuma namazından bir müddet önce veya namaz kılındıktan sonra nikâh kıyılırsa pekâlâ olur, bir mahzur da kalmaz.

Zaten böyle bir hal de pek vuku bulmamaktadır."İki bayram arasında nikâh olmaz" sözünün bâtıl da olsa târihî bir geçmişi vardır. Bilhassa bu inanç Islâmdan önceki Cahiliye Arapları arasında yaygındı. Onlar Ramazan'dan sonra başlayan Şevval ayında evlenmeyi uğursuz sayar, düğünlerini başka bir tarihte yaparlardı.

Her Cahiliye âdetinde olduğu gibi, bu âdeti de bizzat Peygamber Efendimiz yıkmış, geçersiz kılmıştır. Resul-i Ekrem Efendimiz Hz. Âişe validemizle Şevval ayında nişanlanmış, üç sene sonra da yine Şevval ayında evlenmiştir. Böylece iki bayram arası olan Şevval ayında düğün yapmak ve nikâh kıymak sünnet olmuştur.(1)

1) Müslim, Nikâh: 73.

Mehmet Paksu

MescidiAksa 18 Ekim 2008 10:25

Cvp: İslamda İki Bayram Arası Nikah
 
bu güzel bi konuya deginmişsin muhtarım

bu olay hala hala halk arasında var

mesela ben burda konyada çok görüyorum

özellikle yapılmıyo iki bayram arası

öle bi şeyki hemen kurban bayramı bittimi yapıyolar

hemen ertesi günü yani

garip bi durum tabi

bide şu var kendileride bi şey bilmiyo

sadece dedikleri şuki

iki bayram arası nikah yapılamaz DERLER diyolar

yani onlarda kulaktan dolma bilgilerle hareket ediyolar

İmamHüseyin 10 Nisan 2009 14:16

Mehmet Paksu Yazıları
 
Ebu Hüreyre Radiyallâhu Anhın rivayet ettiğine göre Resul-i Ekrem Efendimiz Sallallâhu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur:

“Biriniz oruçlu iken unutarak bir şey yiyip içer, sonra da hatırlarsa orucunu bozmayıp tamamlasın Çünkü ona Allah yedirmiş ve içirmiştir”
(Darimi, Savm: 23; Müslim, Sıyam: 171)
Cenab-ı Hak, unutarak yapılan hatalardan dolayı insanı sorumlu tutmamaktadır Çünkü bunda kulun bir tesiri yoktur Oruçta da böyledir Unutarak doyasıya yemek yense, kanasıya su içilse, hatırlanmadıkça oruca bir zarar vermez Hatırlandığı an hemen ağzın çalkalanması gerekir

Bu hüküm farz oruçlar için olduğu gibi, nafile oruçlar için de geçerlidir Çünkü farz orucu da, nafile orucu da bozan haller aynıdır

Nafile oruçla ilgili bu meseleyi açıklayıcı mahiyette şöyle bir hadis rivayet edilir:

Ümmü İshak Radiyallâhu Anhâ, Resul-i Ekrem Efendimiz Sallallâhu Aleyhi Vesellemin huzurunda bulunuyordu Peygamberimiz Sallallâhu Aleyhi Veselleme bir kapta tirit getirdiler Zülyedeyn Radiyallâhu Anh de oradaydı Peygamberimiz, Ümmü İshak Radiyallâhu Anhâ etli bir kemik verdi

Zülyedeyn, “Ey Ümmü İshak bundan ye!” dedi

Ümmü İshak diyor ki:

O anda oruçlu olduğumu hatırladım Adeta elim tutuldu Elimi ne uzatabiliyordum, ne de çekebiliyordum Bunun üzerine Peygamber Sallallâhu Aleyhi Vesellem “Ne oldu sana?” diye sordu

“Oruçluydum, unuttum” dedim

Zülyedeyn, “Doyduktan sonra mı aklına geldi?” dedi

Bunun üzerine Resul-i Ekrem Sallallâhu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:

“Orucunu tamamla Bu ancak Allah’ın sana gönderdiği bir rızıktır”
(Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, 9:457)


Mehmet Paksu

_bülbül_ 13 Nisan 2009 08:21

Mirasta kadın neden farklıdır?
 
Dinimizin ıslah edip düzelttiği müesseselerden birisi de "miras" hukukudur Başta cahiliye dönemindeki Araplarda olmak üzere Çin, Roma, Japon hukukunda kadın mirastan tamamen mahrum bırakılmıştı

Kızın, babasının malında hiçbir hakkı yoktu Miras doğrudan doğruya erkek evlada geçer, kız çocuklarına hiçbir şey verilmezdi İşin acı tarafı şu ki, bu batıl adet hala ülkemizin bazı bölgelerinde yaşamaktadır

Erkek çocuklar mirasla servet ve varlık içinde yüzerken, aynı babanın çocuğu olan kızlar fakr-u zaruret içinde çırpınmaktadır

Birçok hayati meselelerde olduğu gibi, bunda da köklü değişiklikler yapan ve yenilikler getiren dinimiz asırlar boyu devam eden bu zulme son verdi Mirası hakça taksim etti

Nisa Sûresinin 11 ayeti tamamen miras taksimini anlatır Baş kısmında ise, "Allah çocuklarınız hakkında erkeğe iki kadının hissesi kadar tavsiye eder" buyurulur

Böylece açık bir şekilde bu yanlış tashih edilmiş oldu Ancak bu meseledeki İslamın inkılabını tam anlayamayan bazı kişiler, kadına erkeğin yarısı kadar pay verilmesini dillerine dolayıp bununla İslamın kadının hakkını korumadığı yorumuna saplanırlar

Halbuki mesele hiç de öyle değildir Mevzuya erkeğin ve kadının sosyal yapısı, ailedeki mes'uliyeti, mükellefiyeti ve psikolojik faktörleri açısından bakılsa Kur'an'ın bu hükmünün tam bir adalet ve hakkaniyet üzere olduğu görülecektir

İslamın çizdiği hayat prensibine göre, kızın çalışıp kazanma mecburiyeti yoktur O tüketici durumundadır Bu, ona layık görülen bir şefkat ve merhametin neticesidir Kız, baba evinde bulunduğu müddetçe ihtiyaçları babası ve onun yerindeki yakın erkek akrabaları tarafından karşılanır, gözetilir, himaye edilir Evlendikten sonra da geçimi, nafakası ve ihtiyaçları kocasının üzerine geçer Kadın, kendi malını, evin ihtiyaçları için harcamaya zorlanamaz

Çünkü bir erkeğin özel mülkü olacağı gibi, kadının da pekala özel mülk edinme hakkı vardır Ancak kadın gönül rızası ile, bir zorlama olmadan, isterse, ortaklaşa harcamada bulunabilir Buna göre, kadının hiçbir şeyi yokmuş gibi bakılır; yeme, içme, giyim kuşam ve benzeri bütün ihtiyaçlarını görmek kocasının sorumluluğu altındadır Hatta erkek evine bakmaktan vazgeçer, yahut cimri davranarak servetine göre bir harcamada bulunmazsa, kadının kocasını şikayet etme hakkı vardır Gider, İslam hukuku çerçevesinde hakkını arar

Diğer taraftan kadın evlenirken erkekten mehir alır, bölgenin adetine göre pek çok hediyeye sahip olur Erkek devamlı surette harcarken, kadının malı artarak devam eder, çoğalır

Erkek evlendikten sonra üzerine aile yükü binecek, kendisinin, çoluk çocuğunun, hatta anne-babası ve muhtaç oldukları takdirde dinen bakmakla mükellef olduğu akrabalarının nafakalarını karşılamak durumunda kalacaktır

Buna göre biri erkek, diğeri kız iki kardeşten erkeğin aldığı üçte iki miras bu şekilde devamlı surette harcanıp azalırken, kız kardeşinin aldığı üçte bir miras hakkı artarak korunabilmektedir Şimdi gerçek manada erkek kardeşin mi serveti çoktur, yoksa kız kardeşin mi? Erkeğe mi imtiyaz tanınmış, yoksa kadına mı?

