04 Ekim 2018 21:29 | |
nurşen35 | ![]() ![]() |
02 Ağustos 2014 20:53 | |
su damlası | Cevap: 'O Diyarın Sakinleri ![]() |
05 Ağustos 2008 22:50 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Diyarın Sakinleri Olan Kadınlarla Bu Diyarın Sakinleri Olan Kadınları Karşılaştırma (Mukayese) Bir zamanlar benzer yönleri yok denecek kadar az olan hususiyetler, şimdi hızla fazlalaşmaktadır. Benzeyen ve benzemeyen yönlerimizi tespit edecek olursak, herhalde benzer yönlerimiz ağır basacaktır. BENZER YÖNLERİMİZDEN BAZILARI O diyarın sakinleri olan müslüman kadınlar: - Allah için yaşıyorlar ve Allah için ölüyorlardı; - Yüce Yaratıcı olan Allah'ı, tüm işlerine karıştırıyorlardı, - Göğüslerinin altında bir tane kalp olduğunun idraki içerisindeydiler, - Hayatlarının tanziminde bir ilah vardı, iki ilah yoktu, - Her türlü işlerini bir ibadet olarak yapıyorlardı, - Dünyaya gelen çocukları için de, her biri iyi bir anneydi, - İslâm için başlarını ortaya koymayan kimse kalmamıştı, - Kur'an-ı Kerim'i hem okuyor, hem anlıyor ve hem de yaşıyorlardı, - Dinlerini öğrenmede utanmaları engel teşkil etmiyordu, - Her biri efendisi için cariye-köle gibi oluyordu, - Kendi efendileri de onlar için köle oluyordu, - Bununla beraber gerçek köleliklerini Allah'a yapıyorlardı, - Karınlarına taş bağlasalar bile, hallerinden şikayetçi değillerdi. - Sabahleyin evladı ölüp toprağa defnetseler bile, akşam kocalarıyla beraber olmayı bir ibadet şuuru içinde yapıyorlardı. - Eğer kocaları maddi yönlerini Peygamberimize bildirecek olsalar, hemen engel oluyorlar ve "Allah'ı, Resûlüne şikayete mi gidiyorsun" derlerdi. - Gözleri yaşlıydı, dudakları titrek ve boyunları eğikti. Ancak küfrün karşısında her birinin başı dimdikti. - Efendileriyle latifeleşir, bazen arkadaş, bazen kardeş olurlar, hiç bir zaman kadın olduklarını, hanım olduklarını asla unutmazlardı, - En büyük arzuları, efendilerinin kendilerinden razı olmuş olduğu halde Rablerine kavuşmalarıydı, - Tesettürleri tamdı. İslâm toplumu kendilerinin tüm hayatını tesettüre boğmuştu. Kapanan yerleri sadece bedenleri değildi, - Gerçek manadaki tesettür şuydu: Kadını cennete sokacak vasatta tutmak onu kapatmak demektir. Kafese kapatmak değil, cennete kapatmaktır. - Yaptıkları her işin yaptırıcısı İslâm'dı. Çünkü yaptırıcısı İslâm olmayan amel, İslâm değildir. - Kısaca ve özetle, tam manasıyla Allah'a kul Resûlüne ümmet ve İslâmiyet'e birer hizmetçi olmuşlardı. BENZEMİYEN YÖNLERİMİZDEN BAZILARI: Bu diyarın sakinleri olan müslüman kadınlar: - Resmi ideolojinin dininden kurtularak, yeni yeni Allah'ın dinini öğrenmeye ve yaşamaya başlamıştır. - Günümüz kadını evden çıkarken kapalı, çarşıdaki alışveriş hali bozuk. - Okula giderken kapalı kızımız, okul hayatında suç işlemekte, tesettürde olan sadece bedeni. Kendisini cennete sokacak vasat tam olarak hazırlanmış değil. Bu görevi babasından, abisinden, din kardeşinden beklemektedir. - Günümüz kadını evine o kadar teknolojik alet aldı ki, kendisinin yapacağı bir şeyi kalmadı. Yaratılışına uygun olan ve işlerini yaptığında sıhhatli, güçlü, sağlıklı bir hayatı