www.medineweb.net, yükleniyor... 'den beri Kesintisiz Yayında.... |
28 Ocak 2017 16:24 | |
mehmet akif2 | ![]() allah kolaylık versin |
28 Ocak 2017 14:58 | |
Unnamed | Ben de bunu arıyordum teşekkür ettim... |
03 Eylül 2016 21:28 | |
danielnikola | Allah razı olsun... |
23 Aralık 2013 15:28 | |
enderhafızım | Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL) 14. HAFTA 1- FİL SURESİ: بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِيلِ ﴿1﴾ أَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِيلٍ ﴿2﴾ وَأَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا أَبَابِيلَ ﴿3﴾ تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ ﴿4﴾ فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ ﴿5﴾ Suat Yıldırım’ın Meali: 1- Rabbinin Ashab-ı fil’e ettiklerini görmedin mi? 2- Onların hile ve düzenlerini boşa çıkarmadı mı? 3- Üzerlerine ebabili, sürü sürü kuşları salıverdi. 4- Bunlar onlara pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. 5- Derken onları kurt yeniği ekin yaprağına çeviriverdi. Süleyman Ateş’in Meali: 1- Rabbinin, Fil sâhiplerine ne yaptığını görmedin mi? 2- Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? 3- Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi, 4- Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atan (kuşlar). 5- Nihâyet onları, kurt yeniği ekin yaprağı gibi yaptı. M. Esed’in Meali: 1- Haberin yok mu Rabbin Fil Ordusu'na ne yaptı? 2- Onların kurnazca planlarını tamamen bozmadı mı? 3- Üzerlerine kalabalık sürüler halinde uçan varlıklar saldı, 4- Onlara önceden tesbit edilmiş taş gibi sert azap darbeleri vurdular, 5- ve onları yalnız sap dipleri kalasıya yenmiş bir ekin tarlasına benzettiler. Öncelikle, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)in doğumundan elli, elli beş gün gibi önce vuku bulan ve Arapların tarih başlangıcı olarak kullandıkları Fil Vakasını görmesi mümkün değildir. O halde “görmedin mi” şeklindeki bir hitabın ve sorunun Anlamı nedir? Bu ifade tarzı, “bilmiyor musun, pekâlâ bildiğin gibi” anlamında bir mecazdır. Çünkü hadise ile ilgili o kadar çok şey duymuş ve hadiseyi yaşayan insanlarla karşılaşmış ki Fil olayı Peygamber’imiz için tevatür derecesinde, gözle görmüş gibi kesin bir olaydır. Dolaylı olarak Mekke halkı içinde aynı husus söz konusudur. S. Yıldırım ve S. Ateş ayeti lâfzî tercüme ederken M. Esed ayeti manevî tercüme etmiş ve ayetteki maksada göre mana vermiştir. İkinci husus Elmalılı H. Yazır’ın dikkat çektiği “keyfe” edatının çevirisi “nasıl” şeklinde olması ve olayın meydana geliş keyfiyetine vurgu yapılması gerekirken “ne” kelimesiyle çevrilmiştir. Neticede olayın meydana gelişindeki harikuladelik ve mucizevî yön yerine Allah’ın ne yaptığı yani helak hadisesine dikkatler çekilmiştir. Bu bir eksikliktir. İsabetli olan “rabbinin fil ashabını nasıl helak ettiğini görmedin mi/ bilmez misin!” tarzında yapılabilirdi. Üçüncü mesele tadlîl kelimesinin boşa çıkarma iptal etme olarak çevrilmesidir. Buradaki tadlîl’in saptırmak ve sapıklıkta bırakmakla alakası yoktur. Fil suresinin meali denildiğinde mutlaka akla gelecek bir konu da “ebâbîl” kelimesinin tercümesidir. Birincisi ve Elmalılı’nın da tercih ettiği ve “tayran” kelimesinin nekre oluşunun da desteklediği “ebâbil” kelimesinin tayr kelimesinin sıfatı olması ve manasının da “kafile kafile, sürüler halinde kuşlar” şeklinde olmasıdır. Diğer tefsir ebâbil bir kuş türüdür ve âyette tayr kelimesini açıklayan bir atf-ı beyandır. Bu takdirde ise, “üzerlerine sürü sürü kuşları, ebabili gönderdik” şeklinde çevirmek mümkündür. S. Yıldırım’ın meali her iki görüşü birleştiren bir yapıdadır. Ancak tercihimiz Elmalılı’nın da tercihi olan sıfat olması yani diğer iki çevirideki gibi ebabil yerine “kafile kafile” veya “sürü sürü” çevirisidir. Meselelerden birisi de M. Esed’in mealinde gerek peygamberlerin mucizeleri gerekse harikulade olayları, cinler gibi görünmez varlıkları pozitivist bir bakış açısıyla tevil etmesidir. Üçüncü ayeti “Üzerlerine kalabalık sürüler halinde uçan varlıklar saldı” diye, kuşları, uçan varlıklar olarak çevirmesi söz konusu bakış açısının bir sonucudur. Son olarak çevirisinde farklılık olan bir yerde “keasfim’me’kul” ifadesidir. Buradaki “asf” yani ekin yaprağı hakkında Elmalılı üç görüş zikretmektedir. Hülasa ekin yaprağından maksat saman haline gelmiş şekli midir? Yoksa delik deşik olmuş kurtların yediği yeşil ekin yaprağı mıdır? Elmalılı yeşil ekin yaprağı olduğunu tercih etmektedir. 2. KUREYŞ SURESİ: بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ ﴿1﴾ إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ ﴿2﴾ فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ ﴿3﴾ الَّذِي أَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَءَامَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ ﴿4 Suat Yıldırım’ın Meali: 1–Kureyş’in güven ve barış anlaşmalarından faydalanmalarını sağlamak için, 2–Kış ve yaz seferlerinde faydalandıkları anlaşmaların kadrini bilmiş olmak için, 3– Yalnız bu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbine ibadet etsinler. 4– Kendilerini açlıktan kurtarıp doyuran, korkudan emin kılan Rab’lerine kulluk etsinler. Süleyman Ateş’in Meali: 1- Kureyşi alıştırdığı için, 2- Onları kış ve yaz yolculuğuna alıştırdığı için, 3- Bu Ev(Kabe’n)in Rabbine kulluk etsinler. 4- O ki onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu. Ali Özek ve Heyet (Diyanet Vakfı) Meali: 1- Kureyş'e kolaylaştırıldığı, 2- Evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için, 3- Onlar, şu evin Rabbine kulluk etsinler ki, 4-Kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kıldı. Kureyş suresi dört ayetten meydana gelse de tek bir cümledir. Sureyi bu bakış açısıyla tercüme etmek gerekir. Yukarıdaki ve benzeri meallerde ilk dikkati çeken nokta suredeki “îlaf” kelimesinin çevirileridir. S. Yıldırım “güven ve barış anlaşmaları”, S. Ateş, “alıştırmak”, Heyet ise, “kolaylaştırmak” şeklinde tercüme etmişlerdir. Âyette geçen ülfet masdarından türetilmiş îlâf kelimesi, ülfet ettirmek yani alıştırmak uzlaştırmak, ya da ülfet ettirilmek uzlaştırılmak alıştırılmak manalarına gelir Mealleri değerlendirdiğimizde Suat Yıldırım Elmalılı mealini aynen almış ve Onun tercihini mealine yansıtmıştır. S. Ateş ise, if’al kalıbı esas alındığında elde edilen anlamı mealine yansıtmıştır. Ancak her iki meal de, Kureyşin yazın Şam taraflarına Kışın yemen civarına ticari seyahatler yapabilmesini ve andlaşmalar yaparak oralarda kendisine ticari imtiyazlar elde etmesinin Kâbe’nin gözetim ve bakımını üstlenmeleri ile irtibatını ve bu sebeple Kâbe’nin sahibine ibadet etmeleri gerektiği hususunu tam yansıtmaktan uzaktır. Heyetin kolaylaştırılmak şeklindeki çevirisi de meseleyi aktarmaktan uzaktır. İkinci îlâf kelimesi birinciden bedeldir ve çeviri de iki farklı şey gibi tercüme etmek doğru değildir. Ali Özek ve heyetinçevirisi bu açıdan daha isabetlidir. Sure’yi ayette anlatılmak istenen gaye gözetilerek şöyle çevirmek de mümkündür: “Kureyşin ticari seyahatlerinde gördüğü saygınlık ve emniyet hakkı için; Evet özellikle de kış ve yaz mevsimlerindeki seferlerinde kendilerine gösterilen saygı ve tanınan imtiyazlar için Şu Kâbe’nin Rabbine ibâdet etsinler. Öyle bir Rab ki, onları açlıktan kurtarıp doyuran ve korkudan emîn kılandır O.” 3. MÂUN SURESİ: أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ ﴿1﴾ فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ ﴿2﴾ وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ ﴿3﴾ فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ ﴿4﴾ الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ ﴿5﴾ الَّذِينَ هُمْ يُرَاءُونَ ﴿6﴾ وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ﴿7﴾ Suat Yıldırım’ın Meali: 1 – Baksana şu dini, mahşer ve hesabı yalan sayana! 2 – O, yetimi şiddetle itip kakar. 3 – Muhtacı doyurmayı hiç teşvik etmez. 4 – Vay haline şöyle namaz kılanların: 5.7 – Ki onlar namazlarından gafildirler (Kıldıkları namazın değerini bilmez, namaza gereken ihtimamı göstermezler). İbadetlerini gösteriş için yaparlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler. Süleyman Ateş’in Meali: 1- Din(âhiret cezâsın)ı yalanlayan(adam)ı gördün mü? 2- İşte o, öksüzü iter, kakar; 3- Yoksulu doyurmağa önayak olmaz. 4- Şu namaz kılanların vay haline, 5- Ki, onlar namazlarından gaflet ederler (kıldıkları namazın değerini bilmez, ona önem vermezler). 6- Onlar gösteriş (için ibâdet) yaparlar. 7- En ufak bir yardımı esirgerler. Ali Özek ve Heyet (Diyanet Vakfı) Meali: 1- Dini yalanlayanı gördün mü? 2- İşte o, yetimi itip kakar; 3- Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; 4- Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, 5- Onlar namazlarını ciddiye almazlar. 6- Onlar gösteriş yapanlardır, 7- Ve hayra da mâni olurlar. Sure taaccüb ifade eden bir soruyla başlamaktadır. S. Yıldırım ayetteki maksadı düşünerek “gördün mü” sorusunu “baksana” şeklinde çevirmiş, cümlenin sonuna da ünlem işareti koymak suretiyle anlamı taşımaya çalışmıştır. Burada “din” kelimesinden maksat hesap ve cezanın görüleceği mahşer günü ve öldükten sonra diriliştir. İlk mealde hem din kelimesi hem de anlamı birlikte verilmiş tekrara düşülmüştür. İkinci mealde ise asıl anlam parantez içinde verilmiştir ki buna hiç gerek yoktur. Üçüncü meal ise kelimeyi tercüme etmeden aynen yazmıştır. Hâlbuki müşriklerin şirkten sonra ikinci inkâr noktaları ahireti, dirilişi kabul etmemeleridir. Bu surenin nerede ve ne zaman nazil olduğu meselesi anlaşılması adına önemlidir. Mekke’de nazil olduğuna dair bazı rivayetleri ve ilk âyetlerinde dile getirilen meseleleri esas aldığımızda sure Mekkîdir. Ancak dördüncü ayet ve devamında münafık vasıflarından bahsedilmesi itibarıyla da Medeni olduğu en azından ilgili ayetlerin Medine’de nazil olduğu söylenir. Surenin son kelimesi mâûn’un tercümesinde farklılık görülmektedir. Mâûn az ya da çok insanın yararına olan şeydir. Zekât anlamı verenler olduğu gibi insanlar arasında ödünç verilen balta kürek gibi küçük yardımlar anlamına da gelir. 4. KEVSER SURESİ: إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ ﴿1﴾ فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ ﴿2﴾ إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ ﴿3﴾ Elmalılı H. Yazır’ın Meali: 1- Biz verdik sana hakikatte Kevser 2- Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kesiver 3- Doğrusu sana buğz edendir ebter Suat Yıldırım’ın Meali: 1– Biz gerçekten sana verdik kevser. 2– Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kesiver. 3– Doğrusu, seni kötüleyendir ebter! Hasan Basri Çantay’ın Meali: 1- Habîbim) hakikat, biz sana, Kevseri verdik 2- O halde Rabbin için namaz kıl. Kurban kes. 3- Sana buğz eden (yok mu? İşte asıl) zürriyetsiz olan şübhesiz Odur. Diyanet İşleri Başkanlığının Meali: 1- Doğrusu sana pek çok nimet vermişizdir. 2- Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes 3- Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan kimsedir. Mekke’de müşriklerin Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e erkek çocuklarının vefat etmesi üzerine “sonu yok nesli kesik” anlamında “ebter” demeleri üzerine nazil olmuştur. Mevcut meallere baktığımızda öncelikle üzerinde durulması gereken nokta “Kevser” kelimesinin tercümesidir. Kevser kelimesi, çokluk manasına gelen “kesret” kökünden cevher vezninde türetilmiş bir isim yahut sıfattır. Müfessirler suredeki anlamı hakkında hayr-ı kesir, nübüvvet, cennette bir nehir, ümmetinin çokluğu gibi hususları saymaktadırlar. Tercih ettiğimiz görüş Peygamber Efendimiz’e ulaşan bütün hayırlarında kaynağı olan Onun nübüvvetidir. Nitekim Kur’an’da “Kime hikmet verildiyse Ona çok hayır verilmiştir” buyrulmaktadır. Ancak Elmalılı Hamdi Yazır, Tefsirinde Kevser kelimesinin din dilinde bir sıfat olmaktan çıktığını ve İslam ve Muhammedî nübüvvetin dünya ve ahirete ait bütün ilahi feyiz ve hayırlarını ifade eden bir isim haline geldiğini belirtir. İsimler ise tercüme edilmez. Bu nedenle Elmalılı, H. Basri Çantay ve S. Yıldırım “Kevser” kelimesini tercüme etmemişlerdir. 5. KAFİRUN SURESİ: قُلْ يَاأَيُّهَا الْكَافِرُونَ ﴿1﴾ لَا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ ﴿2﴾ وَلَا أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ ﴿3﴾ وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْ ﴿4﴾ وَلَا أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ ﴿5﴾ لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ ﴿6﴾ Suat Yıldırım’ın Meâli: 1– De ki: Ey kâfirler! 2– Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. 3– Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz. 4– Ben sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet edecek değilim. 5– Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz. 6– O halde sizin dininiz size, benim dinim bana! Süleyman Ateş’in Meali: 1- De ki: Ey nânkörler, 2- Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam; 3- Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. 4- Ben asla sizin yapmakta olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. 5- Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. 6- Sizin dininiz size, benim dinim banadır. Ali Özek ve Heyet (Diyanet Vakfı) Meali: 1- Ey Muhammed! De ki: "Ey kâfirler 2- "Ben sizin taptıklarınıza tapmam." 3- "Benim taptığıma da sizler tapmazsınız." 4- "Ben de sizin taptığınıza tapacak dağilim." 5- "Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz." 6- "Sizin dininiz size, benim dinim banadır." Yukarda zikrettiğimiz mealler arasında öncelikle dikkat çeken S. Ateş hocamızın “sizin yaptığınız ibâdeti yapmam” çevirisi””sizin taptığınıza tapmam” demekten farklıdır. Bu farklılık “مَا تَعْبُدُونَ” “مَا أَعْبُدُ” “مَا عَبَدْتُمْ” “مَا أَعْبُدُ” ifadelerindeki “مَا” yı masdariyye olarak mı yoksa “mevsûle” olarak mı okumamıza göre değişmektedir. S. Ateş hocamız âyetteki “ma” edatlarını masdariyye olarak okumakta ve ibareye masdar anlamı vermektedir. Bu konu hakkında geniş malumat için Elmalılı H. Yazır’ın tefsirine bakılabilir. Diğer hocalarımız ise “mâ” edatını mevsûl olarak okumakta ve “tapılan şey” anlamı vermektedirler. Ayette geçen din kelimesi de surenin siyakından anlaşılacağı üzere ibadet ve amel anlamına gelmektedir. Bu nedenle “sizin ibadetiniz size benim amel ve ibadetim de banadır” şeklinde de çevirmek mümkün hatta daha anlaşılır denilebilir. 6. NASR SURESİ إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ ﴿1﴾ وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا ﴿2﴾ فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا ﴿3﴾ Suat Yıldırım’ın Meali: 1– Allah’ın yardım ve zaferi geldiği zaman, 2– Ve insanların kafile kafile Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, 3– Rabbine hamd ile tesbih et ve O’ndan af dile. Çünkü O tevvabdır, tövbeleri çok kabul eder. Ali Özek ve Heyet (Diyanet Vakfı) Meali: 1- Allah'ın yardımı ve zaferi geldiği, 2- Ve insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, 3- Rabbine hamd ederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. Süleyman Ateş’in Meali: 1- Allâh'ın yardımı ve fetih geldiği, 2- Ve insanların dalga dalga Allâh'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, 3- Rabbini överek tesbih et, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeyi kabul edendir. Ömer Dumlu ve Hüseyin Elmalı’nın Meali: 1- Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde, 2- İnsanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, 3- Artık rabbini övgüyle an. Ondan bağışlama dile. Çünkü O tevbeleri çok kabul edendir. Yukarda zikredilen mealler üzerinden bu surenin çevirileri hakkında konuşursak, öncelikle insanların büyük kitleler halinde, akın akın İslama girişindeki o muhteşem tabloyu en güzel S. Ateş hocamızın “dalga dalga” ifadesi karşılamaktadır. Bölük bölük ifadesi parça parça anlamını da çağrıştırabilir ki ayette ifade edilmek istenen mana ile alakası yoktur. 7. MESED SURESİ: تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ ﴿1﴾ مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ ﴿2﴾ سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ ﴿3﴾ وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ ﴿4﴾ فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ ﴿5﴾ Suat Yıldırım’ın Meali: 1- Kurusun Ebû Leheb’in elleri. Zaten de kurudu! 