Öyle ki, babasından kalan mirasla geçinemeyecek halde bulunan bekar veya dul kız kardeşe, erkek kardeşin yardım etme, zaruri ihtiyaçlarını karşılama mecburiyeti vardır

Demek ki, İslam her iki cinsin mükellefiyetine ve ihtiyacına göre hakça bir taksimi uygun görmüş, hakkaniyet prensibini muhafaza etmiştir Erkeğe iki, kadına bir ölçüsü, sadece bir emek sarf etmeden ele geçen miras hukukundadır Emek sarf edilip kazanılan mala gelince; kadın ve erkek ticaret, tarım, sanayi ve benzeri hangi iş kolunda çalışırsa çalışsın, ücretlerde eşit miktarda alırlar Aynı şirkete ortak olan kadın-erkek hisselerine göre eşit miktarda kar nispetini hak ederler Yani ne erkek fazla alır, ne de kadın eksik

Bediüzzaman Said Nursi bu konunun açıklamasına "Muhakemesiz medeniyet, Kur'an kadına sülüs [üçte bir> verdiği için ayeti tenkit eder" Cümlesiyle başlar ve sosyal hayatta hükümlerin çoğunun eksere göre; olduğu tespitini yaparak şöyle der: "Ekseriyet itibariyle bir kadın kendini himaye edecek birisini bulur Erkek ise, ona [kendisine> yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye [aile ocağı kurmaya> mecbur olur İşte bu surette bir kadın pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüç ettiği [evlendiği> kadının idaresine [geçimine> verecek; kız kardeşine müsavi gelir İşte adalet-i Kur'aniye böyle iktiza eder Böyle hükmetmiştir"

Meseleye psikolojik açıdan bakıldığı zaman da bu miras taksiminde tam bir hakkaniyet gözetildiği görülür Şöyle ki, kız çocuğu evlenip çoluk çocuğa karışıp evi barkı ayrı olsa da yine anne-babasının ve erkek kardeşlerinin merhametine, şefkatine ve bir derece himayelerine muhtaçtır Bundan dolayı akrabalık bağlarının zedelenmemesi için birbirlerine karşı olan sevgi ve muhabbette de bir eksiklik olmamalıdır

Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, "O zaife kız pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır Hükm-ü Kur'an'a [Kur'an'ın hükmüne> göre o kız pederinden endişesiz bir şefkat görür"

Miras taksiminde kızın alacağı payı düşünen baba daha ölmeden önce ona olan şefkatinden bir eksilme olmaz ve kızına, " servetinin yarısının yabancıların ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk" nazarıyla bakmaz, o şefkate endişe ve hiddet karışmaz

Erkek kardeş için de durum aynıdır Kız, erkek kardeşinden bir hisse az almakla, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himaye görür Kardeşi ona, hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip nazarıyla bakmaz"(Sözler, s 381)

İşte daha bunlara benzer pek çok hikmetten dolayı İslam hukuku mirasta kadına erkeğe nispetle bir hisse eksik takdir etmiştir

mehmet paksu

Belgin 13 Nisan 2009 15:11

Kabir ziyaretinde nelere dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
 
Kabir ziyareti, ilim, tefekkür ve kabrin içindekine dua için yapılır Ancak, ziyaret edilen kimse, bir peygamber veya veli ise, onların ruhlarından manen istifade edilir ve feyiz alınır

Bir peygamber veya salih insanın kabri ziyaret edilirken abdestli bulunmalıdır Eğer gusül abdesti alınırsa daha bereketli olur Ziyaret edilen zatı, sanki hayattaymış gibi hürmet ve edebi muhafaza ederek ziyaret etmek gerekir Büyükler bu konudaki edepleri şöyle belirtmişlerdir:

Büyüklerden birisinin mezarını ziyaret eden mürid, kalbini her türlü dış alakalardan boşaltmalıdır İçini dünya endişe ve bağlarından temizleyip kalbini rahatlatmalıdır Ziyaretini ettiği zatın ruhaniyetini sadece bir nur şeklinde düşünmelidir Kalbiyle kabirde yatan zata yönelmeli ve kabir sahibinin feyizlerinden bir feyz ve hâllerinden bir hâl zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutmalıdır

Mürid, yüce zatları yüksek makamları ziyaret ederken, mürşidini rabıta ederek, onu önüne alarak ve gönlüne koyarak ziyaret ederse, hem kalbi uyanık olur, hem edebi muhafaza edebilir O zaman gelen feyiz kendisine göre değil, gönlündeki mürşidine göre olur

Allah dostlarının ruhları “illiyyin” makamında bulunur Bu makam Cenab-ı Hakk’ın huzurunda kabul görmüş kimselerin ruhlarına tahsis edilmiştir Bu şerefe ulaşan ruhların üzerine devamlı ilahi nur, feyiz, ve ihsan akmaktadır Bu sebeple onlar feyz kaynağıdır O kaynağa kalbini bağlayabilen kimse ondaki feyze ulaşmış olur

Ziyaretçi, kabre yaklaşıp evvela selam verir Mezarın ayak ucuna yakın sağ tarafında durur Ona karşı hayatta nasıl davranması gerekiyorsa aynı edebine muhafaza eder Bir Fatiha ve on bir ihlas okur Sevabının bir mislini ziyaret ettiği zata ve diğer müminlere hediye eder Sonra oturur Feyz almak için kalbiyle kabirdeki velinin ruhaniyetine yönelir Kalbinde bir eser doğuncaya kadar bu hâl üzerinde kalır

Ziyaretçi feyz almaya ve mevta da feyz vermeye kabiliyetli ise muhakkak bir eser zuhur eder Ziyaret edilen zat, seyr-i sülukundan sonra hâlkın irşadı için geriye döndürülmüş ve irşada mezun kılınmış bir veli ise, meydana gelen nispet eseri yavaş, durgun ve devamlı olur Eğer mevta, cezbe hâlinde kalmış ve irşat izni verilmemiş velilerden ise, gelen tesir ani, keskin, hızlı, geçici ve çabuk olur

Ziyaret edilen veli, ziyaretçi müridin mensup olduğu yolun büyüklerinden değilse mürid, “telebbüsî” rabıta içinde, yani mürşidini önüne alıp onun hâl, hareket ve kıyafetine bürülü olarak oturması lazımdır Böyle yaparak feyz alma işinde mürşidini arada vasıta etmelidir

Bir velinin kabri ziyaret edilince, veli ziyaretçiyi tanır, selamını alır Veli kabri üstünde Allah’ı zikretmeye başlayan ziyaretçi ile beraber zikreder Allah dostları ölümle, bir evden diğerine geçmiş gibidirler Vefatlarından sonra onlara edilecek hürmet, hayatlarında olduğu gibidir, kendilerine, hayatta gösterilen edebin aynısını göstermek lazımdır109

Bereket olsun diye elini kabre sürüp eli yüze meshetmek veya kabri öpmek uygun değildir110 Kabre karşı namaz kılınmaz Okunan sûre ve ayetlerin sevabı Resûlullah (sav) Efendimizden başlayarak geçmiş büyüklere, kabirdeki zata, varsa etrafındaki mevtalara, vefat eden anne babaya, yakın akrabaya ve diğer müminlere hediye edilir

Kabrin başında Fatiha ve ihlas sûresi yanında Yasin, ve Mülk sûreleri de okuNâbîlir İstenirse, Bakara sûresinin ilk beş ayeti (Elif Lam Mim), Ayete’l-Kürsi, Amenerrasûlü, Takasür sûresi ve kolayına gelen başka sûreler okuNâbîlir En dar zamanda, mevtaya selam verdikten sonra bir Fatiha üç ihlas okuyup bağışlamak yeterlidir

Büyük zatları ziyaret eden mürid, hayatta olan mürşidine de dua etmelidir Duanın kabul edileceği kıymetli zaman ve mekanlarda müridin mürşidini dualarına katması, sadakatın ve sadık evlatlığın gereğidir Bu aynı zamanda duasının kabulü için en güzel bir vesiledir Efendimiz (sav) kardeşin ve dostların gıyabında yapılan dualara meleklerin amin dediğini ve bu duayı Yüce Mevla’nın hemen kabul ettiğini müjdelemiştir111