vardı. Çamaşır makinasıyla, bulaşık makinasıyla elektirik süpürgesiyle işlerini yaptırdı amma, kendisini adeta robotlaştırdı. Beden, hareketten uzak kalınca donuklaştı, kireçleşti ve haplarla ayakta kalmanın hesabına düştü. Sonra da şu soruyu sordu. Kadının spor yapması caiz mi? Halbuki onun sporu, kültür fiziği, evinin işleriydi. Hem de ibadet inancıyla yaptığı evinin işleri. - Günümüz kadını kocası gibi dünyaya meyletti. Dünyası köşk ve saray gibi. Âhireti ise gecekondu. Şimdi köşkünden, gecekondusuna gitmek istemiyor. Can, kafesten uçmak istemiyor. - Günümüz kadınının gardırobuna, ayet ve hadis selam vermekte adeta zorlanıyor. Doğu-batı sentezi gibi, dolabın içine konuları elbiseler sentez gibi. Hira ve Roma karışımı bir hale girmiş. - Günümüz müslüman kadını tavizli yaşamayı (dinde açık vermeyi) günlük hayatından ayrılmayan bir parça haline getirmiş durumdâ. - Günümüzün müslüman kadını hatalarıyla ve sevaplarıyla; özet olarak böyle Ümidimizi kaybetmiş değil, kuvvetlendirmiş durumdayız. Her ne kadar o diyarın sakinleri olan müslüman kadınların taşıdığı kimliği tamamıyla taşımasalar da gidişat ona doğrudur. Dünyadaki İslâmi hareketlere en büyük destek müslüman kadından gelmiştir. Anadolu müslümanları da çalışmalarında bu hususta nasibini almaktadır. Bunun için müteşekkiriz onlara. Siyonist güçlerin ve kuyrukların şehvet aracı durumuna sokulmuş olsalar bile, müslüman kadın bu oyuna gelmedi, batıla ve batıl sistemlere pirim vermedi. İnşaallah kendisinin sıfatına yakışmayan bazı yaftalar atılsa bile, onlar, tevhid erleri olduğunun birer alametidir. - Günümüz müslüman kadınını bu düşünceler ve değerlendirmeler ışığında Hak selamı ile selamlıyoruz. Kıyafetinden ürken yaban eşeklerine karşı onurlu mücadelelerinin devamını diliyoruz. Haklı davalarında her zaman yanlarında olacağımızı bildiriyoruz. Ve buluşacağımız, kavuşacağımız diyarın da Dar'us-Selam olmasını yüce Allah'tan niyaz ediyoruz. |
05 Ağustos 2008 22:48 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Kocalarına Büyük Destek Verirlerdi O DİYARIN SAKİNLERİ olan hanımlar İslâm'a hizmette ve İslâmi harekette efendilerinin yanındaydılar. Onların dertleriyle dertlenir, sevinmeleriyle sevinirlerdi. Kocalarında gördükleri meziyetleri, hususiyetleri israf etmezler, onları yalnız bırakmazlardı. Günümüz erkeğinin desteksiz kaldığı ve bu husustaki boşluğunu dolduramadığı acı bir gerçektir. Bir erkeğe İslâmî hizmetlerde en büyük destek hanımından gelmelidir. Bir zatın söylediği gibi: - "Ey hatun şu şehir halkı hepsi peşime takılsa da sen safıma gelmesen, ben yine kendimi yarım ve noksan hissederim." O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ Kocası için yapmadığı fedakarlık kalmamıştı. Efendisinin en sıkıntılı anında yanında olmuş ve onu teselli etmişti: - "Endişelenme. Allah seni asla kötülükle yüz yüze getirmez. Çünkü sen her zaman akrabana yardım ediyor, ailene bakıyor, geçimini şeref ve namusunla kazanıyorsun. Yetimlere sığınak olan sensin. Sözünde sadık, emanete hıyanet etmeyen bir insansın. Hiç bir dayanağı olmayanlar sana koşmakta, muhtaçlara