2- Ona ne malı, ne de yaptığı işler fayda verdi! 3- O, alev alev yükselen ateşe girecek, 4.5- Eşi de boynunda bükülmüş urgan olarak o ateşe odun taşıyacak. M. Esed’in Meali: 1. Kahrolsun o parlak yüzlünün iki eli, ve kahrolsun kendisi! 2. Ne faydası olacak servetinin ve kazancının? 3. (Öteki dünyada) şiddetle parlayan bir ateşe atılacak 4.İğrenç söylentilerin taşıyıcısı olan karısı ile birlikte, 5. [o ki,] boynunda bükülmüş iplerden bir halat [taşır]! Süleyman Ateş’in Meali: 1- Ebu leheb'in iki eli kurusun (yok olsun o); zaten yok oldu ya. 2- Ne malı, ne de kazandığı onu (Allâh'ın kahrından) kurtaramadı. 3- Alevli bir ateşe girecektir (o). 4- Karısı da, odun hamalı olarak. 5- Boynunda hurma lifinden bir ip olacaktır. Mehmet Çakır’ın Meali 1- Ocağı sönesice Ebu Leheb! Zaten sönecek. 2- Ne malı işine yarayacak ne de kazandıkları 3- Yakında harlı ateşe girecek 4- odun hamalı karısı da 5-hem de boynunda hurma lifinden ipiyle. Yukarda örnek olarak zikrettiğimiz mealler üzerinden Sure’nin çevirilerini değerlendirirsek öncelikle “Ebu Leheb’in elleri kurusun ve kurudu zaten” meali Ebu Leheb’in helak olması yönünde bir bedduadır. Bir mecz-ı mürseldir. Ebu Leheb’in eli zikredilmiş ancak kendisi kastedilmiştir. Tebbet Suresi bi’setin ilk yıllarında nazil olmuştur. Ebu Leheb ise, Hicretin ikinci senesi meydana gelen Bedir savaşından sonra üzüntüsünden vefat etmiştir. Bu suredeki “hammâlete’l-hatab” ifadesi hem odun taşıyıcısı manasına gelir; hem de deyim (mecaz) olarak insanlar arasında laf taşıyan fitne ve fesat çıkaran insanlar için kullanılır. M. Esed mealinde bu mecazî anlamı esas almıştır. Diğer mealler ise hakiki anlamını vermişlerdir. Ancak cümlede hal konumunda olan “hammalete’l-hatab” tabiri S. Yıldırım’ın mealinde “vemraetühü” kelimesinin haberi olarak okunmuş ve ona göre meal verilmiştir. S. Ateş ise, cümledeki konumunu (i’rabını) “hal” olarak değerlendirip ona göre meal vermiştir. Mehmet çakır ise, sıfat olarak okumuştur. İHLAS SURESİ: قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ ﴿1﴾ اللَّهُ الصَّمَدُ ﴿2﴾ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ ﴿3﴾ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ ﴿4﴾ Suat Yıldırım’ın Meali: 1– De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır ve Birdir. 2– Allah Samed’dir. 3– Ne doğurdu, ne de doğuruldu. 4– Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu. Süleyman Ateş’in Meali: 1- De ki: O Allâh birdir. 2- Allâh Samed'dir. 3- Kendisi doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. 4- Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır. M. Esed’in Meali: 1. De ki: “O, Tek Allah'tır: 2. Allah, Öncesiz ve Sonrasız, Bütün Evrenin Asıl Sebebi. 3. O doğurmamıştır, doğrulmamıştır; 4. ve hiçbir şey O'na denk tutulamaz. Elmalılı Tefsirinde geniş olarak tefsir edilen ve tevhidin anlatıldığı, ulûhiyetin veciz bir tarzda tarif edildiği İhlas suresinde çevirisi zor kelime “samed” dir. Bu ism-i ilahî, öncelikle Yüce Allah’ın her şeyin kendisine muhtaç olduğunu ama kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını ifade eder. Ebussuûd zayıf bir görüş olarak ebedi ve ezeli el-Bâkî anlamına geldiğini de zikreder. M. Esed mealinde bu zayıf görüşü öne çıkarmıştır. Diğer mealler kelimeyi aynen bırakarak çevirmemiş dipnotlarla açıklamaya gitmişlerdir. FELAK SURESİ: قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ﴿1﴾ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ ﴿2﴾ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ ﴿3﴾ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ ﴿4﴾ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ ﴿5﴾ Suat Yıldırım’ın Meali: 1– De ki: Sabahın Rabbine sığınırım: 2– Yarattığı şeylerin şerrinden, 3– Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, 4– Düğümlere üfleyip büyü yapan büyücü kadınların şerrinden, 5– Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden. Diyanet İşleri Başkanlının Meali: 1-5- De ki: "Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, hased ettiği zaman hasetçilerin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım." M. Esed’in Meali: 1. De ki: “Sığınırım ben yükselen şafağın Rabbine, 2. O'nun yarattıklarının şerrinden, 3. ve bastıran kapkara karanlığın şerrinden, 4.karanlık işlere düşkün tüm insanların şerrinden, 5. ve kıskançlık duyduğunda kıskancın şerrinden.” Bu surenin mealinde sihir ve büyü meselesi M. Esed’in mealinde karanlık işler şeklinde çevrilmiştir. Modernist tefsir anlayışını yansıtmaktadır. Zira Bu tefsir akımı söz konusu metafizik olayları kabul etmez, aklileştirerek tevil eder. NAS SURESİ: قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ﴿1﴾ مَلِكِ النَّاسِ ﴿2﴾ إِلَهِ النَّاسِ ﴿3﴾ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ ﴿4﴾ الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ ﴿5﴾ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ ﴿6﴾ Suat Yıldırım’ın Meali: 1– De ki: İnsanların Rabbine, 2– İnsanların yegâne Hükümdarına, 3– İnsanların İlahına sığınırım. 4– O sinsi şeytanın şerrinden 5– O ki insanların kalplerine vesvese verir, 6– O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da. Ali Özek ve Heyet (Diyanet Vakfı) Meali: 1-6- De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah'ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine) insanların İlâhına sığınırım! M. Esed’in Meali: 1. De ki “Sığınırım ben insanların Rabbine, 2. insanların Hâkimine, 3. insanların İlahına; 4. fısıldayan sinsi ayartıcının şerrinden, 5. insanların kalbine fısıldayan; 6.görünmez güçler[in] ve insanlar[ın bütün ayartmaların]dan”. Bu surenin meallerinde de yine dikkat çeken husus M. Esed’in cinleri kabule yanaşmadığını görünmez güçler şeklinde tevil etiğini görüyoruz. Bu da modernizmin bir etksinden başka bir şey değildir. Bu tür yorumlara ve mealleri doğru bulmuyoruz. |
23 Aralık 2013 15:27 | |
enderhafızım | Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL) 13. HAFTA MUKAYESELİ MEAL TAHLİLLERİ: 1. FATİHA SURESİ: Suat Yıldırım’ın Meali: 1 – Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla 2 – Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allâh’adır. 3 – O rahmândır, rahîmdir. 4 – Din gününün, hesap gününün tek hâkimidir. 5 – (Haydi öyleyse deyiniz): “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden medet umarız.” 6 – Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet. 7 – Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil. Süleyman Ateş’in Meali: 1- Rahmân ve Rahim Allâh'ın adıyla 2- Âlemlerin Rabbi (sâhibi, yetiştiricisi) Allah'a hamdolsun. 3- (O) Rahmân'dır, Rahim'dir. 3- Din (cezâ ve mükâfât) gününün sâhibidir. 4- (Ya Rabbi) Ancak sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz! 5- Bizi doğru yola ilet: 6-ni'met verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazabedilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil. (ya Rabbi)! Ali Ünal’ın Meali: 1. Rahman Rahîm Allah’ın Adıyla 2. Bütün hamd Âlemlerin Rabbi Allah içindir: 3. Rahman ve Rahîm; 4. Din (Hesap ve Hüküm) Günü’nün Maliki. 5. (Allah’ım) Ancak sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekler ve dileniriz. 6. Bizi Dosdoğru yola Hidayet et. 7. kendilerine nimet lutfettiklerinin yoluna; üzerlerine gazab hak olmuş bulunanların ve dalalette olanlarınkine değil. Hasan Basri Çantay’ın Meali: 1–2–3) Hamd olsun Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Dîn günü'nün (tek) sahibi ve mutasarrıfı Allaha. 4. Yalınız sana ibâdet (kulluk) ederiz, yalınız senden yardım isteriz. 5–6–7) Bizi doğru yola, kendilerine ni'met verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil. Öncelikle Hanefî mezhebine göre besmele Fatiha’ya dâhil değildir. Her surenin başında müstakil bir âyettir. Bu hususa riayet ederek sureyi tercüme eden sadece H. Basri Çantay’dır. S. Yıldırım ve diğer muhterem hocalarımız besmeleyi Fatiha’nın ilk ayeti tercüme etmişlerdir. İkinci husus Rahman ve rahim kelimeleri Allah lafzının sıfatlarıdır. Bu nedenle sıfattan sonra “olan” diye bir kelimeye gerek yoktur. Bu noktaya Elmalılı H. Yazır tefsirinde dikkat çeker. Maalesef Elmalılı Tefsirinin sadeleştirilmiş metinlerinde bile “rahman ve rahim olan…” şeklinde hatalı olarak besmele tercüme edilmiştir. Elmalılı’nın da belirttiği üzere doğru çeviri olsa olsa S. Ateş ve Ali Ünal’ın çevirilerindeki gibi olmasıdır. Bu bağlam da ikinci ve üçüncü ayetlerin birer sıfat olduğunu düşündüğümüzde Türkçe açısından en isabetli meal H. Basri Çantay’ın Mealidir. Rahman ve Rahim kelimelerinin esirgeyen ve bağışlayan şeklinde çevirileri de hatalıdır. Zira esirgemek, kıskanmayı ve cimriliği ifade eden bir kelimedir. En doğrusu bu iki ismi aynen bırakmaktır. Çünkü manalarını tam anlamıyla aktarmak imkânsızdır. Üçüncü ayeti “din günü” şeklinde çevirmek her ne kadar din kelimesindeki anlam genişliğinin muhafazası adına güzel olsa da Türkçe’de din kelimesi isim olarak meşhur olmuştur. Bu nedenle din gününün maliki” kapalı bir ifadedir. Buradaki din; ceza ve hesap anlamındadır. Elmalılı Hamdi Yazır hidayet kelimesindeki anlam zenginliğinin “iletmek ve göstermek” kelimeleriyle karşılanamayacağını kelimenin aynen “hidayet et” şeklinde tercümesinin daha isabetli olacağını söylemektedir. Ali Ünal’ın mealinde bu hususa dikkat edilmiştir. Hemen hemen bütün mealler “iyyâke” kelimesinin “na’budü” fiilene tekaddümünden meydana gelen hasr anlamını “ancak, sadece, yalnız” kelimeleriyle meale yansıtmışlardır. Yine “elhamdü” kelimesinin başındaki lam-ı tarifin istiğrak anlamı S. Yıldırım, Ali Ünal ve A. Fikri Yavuz tarafından “bütün” kelimesiyle mealde karşılanmıştır. Son bir husus ise A. Fikri Yavuz’un çevirisi serbest ve tefsire benzemektedir, Fatiha’dan olmayan “âmin” kelimesinin manasıyla mealini bitirmesi bunu göstermektedir. Âmin ifadesinin Fatiha’nın meali olarak çevrilmesi doğru değildir. 2- BAKARA SURESİ 285–286. AYETLER: Suat Yıldırım’ın Meali: 285 – Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine iman etti. “O’nun resullerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz” dediler ve eklediler: “İşittik ve itaat ettik ya Rabbenâ, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır”. 286 – Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir.Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma. Ya Rabbenâ! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme.Ya Rabbenâ! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma. Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlâmız, yardımcımız! Kâfir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize! Süleyman Ateş’in Meali: 285- Elçi, Rabbinden, kendisine indirilene inandı, mü'minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitaplarına ve peygamberlerine inandı. "O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz" (dediler). Ve dediler ki: "İşittik, itâ'at ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) sanadır!" 286- Allâh, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. "Rabbimiz, unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim mevlâmız(sâhibimiz, efendimiz)sin! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!" Bakara Suresinin son iki âyeti yatsı namazlarından sonra camilerde okunur ve halkımızın ekseriyeti tarafından da ezbere bilinir. Üzerinde durmak istediğimiz birinci husus 286. Âyetteki لَا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَاcümlesinin nasıl anlaşılması gerektiğidir. Meallere baktığımızda ayetin hemen hemen “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” Şeklinde çevrilmiştir. Madem Allah insana gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemez ise niçin âyetin devamında “Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!” diye dua edilmesinin anlamı nedir? Bu sorunun en güzel cevaplarını Fahreddin er-Razî ve Elmalılı H. Yazır’ın tefsirinde bulmak mümkündür. Öncelikle âyetteki vüsât ve takat kelimelerini açıklayalım. Zira her iki kelime güç ve kudret olarak Türkçeye aktarılır. Vüs’at, ve takat kuvvet ve kudret anlamına gelmekle beraber vus’at, takat kelimesinden daha kapsamlıdır. Herhangi bir işi ve fiili kolay bir şekilde yapabilmektir. Takat ise, herhangi bir ameli zorla yapabilmeyi, insanın sabrının ve dayanma gücünün son sınırlarını zorlamasını ifade eder. Vüs’at insana verilen ilahi kapasite gerek zihnî gerekse bedeni olarak sahip olduğu potansiyel gücü temsil eder. Takat ise, insanın alışkanlıklarına ve yaşam tarzına göre de şekillenen güç ve kuvvetini temsil eder. İkinci olarak bu hususu açıklayıcı bir delil de merhum Allame Elmalılı Hamdi Yazır’ın Bakara suresi 184. Âyetin tefsirinde geçen “yutîkûne” kelimesiyle ilgili yaptığı açıklamalardır. Elmalılı, eğer itâka kelimesini vüsat kudret ve istitaat anlamında anlarsak âyete şöyle mana vermemiz gerekir demektedir: “Oruca gücü yetenlere fidye vermek vacip olur” Bu takdirde rahatlıkla oruç tutabilen, oruç tutmaya gücü yetenlere oruç yerine fidye gerekirse, farz olan orucu, oruç tutmaya gücü yetmeyen acizler mi tutacak sorusu akla gelir. Ayrıca orucun Müslümanlara belirli günlerde farz kılındığını bildiren bir önceki âyetle çelişki olur. Elmalılı bu noktaya değindikten sonra “itâka”, veya “takat” kelimesinin “vus’at”ten farklı olduğunu belirtir. Meselenin hakikati ise şudur: Yukarıdaki âyette, ihtiyarlık ve müzmin (daimi) bir hastalığa yakalandığından dolayı, gerek eda gerekse kaza olsun Oruç tutmakta çok zorlanan kişilere, oruç tutmak yerine her gün için fidye vermeleri gerektiği emredilmektedir. Elmalılı oruç tutmakta çok zorlanan tutamayacak derecede hasta olan bu kişileri “oruca dayanıp kalanlar” şeklinde tercüme etmektedir. O halde “itaka” masdarından türemiş takat kelimesi, insanın bir şeyi zar zor, bin bir meşakkatle başarması demektir. 3- HAŞR SURESİ 21–24. AYETLER: Suat Yıldırım’ın Meali: 22 – Allah’tır gerçek İlah! O’ndan başka yoktur ilah. Görünmeyen ve görünen her şeyi bilir. O rahmandır, rahîmdir. 23 – Allah’tır gerçek İlah, O’ndan başka yoktur ilah. O melik’tir, kuddûs’tür, selam’dır, Mü’min’dir, müheymin’dir, aziz’dir, cebbar’dır, mütekebbir’dir. Allah, müşriklerin iddialarından münezzeh ve yücedir. 24 – Allah o gerçek İlahtır ki Halik’tır, bârî’dir, musavvir’dir. Hâsılı, en güzel isimler ve vasıflar O’nundur. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O’nu tesbih ve tenzih eder. O, azizdir, hâkimdir. Mealde zikredilen isimleri Suat Yıldırım şöyle açıklar: Bâri’: Yaratıklarını düzgün ve âhenkli kılandır. Musavvir: Bütün mahlûklarına özel sûretlerini verendir. Melik: kâinatın gerçek hükümdarıdır. Kuddûs: bütün eksiklerden uzak ve yücedir. Selam: Kusurlardan salim olup yaratıklarına esenlik verendir. Mü’min: Güvenlik verendir. Muheymin: Her şeyin üzerinde gözetip kollayandır. Aziz: Üstün kudret sahibi, mutlak galiptir. Cebbar: Yaratıklarının hallerini ve işlerini düzelten ve iradesi ile onları istediği şekilde yönetendir. Mütekebbir: Büyükler büyüğüdür. Haşr suresi 22–24. Âyetlerde geçen isimler Kurân Yolu isimli tefsirde ise şu şekilde açıklanmaktadır: Melik: Egemenliğin mutlak sahibi, görünen ve görünmeyen âlemlerin asıl ve yegâne mâliki, Kuddûs: Her türlü eksiklikten uzak, mutlak kemal sahibi, yaratılmışların tasavvur ve tasvirine sığmaz, kutsî, Selâm: Esenlik kaynağı, esenlik veren, selâmete çıkaran. Mü'min: Güven sağlayan, kendisine güvenilen, vaadine itimat edilen, gönlünü imana açanlara iman veren. kendisine güvenenleri korkudan emin kılan, Müheymin: Görüp gözeten, yöneten ve denetleyen, evrenin mutlak hâkim ve yöneticisi. Azîz: Üstün, yenilmeyen, mutlak güç sahibi, yegâne galip, izzet ve şanın asıl sahibi ve kaynağı. Cebbar: İradesine sınır olmayan, murad ettiğini her durumda icra edebilen, hükmüne ve etkisine karşı direnilemeyen, yaratılmışların halini iyileştiren, yaralan saran, dertlere derman olan, erişilemez, yüceler yücesi, güç ve azamet sahibi. Mütekebbir: Büyüklüğü apaçık olan, azametini ortaya koyan, büyüklük ancak kendisine yaraşan, büyüklükte eşi olmayan. Halik: Takdir ettiği gibi yaratan. Bari': Örneği olmadan yaratan, yaratmanın bütün evrelerindeki inceliklerin asıl kaynağı, Musavvir: Biçim ve özellik veren, yarattıklarının maddî manevî, duyularla algılanan algılanamayan bütün şekil ve hususiyetlerini belirleyen, Hakîm: Bütün işleri ve buyrukları yerli yerince olan, hüküm ve hikmet sahibi. 