Kabirdeki veliden bizzat bir şey istenmez; o vesile edilerek her şey Allahu Teala’dan istenir Mesela; ey Allah’ın dostu, beni affet, bozulmuş işlerimi düzelt denmez Ancak:

“Ya Rabbi, şu kabirde yatan peygamberinin (as) veya dostunun hürmetine, ona verdiğin nur ve aşkın şerefine senden affımı diliyorum, şu işimde hayırlı bir sonuç istiyorum” denebilir

Kabirleri ziyaret Allah rızası için yapılan bir vazifedir Vefat eden anne ve babanın kabirlerini Cuma günü ziyaret etmek müstehaptır112


Kabir ziyaretinde nelere dikkat etmeliyiz
11/10/2007



Mehmet Paksu'nun yazısı

Kabir ziyareti nasıl yapılır? Belli günleri var mıdır? Abdest almak gerekir mi? Kabrin neresinde durulur? Hangi duaları okumak gerekir? Kabir ziyaretinin asıl amacı, "Kabirleri ziyaret ediniz

Çünkü kabirleri ziyaret, size ahireti hatırlatır" hadisinde geçtiği gibi ölümü düşünmektir Abdestli olmak şart değil ama abdestli olmakta fayda vardır

Ziyarete Cuma, Cumartesi günü ve mübarek gecelerde, arefe ve bayram günlerinde gitmek daha isabetli olur Mesela, Peygamberimizin Berat Gecesi gittiğini biliyoruz Kabrin önünde durulur veya kıbleye dönülür, selam verilir Peygamberimiz şöyle selam vermiştir: "Allah'ın selâmı üzerinize olsun ey kabristan ahâlisi Allah, sizi de, bizi de affetsin Siz önden gidenlersiniz, biz de ardınızdan geleceğiz" Bir miktar mezarın yanında oturulur Ölünün günahlarının bağışlanması için dua edilir

Peygamberimizin "Ölülerinizin üzerine Yasîn okuyun" hadisinde bildirildiği gibi Fâtiha, İhlas, Yasin ve Mülk ve Tekâsür sureleri okunur, sevabı ölüye bağışlanır Ziyaret esnasında kabirleri çiğnemek, yaş otlarını yolmak ve ağaçları kesmek, mezarı öpmek, mum yakmak, bez bağlamak, ölüye adakta ve dilekte bulunmak hurafe ve sünnete aykırı davranışlardır

Belgin 14 Nisan 2009 10:01

"Allah beni unuttu", "Burası Allah’ın unuttuğu yer!" gibi ifadeleri kullanmak doğrumu
 
Dünyada yan yana gelmeyecek iki kelime varsa, o da "Allah" ve "unutma" kelimeleridir
Kur’an, Allah’a "unutma" yakıştırmasını şiddetle reddediyor, Musa Aleyhisselamın diliyle Kur’an diyor ki:


"Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin katında bir kitaptadır Rabbim yanılmaz ve unutmaz"
(Tâhâ, 20:52)


Cebrail Aleyhisselamın ağzından da şu gerçeği dile getiriyor:


"Biz ancak Rabbimizin emriyle ineriz Geçmişimiz, geleceğimiz ve ikisi arasındaki her şey O’na aittir Ve Rabbim hiçbir şeyi unutmaz"
(Meryem, 19:64)


Bundan dolayı Allah için "unutma" kelimesini kullanmak hem caiz değildir, hem de insanın ayağını kaydırır, kişiyi inançsızlık/imansızlık çukuruna yaklaştırır
Çünkü "unutmak" noksan bir sıfattır Allah ise bütün noksan ve eksik sıfatlardan münezzehtir ve temizdir, beridir ve uzaktır Bu inancımızı ifade etmek için "Sübhanallah" diyoruz ya! Yani "Allah’ım! Sen bütün eksik ve noksan sıfatlardan münezzehsin Unutkanlık gibi noksan sıfatlar varsa, o da bendedir, benden kaynaklanır, Sende olması mümkün değildir Bu sıfatlar Senin uluhiyetine uymaz ve yakışmaz" diyoruz

Allah’ın bir ismi Alîm’dir Yüce Allah, olmuş-olacak, geçmiş-gelecek, gizli-açık, görünür-görünmez, en küçükten en büyüğe, en azdan en çoğa varıncaya kadar her şeyi bilir ve her şeyden haberi vardır

Bitkiler ve hayvanlar aleminin milyonlar türlerinin tüm fertlerinin gıdalarını, giyimlerini, dünyaya gelme ve dünyadan ayrılmalarını, vazifelerinin onlara ilham edilmeleri gibi tüm fiilleri Cenab-ı Allah ezeli ilmi ile aksatmadan kainat yaratılalı beri yapmaktadır Birde bunlara milyarlarca insan eklendiğinde Cenab-ı Allah' ın ilminin herşeyi nasıl kuşattığını insan hayal bile edememektedir

Allah beni unuttu diyen birine sormak lazım : "Acaba kalbinin atışını kendin mi kontrol ediyorsun?" veya "yediğin yiyeceklerin vücudun tüm hücrelere dağıtımını kendin mi yapıyorsun?" veya "aldığın temiz nefesi kendin mi kanın temizlenmesinde kullanıyor ve dışarı çıkartırken de ses olarak kullanıyorsun?" ve daha bunlar gibi yüzlerce soru

Cenab-ı Allah insana sadece küçük bir tercih ve karar verme mekanizması vermiştir Sonrasında ise yapma niyetinde bulunduğu tüm fiilleri ise kendisi külli iradesi ile kendi yapmaktadır Örneğin elimizi kaldırmak veya ayağımızla adım atmak kararı bizden, bunun beyinde işlem görmesi, koldaki veya ayaktaki sinir sistemlerine, oradan kas sistemlerine, oradan eklemlere varıncaya kadar onlarca biyolojik ve kimyevi işlemi yaptırmak Cenab-ı Allah' ın külli iradesindendir Bu işlerin hangisi bizim kontrolümüz altındadır vicdanımıza soralım bakalım Akıl ve vicdan sahibi kim diyebilir ki "ben adım atmak istedim de Allah -haşa- birini attırdı da diğerini unuttu"

Yüce Allah’ın bilgisinin genişliğini ve sonsuzluğunu bize Kur’an öğretiyor:


"De ki: İçinizdekini gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir Göklerdeki her şeyi, yerdeki her şeyi de Allah bilir Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir"
(Âl-i İmran, 3:29)


Bu konuda yüzlerce âyet vardır Bütün âyetler Cenab-ı Hakkın ilminin sonsuz olduğunu bildirir, anlatır Bizim ilmimiz ve bilgimiz belirlidir ve sınırlıdır Allah'ın ilmi ve bilgisi ise sonsuzdur, ezelidir, haddi hududu yoktur

Allah’ın ilmi niye sınırsız ve sonsuzdur? Çünkü Cenab-ı Hakkın ilminde mertebe, basamak ve derece yoktur "Şu kadarını bilir de, şu kadarını bilmez" denmez Bu sınırlama biz insanlar için söz konusudur Bir insan ne kadar âlim/bilgin ve dâhi de olsa ancak belirli şeyleri bilir "Az bilme, çok bilme" gibi ifadeler insan içindir, insan için kullanılır, böyle şeyleri Allah için düşünmek mümkün değildir

Bizim bilgimiz sonradan olma ve sonradan öğrenmekle gelişiyor Oysa Allah’ın ilmi ezelîdir O’nun ilminin ne başı vardır, ne sonu; ne öncesi vardır, ne sonrası; ne geçmişi vardır, ne de geleceği

Bunun için Allah’ın unutması, hatırlamaması, bizde olduğu gibi hâşâ "aklına gelmemesi" gibi bir şey kesinlikle söz konusu olmaz ve olamaz

Mehmet Paksu

Hazan Mevsimi 27 Aralık 2009 18:43

Korku insanı ürküten bir kelime. Buna göre Allah korkusunu nasıl anlamalıyız?
 
İşlenen suçların ve günahların çoğunu, bunları yapan kişilerde Allah korkusunun bulunmayışına bağlarız. "Bu kimseler Allah'tan korkup Onun azabından çekinselerdi, bu işleri yapmazlardı" deriz. Acaba Allah korkusu nasıl olmalıdır? Yalnızca dehşet ve korku üzerine kurulmuş bir disiplini, İslamın hoşgörü muhtevası ve Cenab-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle nasıl bağdaştırabiliriz?