yardım elini sen uzatmaktasın. Herkes senden nezaket ve yardım görmektedir." Böyle kadına ne yapılmaz ki? Bu şerefli kadın için, gün gelecek ve söz sultam şu açıklamayı yapacaktır: "Allah ondan razı olsun. İnsanlar benden uzaklaşınca o yanımdan ayrılmadı. İnsanlar beni yalanlarken, o beni tasdik etti. İnsanlar mallarını kıskanırken, o benim yoluma döktü." İbn Hişam, meşhur Siyerinde (1/241) de şu hadise yer veriyor: Ebu Hureyre anlatıyor: Cebrail bir gün Peygamber'e gelerek şöyle demişti: "Hatice'ye Rabbinden selam var. Tebliğ et. Benden de selam götür. O'na, içinde yorgunluk ve gürültü olmayan bir cennet köşkü müjdele." O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ[/B] Yüce Resül'ün hanımı ve annemiz olan Hz. Hatice ölünce, belli bir müddet sonra Peygamberimize gelmiş ve: "Ey Allah'ın Resulü, Hatice'nin ölümüyle bir yalnızlığa düştüğünü sanıyorum. Sana uygun bir hanım bulsam ne dersin?" diye müracaat etmişti. Hz. Peygamber: - "Dediğin doğrudur. Hatice evin yöneticisi, çocukların dayanağı idi. Bana yeni bir eş bulma hususuna gelince siz hanımlar bu konuda çok beceriklisiniz." Aracı olan bu İslâm hanımı, nihayet kocası ölmüş; ihtiyar bir kadın bulmuştu. Hadiseyi her iki taraf anlayınca, Yüce Resûl'ün hanımı olma şerefine nail olan ikinci annemizin Peygamberimize söylediği şu veciz sözü aktarıyor, alemlere rahmet olarak gönderilen o mümtaz şahsın evliliğine dil uzatan İslâm'dan nasipsizlere Allah'tan hidayet diliyoruz: "Ben seninle, erkeğe arzu duyduğum için değil, sırf Peygamber hanımları arasında Allah huzuruna çıkabilmek için evlendim. Bana davranışın buna göre olsun Ey Allah'ın Resûlü." Bu annemiz ile alakalı Kur'an bilgisini isteyenler için: Nisa suresi: 128. ayete müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz. O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ[/B] oldukça cömertti. Yüce Resûl'ün vefatından sonra bazen karnının doyduğunu hissedince ağlardı: Ve sebebini söylerdi: - "Çünkü Resûlullah ve çektikleri aklıma gelir. O Peygamberler Peygamberi, bazen aylar geçerdi ve ekmekten bile doymazdı." Bu İslâm hanımının eline yetmiş bin dirhem geçmişti. Kendisini tanıtmamak için bir perdenin arkasına geçmiş ve o parayı sakları arak ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı. Ramazan aynıda cereyan eden bu hadisenin neticesinde, iftar sofrasında iftar açacak bir şeyi bulmakta zorlanmıştı. Yanında bulunan hizmetçi bir kadın: "O dağıttığınız paranın bir tek dirhemiyle şu sofranıza çok güzel yiyecekler alabilirdiniz" deyince: - "Böyle bir şey aklıma bile gelmedi, demiştir." Günümüz İslâm hanımlarına bu hadiseleri sadece, menkıbe niteliğinde aktarmıyoruz. Allah'a hamdolsun, nicelerinin çeyizleriyle birlikte gelen küpeler, bileziklerin yüzüklerin hayırdaki uzantısı taa Bosna'ya kadar varmıştır. Yine İslâm hanımlarının infak anlayışı, Misak-ı Milli sınırlarım çoktan aşınıştır. Şuna inanıyor ve şahitlik yapıyoruz ki, Türkiye'li Müslüman hanımların çoğunun infak sınırları İran, Afganistan, Filistin sınırlarının kapısından içeri girmiştir. Ancak bir hususu hatırlatıyoruz ki Güneydoğu