4- İNŞİRAH SURESİ: Suat Yıldırım’ın Meali: 1 – Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Mirac gecesi Efendimiz Kâbe’nin yanında iken melekler tarafından göğsünün yarılıp zemzem suyu ile yıkanarak ilim ve hikmetle doldurulmasına işarettir. 2.3 –Senin belini çatırdatan o ağır yükünü indirmedik mi? 4 – Hem senin şanını yüceltmedik mi? 5 – Demek ki güçlükle beraber kolaylık vardır. 6 – Evet, güçlükle beraber kolaylık vardır. 7 – O halde bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş. 8 – Hep Rabbine yönel, O’na yaklaş! Süleyman Ateş’in Meali: 1- Biz senin (bunalan) göğsünü açmadık mı (ondaki bunalımları, sıkıntıları giderip, onu ilim, hikmet ve huzur ile genişletmedik mi)? 2- Ve atmadık mı senin üzerinden yükünü? 3- Ki (o, ağırlığından) sırtını çatırdatmıştı! 4- Senin şânını yükseltmedik mi? 5- Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. 6- Evet, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. 7- O halde (işlerinden) boşaldığın zaman (ibâdete) dur. 8- Rabb'ine niyaz et, yalvar. Öncelikle bu surenin meali hazırlanırken dikkat edilmesi gereken husus bu sureninnezaman nazil olduğudur. Rivayetlerden anlaşıldığı üzere Duha suresinden sonra Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olmuştur. İkinci olarak ilk ayette zikredilen “şerh-i sadr” ifadesi hakikî anlamda mı yoksa mecazî anlamda mı kullanılmaktadır? Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in çocukken, sütannesinin yanında kalırken kalbinin yarılıp temizlendiğine dair rivayetler vardır. Diğer bir rivayet ise, Mirac’a çıkmadan önce Hz. Peygamber’in kalbinin zemzem suyuyla yıkanıp içine ilim ve hikmetin konulmasıdır. Esas mesele Hadislerde zikredilen mucizevî hadisenin, İnşirah Suresi’nin tefsiri çerçevesinde ele alınmasıdır. Elmalılı Hamdi Yazır, yukarıda zikredilen iki rivayeti, birisinin Peygamberimizin çocukluk yıllarında olması diğerinin ise İnşirah suresinin tenzilinden yıllar sonra Peygamberimizin Miraca çıkmadan gerçekleşmesi nedeniyle tercih etmemektedir. Nitekim Suat Yıldırım ilk ayetin mealinin altına düştüğü açıklamada âyetteki şerh-i sadr ile Peygamber Efendimizin göğsünün açılıp zemzemle yıkanması hadisesi arasındaki ilişkiyi işarî bir delalet olarak değerlendirmiştir. Sarih bir delalet değil. O halde âyette geçen göğsün açılıp genişletilmesi, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in yukarıda zikredilen iki meal ve açıklamalarından anlaşılmaktadır ki, peygamber efendimizin göğsünün şerh edilmesi açılıp genişletilmesi meselesi bir mecazdır. Son olarak vurgulamak istediğimiz bir husus belini büken, kemiklerini birbirine geçiren ağır yük anlamında kullanılan “vizr” kelimesinin bir diğer anlamı da vebal yani günahtır. Ancak “vizr” kelimesi bu ayette asla günah anlamında değildir. “Peygamberlere ait küçük zelleler” kastedilmiş olabilir mi denilirse ayetin devamındaki açıklama bu yorumu çürütür. Zira buradaki vizr insanın belini bükecek kadar ağır bir mesuliyeti ifade etmektedir. 5- TÎN SURESİ: Suat Yıldırım’ın Meali: 1 – İncir ve zeytine, 2 – Sina dağına, 3 – Bu emin beldeye yemin olsun ki: 4 – Biz insanı en mükemmel sûrette yarattık, 5 – Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük. 6 – Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır. Onlara ise hiç eksilmeyen ve tükenmeyen bir mükâfat vardır. 7 – Bütün bunlardan sonra ey insan, senin mahşere ve hesaba inanmana hangi engel kalabilir? 8 – Allah hâkimlerin hâkimi değil midir? Hz. Peygamber (a.s.m.) bu sûrenin sonunda: “Elbette! Bende buna şahitlik edenlerdenim” denilmesini istemiştir. Ali Özek ve Heyetin Meali: 1. İncire, zeytine, 2. Sina dağına, 3. Ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, 4. Biz insanı en güzel biçimde yarattık. 5. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık. 6. Fakat iman edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır. 7. Artık bundan sonra, ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir? 8. Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? İlk üç ayette Hz. Musâ, Hz. İsa, Hz. Muhammed “S.A.V” gibi Ulülazm peygamberlere vahiy gelen kutlu yerlere dikkat çekilmiştir. İnsanın ahsen-i takvim üzere yaratılması meal okuyucusu tarafından kolaylıkla anlaşılabilir. Ancak akabinde zikredilen “radednâhü esfele sâfilîn” cümlesi açıklanması gerekir. S. Yıldırım’’ın ve Ali Özek’in meali “onu en aşağı dereceye düşürdük”,“çevirdik aşağıların aşağısına attık” ifadesinden maksat bizce anlaşılmamaktadır. Birbirini nakzeden cümleler izlenimi vermektedir. Bu surenin meallerinde dikkat edilmesi gereken nokta özellikle beşinci âyet ile altıncı ayeti birlikte anlamaktır. Zira altıncı ayetin başındaki “illâ” edatının müstesnası olduğu gibi müstesna minh’i de olmalıdır. Her iki ayeti bir cümle olarak okur ve anlarsak iki ayet arasındaki “durulmaz” anlamındaki durak işareti olan “lam elif” in âyetin okunuşundan ziyade anlamıyla ilgili olduğu da ortaya çıkar. 6- TEKÂSÜR SURESİ: Ali Özek ve Heyetin Meali: 1-Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, 2-Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz. 3-Hayır! Yakında bileceksiniz! 4- Elbette yakında bileceksiniz! 5-Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız, 6-Mutlaka cehennem ateşini görürdünüz. 7-Sonra ahirette onu çıplak gözle göreceksiniz. 8-Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz. Suat Yıldırım’ın Meali: 1 – Dünyalıklarla böbürlenmek, oyaladı sizleri. 2 – Tâ boylayıncaya kadar kabirleri! 3 – Hayır (geçici dünya zevklerine bağlanmak doğru değil, sakının bundan) Hayır, ileride bileceksiniz, 4 – Evet, evet! İleride bileceksiniz. 5 – Sakının bundan! Eğer kesin bir tarzda (ilmelyakin) bilseydiniz böyle yapmazdınız. 6 – Siz cehennemi göreceksiniz. 7 – Evet, evet onu mutlaka gözlerinizle göreceksiniz. 8 – Sonra o gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz. Süleyman Ateş’in Meali: 1- Çokluk yarışı, sizi oyaladı, 2- Nihâyet kabirleri ziyaret ettiniz (kabre girinceye kadar mal artırmağa çalıştınız). 3- Hayır (olmaz bu), yakında bileceksiniz (hatânızı)! 4- Yine hayır, yakında bileceksiniz (hatânızı)! 5- Hayır, (gerçeği) kesin bilgi ile bilseydiniz; 6- Mutlaka cehennemi görür (onun varlığını gözle görmüş gibi kabul eder)diniz. 7- Sonra onu kesin olarak gözle göreceksiniz. 8- Sonra o gün, (size verilen) ni'metten sorulacaksınız. Öncelikle belirtelim ki Kur’ân’ın kötülediği, mutlak çoklukla gururlanma değildir. Zira âyette geçen et-Tekâsür kelimesindeki elif lam istiğrak ifade etmez. Bilakis ahd-i sabık içindir ki o da geçici dünya zevkleriyle çok öğünmedir. O halde tekasür kelimesini sadece “çokluk” kelimesiyle tercüme eksiktir. Okuyucu için kapalıdır. Bu surenin mealleri hakkında söylenmesi gereken ikinci mesele حَتَّى زُرْتُمْ الْمَقَابِرَibaresi bir mecaz mı yoksa sebebi nuzûl kabilinden tarihsel bir olayın anlatımı mı? Tefsirler de Arap kabilelerinin aralarındaki rekabet ve asabiyet sebebiyle kendilerini överken kabirlerdeki ölüleri bile saydıklarını nakleden rivayetler vardır. Ali Özek ve heyetin hazırladığı meal söz konusu rivayetler esas alınarak cümle hakiki anlamı verilerek tercüme edilmiştir. S. Yıldırım ise, “hattâ zürtümü’l-mekâbir” cümlesinin ölmeyi, kabri boylamayı ifade eden bir deyim olarak kabul etmiş ve bu çerçevede âyeti tercüme etmiştir. S. Ateş ise, ayeti lafzî olarak tercüme etmiş, ancak ayetin mecazi anlamına parantez içinde yer vermiştir. Bu çelişki meallerde çokça yapılan bir yanlıştır. Tekasür suresini anlarken ve tercüme ederken dikkat edilmesi gereken son bir nokta da Kuran’ın ekseriyet itibarıyla tıpkı bu surede olduğu gibi konuşma diliyle nazil olduğu ve bunun üslûbuna yansıdığı gerçeğidir. Bu nedenle ayetler arasında, yazıya dökülmemiş ancak muhatap tarafından konuşmanın bağlamından çok kolaylıkla anlaşılabilecek ifadeler vardır. Bunlara îcaz ve hazf diyoruz. Bu surede ise beşinci âyetten sonra şart cümlesinin cevabı zikredilmemiş muhatabın izanına havale edilmiştir ve cümle burada bitmiştir. Altıncı âyette yeni bir cümle başlamaktadır. Hata yapılan yer, altıncı ayeti, beşinci ayetin devamı gibi anlamak ve çevirmektir. Doğrusu altıncı ayetle yedinci ayetin birlikte birbirini teyit eden cümleler olarak anlaşılmasıdır. Ali Özek ve heyet tarafından yapılan 5 ve 6. Ayetlerin “Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız, Mutlaka cehennem ateşini görürdünüz.” mealinde çevirisi müphem ve kapalıdır. S. Ateş hocamız mevcut müşkili ve kapalılığı fark ederek parantez içinde bir açıklama ile problemi çözmeye çalışmıştır. Ancak zorlama bir tevile gitmiştir. Burada S. Yıldırım hocamızın beşinci âyeti çevirisine dikkatle bakarsak “Sakının bundan! Eğer kesin bir tarzda (ilmelyakin) bilseydiniz böyle yapmazdınız.” ayetteki şartın cevabı konumunda olan ama gizlenen “böyle yapmazdınız” cümlesi çok yerinde ve güzel bir çeviridir. 7- ASR SURESİ: Suat Yıldırım’ın Meali: 1 – Yemin ederim zamana: 2 – İnsanlar hüsranda. 3 – Ancak şunlar müstesna: İman edip makbul ve güzel işler yapanlar, Bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler. Süleyman Ateşin Meali: 1- Asra andolsun ki, 2- İnsan ziyandadır. 3- Ancak inanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler ziyânda değillerdir Diyanet İşleri Başkanlığı Meali: 1- İkindi vaktine (Asra; çağa) and olsun ki, 2- İnsan hiç şüphesiz hüsran içindedir. 3- Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır. Âyette geçen “asr” kelimesi, çağ, insanın ortalama ömrü, uzun zaman, peygamberlik çağı, ikindi namazı anlamlarına gelir. Âyette bu anlamlar muhtemel bulunmakla beraber, daha ziyade inanıp güzel işler yapan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışındaki insanların, ömürlerini boşa geçirdikleri teması işlendiği için burada 'asr’ ile kastedilen insan ömrü. İkinci vurgulanması gereken nokta tıpkı Tîn suresinde olduğu gibi burada da illâ edatını öncesi ve sonrasıyla birlikte değerlendirip ikinci ve üçüncü ayetleri tek bir cümle gibi anlamak ve çevirmek gerekir. İmam Şafii (r.a) şöyle demiştir: “Kur’ân’dan başka hiçbir sûre nazil olmasaydı şu pek kısa sûre bile, insanların dünya ve âhiret mutluluklarını temine yeterdi. 8- HÜMEZE SURESİ: Ali Özek ve Heyetin Meali: 1. Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline! 2. O ki, toplamış ve onu sayıp durmuştur. 3. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. 4. Hayır! Andolsun ki o, Hutame'ye atılacaktır. 5. Hutame'nin ne olduğunu bilir misin? 6. Allah'ın, tutuşturulmuş ateşidir. 7. (Yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkar. 8. O, onların üzerine kapatılıp kilitlenecektir. 9. (Bu ateşin içinde) uzatılmış sütunlara bağlanmışlar. Suat Yıldırım’ın Meali: 1 – Vay haline her hümeze ve lümeze’nin, 2 – Böylesi mal yığar ve onu sayar durur. 3 – Malının kendisini ebedî yaşatacağını sanır. 4 – Hayır! (Vazgeçsin bu hülyadan, malı kendisini kurtaramaz) Mutlaka o Hutame’ye fırlatılır. 5 – Bilir misin Hutame nedir? 6.7 – Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Bir ateş ki ta kalplere kadar işleyip yakar. 8.9 – Bu ateş mahzeninin kapıları, onların üzerlerine kapatılacaktır. Kendileri de uzun sütunlara bağlı bırakılacaklardır. Süleyman Ateş’in Meali: 1- (İnsanları) Diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işâretler yapıp alay eden her fesâd kişinin vay haline! 2- O ki mal yığdı, onu saydı durdu. 3- Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanıyor. 4- Hayır, andolsun ki o, Hutame'ye atılacaktır. 5- Hutame'nin ne olduğunu sen nereden bileceksin? 6- Allâh'ın tutuşturulmuş ateşidir. 7- (Bir ateş) Ki gönüllere işler. 8- O, onların üzerine kapatılıp kilitlenecektir. 9- (Kendileri,) Uzatılmış direkler arasında (bağlı) olarak (kalacaklardır). Mekke’de indirilmiş olup 9 âyettir. Adını ilk âyetinden almıştır. İnsanları ayıplayıp hakaret etmenin çirkinliğini ve onları bekleyen cehennemin dehşetlerini tasvir eder. Bu âyetten anlaşılıyor ki, o kişinin alaycı tavrı, servet sahibi olmasından ileri gelmektedir. Mal yığma, bir de onu tek tek sayıp öğünme her ikisi de mala perestiş etme ve fakat bu malı kendisine nasib eden Allah’ın rızası için muhtaç insanlara ve diğer hizmet yerlerine harcamamayı iyice resmeder. Kalb diye çevirilen âyetteki fuâd kelimesi, maddî bedene kan ve hayat gönderen maddî kalb için değil de inanç, fikir, düşünce, hissiyat gibi düşüncelerin merkezi olan manevî latife hakkında kullanılır. Herhangi bir şeyin bütün kalbi kaplaması azabın şiddetini gösterir. |
23 Aralık 2013 15:26 | |
enderhafızım | Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL) 12. HAFTA MEALLERDE TÜRKÇE’NİN İMKÂNLARININ KULLANILMASI: Kur‟an meali hazırlamak, hem Arapça‟nın, hem de Türkçe‟nin kendine ait hususiyetlerinin aynı hassasiyet ölçüleri içinde gözetildiği bir süreçtir. Bazen mütercimler Arapça‟nın gramer yapısının etkisinde kalarak meal hazırlarlar. Neticede ortaya edebi zevk ve estetikten yoksun sıkıcı, anlaşılmaz ve bir o kadar da devrik cümlelerden müteşekkil bir metin ortaya çıkar. Sıfatların niteledikleri şeylerden sonra geldiği “ki” bağlacının çokça kullanıldığı Türkçe kelimelerin Arap dilinin mantığı ve grameriyle ifade edildiği bir mealle karşılaşılırız. Hâlbuki tercüme iki önemli adımdan meydana gelir: Birincisi ilahi kelamı doğru anlamak, yani Kur‟an‟ın nazil olduğu dönemde konuşulan Arapçayı, içinde doğduğu kültürü ve mevcut söz dağarcığının Kur‟anla birlikte geçirdiği semantik (anlamsal) değişikliği bilmesi gerekir. İkincisi ise, ilahi mesajın anlamını diğer bir ifadeyle Sahabe-i kiram‟ın anladığı manayı çağdaş Türk insanına veya okuruna Türkçenin imkânlarını en ileri derecede kullanarak ifade etmektir. 1. ÖĞRENİLEN (MİŞ’Lİ) GEÇMİŞ ZAMAN KİPİ: Öğrenilen geçmiş zaman kipi Arapça‟da bulunmaz. Bu anlam, ancak siyaktan ve muhtevadan çıkarılabilir. Buna mukabil Türkçede, bu manayı ifade eden başlı başına bir zaman kipi mevcuttur. Bunu gereği gibi kullanmak, Türk okuyucular için oldukça cazip gelecek, bu sayede Kur‟an‟ın ihtiva ettiği bir kısım manalara daha mükemmel şekilde nüfuz etme imkânı bulacaklardır. Birinci örnek ve Tahlili: “Taha Suresi, 71” قَالَ آمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمْ الَّذِي عَلَّمَكُمْ السِّحْرَ فَلَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ فِي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ أَيُّنَا أَشَدُّ عَذَابًا وَأَبْقَى “(Fir‟avun), dedi: Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür…” Hâlbuki Firavun, bu bilgiye müşahedesine dayanarak ulaşmış değildi. Bilakis neticenin ortaya çıkmasından sonra zan ve tahmini ile bu sonucu çıkarmıştı. Türkçemizde, kişinin görmediği veya kendisince kesin olmayan bir durumu, öğrenilen (mişli) geçmiş zaman kipi ile ifade etmek daha uygun olur. Yukarıdaki ayet şöyle ifade edilebilir: “Ya! dedi Fir‟avun, “Benden izin çıkmadan ona inandınız ha! Demek ki size sihri öğreten ustanız oymuş!” “Ya! Dedi: ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha? O her halde size sihri öğreten büyüğünüz,” Elmalılı “Firavun, «ben size izin vermeden imân mı ettiniz? Şüphesiz ki size sihir öğreten elebaşınız odur.”Celal Yıldırım “(Firavun): "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür.” Süleyman Ateş İkinci Örnek Ve Tahlili: “Kehf Suresi, 63” قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنْسَانِي إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا(Uşağı): “Gördün mü dedi, Kayaya sığındığımız vakit balığı unuttum…”. Burada dikkat çekilmek istenen husus “nesîtu” fiili Türkçe‟ye çevrilirken hangi zaman kipiyle aktarıldığında anlam daha güzel taşınabilir meselesidir. Zira Hazreti Musa (a.s)‟ın yardımcısı, bilinçli bir tarzda balık konusunu unutmuş değildi. Bu manayı, Türkçedeki öğrenilen (miş‟li) geçmiş zaman kipi, daha net ve sıradanbir okuyucunun bile hemen fark edeceği bir tarzda gösterme imkânıvermektedir. Dolayısıyla şöyle ifade etmek daha münasip olur: “Gördün mü, dedi, o kayanın yanında mola verdiğimizde balığı unutmuşum!” S. Yıldırım “Gördün mü? dedi: kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unuttum…” Elmalılı “Genç, “Gördün mü? Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum” Diyanet “Genç yardımcısı dedi ki: Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum.” A. Bulaç Burada ayrıca şunu da belirtelim ki; ayette geçen kaya, muayyen bir kaya olduğu için Türkçeye çevirirken “o” işaret sıfatını ilave ederek, “o kayanın…”şeklinde tercüme etmek gerekir, aksi halde konu muğlâk kalır. Yine “kayaya sığınmak” tabirinin yerine S. Yıldırım‟ın mealinde olduğu gibi “o kayanın yanında mola verdiğimizde…” demek Türkçe açısından daha güzeldir. Üçüncü Örnek ve Tahlili: “Yusuf Suresi, 17” قَالُوا يَاأَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ “Yusuf‟u eşyamızın yanında bırakmıştık. Bir kurt onu yedi.” Bu mealde özellikle “yedi” ifadesi eksik ve Türkçe açısından hatalıdır. Zira Kurdun onu yediğini onlar görmediklerine göre Türkçede bu durumun, görülen (di-li) geçmiş zaman yerine, öğrenilen geçmiş zaman kipi kullanılarak ifade edilmesi daha güzel olur: “ “Dediler: ey pederimiz, biz gittik yarış ediyorduk, Yusufu eşyamızın yanında bırakmıştık bir de baktık ki onu kurt yemiş,” Elmalılı "Ey babamız, dediler, biz gittik, yarışıyorduk; Yusuf’u yiyeceğimizin yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş!” S. Ateş. Dördüncü Örnek ve Tahlili: “Yusuf Suresi, 81” "Babanıza dönün, deyin ki: "Ey babamız, oğlun hırsızlık etti! Biz ancak bildiğimize şâhitlik ettik (tasın, onun yükünden çıktığını gördük, ötesini bilmiyoruz), Biz gizliyi bilenler değiliz.” S.Ateş. Ayet-i kerimede geçen “seraka” fiili “Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti.” ifadesiyle tercüme edilmiştir. Hâlbuki onlar, o kardeşlerinin hırsızlık ettiğini görmedikleri gibi onun hırsızlık ettiğini kesin bir şekilde de öğrenmiş değillerdi. Dolayısıyla bu durumu Türkçede, öğrenilen geçmiş zaman kipi ile şöyle ifade etmek daha uygun olur. Şöyle ki: "Siz dönün, babanıza deyin ki: "Sevgili babamız, bizler farkına varmadan oğlun inan ki hırsızlık etmiş. Biz ancak bildiğimize şahitlik ediyoruz. (Söz verdiğimiz zaman, bu durumun ortaya çıkacağını nereden bilebilirdik?) Gayb bize emanet edilmiş değil ki!" S. Yıldırım “Siz dönün babanıza da deyin ki ey bizim babamız, inan oğlun hırsızlık etti, biz ancak bildiğimize şahadet ediyoruz yoksa gaybın hafızları değiliz” Elmalılı 2. MAZİ-MUZARİ İKİLEMİ: Birinci örnek ve Tahlili, “Nahl Suresi, 1” Bu âyetteki أَتَى أَمْرُ اللَّهِ فَلَا تَسْتَعْجِلُوهُ cümlesindeki “etâ” fiilini Arapça lafza uygun olsun diye bazı meal yazarları geçmiş zaman yani mazi fiili ile çevirirken bazıları da ayetin lafzından ziyade asıl anlamını esas aldıklarından gelecek zaman kipiyle çevirmişlerdir: “Allah‟ın emri geldi. Artık onu vaktinden evvel istemeyin.” H. Basri Çantay, S. Ateş. “Allah‟ın buyruğu gelecektir.” Diyanet “Allah‟ın emri gelmiştir.” Diyanet Vakfı “Allah‟ın emri geldi. Onunla yüz yüze gelmekte acele etmeyin.” Y. Nuri Öztürk “Allah‟ın emrini gelmiş bilin.” şeklindedir. Bazı meal yazarlarının “eta” kelimesini mazi fiili ile çevirmeleri asıl lafza uygun olma endişesinden ileri gelmiştir. Bazıları ise gelecek zaman kullanırken, mana ve maksadı gözetmişlerdir. Zira bu ayette Allah‟ın emrinden maksat, kıyamettir. Kur‟an-ı Kerim her iki fiil ile de ifade edilebilecek bir intiba vermek istemektedir. Yani gelecekte gerçekleşecek bir hadisenin zamanının müphem olması sebebiyle, yakında olabileceği intibaını da vermek istemektedir. İşte bu gayeyi ifade edecek altın bir fırsat Türkçemizde mevcuttur. O da şöyle çevirmekle olur: “Allah‟ın emri geldi gelecek!”Suat Yıldırım görüldüğü gibi bu kullanılış, şimdiki ve gelecek zamanı bir arada bulundurmaktadır. 3. GENİŞ ZAMAN İMKÂNI: Birinci Örnek Ve Tahlili: “Hicr Suresi, 23” وَإِنَّا لَنَحْنُ نُحْيِ وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ “Gerçek biz, mutlak biz hem diriltiriz, hem öldürürüz. Biz (Hepsinin) vârisleriyizdir.” H. Basri Çantay“Şüphesiz biz, gerçekten biz yaşatır ve öldürürüz ve varis olanlar biziz.” Ali Bula瓪üphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz! Ve her şeye biz vâris oluruz.” Diyanet Vakfı Zikredilen ilk mealde ve benzerlerinde “Biz diriltiriz, öldürürüz, hepsinin varisleriyizdir”şeklinde çeviri yapıldığını görüyoruz. Bunun yerine geniş zaman kullanarak Ömer Dumlu, Hüseyin Elmalı ve Diyanet‟in hazırladığı meallerde olduğu üzere “Doğrusu dirilten ve öldüren biziz; hepsinin gerisinde de biz kalırız.” şeklinde yahut S. Yıldırım‟ın mealindeki gibi “Hepsinden sonraya kalacak olan baki Biz‟iz” daha güzel ve tercih edilebilir. 4-İSTEK-EMİR ŞEKLİ: Birinci Örnek ve Tahlili: “Şuara, 39” وَقِيلَ لِلنَّاسِ هَلْ أَنْتُمْ مُجْتَمِعُونَ “Ve halka siz toplu musunuz denildi “ Elmalılı “Ve insanlara: Siz de toplanıcılar mısınız?” denildi.” H. Basri Çantay “İnsanlara siz de toplanır mısınız denildi.” Diyanet, Ömer Dumlu, Hüseyin Elmalı “İnsanlara da toplanmış mısınız, denildi.” A. Fikri Yavuz. Mealleri okuduğumuzda kısa bir âyetin özellikle de “müctemiûn” kelimesinin ne kadar farklı ve değişik vurgulamalarla ifade edildiği görülmektedir Ayette anlatılmak istenen maksat ve manaya göre ise bu kelimeyi istek-emir şekli ile çevirmek daha uygundur: “Halka da, Haydi ne duruyorsunuz, siz de toplansanıza! denildi.” 5. MAHZUF FİİLLER: Birinci Örnek ve Tahlili: “Kehf Suresi, 54” وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا“Şanım hakkı için, hakikat, biz bu Kur'an’da insanlara ibret olacak her türlü meselden tasrif yapmışızdır, insan ise her şeyin cedelce ekseri olmuştur” Elmalılı “Andolsun ki biz bu Kur'anda insanlar için her (çeşit) misâli (tekrar tekrar) açıklamışızdır. İnsanın husumeti ise her şeyden fazladır.” H. Basri Çantay. “Hakikaten biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insandır.” Diyanet Vakfı. Meallerini verdiğimiz âyette iki cümle vardır. İki cümle arasında ise mahzuf bir “fakat birçoğu bunları anlamadı” anlamında bir cümle vardır. Bu cümleyi takdir ederek meal verdiğimizde âyetin meali şu şekilde olur: “Biz bu Kur‟an‟da insanlar için her türlü misal ve öğüdü farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat birçoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan varlık, insandır.” S. Yıldırım 6. ZAMAN UYUŞMAZLIĞI: Birinci Örnek ve Tahlili: “Şuara Suresi, 173” وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًا فَسَاءَ مَطَرُ الْمُنذَرِينَ “Üzerlerine taş yağmuru yağdırdık. İşte bak, azapla korkutulanların yağmuru ne kötüdür!” H. Basri ÇantayBurada zaman uyumunu sağlamak için cümlenin sonunu “ne kötü oldu!” diye bitirmek gerekirdi. İkinci Örnek ve Tahlili: “Kehf Suresi, 47” وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْأَرْضَ بَارِزَةً وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ أَحَدًا“O kıyamet gününü hatırla ki dağları yürüteceğiz ve arzı çırılçıplak göreceksin. İnsanları hesap yerine toplamışız da onlardan hiçbir kimse bırakmamışız.” A. Fikri yavuz Burada “göreceksin” ile “bırakmamışız” arasında zaman uyumu bulunmamaktadır. Diğer taraftan “hatırlamak” kişinin bizzat kendi başından geçen veya geçmiş zamandaki olaylar hakkında kullanılır. İnsanın, istikbalde meydana gelecek kıyameti hatırlaması Türkçe kullanılış bakımından müphem kalmaktadır. Bunun yerine şöyle demek daha uygun olur: “Gün gelecek, dağları yürüteceğiz, sen de yerin dümdüz hale geldiğini göreceksin. İşte bütün insanları mahşer meydanında topladık; eksik bıraktığımız bir tek kişi bile kalmadı!” S. Yıldırım. Üçüncü Örnek ve Tahlili: “Bakara, 34” وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنْ الْكَافِرِينَ“Onu hatırla ki meleklere: “Adem‟e (hürmet olarak) secde edin” demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi” A. Fikri yavuz Zikredilen mealde hem hatırla kelimesi, hem de miş‟li geçmiş zaman kipi kullanmak isabetli değildir. Zira Hz. Adem‟in yaratılışına ve meleklerin secdesine Peygamber Efendimiz. (s.a.s.) şahit olmamıştır ki hatırlasın. İkinci husus Allah c.c. burada kıssayı anlatıcıdır, hadiseyi görmüş ve müşahede etmiştir. Bu nedenle miş‟li geçmiş zaman kullanılmaz. Onun yerine şu daha uygundur: “O vakit meleklere: “Adem (e hürmet) için secde edin!” dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibrine yediremedi ve kâfirlerden oldu.” S. Yıldırım Dördüncü Örnek ve Tahlili: “Mü’min suresi, 47” وَإِذْ يَتَحَاجُّونَ فِي النَّارِ فَيَقُولُ الضُّعَفَاءُ لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا إِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ أَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا نَصِيبًا مِنْ النَّارِ“Hatırla o vakti ki ateşte birbirleri ile çekişirlerken zayıf olanlar büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler…” (Fikri Yavuz). Mealde yine hatırla şeklindeki bir çeviri isabetli değildir. Kur‟an‟ın muhatapları gelecekte vuku bulacak Cehennem‟deki bir konuşmayı nasıl hatırlayabilirler ki? Şöyle demek daha uygun olur: “Ateşin içinde birbirleri ile tartışırlarken zayıflar, dünyada büyüklük taslayanlara: „Biz bunca zaman size tâbi olduk, bari ateş azabının bir kısmını olsun kaldırabilir misiniz‟ derler.” S. Yıldırım. 7. GENİŞ ZAMAN FONKSİYONUNDA KULLANILAN İSM-İ FAİLLER: Arapçada birçok yerde ism-i fail sigasıyla irad edilen hususlar, Türkçeye geniş zaman kipiyle çevrilebilir. Zaten Arapçada ism-i fail, muzari (şimdiki veya geniş zaman) manası taşımaktadır. Birinci Örnek ve Tahlili: “Şuara, 5” وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنْ الرَّحْمَانِ مُحْدَثٍ إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ “Bununla beraber Rahmandan kendilerine yeni bir zikir gelmiyor ki ondan yüz çevirmiş olmasınlar” Elmalılı “Kendilerine, o çok esirgeyici Allah'tan hiçbir yeni öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.” Diyanet Vakfı Bu tür meallerin yerine “mutlaka yüz çevirirler” veya “Mutlaka arkalarını dönüp uzaklaşırlar.” denilmesi daha uygundur. İkinci Örnek ve tahlili: “Enbiya Suresi, 50” وَهَذَا ذِكْرٌ مُبَارَكٌ أَنزَلْنَاهُ أَفَأَنْتُمْ لَهُ مُنكِرُونَ “İşte bu (Kur'an) da bizim indirdiğimiz feyz kaynağı bir zikirdir. Şimdi siz mi bunu inkâr edicilersiniz?” H.B.Çantay “İşte bu (Kur'an) da bizim indirdiğimiz mübarek zikirdir şimdi siz bunu mu inkâr ediyorsunuz “ Elmalılı Yukarda meallerini verdiğimiz âyette öncelikle zikir kelimesinin tercüme edilmediğini görüyoruz. İkincisi âyette geçen ikinci “bu” işaret zamirinin asıl metinde karşılığı yoktur. Kur‟an hakkında sakîl ve yakışıksız bir ifadedir. “Bunu mu inkâr ediyorsunuz” yerine “Onu mu…” denilmelidir. Üçüncü husus “inkar edicilersiniz” tabiri de Türkçede yaygın bir kullanım değildir. Bu sebeplerden dolayı âyetin mealinin aşağıdaki şekilde olması daha uygundur:“İşte bu da sana indirdiğimiz kutlu bir mesajdır. Hal böyle iken siz onu inkâr mı edeceksiniz?” Üçüncü Örnek ve Tahlili: “Enbiya Suresi, 51” وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا بِهِ عَالِمِينَ“Andolsun ki biz daha evvel İbrâhîme de rüştünü verdik ve biz onun ( buna ehil olduğunu) bilenlerdik.” H. Basri Çantay “Andolsun biz, daha önceden İbrahim’e de doğru yolu bulma yeteneğini vermiştik. Zaten biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.” S. Ateş “Biz Mûsâ‟dan önce de İbrâhim‟e hidâyet ve akl-ı selim verdik. Biz onun halini pekiyi biliyorduk” S. Yıldırım “Andolsun, bundan önce İbrahim'e rüştünü vermiştik ve biz onu (doğruyu seçme yeteneğinde olduğunu) bilenlerdik.” Ali Bulaç “Yemin olsun, İbrahim'e daha önceden, doğruyu bulma gücünü vermiştik. Onu bilmekteydik biz.” Yaşar N. Öztürk “Ve gerçek şu ki, Biz (Musa'dan) çok önce İbrahim'e (de) sağduyu vermiştik ve o'na (yön veren saiki) biliyorduk” M. Esed. Meallerdeki “ve biz onu(n buna ehil olduğunu) bilenlerdik.” yerine “Biz, onun halini pekiyi biliyorduk.” demek daha uygundur. |
23 Aralık 2013 15:25 | |
enderhafızım | Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL) 11. HAFTA MEALLERİN TÜRKÇE AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ: Kur’an meali hazırlamak, hem Arapça’nın, hem de Türkçe’nin kendine ait hususiyetlerinin aynı hassasiyet ölçüleri içinde gözetildiği bir süreçtir. Bazen mütercimler Arapça’nın gramer yapısının etkisinde kalarak meal hazırlarlar. Neticede ortaya edebi zevk ve estetikten yoksun sıkıcı, anlaşılmaz ve bir o kadar da devrik cümlelerden müteşekkil bir metin ortaya çıkar. Sıfatların niteledikleri şeylerden sonra geldiği “ki” bağlacının çokça kullanıldığı Türkçe kelimelerin Arap dilinin mantığı ve grameriyle ifade edildiği bir mealle karşılaşılırız. Hâlbuki tercüme iki önemli adımdan meydana gelir: Birincisi ilahi kelamı doğru anlamak, yani Kur’an’ın nazil olduğu dönemde konuşulan Arapça’yı, içinde doğduğu kültürü ve mevcut söz dağarcığının Kur’anla birlikte geçirdiği semantik (anlamsal) değişikliği bilmesi gerekir. İkincisi ise, ilahi mesajın anlamını diğer bir ifadeyle Sahabe-i kiram’ın anladığı manayı çağdaş Türk insanına veya okuruna Türkçenin imkânlarını en ileri derecede kullanarak ifade etmektir. MEALLERDE KAYNAK DİLE AŞIRI BAĞLI KALMANIN TÜRKÇE’YE AKTARIMA OLUMSUZ ETKİLERİ: Birinci Örnek ve Tahlili: “Maide Suresi, 45” Bu âyette öncelikle وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ cümlesi, Arapça ifade biçiminin etkisinde kalarak “üzerlerine yazdık, onların üzerine yazdık” gibi kelimelerle Türkçe’ye çevrilmiştir. Daha doğrusu ve yerinde bir meal “onlara emrettik veya farz kıldık” şeklinde olmalıydı. Nitekim Türkçe açısından daha anlaşılır ve güzel bir çeviridir. Yine ikinci bir husus âyette geçen وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ ibaresi de “bütün yaralamalar misli ile cezalandırılır” veya “yaralamalarda da dengi ile kısas yapılır” şeklinde tercüme edilmeliydi. Bu çeviri Türkçe ifade açısından daha isabetlidir. Aşağıda örnek olarak zikrettiğimiz meallerden Suat Yıldırım’ın meali hariç ekseriyetle “yaralar” tabirini kullanmışlardır ki hatalı ve kapalı bir çeviridir. Büyük ihtimalle Elmalılı H. Yazır’ın mealini sadeleştirdiklerinden bu hataya düşmüşlerdir. Üçüncü bir nokta ise, فَمَنْ تَصَدَّقَ ifadesinin çevirisidir. “her kim bunu tasadduk ederse, sadakasına sayarsa, sadaka olarak bağışlarsa “ gibi ifadeler meseleyi tam yansıtmamakta, lafzî bir tercümedir. Doğrusu ve Türkçe açısından daha anlaşılır bir meal “kim bu kısas hakkından feragat edip bağışlarsa…” şeklindeki Suat Yıldırım’ın meali gibi olmalıdır. Dördüncü ve son bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. O da âyetin meallerindeki parantez içi ifadelerdir. Parantez içi açıklamalar, Arapça metne veya kaynak dile aşırı bağlı kalarak lafzî/literal bir çeviri yapmanın sonucudur. “Hem ondan üzerlerine şöyle yazdık: cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş, carhler birbirine kısastır, kim de bu hakkını sadakasına sayarsa o, ona keffaret olur ve her kim Allahın indirdiği ahkam ile hükmetmezse onlar hep zalimlerdir “ Elmalılı “Biz onda (Tevrat da) onların üzerine (şunu da) yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılıktır. Hulâsa bütün) yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bunu (bu hakkını) sadaka olarak bağışlarsa o, kendisine (günâhına) keffâret (onun yarlıganmasına vesîle) dir. Kim Allahın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir.” Hasan Basri Çantay “O (Hak Kitabı)nda onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısâs (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar(kısâs hakkından vazgeçer)se o, kendisi için keffâret olur. Ve kim Allâh'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zâlimler onlardır.” S. Ateş “Hem Tevrat’ta onlara şu hükmü de farz kıldık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır. Hülasa bütün yaralamalar birbirine kısas edilir. Fakat kim bu kısas hakkından feragat edip bağışlarsa bu, kendi günahları için keffaret olur. Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.” Suat Yıldırım. İkinci Örnek ve Tahlili: “Yusuf Suresi, 4” إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَاأَبَتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ Öncelikle âyet-i kerime bir fiil cümlesidir. Cümlenin yüklemi konumundaki “kâle” fiilinin karşılığı olan “dedi” ifadesi Türkçe de yüklem en sonda geldiğinden cümlenin en sonunda olmalıydı. Hâlbuki âyet-i kerime iki ayrı cümle gibi bölünmek suretiyle çevrilmiş cümlenin nesnesi/mefulu konumundaki ibare ![]() Ayetin son kısmında geçen رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ kısmının “gördümki onlar bana boyun eğiyorlardı/secde ediyorlardı” şeklinde tercüme edilmesi de doğru değildir. İki defa “gördüm” demek yerine “Onların bana secde ettiklerini gördüm” ifadesiyle çevirmek daha akıcı ve güzeldir. Son bir husus ise, M. Esed, Diyanet Vakfı ve S. Ateş’in meallerinde “kâle” filini “demişti” şeklinde mişli (öğrenilen) geçmiş zaman kipiyle çevirmektir. Bu zaman kipi kişinin görmediği, kendisinin kesin olarak bilmediği ve sonradan öğrendiği durumlar için kullanılır. Kıssayı bize anlatan Yüce Allah’tır. Tabii olarak da hadiseye görmekte ve bilmektedir. Mişli geçmiş zaman kipini burada kullanmak hatalıdır. “Bir vakit Yusuf babasına, babacığım dedi: ben rüyada on bir yıldızla Güneşi ve Kameri gördüm, gördüm onları ki bana secde ediyorlar” Elmalılı. Bir vakit Yusuf, babasına: «Babacığım, demişti, gerçek ben rüyada on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir” Hasan. B. Çantay. “Bir vakit Yusuf babasına şöyle demişti: "Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldız, güneş ve ayı gördüm: benim önümde saygıyla yere kapanmışlardı!" M. Esed. “Bir zamanlar Yusuf, babasına (Ya'kub'a) demişti ki: Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.” Diyanet Vakfı. “Bir zaman Yusuf babasına, "Babacığım!" dedi. "Ben rüyamda on bir yıldızın, güneş ve Ay’ın bana secde ettiklerini gördüm." Suat Yıldırım. Üçüncü Örnek ve tahlili: “Hâkka Suresi, 17” وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ Yukarda zikredilen âyet-i kerime kıyamet esnasında meydana gelen bazı hadiselerden bahseden ve içerik olarak da müteşabih bir âyettir. Biz burada özellikle Arapça metne aşırı bağlı kalmanın doğurduğu anlaşılır ve Türkçe açısından meallerdeki kapalılık üzerinde duracağız. Öncelikle “melek” kelimesi “melekler” şeklinde mi yoksa “melek” şeklinde tekil olarak mı tercüme edilmelidir? Âyette geçen فَوْقَهُمْ ifadesindeki zamirin çoğul olmasından ve melek kelimesinin melekler anlamında bir cins isim olduğu düşünüldüğünde doğru tercümenin “melekler” olması gerekir. İkinci husus “âyette geçen أَرْجَائِهَا ifadesindeki “hâ” zamiriyle kastedilen sema/gök kelimesinin açıkça beyan edilmemesidir. Neticede“ onun kenarlarında veya etrafında” gibi hatalı ve kapalı bir ifade ile ilgili kısım tercüme edilmiştir. Yine sema veya gök kelimesini parantez içine almak da gereksizdir. Doğru ve en güzel çeviri Suat Yıldırım’ın mealindeki “Melekler de göğün etrafında bulunurlar” cümlesidir. Son olarak sekiz rakamını ifade eden ثَمَانِيَةٌkelimesinin motamot lafzî çevirisidir. Yine burada sekizden maksadın ne olduğu belli değildir. Hâlbuki âyetin bütününe ve siyakına baktığımızda meleklerden bahsedildiği açıktır. O halde güzel olan “sekiz melek” şeklinde sekizin melek olduğunu tasrih eden çeviridir. “Öyle ki melekler, kenarları üzerindedir ve üstlerinde o gün Rabbinin Arşını sekiz hâmil olur” Elmalılı “Melek de onun kenarlarındadır. Rabbinin arşını, o gün onların üstündeki sekiz taşır.” Yaşar Nuri Öztürk “Melekler onun (göğün) etrafındadır. O gün Rabbinin arşını, bunların da üstünde sekiz (melek) yüklenir.” Diyanet Vakfı “Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabbinin tahtını, üstlerinde sekiz (melek) taşır.” S.Ateş “Melekler de göğün etrafında bulunurlar. O gün Rabbinin Arş’ını, sekiz melek taşır.” Suat Yıldırım. Dördüncü Örnek ve Tahlili: “Bakara suresi, 174” Bu Ayet-i kerimede öncelikle vurgulamak istediğimiz husus âyeti lâfzî olarak tercüme etme kaygısı ve ibaresine bağlılık sebebiyle âyetteki أُوْلَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ cümlesinin “Onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler, onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir, Onlar karınlarına ateşten başka (bir şey) yemiş olamazlar.” ve benzer şekilde yapılan meallerdeki hatadır. Ayette geçen “ye’külüne” ifadesini Türkçeye sözlük anlamıyla (yemek) aktarmaktır. İsabetli ve daha güzel bir tercüme “işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar.” tarzında olmalıdır. Zira âyette anlatılmak istenen ve vurgulanan hususu doldurmak ifadesi karşılar. “Allahın indirdiği kitaptan bir şeyi ketmedib de bununla biraz para alanlar muhakkak ki ve kıyamet günü Allah onlara ne söyler ne de kendilerini tezkiye eder, onlara sade bir «azabı elim» vardır “ Elmalılı “Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi göz ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır.” Ali Bulaç “Allanın indirdiği Kitaptan (Peygamberin vasıflarına dâir) bir şey'i gizleyip de onunla az bir bahayi (hasîs, bir menfaati) satın alanlar (yok mu?) Onlar karınlarına ateşten başka (bir şey) yemiş olamazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azâp vardır. “ H. B. Çantay “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlara son derece acı bir azap vardır.” Suat Yıldırım. Beşinci Örnek ve Tahlili: “Yusuf Suresi, 8” إِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ Ayetteki أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّاifadesindeki ism-i tafdil kalıbını, meal hazırlayanlar “babamıza bizden daha sevgilidir, babamıza bizden daha sevgili” gibi ifadelerle Türkçe’ye aktarmışlardır. Burada Arapça ibareye bağlı kalmanın neticesi olarak çeviri akıcı ve Türkçe açısından edebî değildir. Edebi Ve estetik açıdan daha isabetli çeviri “Babamız Yusuf ve Bünyamin’i bizden daha çok seviyor” tarzında olmalıydı. Ş: Piriş’in meali bu açıdan daha doğru ve güzeldir. “Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz hâlde, Yûsuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamız açık bir yanılgı içindedir” Diyanet “Zira dediler ki her halde Yusuf ve biraderi babamıza bizden daha sevgili, biz ise müteassıb bir kuvvetiz, doğrusu babamız belli ki yanılıyor “ Elmalılı “(Kardeşleri) demişlerdi ki: "Yûsuf ve (öz) kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir” S.Ateş “Kardeşleri: -Biz bir aile olduğumuz halde babamız Yusuf’u ve kardeşini daha çok seviyor. Doğrusu babamız açıkça şaşkınlık içinde, demişlerdi.” Şaban Piriş Altıncı Örnek ve Tahlili: “Hac Suresi, 15” مَنْ كَانَ يَظُنُّ أَنْ لَنْ يَنصُرَهُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ إِلَى السَّمَاءِ ثُمَّ لِيَقْطَعْ فَلْيَنظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغِيظُ“Her kim ona (Muhammed’e) Allah’ın dünyada ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa hemen tavana bir ip çeksin, sonra kendini assın da bir baksın; başvurduğu (bu yöntem), öfkelendiği şeyi giderecek mi?” Diyanet“Her kim, ona Allah Dünyada ve Ahirette aslâ yardım etmez zannediyorsa hemen Semâya bir ip uzatsın sonra nefesini kessin de baksın kendi gayzını giderecek mi?” Elmalılı “Kim Allah’ın Rasûlüne dünyada (şanını yüceltme ve dinini hakim kılma konusunda) ve Ahirette (O’nu rahmetiyle sarıp sarmalaması hususunda) yardım etmeyeceğini sanıyorsa o halde hiç durmasın (Allah’ın söz konusu yardımına, hatta Ona Kur’an’ı da indirmesine engel olmak için) elinden ne geliyorsa yapsın; o kadar ki bir yolunu bulup göğe çıksın nefessiz kalıncaya kadar uğraşıp didinsin ve baksın bakalım, kurduğu tuzaklar bir işe yarıyor mu ve gayzını yatıştırmaya yetiyor mu?” Ali Ünal. Meallerdegarib Türkçe kelimelerle bir Türk okurunun hiç anlamadığı bir metin ortaya çıkmıştır. Ayette ne demek istendiğini doğru anlayan meal yazarı son olarak zikrettiğimiz Ali Ünal’dır. Doğru ve anlaşılır meal de Onun mealidir. Elinizden geleni arkanıza koymayın anlamındaki bir deyim, bir acayip intihar sahnelerine dönüştürülmüştür. Herhalde Kur’an’da meal yazarların da anlamadan çevirdiği hatta Elmalılı mealini kopyalamak suretiyle geçiştirdikleri nadir âyetlerden birisi bu âyettir. |
23 Aralık 2013 15:25 | |
enderhafızım | Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL) 10. HAFTA ÇOKANLAMLILIK VE KURÂN MEALLERİNE YANSIMASI: Çokanlamlılık, tıpkı mecaz gibi dilsel bir olgudur. Celaleddin es-Suyutî’nin “lafızlar sınırlıdır ama manalar sınırsız”cümlesiyle ifade ettiği dilsel hakikatın bir sonucudur Dilbilim’in bir alt alanı olan Anlambilim (semantik)’in konusudur. Lisan veya dilin sahip olduğu kelime hazinesi bellidir. Ama insan zihninde ve sözde var olan manalar sınırsızdır. Bu olgu dildeki kelimelerin zamanla yeni anlamlar kazanmasına yol açmıştır. Kısaca çokanlamlılık, bir kelimenin temel anlamıyla bir şekilde irtibatlı birden fazla ve farklı manayı ve kavramı yansıtır hale gelmesidir. Arap Dili’nde ve İslamî İlimler geleneği içinde bu konu “el-Vucûh ve’n-Nezâir” ve “Lafz-ı Müşterek” kavramlarıyla karşılanmakta ve incelenmektedir. Vucûh kavramı, kelimenin farklı ayetlerde farklı manalara gelmesi veya bizzat bu farklı mananın her birine denir. Ümmet kelimesinin birden çok anlama gelmesi gibi. Lafz-ı müşterek de denir. Nezair ise, cehennem nar sakar gibi aynı kavramı ifade eden lafızlara denir. Kur’an kelimelerinin farklı anlamlarda kullanımını tespit etme tarzındaki tefsir çalışmaları Tabiin tefsirinin karakteristik özelliklerindendir. Nitekim erken dönem tefsir faaliyetlerinin en önemli isimlerinden Mukatil b. Süleyman ’ın günümüze kadar ulaşmış “el-Vucuh ve’n-Nezâir” isimli eseri vardır ve Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Kur’an’daki kelimelerin birçok manaya gelmesi, çok anlamlı oluşu, bir zenginlik olmakla beraber istismara açık bir yönü de vardır. Zira çokanlamlılık bir anlam kargaşasına da yol açabilir. Burada önemli olan bir kelimenin Kur’an’da geçtiği yerlerde kullanıldığı farklı anlamı kim tespit edecek veya hangi kıstasa göre anlam tayin ve tespit edilecektir. Birinci kıstas âyetin gerek metin içi gerekse metin dışı siyak ve sibakı yani bağlamıdır. Nitekim Şatıbî, âyetin anlamı, terkibten, cümlenin bütünlüğünden çıkarmak lazımdır der. Bu mümkün olmadığı takdirde yani kullanımın imkânlarıyla mana ifşâ edilmediği takdirde lafızların sözlük anlamlarına ve etimolojisine gidilebileceğini belirtir ve aksi durumu bir tekellüf olarak görür. Delil olarak da şu rivayeti nakleder: Hz. Ömer bir defasında, Abese Suresi 31. âyetini okur ve âyetteki “ebben” nedir diye kendine sorar, sonra vazgeçer ve “bize tekellüf yasaklanmıştır” der. Zira âyetin siyakından, cümlenin bütünlüğünden kelimenin bir tür bitki yani çayır veya ot anlamına geldiği anlaşılmaktadır. İkincisi ise, Kur’an’ın yirmi üç yıllık süreçte hayata taşınmasının bir yansıması olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Sünnet’i ve Siretidir. Çünkü Peygamberimiz’in Sünnet’i ve Sîret’i, teşrî tarihinin ve Kur’an’ın kendi din dilini ve terminolojisini inşâ sürecinin en önemli parçası ve adeta bir yansıması ve tezahürüdür. Nitekim Hz. Ali (r.a.), İbn Abbas (r.a.)’ı Haricîler’le görüşmeye gönderirken ona “Haricilerle tartışırken Kur’an’dan delil getirmemesini tavsiye edince İbn Abbas da kendisinin Kur’an’ı onlardan daha iyi bildiğini zira âyetlerin nuzûluna şahit olduklarını söyler. Hz. Ali ise şöyle der: “Doğru söylüyorsun. Ancak Kur’an ifadeleri çokanlamlı (zû vucûh)dır. Sen onlara karşı âyetin bir anlamını esas alarak delil getirirsin, onlar ise başka bir vechini (anlamını) esas alarak itiraz ederler. Sen en iyisi sünnetten delil getir.” Birinci Örnek ve Tahlili (Âl-i İmran Suresi–101): İnkâr, tekzip ve şirk anlamlarını kapsayan dini terimlerden küfür ifadesi, bu âyet-i kerimede luğavî anlamını yani nankörlük anlamını taşımaktadır. Âyetin gerek metin içi, gerekse metin dışı siyakı yani sebeb-i nuzûlü bunu gerektirmektedir. Ancak siyak göz ardı edildiğinden küfür kelimesine “inkâr” yani dinî/şer’î anlamı verilmiştir. “Allahın âyetleri size okunurken ve O’nun elçisi içinizdeyken nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz.”(A. Bulaç) “Size Allah’ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Rasûlü de aranızdayken nasıl inkâra saparsınız.” (Ali Özek ve Heyet) “Allah'ın mesajları size iletildiği halde ve Elçisi aranızda yaşarken hakikati nasıl inkâr edebilirsiniz? Ama Allah'a sımsıkı tutunan, dosdoğru yola ulaştırılmıştır” (M. Esed) Hâlbuki siz Allaha nasıl küfreder (Onu inkâr eder) siniz ki karşınızda Allanın âyetleri okunup durmaktadır. Onun peygamberi de içinizde, Kim Allaha sımsıkı tutunursa muhakkak ki doğru bir yola ile itilmiştir o.”(H. Basri Çantay) “Size Allâh'ın âyetleri okunmakta ve O'nun Elçisi de aranızda iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir” (S. Ateş) “Sizler ise küfre nasıl dönersiniz ki önünüzde Allahın âyetleri okunuyor, içinizde Resulü bulunuyor? Hâlbuki her kim Allaha sıkı tutunursa o, muhakkak bir doğru yola çıkarılmıştır” (Elmalılı) Meallerin ekseriyeti ayetteki ‘tekfürûne’ ifadesini, küfre dönmek, küfre sapmak, inkâr etmek, inkâra sapmak şeklinde çevirmişlerdir. Kur’an’ın sözlü metin veya hitap özelliğinin ihmali ve yazılı metin formatında çeviri yapılmasının doğurduğu sakıncalar açısından bu misal çok ilginçtir. Âyetin metin içi siyakına bakıldığında bir önceki ve bir sonraki âyette aynı topluma “iman edenler” diye hitap edilmektedir. Eğer bir küfre/inkâra dönüş, daha doğrusu irtidad olsaydı sonraki âyette “İman edenler” tarzındaki hitabın anlamı kalmazdı. Zemahşerî ve Ebu Hayyan gibi birçok müfessir Kur’an’ın hitap özelliğinin farkındalığı içinde âyetteki soru edatı “keyfe” ile kastedilen anlamın soru değil, “inkâr ve taaccüb” olduğunu tefsirlerinde zikretmişlerdir. İkinci Örnek ve Tahlili: (Fatiha Suresi–6): Çokanlamlılık veya “Vucûh ve Nezâir” konusunu inceledikten sonra Celaleddin es-Suyûtî el-İtkân isimli eserinde örnek olarak Kur’an’da birkaç âyette geçen “hüda” terimini zikreder ve on yedi ayrı anlamı veya kullanımı olduğundan bahseder. Bu kullanımların kelimenin temel anlamıyla bir şekilde irtibatı vardır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hidayet kavramı ile ilgili açıklamaları bu hususta hem mühim hem de vecizdir: Hüdâ kelimesi, “h-d-y” fiil kökünden türetilmiş bir isimdir. Temel yani sözlük anlamı, yol göstermek, birine yolu tarif etmek anlamına gelir. Kısaca Arapça’da irşad kelimesiyle ifade edilebilir. Hidayet masdarından emir kipidir. اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Fatihâ suresindeki kullanıma gelince önceki âyetlerle birlikte düşünüldüğünde sadece Allah’a ibadet eden ve sadece Ondan yardım dileyen bir topluluk mü’mindir ve bu husus göz önünde tutularak tercümesi daha isabetlidir. “Hidayet eyle bizi doğru yola” (Elmalılı) “Bizi doğru yola ilet” (Ali Bulaç) “Bize doğru yolu göster” (Ali Özek ve Heyet) “Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.”(S. Yıldırım) “Bizi dosdoğru yola hidayet et” (Ali Ünal) Görüldüğü üzere “iletmek” “göstermek” gibi kelimeler hidayet kavramının luğat anlamı esas alınmak suretiyle yapılmış çevirilerdir. Ancak kelimenin sahip olduğu anlam zenginliğini de yansıtmamaktadırlar. Ya yukarıdaki izahlar çerçevesinde Elmalılı mealinde olduğu gibi “hidayet et” denilmeli yahut da “bize dosdoğru yolda sebat ver” “bizi sırat-ı müstekîmden ayırma” şeklinde daha isabetlidir. Üçüncü Örnek ve Tahlili (Bakara Suresi–120): Bu âyetteki قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَىcümlesindeki hüdâ kelimesi din ve İslam dini anlamındadır. Meallere bakıldığında bazıları bu hususu göz ardı ederek hüdâ kelimesini sözlük anlamında yol, kılavuzluk, rehberlik, hidayet yolu, ifadeleriyle çevirmiş, bir kısmı parantez içinde hüdâ kelimesinin din ve İslam dini anlamına geldiğini belirtmiş, bir kısmı da her ikisini birlikte vermiştir. İsabetli çeviri “ Allah’ın dini İslam, yegâne hak dindir” şeklindedir. “Sen milletlerine tabi olmadıkça ne Yehud, ne Nasara senden asla hoşnut da olmazlar her halde yol, Allah yolu de, şanım hakkı için sana vahyile gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların hevalarına tâbi olacak olsan Allah’dan sana ne bir veli bulunur ne bir nasır” (Emalılı) “Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.”Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.”(Diyanet) “Sen onların öz milletlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: "Allah'ın kılavuzluğu erdirici kılavuzluğun ta kendisidir."İlimden sana ulaşan nasipten sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, Allah katından ne bir Velî'n olur ne de bir yardımcın.” (Yaşar Nuri Öztürk) “Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden râzı olmazlar. "Asıl doğru yol, Allâh'ın yoludur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz” (S. Ateş) “Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen, de ki: "Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir."Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın”. (Suat Yıldırım) Bu âyetin çevirisinde dikkat çeken önemli bir hata da âyetteki “milletehüm” kelimesini Türkçe’ye, millet, öz millet ve inanç sistemi tabirleriyle çevirmeleridir. Kavim ve ulus kelimelerinin eş anlamlısı olarak Türkçe’de de kullanılan millet kelimesinin orijinal Arapça anlamı “din” demektir. Doğru çeviri “dinlerine” şeklinde olmalıdır. DördüncüÖrnek ve Tahlili (Neml Suresi–41): Hüda veya Hidayet kelimesinin geçtiği âyetlerden birisi de Neml suresindeki 41. âyettir. Bu âyetteki manası marifet, bilmek ve tanımaktır. Maalesef her geçtiği yerde temel sözlük anlamı esas alınarak tercüme yapıldığından burada da doğru meal verenler olduğu gibi yanlış mealler de verilmiştir. “(Süleyman) dedi ki: “Onun tahtını bilinmez şekle getirin. Bakalım (tanımaya) muvaffak olacak mı, yoksa muvaffak olamayacaklardan mı bulunacak?” (H: Basri Çantay) “(Ve) sözlerine şöyle devam etti: "(Şimdi) onun tahtını tanınmaz hale sokun; bakalım, kendi başına doğru yolu bulacak mı, yoksa doğru yolu bulamayan kimselerden mi olacak." (M. Esed) “Dedi ki: "Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?” (Ali Bulaç) “(Ve) dedi ki: "Onun tahtını tanınmaz hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı?” (S. Ateş) “Dedi ki: "Şimdi Kraliçenin tahtının şeklini değiştirin! Bakalım onu tanıyacak mı, tanımayacak mı?"(Suat Yıldırım) Meallerdeki “muvaffak olmak”, “doğru olanı bulmak”, “doğru yolu bulmak” tercümelerinin hatalı olduğu apaçık görülmektedir. Doğru çeviri “tanıyacak mı, tanıyabilecek mi” şeklindeki çevirilerdir. Beşinci Örnek ve Tahlili (Duhan Suresi–37): Bu âyeti kerimede geçen “hayrün” ifadesi de Kur’an’da çok anlamlı kelimelerden bir tanesidir. “En hayırlı ve daha hayırlı” şeklinde tercüme edilebilir. Ancak her geçtiği yerde “daha hayırlı, daha iyi, iyi ve iyilik” şeklinde tercüme etmek doğru değildir. Bunun bir örneğini Duhan suresindeki 41. âyette görebiliriz: “Ya onlar mı hayırlı? Yoksa Tübbain kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Hep onları helâk ettik, çünkü mücrim idiler” (Elmalılı). “Onlar mı hayırlı, yoksa Tübba' kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar, suçlu günahkârdı.” (Ali Bulaç) (Ey Rasûlüm, kuvvet ve şiddet bakımından) senin kavmin mi hayırlı, yoksa (etbaı çok) Tübba’ın kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Hep onları helâk ettik çünkü günahkâr idiler.” (Ali Fikri Yavuz). Onlar mı daha güçlü kuvvetli, yoksa Tübba’ halkı ve onlardan önceki toplumlar mı? Belli ki onlar daha güçlü idiler. Ama ağır suçlar işlediklerinden imha ettik onları!” (Suat Yıldırım) Meallere bakıldığında sonuncusu hariç “hayrun” kelimesini “hayırlı, daha hayırlı” şeklinde tercüme etmişlerdir. Âyetin meallerinde birbirinden hayırlı kavimlerden bahsedilmektedir. Tübba’ kavmi, önceki kavimler ve Mekke toplumu… O halde akla şu soru gelmektedir madem hayırlı idiler niçin hepsi helak edildi. Meallere bakıldığında Allah birbirinden hayırlı kavimleri helak ettiğinden bahsetmektedir. Bu tutarsızlık bir edebî mucize olan Kur’an’ın değil, meal yazarlarının hatasıdır. Fikri Yavuz parantez içi açıklamalarıyla meallerdeki hatayı aşmaya çalışmış ama yine hayırlı kelimesini yanlış tercüme etmiştir. Suat Yıldırım ise âyeti doğru tercüme etmiştir. AltıncıÖrnek ve Tahlili (Enfal Suresi–23): وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوا وَهُمْ مُعْرِضُونَ Âyet-i kerimedeki وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْcümlesinde geçen hayır kelimesiyle ne kastedildiği araştırıldığında âyeti kerimeye isabetli meal verilmesi mümkündür. İnsanın cüz’î iradesiyle Yüce Allah’ın küllî iradesi arasındaki ilişkiyi anlatan veciz âyetlerden birisi bu âyettir. Müşrikler ve Münafıklar kendi serbest iradeleriyle Allah ve Rasûlüne muhalefet yolunu seçmişler, iman etmek yerine şirki tercih etmişlerdi. İlahi mesajı duydukları halde hiç duymamış gibi davranmışlar anlamaya yanaşmamışlardı. “Allah, onlarda bir hayır (hakka yöneliş) olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Onlara işittirseydi dahi mutlaka yine yüz çevirerek dönüp giderlerdi.” (Diyanet) “Allah onlarda bir hayır görse idi elbette kulaklarına sokardı ve bu hallerinde kulaklarına soksa idi yine aldırmazlar döner giderlerdi” (Elmalılı) “Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyurur (hayrı kulaklarına sokar) dı. (Bu hallerinde) kulaklarına soksaydı bile yine onlar muhakkak ki (haktan) yüz çevirici olarak arkalarına dönerlerdi.”(Hasan B. Çantay) “Allâh onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi, onlara işittirseydi de yine aldırmayarak dönerlerdi.” (S. Ateş) “Şayet Allah onlarda iman etmeye yönelik bir irade olduğunu bilseydi, onlara hakikatı işittirirdi. Ve mevcut haliyle onlara ilahi mesajı işittirse bile onlar yine yüz çevirir ve döner giderlerdi.” (Yunus Ekin) Zikredilen meallere baktığımızda bir kısmının hayır kelimesini aynen Türkçeye aktardığını görüyoruz. Farklı olarak S. Ateş iyilik olarak çevirmiştir. Âyetin siyak ve sibakı ve de muhtevası düşünüldüğünde “hayır” kelimesini parantez içinde “hakka yöneliş” olarak açıklayan meal isabetli bir çeviridir. Ancak en uygun çevirinin son olarak verdiğimiz şekilde olmasını tercih etmekteyiz. Ayrıca Arapça metne kelime kelime, birebir sadakatten yani literal/lâfzî tercümeden dolayı âyetin ilk muhatapları tarafından çok iyi anlaşılan ve bilinen hususlar ihmal edilmiştir.” …İşittirirdi. İşittirseydi bile..” şeklindeki ifadeler hep kapalıdır. Neyin işittirileceği meçhuldür. Hâlbuki âyetin ilk muhatapları için bu mesele en çok bilinen şeydir. Yedinci Örnek ve Tahlili (Zuhruf Suresi–22): بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ Kur’an-ı Kerim’de birkaç manaya gelen lafz-ı müştereklerden birisi de “ümmet” terimidir. Birçok ayette insanlardan bir grup, topluluk veya cemaat anlamına gelir. “ümmet” kelimesinin “din” anlamında kullanıldığı Zuhruf Suresi 22. âyettir: “Hayır, şöyle dediler: bizler, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerince giderek murada ireriz” (Elmalılı) “Hayır. Dediler ki: «Şüphe yok, biz babalarımızı büyük bir tarikat üzere bulduk. Muhakkak ki, biz de onların izleri üzerinde (yürüyüp) doğru yolu bulmuşlarız.”(Ö. N. Bilmen) “Hayır, (ne bilgileri var, ne de Kitâpları). Sadece: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinde gidiyoruz" dediler.” (S. Ateş) “Bil'akis (şöyle) dediler: «Gerçek biz atalarımızı bir ümmet (bir dîn) üzerinde bulduk. Biz de hakîkaten onların izleri üstünden doğruya erdirilmişleriz”. (Hasan Basri Çantay) “Ümmet” kelimesi Türkçeleşmiş Arapça kökenli kelimelerdendir. Türkçe’de topluluk, cemaat manalarına kullanılır. Arapça’daki diğer anlamları terk edilmiştir. Türkiye’de kimse ümmet kelimesini din manasında kullanmaz. Müslüman topluluklar için kullanılır. O halde yukarda örnek olarak verilen meallerde âyetteki “ümmetin” kelimesini, ümmet şeklinde tercüme etmeden veya Türkçe anlamını düşünerek yapılan tercümeler hatalıdır. Yine “büyük tarikat ve töre” şelindeki tercümeler de hatalıdır. Doğru çeviri “din” şeklinde olmalıdır. Nitekim Hasan Basri Çantay parantez içinde (bir din) doğru manayı vermek suretiyle hatadan kurtulmaya çalışmıştır. |
23 Aralık 2013 15:24 | |
enderhafızım | Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL) 9. HAFTA KELİMELERİN DİNİ/ŞER’Î ANLAMLARININ DOĞRU TESBİTİ VE MEALLERE YANSIMASI Dinî/Şer’î Anlam Nedir? Bir lafzın, Şâri’in maksadı ve kullanımı çerçevesinde kazandığı dinî anlamlardır. Salât, zekat, hac, gibi kelimelerin ma’lum ibadet şekilleri için kullanımı ve iman, islam, ihlas gibi dinî isimler bu kabildendir. Kelimelere yeni anlamlar yüklenmesi, yeni kullanımlar elde etmeleri, dildeki kelimelerin sınırlı, ama manaların/sözün sınırsızlığının bir neticesidir. Şer’î isimlerin Arapların ortak kullandığı (vaz’î) yani etimolojik anlamla irtibatı konusunda âlimler üç ayrı görüşe sahiptirler: 1) Mu’tezile, Hâricîler ve bir kısım fukahâya göre şer’î anlam kazanan bir kelime/isim, vaz’î/luğavî anlamın dışına çıkmış yeni dini manalar kazanmıştır. 2) Ebû Bekir Bakıllânî dilsel anlamların önemine vurgu yapmış şer’î isimlerin luğavî anlamlarından soyutlanmadığını mevcut delalet tarzının mecazî olduğunu aksi durumun “Kur’anın Arapça tenzili” olgusuyla çelişeceğini dile getirmiştir. 3) Fahrudddin er-Râzî ve Gazalî ise, şunları dile getirir: Bu tür kelimelerin dinî anlamlar kazandığı inkar edilemez,İslam’ın bu lafızların anlamları üzerindeki tasarrufu açıktır. Ancak bütün bu isimlerin dilden soyutlandığını söylemek de doğru değildir. Her üç görüşün de birleştiği nokta dinîn bu lafızlara yeni anlamlar yüklediğidir. Bu sebeple şer’î isimlerin çevirilerinde dilden ziyade din, etimolojiden ziyade Şari’in kullanımı belirleyicidir. Geleneksel Terminoloji: Bu ifadeyle, Kur’an’da geçen bir kısım kelimelerin tedvin asrıyla birlikte kazandıkları ıstılahî anlamlar veya ilmî terminoloji kastedilmektedir. Sözgelimi Fıkıh kelimesinin “Dinin amelî hükümlerini, tafsili delillerinden çıkarılarak bilinmesidir” anlamını kazanması gibi. Ne luğavî ne de dinî/şer’î isimler kategorisine dâhil olmayan bu kavramlarla Kur’an kavramlarının birbirine karıştırılmaması ve âyetlerin çevirilerinde bu tür etkilenme ve iltibaslardan uzak durulması gerekir. Ancak her dört çeşit anlam türünün (luğavî, şer’î, mecazî, ve geleneksel) birbirinin yerine kullanıldığı ve karıştırıldığı meallerin bir gerçeğidir. Nitekim farklı üslûplara sahip olmakla beraber İslamî ilimlerde eleştiri geleneğinin temsilcilerinden Gazalî ve İbn Teymiye geleneksel ıstılahların zaman zaman Kur’anî anlamların önüne geçmesinden şikâyet etmekte ve söz konusu durumu eleştirmektedirler. Gazalî hicrî birinci asırdan sonra fıkıh, ilim, tevhid, tezkir, hikmet gibi kavramların anlamlarının tahrif edilerek değiştirildiğini, bunun neticesinde mezmûm bazı ilimler ile şer’î ilimlerin iltibas edilmeye başlandığından şikâyet etmekte terimlerin gerçek kullanımlarıyla daha sonraki anlam kötüleşmesini açıklamaktadır. İbn Teymiye ise, te’vil teriminin selef âlimlerince luğâvî anlamı çerçevesinde anlaşılırken, daha sonraki müteahhirîn uleması tarafından “lafzı, zahiri delaletinin dışında muhtemel anlamlardan birisine hamletmek” olarak tanımlandığını belirtir. Gazalî ve İbn Teymiye’nin bahsettiği kelimelerin çevirilerini incelediğimizde aynı hususların aradaki zaman farkına rağmen devam ettiği görülmektedir. Nitekim geleneğin Kurân mealleri üzerindeki etkisi, sayıları az olmakla beraber Kur’an çevirileriyle ilgili eleştirel-ilmî makalelerde dile getirilmiştir. DİNİ/ŞER’İ ANLAMLARIN DOĞRU TESBİTİ VE MEALLERDEKİ KONUMU: Birinci Örnek ve Tahlili: “Mücrim Kavramı” Meallerde ekseriyetle “mücrimîn” kelimesi “suçlular” ifadesiyle Türkçe’ye tercüme edilir ki, bilindiği üzere “c.r.m” fiil kökünden türetilmiştir. Bu kök, Kur’an’da dört yerde fiil, bir yerde masdar, olmak üzere diğerlerinde de ‘mücrim’ ve ‘mücrimîn’ formunda olmak üzere birçok yerde geçer. Bu fiilin dildeki temel anlamı (kata‘a) “kesmek” “koparmak”tır. Hurmayı veya ağacın meyvesini koparmak “c.r.m” fiiliyle anlatılır. “Kesb” kazanma, irtikâp etme anlamına da gelir. Ancak kötü ve çirkin kazanımları ve amelleri işlemek için kullanılır. Güzel ve takdir edilecek ameller ve kesbler için kullanılmaz. Bununla ilişkili olarak günah irtikâp etmek ve çirkin amelleri işlemek anlamına gelir. Duhân Suresi 22. Ayet: فَدَعَا رَبَّهُ أَنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ مُجْرِمُونَ “Bunun üzerine Musa: Bunlar suç işleyen bir toplumdur, diye Rabbine arzetti.” (Ali Özek ve Heyet) “Sonra Musa “Bunlar şuç işleyen bir toplumdur” diye rabbine dua etti ”. (Süleyman Ateş) “Onlar kabul etmeyince Rabbine: Yâ rabbi, onlar şuçlu bir guruh! (Onları sana havale ettim, Sen onların hakkından gel)”. (Suat Yıldırım) “Nihayet Rabbine Bunlar günahkârlar güruhudur” diye dua etti. (Hasan Basri Çantay) Kur’an-ı Kerim’de mücrim kelimesinin geçtiği âyetlere ve siyaka bakıldığında bir kısım âyetlerin âhiret, hesap ve cezalandırma içerikli olduğunu, özellikle cezalandırma kavramının geçtiği yerlerde kafir yerine mücrim kelimesinin kullanıldığını, bu sebeple yargılama ifade eden âyetlerde sözgelimi “inkarcı suçlular” şeklinde, diğer yerlerde ise “günahkar kafirler” şeklinde Türkçe’ye aktarılmasının daha isabetli olacağını düşünülmektedir. Zira kâfirlerin “mücrimîn” olarak isimlendirilmeleri, “din yahut vahiyle bağını ve alakasını kesmiş olmalarıyla irtibatlıdır. Ömer Rıza Doğrul, Hasan Basri Çantay ve bazı meal yazarları “günahkârlar guruhu/topluluğu” olarak dilimize tercüme etmişlerdir ki diğerlerine nispeten daha uygundur. S. Yıldırım Hz. Musa’nın duasının hikâye edildiği kısmı bir parantez cümlesiyle söyleniş maksadına daha uygundur. İkinci Örnek ve Tahlili: “İhlâs Kavramı” Herhangi bir şeye, mahiyetinden olmayan bazı şeyler karışıp bulaştıktan sonra o şeyin bunlardan kurtulup saflaşması ve arınması, h-l-s fiiliyle ifade edilir. İhlâs ise, "bir şeyi, kendisine karışmış ve bulaşmış olan şeylerden arındırmak, ayrıştırmak, kurtarmak ve sadece kendisi yapmaktır." Nitekim beyaz renkli nesnelere "hâlis" denilmektedir. H-l-s kökü, bir yönüyle, eşyayı yabancı unsurlardan ayırma, ayrıştırma olunca, bir yönüyle de aslına ve özüne ulaştırma anlamını ifade eder. Bu sebeple h-l-s kökü, "min" edatıyla kullanıldığında kurtulmak, ayrılmak manasına gelirken "ilâ" edatıyla kullanıldığında ise ulaşmak ve varmak anlamı taşımaktadır. İhlâs'ın Kur'ân'daki Dinî Anlamı: İhlâsın dinî anlamı ise, ibadette, sadece bir olan Allah'a kulluğun kastedilmesin Yüce Allah'a şirksiz ve tevhid üzere kulluk edilmesidir. Kısa ve öz bir şekilde arzedilen bu anlam Kur'ân'da, muhlis, muhlâs, muhlisîn, muhlâsîn, ed-dinu'l-hâlis, muhlisan lehu'd-dîn, halasû dînehum ve muhlisine lehu'd-dîn, formlarıyla anlatılmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de iki âyette, açık olarak, Hz. Musa ve Hz. Yusuf ihlâs ile tavsif edilmektedir: Meryem Suresi 51. âyette geçen muhlâs kelimesi muhlis olarak da okunmuştur. Taberî, "h-l-s" maddesi, ism-i fail kalıbıyla muhlis şeklinde okunduğunda kelimenin anlamını, "Hz. Musa ibadeti ve kulluğu sırf Allah'a ayıran, tahsis eden ve Allah'ı ulûhiyetinde birleyen, O'na şirk koşmayan muvahhid biriydi." şeklinde vermiştir. Yine ism-i meful vezninde, "muhlâs" şeklinde okunduğunda ise, kelimeyi, "Allah Musa'yı risalet görevi için seçti, onu peygamberlikle diğer insanlardan ayırdı." diye anlamlandırmıştır. Bu açıklamalar çerçevesinde Meryem suresi 51. Âyetin isabetli ve doğru çevirisi şu şekilde olmalıdır: "Kitapta Musa'yı da an, gerçekten O Allah tarafından peygamber seçilmiş ve insanlara gönderilmiş bir nebi idi." Âyette geçen muhlas kelimesini muhlis kıratına ve okuyuşuna göre mana verdiğimizde ise âyetin meali şu şekilde olmalıdır: "Kitapta Musa'yı da an, gerçekten O sadece Allah’a kulluk eden muvahhid bir resul ve nebi idi.” “Kitapta Mûsâ'yı da an, çünkü o, içi temiz (bir insan)dı ve elçi bir peygamberdi.” (S.Ateş) “Kitapta Musa'yı da an. Şüphesiz ki o, (Tevhîd Dininde) samimi ve katıksız idi ve o bir resul bir nebî idi”(C. Yıldırım) “Ve bu kitapta Musa'yı da an. Doğrusu, o da seçilmiş biriydi. (Allah'ın) haberci elçilerindendi.” (M. Esed) “Kitapta Mûsâ’yı da an. Gerçekten O Allah tarafından ihlâsa erdirilen bir kul idi, resul ve nebî idi” (Suat Yıldırım) Yukarıdaki meallere baktığımızda S. Ateş’in mealinin ihlâs kavramının dini anlamını yansıtmadığı açıktır. Daha çok sufilerin bakış açısının etkisinde ve luğavî anlamı esas alınarak yapılmış bir çeviridir. Bizce doğru değildir. Celal yıldırım’ın çevirisi ise, “muhlis” kıraatına göre yapılmış doğru bir çeviridir. M. Esed’in çevirisi ise mevcut mushafın harekesi yani Asım kıratı esas alınarak yapılmıştır ve en isabetli çeviridir. Suat Yıldırım ise ihlâs terimini çevirmeyerek dini terimlerin çevrilmeden aynen aktarılmasını tercih etmiştir. Doğrusu dini terminolojiyi çevirmeden nakletmek ortak bir din dilinin korunması adına önemlidir. Taberî, Hz. Yusuf’u niteleyen şu âyetteki "muhlâsîn / muhlisîn kelimesinin anlamı için de aynı açıklamayı yapmaktadır: Nitekim ilk dönem müfessirlerinden Zeccac da muhlis kelimesini muvahhid olarak, "muhlâs"ı ise, muhtar yani peygamber olarak seçilmiş şeklinde açıklamaktadır. Bu minval üzere âyete meal verirsek çeviri şu şekilde olmalıdır: "Doğrusu hanım ona sahip olmayı iyice aklına koymuş ve buna yeltenmişti de. Eğer Rabb'inin burhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece biz, fenalığı ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için burhanımızı gösterdik. Çünkü o bizim şeçilmiş/muvahhid kullarımızdandı." (Yusuf Suresi, 24. ayet ) “…hakikat o bizim ihlâsa mazhar edilmiş has kullarımızdandır”(Elmalılı)“.