Kur'an-ı Kerim'de mü'minler şöyle anlatılır:
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer. Kendilerine Onun ayetleri okunduğunda imanları artar ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler." (1)

Bu ayetten anlaşıldığı gibi, iman nurunun artmasıyla Allah korkusunun kalbde yerleşmesi arasında çok yakın bir ilgi vardır.
Allah'ın ayetleri okundukça imanın ziyadeleşmesini merhum Elmalılı şöyle izah eder:
"İlim ve amel cihetinden gelen deliller arttıkça tahkiki iman inkişaf eder. Yakin ve iman ziyadeleşir."(2)

Tahkiki imanın da mertebeleri vardır. Bunlardan ilmelyakin mertebesi, delillere dayanarak şüphelere karşı koyar. Taklidi, yani anne ve babadan devralınan ve derin bir araştırmaya dayanmayan bir iman bazan tek bir şüphe karşısında bile mağlûp olabilirken, delillere dayanarak elde edilen bir iman sayısız şüphe karşısında dahi sarsılmaz.

Tahkiki imanın ikinci bir mertebesi aynelyakindir ki, onun da kendi içinde mertebeleri mevcuttur. Allah'ın kainatta tecelli eden güzel isimleri ve bu isimlerin mertebeleri kadar mertebesi vardır. Mü'min o tecellileri görüp okuyabilme kabiliyeti nisbetinde sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olur. Bu safhanın en yüksek mertebelerinde artık kainatı bir kitap gibi okuyabilecek dereceye gelir. Yani, mesela bir çiçek üzerinde Cenab-ı Hakkın Halık, Musavvir, Müzeyyin, Mülevvin, Cemil, Rahim gibi isimlerini okur. Onu yaratan, sûret veren, süsleyen, renklendiren, güzelleştiren ve şefkat ve merhamet gösteren bir yaratıcısının isimlerinin tecellilerini seyreder.

Üçüncü mertebe de hakkalyakin olarak isimlendirilir. Bu dereceye ulaşan bir kimse artık varlık alemlerini saran perdeleri geçmiş ve şüphelerin ordular halinde hücumu karşısında dahi sarsılmayacak bir imana erişmiştir.(3)

Peygamberlerin ve maneviyat rehberlerinin imanı bu derinliğe sahiptir. Miracda Cenab-ı Hakkın cemal ve kelamına muhatap olan Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) ve onun izinden giderek yerde iken Arş-ı Alayı temaşa edebilecek kadar ruhen terakki eden Abdülkadir Geylani Hazretlerinin kuvvetli imanları bu mertebeye misal olarak verilebilir.

Bu umman misali imana sahip olanların her an Cenab-ı Hakkın huzurunda imişçesine duydukları haşyet ve ürpertiyi tarif etmek mümkün müdür?

"Allah'tan ancak ilim sahipleri korkar" (4) mealindeki ayet-i kerimede bu hakikat ifade edilmektedir. Bu hürmet ve haşyet, her mü’minde imanın derecesine göre tecelli eder.

Çünkü insan ilim vasıtasıyla Rabbini tanıdıkça Ona olan sevgisi ve saygısı artmaktadır. Zira bütün kemal mertebelerinin üzerindeki sonsuz bir kemal, elbette ki sonsuz bir hürmete layıktır.Üstün vakarıyla ve eşsiz şahsiyetiyle erişilmez bir mertebeye sahip bir maneviyat büyüğünün huzurunda nasıl içimizi sevinçle karışık bir ürperti kaplıyorsa, onun sayısız defa üstünde bir kemalin sahibi olan Cenab-ı Hak katında nasıl bir ruh hali içine gireceğimizi düşünelim.

Allah sonsuz rahmet ve şefkat sahibi olduğu gibi, aynı zamanda sonsuz derecede gayret ve izzet sahibidir. Pekçok Kur'an ayetinde tekrarlandığı üzere, Allah hem Rahim'dir, hem Aziz'dir. Rahim isminin gereği olarak bütün varlık alemini sonsuz şefkat ve rahmetiyle kucaklarken, Aziz ismiyle de, kanunlarına isyan edenleri ve bu isyanlarıyla izzetine dokunanları cezalandırmaktadır.

Bu itibarla, Cenab-ı Hakkın huzurunda olan bir kul, bir taraftan o sonsuz rahmetin cazibesiyle kendisinden geçmiş, diğer taraftan da gazabının dehşeti karşısında kalbi titrer bir vaziyettedir. Böyle bir insanın Allah'ın emirlerine isyan edip yasaklarını çiğnemesi mümkün müdür?

Bu korku da, tıpkı sevgi gibi, insanı Allah'a götürür. Bu konuda Nur Külliyatında şöyle buyrulur:
"Halik-ı Zülcelalinden havf etmek [korkmak], Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf [korku] bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir valide, mesela bir yavruyu korkutup sinesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem'asıdır [parıltısıdır] . Demek, havfullahta [Allah korkusunda] bir azim [büyük]lezzet vardır." (5)

Şu halde, korkunun veriliş maksadı da insanı Allah'a götürmektir. Bu bakımdan, bu duygumuzu başka yerlerde kullanıp asıl maksadından uzaklaştırırsak, büyük zararlara uğrarız. Nasıl sevgimizi yanlış yerlerde kullandığımızda, sevdiklerimizden karşılık görmemek; aksine onlar tarafından tahkir edilmek gibinice ıztıraplar içine düşeriz. Aynı şekilde, korku duygusunun yanlış yerde kullanılması da, insanın hayatını zindana çevirir. Çünkü korkulmaya değmediği halde korktuğumuz varlıklar bize gayet sıkıntılı bir zillet yaşatmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Ne yardımcı olabilirler, ne de korkumuzu teskin edebilirler.

Korku hissinin iman ve tevekkülle olan alakası Sözler'de şöyle anlatılır:
"Tam münevverü'l-kalb bir abidi [kalbi nurlanmış bir mü'mini] küre-i arz [dünya] bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedaniyeyi [Allah'ın kudret tecellilerini] lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü'l-akıl denilen [aklını ilim ve düşünce ile aydınlattığı iddia edilen] kalbsiz bir fasık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse yerde titrer. 'Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?' der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)" (6)

Kaynaklar
1. Enfal Sûresi, 2.
2. Hak Dini Kur'an Dili, 3:2367
3. Bediüzzaman Said Nursi. Emirdağ Lahikası, 1:102-3.
4. Fatır Sûresi, 28
5. Sözler, s. 331
6. A. g. e.

Mehmet Paksu

Esma_Nur 22 Kasım 2011 18:05

Mehmet Paksu yazıları
 
DUANIN GÜCÜ VE İSTEMENİN YOLU

"O kadar dua ettiğimiz halde duamız kabul olmuyor" deyip yakındığımız çok olmuştur. İnsan niye yakınır? İstediği şeyin aynısı eline geçmediği için yakınır.
Oysa yakınmaya, üzülmeye ve moral bozmaya hiç gerek yoktur.

Bir kere "istemekle" çok önemli bir adım atılmış oluyor.

O adım da "acziyet" tir. Yani insanın âcizliğinin farkına varması, bunu dile getirmesi ve itiraf etmesidir.

Âcizliğin itiraf edilmesiyle, "Ben kendi imkanlarımla bunu başaramadım, beceremedim, elde edemedim, çaresiz kaldım" demiş oluyor.

Âcizlik, insanın her şeye gücü yeten, her şeyi yapabilen bir Kudrete yaklaşmasına ve yanaşmasına yol açıyor.

Burada insana ayrıca bir güven duygusu geliyor, istek ve arzularına kavuşma ümidi canlanıyor.

"Her isteğini karşılayan, her derdine derman yetiştiren, her arzusunu yerine getiren" bir güce yönelmekle bir rahata, bir huzura ve bir sükûnete kavuşuyor.

Duanın en can alıcı yanı budur zaten.

Çünkü "istemek" insanî bir olay, insanî bir ihtiyaç ve insanî bir özelliktir.

"İsteme" duygusu olmasa, her şey karmakarışık olur, her şey alt üst olur. Bu açıdan Yaratıcının insana verdiği en büyük nimetlerden birisi de "isteme" duygusudur, yani dua etme hissidir.

"Vermek istemeseydi, istemek vermezdi" vecizesinde anlatıldığı gibi, Yüce Kudret, "vermesini", "istememize" bağlamış. "İsteyin vereyim" şeklinde de tercüme edileceği gibi, "Bana dua edin, size cevap vereyim" (Mü'min sûresi, 40:60) âyeti insanı istemeye, duaya teşvik ediyor.

İnsanın istemesi daha çocukluğunda başlıyor. Çocuk bütün arzu ve ihtiyaçlarına isteyerek ve ağlayarak ulaşır. Yani âcizliğini ve çaresizliğini dile getirerek istekte bulunur. Bu yolla öyle şeyler elde eder ki, kendi sınırlı gücüyle onların binde birine bile ulaşamaz.

Bu açıdan "acz dili", dolayısıyla "isteme/istek yolu" çok önemli bir kapıdır. İlâhî dergaha hep bu kapıdan girilir, bu kapıdan hacetler/ihtiyaçlar karşılanır, isteklere cevap verilir.

Zaten her duaya cevap vardır, Yüce Allah her duaya cevap veriyor, hiçbir duayı cevapsız ve karşılıksız bırakmıyor.

Yalnız "cevap" vermekle, duanın aynen "kabul" edilmesi çok farklı bir mesele.

Doktor-hasta-çocuk ilişkisinde olduğu gibi. Çocuk doktorun masasında gördüğü ilâcı ister. Doktor muayene eder, hastalığını teşhis eder, gerekirse istediği ilacın aynısını verir, yahut daha etkili olanını verir, veya hiç vermez, sadece perhiz ve benzeri bir tavsiyede bulunur.

İnsan da Allah'tan ihtiyacı olan bir şeyi ister. Yüce Allah ise kulunun geleceğini ve ihtiyacını ondan çok daha iyi bildiği için, ya istediğinin aynısını verir, yahut daha iyisini verir, bazen de hiç vermez, duasını âhiret için kabul eder, orada daha çok ve sonsuz bir şekilde verir.

Bunun için dua dilekçesini iyi ve doğru yazmalı, fakat gereğini Ona bırakmalı. "İlla şunu isterim" dememeli. Derse, hem haddini aşmış olur, hem de görevi dışına çıkmış olur. Kulun görevi istemektir, takdir ve gereğini yerine getirmek Allah'a aittir.

Mehmet Paksu

Esma_Nur 24 Aralık 2011 08:05

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
[CENTER]KOCASI İZİN VERMEZSE KADIN ANNESİNE GİDEMEZ Mİ?
[/CENTER


Kur'ân, anne-babaya itaati Allah'a kulluktan sonra sayar. Pey*gamberimiz de hadislerinde Allah'ın rızasının anne-babasının rıza*sına bağlı olduğunu bildirerek onların haklarına riayet etmeyi tav*siye eder.

Anne-baba hakları, kişiler bekârken devam ettiği gibi, erkek veya kız ev*lendikten sonra da kopmadan sürüp gider.

Erkek, ev bark sahibi olduğu için anne-babasını ihmal edemediği gibi, kadın da koca*sının izin vermediğini ileri sürerek anne-babasını ziyaretten uzak kalamaz.

"Sılâ-i rahim" adı verilen akraba hakları farz bir ibadettir. Yani na*maz kılmak, oruç tutmak, haram işlememek nasıl farzsa, akraba haklarını gözetmek de öyle bir farzdır.

Erkek ol*sun, kadın olsun, bu farzı ihmal ettikleri zaman önemli bir hu*kuku çiğnemiş, kulluk vazifesini hakkıyla yapmamış olur.

Böyle bir konuda erkek hanımının engellemelerine sığınamayacağı gibi, kadın da beyinin izin vermemesini bahane olarak gösteremez.

•••
Fıkıh kitaplarında kocanın, hanımının anne-baba ve akrabala*rını ziyaretini yasaklayamayacağı kaydedilir.

Çünkü sıla-i rahim farz olduğundan, erkek, hanımının bu farzı iş*lemesine engel olamaz.

Kadının yakın akrabası annesi veya babası olunca -bunlar Müs*lüman olmasalar dahi- kocasının onları ziyaret etmek için gitmesine izin vermelidir. Bu ziyaret günü, bazı kitaplarda Cuma günü olarak belirtilir.

Bu haftalık ziyaret, anne-babanın oturdukları yerin yakın bir mesafede olduğu sürecedir. Aynı köy, kasaba ve şehir gibi...

Böyle bir ziyaret anne-babanın bakıma muhtaç olmayacak bir du*rumda olmaları halindedir.

Anne-baba bakıma muhtaçsalar, hasta veya düşkün bir durumda ise*ler, bakacak başka birisi de yoksa, kadın, kocası izin versin vermesin gidebilir. Ve ihtiyaç olduğu kadar kalabilir.

Bu durumda zor kullanarak engel olan erkek büyük bir günah iş*lemiş olacağından ağır bir sorumluluk altına girmiş olur.

Normal zamanlarda kadın anne-babasını ziyarete gittiği zaman kocası izin vermedikçe yatıya kalamaz. Gündüz vakti gidip tekrar ge*lebilir.

•••
Benzer durum diğer yakın akrabalar için de geçerlidir.

Kocası izin vermese de bir kadın, kardeşi, amcası, teyzesi, halası gibi yakın akrabalarını yılda bir, başka bir görüşe göre ayda bir gidip ziyaret edebilir.

Çünkü âyetlerde haklarını gözetme sırası, anne-babadan sonra ya*kın akrabaya gelir. Onlara gidip gelmek, bağları devam ettirmek farz bir ibadettir. İhmal edildiği takdirde büyük bir vebal altına girilmiş olur.



Mehmet Paksu

Esma_Nur 24 Ocak 2012 19:39

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
“Dünya”, “misafir” ve “yolcu”.



Dünya bir misafirhane, insan ise bir yolcu ve misafir.

Yolcu, devamlı hareket halindedir ve gittiği her yerde misafirdir.

Her uğradığı menzilde ve durakta kalış süresi bellidir ve geçicidir.

İster otelde kalsın, isterse tanıdığı bir dostunun evinde kalsın, durum değişmez.

Demek ki, misafirin kaldığı ev kendine ait değildir, bir başkasına aittir.

İnsan dünyada misafir olduğuna göre, dünyanın kendisi bir misafirhane, bir han ve bir kervansaraydır

Her gün dolar boşalır. Bir kafile gelir, öbür kafile gider. Geçicidir, kalıcı olamaz.

Misafir, serbest hareket edemez, rast gele davranamaz.

Ev sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde yer, içer, yatar, kalkar ve iş görür.

Dünya misafirhanesine gelen her yolcu da, bu âlemin Sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde hayatını düzene ve nizama sokar.

***
Dünya bir kışla, bir mektep ve bir okul.

Burası bir eğitim bir yeri. Yetişme, gelişme, olgunlaşma ve seviye kazanma mekânı.

Kışlada, okulda ve eğitim kurumunda verilen emir çerçevesinde hareket edilir.

Kimse orada istediği gibi davranamaz. Aklına estiği gibi, kafasına geldiği gezip tozamaz.

Her şey bir sisteme, bir plana ve bir programa göre düzenlenmiştir.

Orada rahat etmenin tek yolu, kurallara uymak, uyarılara dikkat etmek, uymayanları uyarmaktır.

Bir tek kişinin başına buyruk hareket etmesi, herkesini huzurunu ve rahatını kaçırmaya yeter de artar bile.

Mevcut kurallara uyanlar, oranın nimetlerinden, imkânlarından ve varlığından istifade eder.

Üstelik devamlı izzet, ikram görür, iltifat ve takdir görür. Aksine davrananlar ise sürekli tenkit ve tekdirle karşılaşır, azar işitir, cezaya çarpılır, kendi eliyle kendi hayatını zehir eder.