çünkü o bizim gösterişten uzak ciddiyet ve samimiyete ermiş kullarımızdandı.” (C. Yıldırım) “.çünkü o,ihlâsa erdirilmiş (temiz)kullarımızdandır.”(S.Ateş) “Çünkü o bizim seçkin kullarımızdandır” Ö. Dumlu,H. Elmalı Yukarıdaki meallere baktığımızda ihlâs kavramının dini terminolojideki içeriğini Ömer Dumlu ve H. Elmalı’nın meali istisna edersek tam yansıtmadıklarını düşünmekteyiz. İblis'in secde etmemesi üzerine kovulmasının anlatıldığı âyetlerde geçen "Allah'ın muhlis kulları" tabiri de ihlâs kavramının anlam alanının tespiti adına mühimdir: "İblis, Yâ Rabbi, dedi. Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceği ve ancak senin muhlas/muhlis kulların müstesna, onların hepsini azdıracağım... Allah buyurdu: Şüphesiz benim o muhlis kullarımın üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur, ancak senin peşine takılmış şaşkın azgınlar başka!" (Hicr, 39–42) İblis'in azdırmaktan istisna ettiği kendilerinden ümit kestiği muhlis kullardan maksat Taberî'ye göre ibadeti sadece Allah'a tahsis eden mü'minlerdir. Nitekim aynı kıssanın anlatıldığı bir başka âyette aynı husus şöyle açıklanmaktadır: "Aslında, iman edip Rablerine güvenen ve dayananlar üzerinde onun (şeytanın) bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu, ancak onu dost edinenler ve onu Allah'a ortak koşanlar üzerindedir." Anlaşıldığı gibi muhlâs kullar, iman edip Allah'a dayanan ve şirkten uzak, onu vekîl olarak tanıyanlardır. İblisin azdırdıkları ise, müşriklerdir. Kur'ân-ı Kerim'de ihlâs teriminin anlam çerçevesiyle ilgili olarak "muhlisine lehu'd-dîn'" ifadesi de önemlidir ki Kur'ân'da on bir defa geçmektedir. Dini ve kulluğu sadece Allah'a tahsis ederek şirkin her türlüsünden arınmış bir imana sahip olmak anlamına gelmektedir: "(Resulüm!) Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dini ve ibadeti Allah'a has kılarak kulluk et. Dikkat et, halis din ve kulluk yalnız Allah'adır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez."(Zümer Suresi, 2–3) إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدْ اللَّهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ (2) أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)Şüphesiz biz sana bu Kitab'ı hakk ile indirdik. O halde dini (ve dindarlığı) Allah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete devam et. “Haberiniz olsun ki, hâlis din (katıksız dindarlık) Allah'ındır; Allah'ı bırakıp (putları) yakın dost ve sahip edinenler, «bunlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (derler).”C.Yıldırım “(Habîbim) şübhesiz ki biz o kitabı sana hak olarak indirdik. O halde Allaha, dînde Ona ihlâs edici olarak, ibâdet et. Gözünü aç, halis dîn Allahındır. Onu bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler (derler ki ![]() Hemen hemen “Dini Allah’a halis kılmak” şeklinde yapılan çevirilerde öncelikle din kelimesi çevirilmeden olduğu gibi bırakılmıştır. Hâlbuki din kavramı, imandan amele bütün bir dindarlığı ve kulluğu ifade etmektedir. Dinin ihlâsı ve halis olması ise insanın sadece Yüce Allah’a iman ve kulluk etmesidir. Bu açıdan din kelimesini tercüme etmeden ve ihlâs ve halis kelimelerini aynen Türkçeye aktarmak âyetin anlamını okuyucuya taşımaktan uzaktır ve daima eksiktir. Celal Yıldırım bu eksikliği fark ederek parantez içi açıklamayla problemi aşmaya çalışmıştır. H. Basri Çantay’ın meali tam bir çeviri değil Arapça kelimeleri Türkçe gramerle dile getirmektir. İhlâs kavramının Kur'ân'daki anlam alanını doğru tespit edebilmek için karşıtlarının tespit ve tefsiri de gereklidir. Temel karşıtları açıklandığında ıhlasın anlam dokusu daha da belirginleşecektir. Bu bağlamda ihlâs kelimesinin geçtiği siyaklar incelendiğinde, görülür ki İhlâsın temel karşıtı şirktir. İmam Gazzâlî de İhlâsın karşıtı olarak şirki zikreder ve muhlis olmayanı şirkin derecelerinden birini irtikâpla veya bir tür şirke bulaşmakla niteler. Üçüncü Örnek ve Tahlili: “Dalalet Kavramı” İbn Faris’in belirttiği üzere dalâlet kelimesinin lugattaki temel anlamı bir şeyin zâyi olmasıdır. Yani kıymetinin bilinmemesi ve heder olmasıdır. Bu birinci anlama bir ikincisini ilave edenler vardır ki netice itibarıyla zayi olmak manasına istinad eder. Buna göre dalaletin birinci manası, telef ve zayi olmak suretiyle kaybolmaktır. İkincisi ise, doğru yoldan bilerek veya hatayla, az veya çok sapmaktır. Doğru yolu kaybetmektir. Birincisinin karşıtı vicdan yani bulmaktır. Diğerinin karşıtı ise, hidayettir. Dalalet ve hidayet kelimelerindeki karşıtlık, Cahiliye arapları tarafından bilinmekteydi. Dalalet ekseriyetle dinî manâda kullanılmakla beraber, seküler kullanımı da vardır. Müşriklerin öldükten sonra dirilişe karşı gösterdikleri tepkinin anlatıldığı şu âyette geçen “dalalnâ” fiili somut (maddî) anlamda telef ve zayi olmayı ifade etmektedir: “Biz toprağın içinde çürüyüp kaybolduktan sonra, yeniden mi yaratılacağız? derler.” Bazı âyetlerde, soyut ama dinî anlamından farklı olarak geçmektedir. Müdayene konusunun işlendiği şu âyette iki kadının şahit tutulmasıyla ilgili olarak geçen “tedılle” fiili unutmak ve şaşırmak anlamındadır: “İki erkek bulunmazsa o zaman doğruluklarından emin olduğunuz bir erkekle iki kadının şahitliğini alın. Tâ ki birinin unutması ve şaşırması halinde diğeri ona hatırlatsın”. Hz. Musa, kıptiyi öldürüşünü “Ben yanlışlıkla, sonunda ne olacağını bilmeksizin, saşkın bir vaziyette o işi yaptım.” diye izah etmişti. “Ben o işi yaptığımda “dâllîn” dendim” ifadesiyle şunlar kastedilebilir: (a) Bu iş, yanlışlıkla, öldürmek kastı olmaksızın, tokat vurmanın ölümü netice vereceğini bilmeksizin oldu. Bilerek ve kasıtlı bir şey değildir, bir yanlıştır. (b) Ben bu işi yaptığımda peygamber değildim. Peygamberlikten mahrum iken bu iş oldu. Şuara suresi 20. Ayeti: قَالَ فَعَلْتُهَا إِذًا وَأَنَا مِنْ الضَّالِّينَ (Mûsâ): "Onu yaptığım zaman sapıklardan idim" dedi. (S. Ateş) “Ben, onu yaptığım zaman dalalet içinde olanlardan biriydim, dedi” (Şaban Piriş) “Musa: Ben, dedi, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım” (Diyanet Vakfı) “Mûsa dedi ki: “ Ben bunu, o vakit cahillerden olduğum halde yaptım.(F. Yavuz) S. Ateş ve Ş. Piriş’in meallerinin hatalı olduğunu görmekteyiz. Hiçbir mealde “ben o zaman peygamber değildim. Dinden diyanetten habersizdim” anlamı yoktur. Hâlbuki meallerde bu mana da gözetilebilirdi. Diyanet vakfının çevirisi (a) maddesinde zikredilen tefsirle uyuşmaktadır. Resûlullah’a hitaben Yüce Allah; “Rabbin, seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı?” (Duhâ, 7) buyurmuştur. Bu âyette geçen “dâllen” kelimesinin anlamıyla ilgili de şunlar söylenebilir. (a) Seni, kıymetini bilmeyen bir kavim içinde zayi olmaya hazır bulmadık mı, demektir. (b) Araplar, çölde, etrafında hiç ağaç bulunmayan yalnız bir ağaç gördüklerinde, buna “dâlle” ismini verirler ve yollarını bulmada bir işaret olarak kullanırlardı. İşte Hz. Peygamber mü’min kimliğiyle, müşrik bir toplumun içinde, tıpkı o ağaç gibi yalnızdı. Allah, insanları, O’nun vasıtasıyla doğru yola iletti. Yitip gitme ve zayi olma manası hadis-i şeriflerde de geçmektedir: Meşhur “Hikmetli söz mü’minin yitiğidir.” hadisinde geçen “dalletün” kelimesi buna misaldir. (c) Nübüvvet ve risaletten habersiz, böyle bir şeyi hiç düşünmez ve bu konuda bir şey bilmezken seni bulmadık mı, anlamı kastedilmiştir. Duhâ suresi 7. Âyet: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى “ve seni yol bilmez iken yola koymadı mı?” (Elmalılı) Seni, (şeriat hükümlerini) bilmezken, (nübüvvet nimeti ile şer’î) yola koymadı mı? (F. Yavuz) “Seni (çocukluğunda) gaip olmuş bulup da yolunu doğrultmadı mı?”(H.B. Çantay) “Seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı?” (S.Yıldırım) “Seni dalalette bulup, doğru yolu göstermedi mi?“ (Ş. Piriş) Zikredilen mealler içinde özellikle Ş. Piriş’in çevirisi hatalıdır. Elmalılı’nın meali çok kapalıdır. F. Yavuz ve S. Yıldırım’ın mealleri doğru ve isabetlidir. H. Basri Çantay’ın meali ise, Peygamber Efendimizin çocukken kaybolması ve daha sonra bulunması ile ilgili rivayet esas alınmak suretiyle hazırlanmıştır. Surede Peygamber Efendimizin yetimliğinden fakirliğinden ve nübüvvet öncesi hallerinden bahsedildiği için H. Basri Çantay “dallen” kelimesini çocukken kaybolma hadisesi olarak yorumlamış ve Ona göre tercüme etmiştir. Dalalet kelimesinin kavramsal çerçevesine dâhil olan bir anlamı da kâfirlerin işlerinin, çabalarının batıl olması, boşa çıkması ve hüsranla netice vermesidir. Dalalet terimi bağlamında burada üzerinde durulması gereken çevirilerden birisi de Furkan suresi 44. Âyette geçen “edallü” kelimesinin Türkçe’ye nasıl tercüme edildiği hususudur. Âyette Yüce Allah, hevasını tanrı edinen kişilerin, hayvanlardan daha şaşkın ve aşağı seviyede olduklarını beyan etmektedir: Furkan suresi 44. Âyet: أَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا“Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini, yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun? Doğrusu onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar yolca daha da saşkındırlar.” “Yoksa onların ekserisini işitirler veya akıl ederler mi zannediyorsun? Onlar sırf hayvan gibi hattâ gidişçe daha sapkındırlar” (Elmalılı) Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” (Diyanet Vakfı) “Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar, yolca (hayvanlardan) daha sapıktır.” (S.Ateş) “Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun? Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (S. Yıldırım) Âyeti tercüme ederken özellikle hayvanlardan daha sapık ve sapkın ifadesi, hayvanları sapık varlıklar olarak göstermekte, hakkı ve hakikati dinlemeyen kâfir ve zalimleri de onlardan daha sapık olarak tasvir etmektedir. Sapık ve sapkın çevirilerinin doğru olmadığını düşünüyoruz. Zira Hayvanların dini anlamda bir sapıklığı söz konusu olamaz. Zira hayvandaki iç güdü onun lehinedir. Bizdeki heva ve nefis insanın ebedi hayatını mahvedebilir. İnsanlar hayvanlardan kendilerini ayıran akıl ve idraklerini kullanmayarak onların seviyesine inmektedir. Esas üzerinde durulacak olan -insanın zatına nispetle yüzü gibi- dalalet kelimesinin yüzü mesabesindeki manasına gelelim: Bu bağlamda dalalet, İslam’dan veya doğru yoldan sapmaktır. Bu sapma sürecinde insan, küfre, şirke, Allah’a iftiraya etmeye düşer. Bundan ötürü Kur'an-ı Kerîm, küfrü, şirki, nifakı, zulmü ve Allah ve Resûlüne isyanı dalalet olarak nitelemiştir. Bütün bunların dalalet oluşunun apaçık olduğuna da vurgu yapmıştır: Bakara suresi 108. ayette dalalet kelimesi dini anlamında kullanılmaktadır. Zira “dalle” fiiline dini anlamını kazandıran semantik yapı bu ayette vardır. Kuran kavramlarını bir pazılın parçaları gibi düşünürsek dalalet kavramını meydana getiren önemli parçalardan birisi “sebil” diğeri “küfür” ve “iman” kavramlarıdır. Bu nedenle aşağıda zikrettiğimiz Bakara 108. Âyette geçen dalalet kelimesi tamamen şer’î veya dinî manadadır. Bakara, 108. Ayet: “yoksa siz Peygamberinizi bundan evvel Musa’ya sorulduğu gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Hâlbuki her kim imanı küfre değişirse artık düz yolun ortasında sapıtmıştır.” (Elmalılı) Yoksa siz de Elçinizden, daha önce Mûsâ'dan istendiği gibi bir takım isteklerde bulunmak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz (o), dümdüz yolu sapıtmıştır” (S. Ateş) Yoksa siz daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi Resulünüzden de olur olmaz şeyler istemek, onu sorguya çekmek mi istiyorsunuz. Kim imana bedel inkârı alırsa, doğru yoldan sapmış olur. (S. Yıldırım) Bakara suresi 175. Ayet: Onlar işte hidayeti verip dalâleti, mağfireti bırakıp azabı satın alan kimseler, bunlar ateşe ne sabırlı şeyler! (Elmalılı) İşte onlar hidâyeti bırakıp dalaleti, mağfireti verip azabı satın almışlardır. Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler! (Suat Yıldırım) Ayette dalalet kelimesi hidayetin zıddı ve ilahi azabın sebebi olarak anlatılmaktadır. Evet, hidayet mağfireti, dalalet ise azabı netice vermektedir. Bu durum hidayetin imanla, dalaletin ise küfürle ne kadar irtibatlı olduğunu gösterir. Dalalet vahiyden uzaklaşma ve sapma olmakla beraber, insanın fıtratındaki itidalden, hidayetten ve mükerrem oluştan da düşüştür. Seyyid Şerîf Cürcânî’nin belirttiği gibi, insanın, kendisini hak ve doğru yola ulaştıran şeyleri kaybetmesi ve zayi etmesidir. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere dalalet kelimesi bu ayette dini anlamında geçmektedir. Y. Nuri Öztürk mealinde dalalet kelimesini “şaşkınlık” olarak luğavi anlamıyla tercüme etmiştir ve kanaatimizce yanlıştır. Azabı satın almakla eşdeğer tutulan bir günahı şaşkınlık kelimesi yansıtmaktan uzaktır. |
23 Aralık 2013 15:23 | |
enderhafızım | Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL) 8. HAFTA KELİMELERİN LUĞAVÎ ANLAMLARININ DOĞRU TESPİTİ: 1. Luğavî Anlam Nedir? Luğavî anlam ile Kuran’da kullanılan veya geçen kelimelerin, ilahî kelâmın tenzîline sebkat eden ve kendisiyle ilahî mesajın muhataplarına iletildiği Arap dilindeki anlamları veya kullanımları kastedilmektedir. Daha pratik bir tanımla, luğavî (etimolojik) anlamla, Kur’an kelimelerinin, klasik sözlükler çerçevesinde bile olsa, gerek lafız, gerekse anlam olarak, mevcut türevlerine ve kullanımlarına yansımış olan temel (kök) anlamı veya dilsel uylaşım dile getirilmektedir. Hz. Ömer’le ilgili şu olay da bu hususu teyit etmektedir. Bir defasında Ömer (r.a) minberdeyken Nahl suresi 47. âyetindeki “tahavvüf” kelimesinin anlamını meclistekilere sormuş ve Hüzeyl kabilesine mensup bir kişi (ihtiyar) kalkarak, bu kelimenin kendi lehçelerinde “tenakkus” yani azar azar eksiltmek manasına geldiğini söylemiş ve akabinde de şiirden örnek getirerek istidlal etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ey insanlar şiir divanlarınıza sahip çıkın, zira onda Kitabınızın tefsiri vardır” demiştir. Bu misalde tehavvüf kelimesinin luğavî (etimolojik) analizinden ziyade dildeki benzer bir kullanımıyla açıklanması meselenin mahiyeti açısından önemlidir. Luğavî anlam, sözcüklerin kullanımlarından, türevlerinden hareketle, ses ve mana bakımından kabul edilebilecek müşterek aslını tespit etmek, yani bir kelime içerisinde saklı olan kavram çekirdeğini ve değerini gerçek ve doğru anlamı ortaya koymak olarak tanımlanır. M. Hamdi Yazır Kurân’ın Arap diliyle olan irtibatını şu şekilde ifade etmektedir: Biz insanların sözlerinde kelimeler, manaların muvakkat bir giysisidir. Manalar ile kelimeler arasındaki ilişki bir vücudun elbisesi ile ilişkisi gibidir. Ama Kur’anın lafızları elbise değil vücudun canlı olan derisi durumundadır. Nitekim bu husus Usûl-i Fıkıh âlimlerince: “Arapça, Kur’an’ın mahiyetinin bir parçasıdır.” şeklinde ifade edilmiştir. Fahruddin er-Râzî “kelimelerinin taşıdıkları anlamları tespitte en mükemmel yöntemin iştikak (etimoloji) olduğunu söylemektedir. Kâdî Abdülcebbâr ise, “Bir lafzın konulduğu anlamı bilmeden bu lafzı manasını doğru bir şekilde belirtecek tarzda kullanmak mümkün değildir.” demek suretiyle luğavî (etimolojik) anlamın önemini dile getirmektedir. Râgıb el-İsfehânî’nin “Müfredat” ın mukaddimesindeki “Kur’an’ın kelimeleri, fasih Arapça’nın temel sözvarlığı ve özüdür.” ifadesi konumuz açısından önemlidir.Konuyla ilgili bir başka mesele da Kur’an’da yabancı kelime bulunup bulunmadığıdır. Zira luğavî (etimolojik) analizlerde sadece bir sözcüğün âit olduğu dilde hangi köke dayandığıyla ilgilenilmez, aynı zamanda yerli mi yabancı mı olduğu başlangıçta hangi kavramı yansıttığı ve ne gibi gelişmeler gösterdiğiyle de ilgilenilir. Bu mesele İslam âlimleri tarafından erken dönemlerde tartışılmaya başlanmıştır. Suyutî, el-İtkanisimli eserinde, aralarında Şâfiî, Taberî, Ebu Ubeyde, Kadî Ebu Bekir ve İbn Fâris’inde bulunduğu ekser ulemânın Kur’an’ın apaçık Arapça ile indirildiğini ifade eden âyetlere istinaden Kur’an’da yabancı bir dilden kelime olmadığı görüşünü savunduklarını söyler. “ Diğer bir kısım âlimin de Kur’an’da yabancı kökenli kelimelerin olmasının Arapça nuzûlu olgusuyla çelişmeyeceğini asıl olanın kullanım olduğunu belirttiklerini kaydetmektedir. Yine konuyu inceleyen Şatıbî, meseleye dair şu kapsamlı ve dirayetli izahı getirir: “Kuran Arap diliyle inmiştir; dolayısıyla onu anlama çabaları da yine ancak Arap dili vasıtasıyla olacaktır. Araplar söz konusu kelimeleri kullanıyorlar, manalarını anlıyorlarsa o takdirde böyle bir şeyi problem edinmenin anlamı yoktur. Çünkü yabancı kökenli de olsa bir kelimeyi Araplar kullanmışlar ve kendilerine mal etmişlerse artık o kelime kendi dillerinden olmuştur. Dikkat edilecek olursa Araplar hiçbir yabancı kelimeyi orijinal dilindeki telaffuzu üzere bırakmazlar. Bu durumda telaffuzu değişen kelime artık Arapça’ya mal olmuştur. Yine Arapça kalıp (yapı) dili olduğundan dile dâhil olan yabancı kelimeler, eğer kalıba uyuyorsa olduğu gibi, uymuyorsa bazı değişikliklerle uydurularak alınmıştır.” Kur’an’daki, yabancı veya ödünç kelimelerin varlığı meselesi oryantalistlerin de temel uğraşlarındandır. Bazı Kur’an kelimelerinin kökenini İbranice ve Aramice’ye indirgemek suretiyle Kur’an’ın kendilerince kaynaklarını, referans çerçevesini, metnin oluşum sürecini yani Hz Peygamberin teolojik serüvenini tasvir ve tayin etmeyi amaçlamaktadırlar. Ünlü Fransız Dil bilimcisi Albert Dauzat, “alınma, ödünç sözcükler çözümlenirse bir dilin tarihi de aydınlatılmış olur” demektedir. Luğavî (etimolojik) analizin önemini artıran bir diğer nokta, Kur’an’ı linguistik bir metin olarak algılayanlar için luğavî (etimolojik) anlama yönelik analizler, âyetlerin sosyal bağlamı olan nuzûl ortamına ulaşma ve onu elde etme yöntemidir. Zira nuzûl sebeplerinden hareketle nassın anlamı anlaşılabildiği gibi, metin içi referanslardan hareketle de ilahî kelamın nuzûl ortamı açığa çıkarılabilir. 