Dünya misafirhanesini yaratan, yapan, içine bin bir çeşit nimetler yerleştiren, bahar ve yaz aylarında ve bütün bir yıl boyunca misafirlerini sürekli besleyen, büyüten ve yaşatan “Misafirhane Sahibi” onlardan sadece Kendisini tanımalarını, emirlerine uymalarını, kural ve kaidelere riayet etmelerini istiyor.

Böylece insanın hem kendisi rahat eder, hem başkalarının rahatını sağlar, hem de makbul bir kul, sevimli bir misafir olur.
Mektubat’ta denildiği gibi, “Madem her yer misafirhanedir, eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.”

***

Dünya bir misafirhane olduğu gibi, bir ticaret yeri ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar.

O uzun ve sonsuz yolculukta lazım olacak her şey burada kazanılacak, buradan temin edilecek ve buradan oraya gönderilecek.

Yolculuğa çıkan kimse, gideceği yere göre hazırlık yapar, çantasını, bavulunu ona göre hazırlar.

Bir aylık kalınacak yer için ne kadar hazırlık yapılacaksa, sürekli, devamlı ve sonsuza kadar kalınacak olan ebed memleketi için o kadar hazırlık yapmak lazım. Yoksa yarı yolda aç-bîilaç kalma gibi bir yokluk ve yoksullukla karşılaşma ihtimali vardır.

***

Gerçekten yolculuk uzun ve sonsuz. Buranın başı ve sonu belli ama buradan ayrıldıktan sonra zamansız bir âlem, kalıcı bir memleket ve sonsuz bir diyar bekliyor bizi.

Mesnevî’de ifade edildiği gibi: “İnsan bir yolcudur. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşir meydanına, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder."

“Her iki hayata lazım olanlar mülk Sahibi tarafından verilmiştir. Fakat insan cehaletinden dolayı onları tamamen bu fani hayata sarf ediyor. Oysa onun en azından onda birini dünya hayatına, onda dokuzunu bakî-sonsuz hayata sarf etmek gerekiyor.”

“Cenab-ı Hak her iki hayata lazım olanları elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saatini kısa ve fani dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatini de beş vakit namaza, bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lazımdır ki, dünyada paşa, âhirette gedâ (dilenci-yoksul) olmasın.”


Mehmed Paksu

Esma_Nur 24 Şubat 2012 10:10

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Her deliye veli rolü

Bazen de aile içinde istenmeyen tartışmalar yaşanabiliyor. Eşler, tartışmayı ileri boyutlara götürüp birbirine "çek git" resti çekebiliyor. Ancak bir süre sonra kızgınlık geçince, etraf sakinleşince eşler birbirine karşı ettikleri sözlerin pişmanlığını yaşıyor.
Aile içinde tartışma olabilir, fakat tartışmayı belli bir sınır içinde tutmak lazım. Her iki taraf da aynı tonda konuşur, direnir ve diretirse, ortak kayıplar yaşanır. Bunun olmamasının çaresi "deli/veli" rolü üstlenmektir.
Bir Allah dostu, bir toplulukta konuşulanları dinler. Hepsi de hanımından dert yanmaktadır. Fakat kendisinde şikâyet filan yoktur. Derler ki: "Veli gibi bir hanıma düştün de sesin çıkmıyor." "Hayır" der, "Bizim hanım veli filan değil, kelimenin tam manasıyla delidir deli!" "Nasıl geçiniyorsun öyleyse?" dediklerinde de şu açıklamayı yapar: "Hanımla bu konuda anlaştık. İnsan öfkelenince akıl gidiyor, deli haline geliyor. Öyleyse kim öfkelenirse o an sanki o delidir. Deliye karşı ise bir veli lazımdır. Ben öfkelenirsem hemen farkına varacaksın, sabır gösterip ters cevap vermeyeceksin. Çünkü ben o an deli sayıldığımdan 'deli adamdan her şey beklenir' diyerek veli rolüne gireceksin, aklım gelinceye kadar bir deliye bir veli rolü oynayacaksın."


Eşinizin iyi davranmasını istiyorsanız

Bazen, eşler yaşadıkları tartışma sonucu birbirine küsüyor, konuşmuyor. İki kişi, karı koca da olsalar her konuda yüzde yüz anlaşamayabilir fakat meseleyi hemen tatlıya bağlamak çok önemlidir.
Eşinizin gönlünüzü almasını istiyorsanız, nasıl gönül alınmasını siz ona öğreteceksiniz. Zamanı gelince siz onun gönlünü alacaksınız ki, o da yeri geldiğinde sizin gönlünüzü alsın.
Kendinizi mutlu etmek istiyorsanız, önce eşinizi mutlu etmelisiniz. O mutlu oldukça siz de mutlu olursunuz. Karşınızda şen şakrak olsa, neşe dağıtıp gülüp dursa suratınızı asmaya devam edebilir misiniz?
"Ben ona küsüyorum, o da bana küsüyor" sözü evcilik oynayan küçük çocukların "küsmece"sine benziyor. Birbirinize küseceğinize şeytanı küstürseniz, şeytana surat assanız neler kazanacağınızı düşünebiliyor musunuz?
Göreceksiniz o zaman aile içinde büyüttüğünüz sorunların hiç de o kadar büyük olmadığını fark edeceksiniz. Mutlu ve huzurlu bir aile hayatı için birbirinize değil, şeytana küsün…




Mehmet Paksu

Esma_Nur 27 Mart 2012 18:59

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Belâ nasıl güzelleşir?



Birer birer merdivenleri çıkarken, bir yandan da felaketlerdeki güzelliği, musibetlerdeki isabeti ve saadeti, dertlerin içindeki gizli dermanı, yokluk içinde varlığı, darlık içindeki dirliği ve diriliği aramaya sürdürüyordum.

“Acaba zihnimde yer eden bu düşüncenin Kur’ân’da bir kaynağı, bir yeri, bir delili var mıdır?” derken, birden aklıma “belâen hasenen” ifadesi geldi. Bu kelam “Güzel belâ” anlamına geliyordu.

“Belânın da güzeli, iyisi olur mu?” derken, âyetin açıklamasına göz attığımda, Kur’ân’da geçen “belâ” kelimesinin ve bu kelimeden türetilen diğer kelimelerin “imtihan, sınav, deneme, tecrübe” anlamına geldiğini fark ettim.

Hani dilimizde de “tatlı belâ” diye bir kavram var ya, neredeyse tam Kur’ân’daki “belâen hasenen”in karşılığı...

Kur’ân, bunun yanında, bir de “fitne” kelimesine çok farklı bir anlam yükler. Bizim bildiğimiz “fitne”, “arayı bozma, bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma” ve benzeri olumsuz anlamlarda kullanılır.

Ama Kur’ân’ın “fitne” olarak vasıflandırdığı iki nimet var: Bir mal, öteki de evlat.

Kur’ân bu iki varlıktan, bu iki imkândan, bu iki güzellikten “fitne” olarak söz eder.

“Belâ” kelimesinde olduğu gibi, “fitne” kelimesi de aynı şekilde “imtihan vesilesi, hayat sınavı, tatlı çile” gibi anlama gelir.
Bizim Karadenizlilerin “hâin” kelimesini, “O ne hain uşaktur” diyerek, sözünü ettikleri kişiyi övmeleri, bu sözle o insanın iyi ve mert bir insan olduğunu anlatmış olmaları gibi.

***

Gerçekten “belâ” nasıl güzel olur? Bizim “beddua”da kullanıp durduğumuz bu kavram nasıl iyi ve olumlu bir mana taşıyabilir?

Anlaşılan o ki, insana iki türlü nimet geliyor, iki şekilde hayır ulaşıyor:

Birisi, doğrudan, açık ve berrak olarak; diğeri de dolaylı yoldan, biraz dolambaçlı ve mahiyet değiştirerek...

Mesela, güneş ve gündüz her yönüyle bir nimet ve aydınlık. Ya gece, o da karanlık, meçhullük ve kapalılık.

Ama gece olmadan ne güneşin güneşliği anlaşılır, ne de gündüzün farklılığı ve aydınlığı. Demek ki, gündüz aydınlıksa, gecenin karanlığı sayesinde aydınlıktır.

Hayatı tozpembe gören, imkânlar içinde yüzen, sağlık ve mutluluk içinde yaşayan, yediği önünde, yemediği arkasında duran bir insanın bu gidişatı hayra alamet değildir. Çünkü hayat tek düze, düz bir çizgi üzerinde gitmiyor. Hayat inişli çıkışlı, yokuşlu tırmanışlıdır.

Gün gelir, art arda dertler sıralanır, zaman olur, darlık ve kriz gelip kapıya dayanır; bir de bakmışsınız ki, hastalıklar gelip vücudunuza yerleşmiş.

Darlık olmadan varlığın kıymeti, hastalık olmadan sağlığın değeri, aç kalmadan yemeğin lezzeti, ayrılık olmadan vuslatın sevinci anlaşılabilir mi?

El bebek, gül bebek yetişen, büyüyen ve böyle bir hayata alışan insanlar, en basit bir tökezleme sonucu çöküyorlar, yıkılıyorlar, hayata küsüyorlar.

Oysa şimdilerde olduğu gibi, yem yeşil, bol çiçekli bir mevsim varsa, bol meyveli ve bereketli bir yazı yaşıyorsak; bu nimetler üç-dört ay öncesinde karlı, fırtınalı, buzlu dumanlı, çileli ve meşakkatli bir kışın sonunda önümüze serilmiştir.

***

Kur’ân’da peygamber kıssaları böylesi örneklere doludur.

Yusuf Aleyhisselâm, Mısır’a sultan olmadan önce, kardeşleri tarafından kuyuya atıldı. Oradan çıkartıldı, köle olarak satıldı. Sonra iftiraya uğradı, yıllarca zindanlarda çile çekti. Hayatın bütün acılarını tattı. Sonra, o zaman ki süper devlet olan Mısır’ı ve bölge insanını yıllar süren ekonomik krizden ve kıtlıktan kurtardı. Bu arada, bir âhiret saltanatı olan peygamberlik nimetiyle de taltif edildi.

Hz. Yusuf’un çektiği bütün sıkıntılar Kur’ân ifadesiyle “belâen hasenen”di, tatlı belâydı, “şirin” musibetti.

Çünkü “Veren”i tanıyordu, her şeyin Ondan geldiğini biliyordu.

İşin en dikkat çekici yönü de, saadetin zirvesinde iken, varlığın ve servetin en doruk noktasında iken, Rabbinden ölümünü istedi. Biliyordu ki: “gerçek saadet, sonsuz hayat kabrin öbür tarafındaydı. Buradakiler geçici ve süreliydi”

Mehmet Paksu

Elvin meyra 27 Mart 2012 19:43

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
ne diyeyim artık bende öğrendim derdimi sevmeyi bazen bu geldiyse rabbimden vardırr bihikmeti diyorum ondan geldin se hoş geldin sefa geldin...........takip ederim mehmed paksuyu ArO*güzel paylaşımevet000

Esma_Nur 08 Mayıs 2012 21:36

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Evliyken başka biriyle tanıştım ve..


YAZAR KENDİSİNE SORULAN SORUYA CEVAP VERİYOR.
Ben bankamatik, eşim ise hizmetli sanki...
Ben 27 senelik evliyim. Hele son 10 sene evlilik adına hiçbir paylaşım yok. Sadece ben bankamatik, o ise hizmetli. 8 sene oldu başka biriyle tanıştım, benim için her yönden doğru insan olduğuna inanıyorum. Ben kendimi yenilemeye çalıştıkça eşimle aramızdaki makas açılıyor ve diğer tarafa olan hislerim daha kuvvetleniyor. Cevabınızı da tahmin edebiliyorum ama gene de yazmak istedim. (Rumuz: Kalbin Sesi)
Derdinizi çok net ve açık bir dille ifade etmişsiniz. Eşler anasında hayata bakış, düşünce birliği, duygu dünyası farklı olursa paylaşımlar gittikçe azalabiliyor, birbirlerine yabancılaşabiliyor. Hatta birbirlerine ihtiyaç duymaz hale gelebiliyorlar.
Bu durumda herhalde yapılacak bir şey varsa, o da ilk adımda, aranızdaki soğukluğun sebebine bakmanız gerekir. Eşinizin fiziki ve psikolojik bir rahatsızlığı varsa, tedavi çarelerini arayın. Psikolojik bir destek almaya çalışın.
Genellikle kadınlar yaş dönümlerinde eşlerinden uzak kalmayı tercih ederler, bu yaklaşımlarını da normal görürler. Bir de çocuklarına çok düşkünseler, neredeyse eşine ihtiyaç duymaz hale gelir, ilişkilerini dondururlar.
Ona bu tutumunu hatırlattığınızda acaba nasıl bir tepki gösteriyor? Eksiğini, hatasını kabulleniyor mu? Kabulleniyorsa mesele yoktur ama ciddiye almıyor, yüzünü ve sırtını dönmeye devam ediyorsa, aile içinde çözmeyi bir deneyin.
Bir Kur'an metodu olan "hakem" yoluna başvurun. Bilgi ve tecrübesiyle donanımlı bir kişi sizin tarafınızdan, bir kişi de onun tarafından olsun, bu kişilere derdinizi açın, çözüm bekleyin.
Her yolu denediğiniz, her tür çareye başvurduğunuz halde en küçük bir değişiklik görmüyorsanız, yaklaşımlarınızda meşru çerçevede farklı bir yol izleyebilirsiniz. Yoksa hissi davranırsanız, sıkıntılar sizi kendi çemberi içine alabilir.


MORAL HABER

Esma_Nur 18Haziran 2012 17:47

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Bir tarikata bağlanmak şart mıdır?


Müslümanın gerçek mürşid ve rehberi Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Bir Müslüman bu iki mukaddesi kendisine rehber alıp kılavuz edinirse sırat-ı müstakimi bulmuş, kendisine doğru bir yol çizmiş olur.

Zaten bunları rehber almayan insanın olsa olsa rehberi ve yol göstericisi şeytandır. Çünkü, kâinatta iyi ve kötülerin temsilcisi vardır. Üçüncü bir yol yoktur. Bir insanın rehberi, ya iyi ve iyilerin temsilcisi olan Peygamber Efendimizdir, ya da kötü ve kötülüklerin temsilcisi olan şeytan ve onun fahrî yardımcılarıdır.

Bununla birlikte başta sahabiler olmak üzere müçtehidler, veliler İslâm ulemâsı da insanlara hak ve hakikatı gösteren, doğru yolu işaret eden rehber ve kılavuzlardır. Bunlar zaten ilim ve irfanlarını Kur’ân’dan, Peygamberden (a.s.m.) almaktadırlar. Ve birçokları yüzlerce, binlerce insanın hidâyete ermesine vesile olmuş, hizmet etmiş, dünya ve âhiret saadetine ermesine yardımda bulunmuşlardır.

Meselâ İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfii, İmam-ı Gazâlî, Abdülkadir Gaylânî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşıbend, Mevlâna ve asrımızda da Bediüzzaman Said Nursî bu mürşid ve rehber şahsiyetlerden bir kısmıdır. Bu mübarek zatların hayatları, hizmetleri incelenirse, büyüklükleri ve İslâm tarihindeki yeri kolayca görülecektir.
Evet, bir Müslüman bu zatların sözlerini, kitaplarını, hal ve hareketlerini, devam etmiş oldukları zikir ve evradı okuyabilir, taklid edebilir ve böylece İslâmî yaşayışını zenginleştirip nurlandırabilir. Böylece bu zatlar insana mürşid olur, rehber olur.
Bu zatları kötü gören, bir peygamber mirasçısı oldukları için imkân nisbetinde taklid etmeyen, tanımayanların da olsa olsa yol göstericisi şeytan ve kötü kimseler olur. Çünkü, bir Müslüman onları Kur’ân’a ve Peygambere uydukları için sevmekte, kitaplarını okumakta, istifâdeye çalışmaktadır.

Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar

Esma_Nur 20Haziran 2012 12:04

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Tatil Anlayışımız ve Tatilin “Tatil”i


Eskiler uzun boylu tatile ihtiyaç duymazdı. Çünkü hayat sade, işler sakin, ruhlar dingin, kalpler rahat, vücut da dinçti. İnsanların ayrıca “boş” geçirecekleri öyle haftaları, ayları da pek bulunmazdı.