2. Luğavî (etimolojik) Anlam Açısından Meâllerin Durumu: Hasan Basri Çantay, meâlinin önsözünde, ideal bir mealde bulunması gereken şartları sıraladığı listenin 9. maddesinde “metinde âyetlerin meallerini yazarken her klişeye gelişi güzel uymayarak, aklını ve fikrini Arap dilinin, arap lugatinin ve edebiyyatının derinlikleri içine salsın ve o derinliklerde hakikat cevherlerini mümkün mertebe yakalayıp alsın.” ifadesiyle etimolojiye işaret emektedir. İncelenen meallerin girişinde istifade edilen kaynaklar verilmekle beraber ne Arapça, ne de Türkçe’nin söz varlığına ve deyimlerine ait sözlük ismi geçmemekte, bunun yerine daha önce yazılan tefsir ve mealler zikredilmektedir. Kur’an kelimelerinin dilsel anlamlarını tespitte sadece birkaç Arapça tefsir, Türkçe karşılıkları için ise, Türkçe yazılan mealler esas alındığında, her iki dilin imkânları kısmen göz ardı edilmiş demektir. Çünkü hem müfessirler, hem de daha önce meal hazırlayanlar kelimenin sözlük anlamlarından bir yahut bir kaçını tercih etmekte, seçici ve eleyici olmaktadırlar. Bu demektir ki, Kur’an gibi zengin bir anlam dünyasını aktarırken çok sınırlı bir dil kullanılmaktadır. Sözgelimi M. Hamdi Yazır’ın meali, hazırlanacak Türkçe çeviriye esas alındığı takdirde zengin kelime hazinesiyle Türkçe’den istifade edilmek yerine Hamdi Yazır’ın kullandığı Türkçe ile iktifa edilmiştir. Yine Kurtubî tefsirinin luğavî (etimolojik) tahlillerinden hareketle konu analiz edildiğinde de en az seksen bin kökten oluşan zengin Arap dilinin imkânları ihmal edilmek suretiyle çeviri Kurtubî ile sınırlandırılmıştır. Söz konusu meallerin tanıtım ve mukaddimelerinde zikredilmemiş olması, tamamı hakkında bir genelleme yapma imkânını bize vermediği gibi, luğavî (etimolojik) analiz yapılmadığı anlamına da gelmez. Bu mülahaza saklı kalmakla beraber, realiteye bakıldığında meallerdeki sözcük ve gramer benzerlikleri, hattâ hataların bile tekrar edilmesi yukarıda dile getirilen kaygıları haklı çıkarır. Birinci Örnek ve Tahlili (Müddessir Suresi 29):لَوَّاحَةٌ لِلْبَشَرِ Bu konudaki misalimiz Müddessir suresi 29. âyette geçen “levvâhatün li’l-beşer” tabirinin tercümesidir. Şöyle ki:“Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin (27)? Ne alıkoyar, ne bırakır (28). Beşere delicesine susamıştır (29). (Ali Bulaç)Ali Bulaç Meâlinin dipnotunda ilgili kısmın “deriyi kavurdukça kavurur” veya “beşer için bir göstergedir.” şeklinde de çevrilebileceğini belirtir. “Bilir misin nedir sekar (27)? Ortada hiçbir şey bırakmaz, hiçbir şeyi görmezlik etmez (28). “İnsan için tablolar/ levhalar/ekranlar sunandır o. (29)” (Yaşar N. Öztürk) “Cehennem ateşinin ne olduğunu hiç düşündün mü (27)? O ne yaşatır ne de (ölüme) terk eder (28). Ölümlü insana (nihâî hakikati) gösterir (29).” (Muhammed Esed) “(Geride bir şey) komaz, bırakmaz (herşeyi yakıp yok eder). Durmadan derileri kavurur.” (Süleyman Ateş) Siyaktan anlaşılacağı üzere, âyette cehennem, anlatılmaktadır. Kurtubî, Cehennem’in, sekar olarak isimlendirilişiyle, sekar ın etimolojisi arasında ilgi kurar. Zira “sekara” fiili bir şeyin sıcaklığıyla yakıp kavurması, kişiye eziyet vermesi ve bunaltması anlamlarına gelir. Bundan dolayı Arapların sekarathu’ş-şemsu dedikleri kaydedilmektedir. Yine hayvanların dağlandığı, ateşte kızdırılmış ‘demir’e es-sâkûr, olgunlaşan hurmadan akan şerbete, pekmeze de sekr denilmektedir. Özetle belirtirsek s.k.r köküyle aşırı sıcaklık ve onun neticeleri anlatılır. İkinci olarak “lâha” fiil kökü ise, (a) susamak, güneşin aşırı sıcaklığından veya susuzluktan kişinin yüzünün değişmesi, yanıp kavrulması, esmerleşmesi, yine (b) bir şeyin görünmesi, parlaması, sözgelimi şimşeğin çakması, manalarına gelirken, (c) “levh” formu ise, düz ve geniş tahta manasına gelmektedir. Zemahşerî, aşırı ısı ve sıcaklığın insan bedeninde yaptığı değişiklik esas alınarak âyete mana verildiğinde “Durmadan derileri kavurucudur” anlamı çıkarılabileceğini belirtir. Yine aynı yerde Hasan el-Basrî’nin âyete, “görünmek” anlamını esas alarak, insanlara (dehşet ve azametiyle) görünecektir” manasını verir. Aynı zamanda Râzî ve Kurtubî de Hasan el- Basrî’nin, “levvâhatün” kelimesine “görünmek” anlamını verdiğini nakledip Cehennem’in insanlara yürüyüşle beş yüz yıllık mesafeden görüneceğini ifade eden bir bilgiyi aktarırlar. Muhammed Esed Kur’an Mesajı’ının tefsir kısmında müfessirlerin ekserisinin aksine lâha fiilinin “göründü, görünür oldu” anlamını esas aldığını belirtmekte ve bu nedenle “levvâh” isim-fiilinin başta gelen anlamı “bir şeyi görünür kılan” olduğunu ifade etmekte, âyete “ölümlü insana (nihâî hakikati) gösterir” anlamını vermektedir. Doğrusu sadece “levvâhaten ve levvâhatün” şeklinde okunan bu ifadeyi diğer iki mütercimin gerek “gösterge”, gerekse “tablolar/levhalar/ekranlar” şeklindeki çevirileri de pek isabetli değil çevirinin sınırlarını zorlayan modern bir yorum niteliğindedir. Zira âyetin siyakı ihmal edilmekte kelimenin anlamını belirleyen terkibi ve kullanımı esas alınmayarak, sözlükte sıralanan anlamlardan bir terkip yapılarak âyete meal verilmektedir. İkinci örnek ve Tahlili (Enbiya Suresi 87): وَذَا النُّونِ إِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ أَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنْ الظَّالِمِينَ Luğavî (etimolojik) anlam açısından meallerin durumu bağlamında ikinci olarak kaydedilecek misal Enbiya suresi 87. âyetinde yer alan “fe zanne en len nakdira âleyhi” ifadesindeki “k.d.r” fiil köküne bazı meallerde verilen anlamdır: “Zunnûn’a yardım etmiştik. Hani kavmine kızıp gitmişti. Zannetmişti ki, biz kendisine güç yetiremeyeceğiz. Bu sebeple karanlıklar içinde şöyle seslenmişti.” (T. Koçyiğit) “Ve Zunnûn. Hani kızarak gitmişti de ona asla güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Sonra karanlıkların bağrında şöyle yakardı.” (Yaşar N. Öztürk) Zunnûn’u (balık karnına girmiş olan Yunus ibn Matta’yı) da an; zira (o kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi (kavminin arasından çıkmakla kendisini kurtaracağını) sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde…” (Süleyman Ateş) “Zunnûn’u da... Hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti; derken zulmetler içinde…” (Elmalılı). Diğer çevirilerden önce telif edilmesine ve genelde örnek alınmasına rağmen burada kendisine hiç bakılmadığı anlaşılan Elmalılı’nın meali isabetli çeviri örneğidir. “K.d.r.” fiili “bir şeye gücü yetmek, takdir etmek, miktarını tayin etmek, ta’zim etmek, tazyik etmek ve sıkıntıya sokmak” manalarına gelmektedir. ÜçüncüÖrnek ve Tahlili (Tevbe Suresi 91): لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضَى وَلَا عَلَى الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُوا لِلَّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِنْ سَبِيلٍ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ“Allah ve Resulü için nasihat ettikleri takdirde ne zuafaya, ne hastalara,ne de sarf edeceklerini bulamayanlara harec yoktur, muhsinleri müahazeye yol olmadığı gibi Allah da gafur, rahîmdir” (Elmalılı) Elmalılı’ nın mealiyle birlikte zikrettiğimiz Tevbe suresi 91. ayette luğavî anlamına dikkat çekmek istediğimiz kelime “iza nesahû lillahi ve rasulih” ibaresindeki “nesahû” fiilidir. Türkçeye nasihat şeklinde geçmiş olan kelimenin kök anlamında samimi ve sadakatli olmak ve nasihat etmek manaları vardır. Bu iki anlamdan özellikle öğüt vermek hayırhahlık yapmak daha çok bilinmiş, sadakat, samimiyet ve ihlâs anlamı ise ihmal edilmiştir. Hâlbuki Kur’an’da “nush” kökünün geçtiği âyetlere bakıldığında görülecektir ki pek çok ayette, sadakat dürüstlük ve samimiyet anlamında kullanılmaktadır. “Allaha ve Resulüne hayırhah olmak şartıyla ne zaiflere, ne hastalara, ne de (fakirliklerinden dolayı seferde) harcayacaklarını bulamayanlara (geri kalmakta) bir günah (ve mes'ûliyyet) yoktur. (Onlar geri kalmakla beraber memlekette iyilik ediyorlar), iyilik edenlere karşı (da muâhazeye) bir yol yoktur. Allah çok yarlıgayıcıdır, çok esirgeyicidir.” (H. Basri Çantay) “Güçsüzlere, hastalara, infak edecek bir şey bulamayanlara, Allah ve resulü için öğüt verdikleri takdirde bir günah yoktur. Güzel davrananlar aleyhine bir yol yok. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.” (Y.Nuri Öztürk) “Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Ali Özek başk. Heyet) “Allah ve Resulüne sadık kalmak, onlar hakkında iyi düşünceler taşımak şartıyla zayıflara, hastalara ve savaşta harcama imkânı bulamadığından dolayı savaşa katılamayanlara sorumluluk yoktur. Zira onlar, geri kalmakla beraber, memleketlerinde iyilik ediyorlar. İyilik edenlere diyecek bir şey yoktur. Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur)”. (Suat Yıldırım) DördüncüÖrnek ve Tahlili (Câsiye Suresi 24): وَقَالُوا مَا هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُمْ بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَCasiye suresi 24. Âyettin cümlesinde müşriklerin dünya hayatından başka bir hayata yani öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları dile getirilmektedir. İkinci cümlede ise ölürüz anlamındaki “nemûtü” kelimesi geçmektedir. Akabinde ise meal hazırlayanlar ahirete inandıkları için müşrikleri kendileri gibi düşünmüşler ve “nahyâ” fiilini “diriliriz” diye tercüme etmişlerdir. Bu hatalı bir çeviridir. Ahirete inanmayan müşrikler neden diriliriz desinler ki? Doğrusu bir önceki cümledeki ifadeyle uyumlu olarak müşriklerin “ölürüz yaşarız bizi zamandan başkası helak etmez.” dedikleri çeviride olmalıydı. “Ve dediler ki: «Bu, bizim dünya hayatımızdan başka değildir, ölürüz ve diriliriz ve bizi dehrden başkası helâk etmez.» Hâlbuki onlar için buna dâir bir bilgi yoktur. Onlar başka değil, ancak zanneder dururlar.” (Ö. Nasuhi Bilmen) “Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar” (Ali Bulaç) “Dediler ki: "Ne varsa dünyâ hayâtımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor." Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar” (S. Ateş) Hem dediler ki o hayat sırf bizim Dünya hayatımızdan ibarettir ölürüz ve yaşarız ve bizi ancak dehir helâk eder, hâlbuki buna dâir bir ilimleri yoktur, onlar sâde zannederler “ (Elmalılı) Ömer Nasuhi Bilmen, Ali Bulaç ve Y. Nuri Öztürk’ün mealleri hatalıdır. Süleyman Ateş ve Suat Yıldırım’ın mealleri doğru ve isabetlidir. Meal vermek için bir kelimenin sözlük anlamını tespit ederken sıkça karşılaşılan ve hatalara sebep olan bir husus, sözcüğün iki veya daha fazla anlamının bulunması ve her birinin Kuran’da kullanılmasıdır. Bu durumda yapılması gereken kelimeye, cümle veya sözün bütünlüğü esas alınarak mana verilmesidir. Nitekim Şatıbî, âyetin anlamı, terkibten, cümlenin bütünlüğünden kısaca kullanımın imkânlarıyla ifşâ edilmediği takdirde lafızların sözlük anlamlarına ve etimolojisine gidilebileceğini belirtir ve aksi durumu bir tekellüf olarak görür. Meâl hazırlayanlar, kelime analizlerinde ekseriyetle tefsir kitaplarını esas almakta, dolayısıyla da onların sahip olduğu Arapça’yı kullanmaktadırlar. Yine çevirilerde Türkçe olarak, “Meal Türkçesi” hâkim olduğundan çeviri dili noktasında da sorunlar olmaktadır. Elmalılı tarafından eksik aktarım anlamı verilip aslının yerini tutamayacağına gerekçe olarak kullanılan “meâl” terimi, zamanla hata yapmanın meşruiyetine ve normalliğine zemin hazırlayan bir terime dönüşmüştür. 3. Luğavî (etimolojik) Anlamın Sınırları ve Öneriler: Kur’an’ı anlamak, bir dili (lisanı), bunun da ötesinde dilin imkanları kullanılarak ifade edilmiş bir sözü (kelamı) anlamaktır. Diğer bir ifadeyle anlamı lafızla sınırlamayıp lafzı kullananın söyleminde aramaktır. O halde dil kadar, dilin kullanımına, sözün inşası ve üretilmesine, kısaca söz sahibinin kasdına ihtiyaç vardır. Yüce Allah yirmi üç senelik zaman zarfında, Arapların din, kültür, gelenek ve yaşam tarzlarında bazı şeyleri ibkâ, bazılarını islah, bazılarını ilğa ederken yeni bir toplum ve bireyin inşasına yönelik hükümler ve ilkeler vaz’ etmiştir. Bu durum İbn Fâris’in dediği gibi, başta, lisanda/dilde gerçekleşmiş ve kelimelere yeni anlamlar yüklenmek suretiyle İslami sözcükler diğer bir deyişle dinî isimler oluşmuştur. Böylece Kur’ân, kendine ait özel bir sözlük ve anlam dünyası inşâ etmiştir ki, Kur’ân’ın kendine özgü bu dilin ilk akla gelen en güçlü göstergeleri salât, zekât, savm, hacc, islam vahiy, şeriat, iman, küfür, nifak gibi terimlerdir. İşte böyle bir yapı içinde luğavî (etimolojik) anlam nerede durmaktadır? Bu soru gelenek içinde özellikle usûl âlimlerimizce, lafız-mana ilişkisi (delalet meselesi) hakkındaki teorik üç temel sorundan birisi olarak, -din dilinin kendi kavramları (şer’î isimler) başlığıyla incelenmiş ve tartışılmıştır. Bu sürecin usûl geleneğindeki konumunu da gözetilerek Âmidî’nin el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâmisimli eseri ekseninde değerlendirip arz edilecektir. Bu çerçevede usul âlimleri, Kur’an kelimelerini kullanım açısından öncelikle hakikat mecâz olarak, ikinci olarak hakikatı, luğavî/dilsel ve şer’î/dinî şeklinde, üçüncü olarak da luğavî hakikatı, vaz’î ve örfî şeklinde sınıflandırmışlardır. Luğavî Anlam: Bir kelimenin ilk olarak konulduğu, vaz’ (tahsis) edildiği veya kullanım ya da örf yoluyla kazandığı anlamdır ki, gerek isminden gerekse tanımından da anlaşılacağı üzere, luğavî (etimolojik) anlamla kastettiğimiz anlam düzeyidir. Meselâ, “küfr” kelimesinin “örtmek ve nankörlük etmek” anlamları gibi. Bunlar küfür kelimesinin Kur’an’ın katkısından önceki luğavî anlamlarıdır. Burada bir hususun belirtilmesinde fayda vardır: Arapça’da, dil, lehçe ve dilin her birimi (kelime/lafız) anlamında kullanılan “el-luğa” terimi, genellikle dilimize “sözlük” olarak çevrilmekte veya anlaşılmaktadır. Hâlbuki Arapçada mu’cem kelimesi sözlük anlamını taşımaktadır. Kur’an’da bir kelime, sözün tabiatının gereği olarak bir âyette luğavî, diğer âyette ise dinî anlamını taşıyabilir. Bunun siyak içinde tespit edilmesi, luğavî anlamına gidilmesi gerekir. |
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın. |
![]() |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|