Geçtiğimiz ay gazetelerde, “Sağlıklı bir vücut için en az bir ay tatil yapmalı” biçiminde bir haber çıktı. Yani elini sıcaktan soğuğa sokmadan, bir ay boyunca gezerek tozarak, yürüyerek yüzerek, bir yerde “yan gelip yatarak” geçirmek.

Bizim zamanımızdaki ilk okuma kitabında, “Uyu, uyu, yat uyu!” ninnisine benzer bir yaklaşım sergileniyor: “Ye, iç, yat!” Bunun adına da tatil deniyor. Yani sizin anlayacağınız, “dişe dokunur” herhangi bir iş yapmadan bir ay süreyle boş boş, avare bir şekilde “zaman öldürme” eylemi.

Hatta kitap bile okumayacaksın. Çünkü kitap okursan başın ağrır, gözün yorulur, beynin sulanır. “Kafa dinlemek” için ne okuma, ne yazma, hatta ne düşünme, ne fikir üretme; açıkçası, “katıksız” ve net bir tatil yapmak.

Bir de nerede kalabalık varsa, nerede deniz varsa, insanlar hangi tatil bölgesine akın ediyorlarsa direksiyonu oraya kırmak, orada mekan tutmak, orada gününü gün etmek…

Oteller, moteller, sahiller, tatil köyleri ve çoğu yazlıklar insanın bu istek ve arzusunu karşılamak için kurulmuşlar. İsraf ve harcamalar için de her şey planlanmıştır.
Giderken uzun ve stresli bir yolculuk, gelirken aynı şekilde yorgun ve bitkin bir seyahat. Bunun için tatil dönüşü, dinleneceği yerde “kambur kambur üstüne” koymuştur. Bir de canını sıkan olaylar, moralini bozan görüntüler ve derdine dert katan tatsız sürprizler de eklenince tatil dinlenmeden çıkmış, atalet haline gelmiştir insan için. Tatile çıkacağına da, çıktığına da bin pişman olmuştur.

Tatil “hayat tarzı”na dönüştü

Altmışlı, yetmişli yıllarda bu şekildeki tatil anlayışı pek bilinmezdi. Kısmen şimdilerde de olduğu gibi, sadece Adana, Mersin, Antalya ve Muğla gibi yerlerde yaylaya çıkılır, yaz boyu orada geçirilirdi. Günümüzde ise yaz tatili ayrı, kış tatili ayrı, yurt dışı ayrı, okyanus aşırı tatiller ayrı oldu. Böylece tatil anlayışı bir “hayat tarzı”na dönüştü, bir felsefe haline geldi. Bir yıl öncesinden planlanır, programlanır, gündeme alınır bir şekle büründü.

Eski insanlar “vakt-i zamanında” nasıl tatil yapardı? Öğrenmek için öyle uzaklara gitmeye gerek yok; şayet hayatta iseler dedelerimize, babalarımıza sorsak bile öğrenmemiz mümkün.

Bilebildiğim kadarıyla eskiler böyle uzun boylu tatile ihtiyaç duymazdı. Çünkü hayat sade, işler sakin, ruhlar dingin, kalpler rahat, vücut da dinçti. İnsanların ayrıca “boş” geçirecekleri öyle haftaları, ayları da pek bulunmazdı.

Hem zaten insanın hayatında bir ay gibi koca bir zaman nasıl olur da boşa harcanabilirdi? Çiftçiyse bağında bostanında, tarlasında arazisinde; esnafsa işinde gücünde, ticaretinde kârında idi. Bir de şimdiki gibi “emekliler ordusu” da yoktu.

“Boş zaman” mefhumu eski kültürümüzde bilinmezdi; eski kültürümüzde derken İslâmi yaşantımızda… Çünkü saniyesine varıncaya kadar “zaman” kutsal bir değerdi. Öyle “haybeye” harcanacak bir kavram hiç değildi. Zaten tembel olan her devirde tembeldi. Onun için bir iş yapmamak, “iş” sayılırdı.

Çalışarak dinlenmek, iş değişikliğiyle istirahat etmek

Kur’ân’ın işaretiyle Cenab-ı Hak yüzyıl anlamında “Asr”a, tan yeri ve sabah anlamında “Fecr”e, birer zaman makinesi olan “Şems/Güneş”e ve “Kamer/Ay”a ve bunların ördüğü “leyl/gece”ye ve “nehar/gündüz”e yemin ederek, zamanın çok büyük bir nimet olduğunu hatırlatıyor, zamanı yerinde kullanmaya davet ediyor, vaktin nakit değerinde olduğunu bildiriyor. Vakitle nakit alabilirsiniz ama, nakitle hiçbir zaman vakit alamazsınız.

Hatta öyle ki, Kur’ân, bir işin peşinden bir başka iş yapmaya teşvik ediyor. İnşirah Suresindeki “Bir işi bitirince bir başkasına giriş” ifadesi, çalışarak dinlenmeyi, iş değişikliği yaparak istirahat etmeyi öğretiyor. Çünkü “Fıtratı müteheyyiç olan bir insanın rahatı sa’y ve cidaldedir.” Yani, yaratılışı gereği heyecanlı, hareketli ve yerinde duramayan bir insan ancak çalışarak, didinerek ve hayata karşı dinç kalarak rahat eder.

Cuma Suresinde ise, Cuma namazı için çağrıldığında işi gücü bırakılarak Allah’ın zikrine koşmamız emredilir. Fakat namaz biter bitmez de yeryüzüne dağılıp Allah’ın fazl u kereminden rızık temin etmeye yönlendirilir.

Ramazan ve Kurban Bayramları gibi dini tatil günlerinde ise bayramlaşma ve kurban ibadetleri eda edilir ki, boş gibi görünen bu zaman dilimleri bile en iyi ve en ideal biçimde değerlendirmeye tabi tutulur.

Gezi ve seyahatler gayesiz ve anlamsız olmamalı

Bunların yanında, insan yıl boyu hep ciddi, hep ağır ve hayati meselelerle ve konularla mı meşgul olmalı? Dinlenmeye ve eğlenceye hiç ihtiyacı yok mudur? Mutlaka vardır. İnsan kurulu makine değildir ki düğmesine basınca 24 saat durmadan çalışsın.

Kur’ân, gecenin insan için bir örtü, uykunun da bir dinlenme vasıtası olarak ihsan edildiğini bildirir. Sadece gece değil, öğle sonrası gibi gündüzün bir bölümü de “kaylule” adıyla ayrıca dinlenmek için bir uyku saatidir. Bundan dolayı günün üçte biri böyle bir istirahat maksadıyla kullanılır.

Bedenin dinlenmeye ihtiyacı olduğu gibi, duyguların ağırlık merkezi olan kalbin de rahata ve dinlenmeye ihtiyacı vardır. Bu konuda Hazret-i Ali Efendimiz, “Kalplerinizi dinlendirin. Onlar da tıpkı bedenleriniz gibi yorulurlar” diyerek sıkıntıya ve strese karşı kalb istirahatını tavsiye eder.

Kur’ân, insanın yerinde sayıp durmasını istemiyor. Gezmesini, dolaşmasını, seyahat etmesini, yeni yeni yerler görmesini tavsiye ediyor. Fakat bu gezi ve seyahatler de gayesiz ve anlamsız değildir. Bu gayelerden birisi, yaratılış seyrini keşfetmek, diğeri de taşkınlık yapan eski kavimlerin acı akıbetlerini görerek ibret almaktır.

“De ki: Yeryüzünde gezin de, Allah’ın mahlukatı ilk önce nasıl yarattığını görün.” (Ankebût, 29:20)
“De ki: Yeryüzünde gezin de, daha öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın. Onların çoğu Allah’a ortak koşanlardı.”
Bütün bunlarla birlikte, pratikte yapılması gereken şey, tatili anlamak için biraz “tatil”i tatil ederek ataletten betaletten kurtulmak ve tatil fırsatını bir ganimet ve nimet olarak bilip kâra geçmektir.

Mehmed Paksu
Moral Dergisi


SAAT: 01:52

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306