müslümanları, ezilen kardeşleri, bu paydan hissesini alamamıştır. Bu bir suçtur. Ancak müslüman hanımların işlediği suç değil, ırk bid'atını sistematik bir şekilde uygulayan zihniyetin işlediği suçtur. İnşallah Türk-Kürt arasına konulmak istenen bir utanç duvarı, kurulacak bir zemin bulamayacaktır. O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ[/B]. Kocasını çok , kıskanırdı. Hem de fıtrattan olan ve dini inançla pratiğe yansıyan bir kıskançlık. Bir gün sevgili Peygamberimiz latife yollu bir söz söyledi: "Aişe, eğer sen benden önce ölürsen, seni kendi ellerimle yıkar, kefenler ve mezara indiririm." Hz. Aişe bu sözü dinledikten sonra şöyle dedi: "Evet öyle. Bunu yapar, ardından da benim odama yeni bir hanım getirirsin" Bu söz karşısında peygamberimizin tatlı bir gülüşü ve hoşnutluğu. Efendisini kıskanan kadınlara minnettarız. Kıskançlığım İslâmî ölçüler dahilinde sürdürenlere saygınlığımız vardır. Ne yazık ki Nataşaların sınırlardan cömertçe girdiği ve serbestçe hareket ettiği beldelerde, müslüman ailelerin kıskançlığı ya azalmış veya tükenmek üzeredir. Karadenizli bir kadın, kendisine: kocana karşı kıskanç mısın?" denilince, cevap veriyor: - "Kıskancım, kıskancım amma, kıskanan aileler bitmek üzere." O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ[/B]. Şahsına iftira atılmıştı. Hem de şahidi olmayan bir iftira. Müslüman bir kadına atılan iftiranın Allah katında nasıl değerlendirileceğini, tüm insanlığın bilmesi için. Yüce Allah kitabında bu mevzuya sanki bir başlık atarak ve geniş olarak da yer vermiş: İfk Hadisesi. Çamur at, tutmazsa izi kalır, mantığının sahibi münafık ve Yahudiler, meşhur iftirayı atmışlardı. Hz. Peygamber bile tesirinde kalmış, iftiraya kurban olacak hanımı, ilgi alanına iyice girmişti. Kadının İslâm'daki değerine bakınız ki, tezkiyesi, beratı, temiz olduğu mahkeme safhalarına, şahitler önüne getirilmeden, bizzat Hz. Allah tarafından veriliyor. İftiraya uğrayan müslüman hanımın, namus sicilinin tertemiz olduğunu Rabbimiz açıklıyor. Meşhur. beraat karan vahiyle tasdik edilince, iftiraya kurban gitmesi tasarları an hanımın babası, kızına diyor ki: -"Kızım; haydi git, Peygamberimize teşekkür et." Peygamberimizi gözünden dahi kıskanacak kadar derin sevgisi olan annemiz babasına şöyle cevap veriyor: "Vallahi, Allah'tan başka hiç kimseye teşekkür etmem. Beni Allah temize çıkardı. Peygambere bite teşekkür borcum yoktur." Kadın hakları savunucuları, kadım kafesten çıkardığım söyleyen çömezler. Kadını şehvete katlettirenler. Siz kadına bir şey veremezsiniz. Siz kadını kadın yapan özellikleri çalan hırsızlarsınız. Sizin kadın hakları adına yaptığınız tahribatı, İzmir'i işgal edenler bile yapmamıştır. Sizin, kendinize bile hayrınız yok ki, dışınızdakilere hayrınız dokunsun. Vücutlarını satarak geçindiğini iddia eden kadınlara ne yaptınız? Muhterem kardeşlerim. Müslüman hanımların İslâmî hizmetlerde, İslâmî hareketlerdeki yeri tartışılmayacak bir konudur. Ancak, kadının, kadın olduğunu unutmaması şartı ile. Dünya müstekbirlerine karşı verilen onurlu mücadele,.müslüman hanımların, takviyeci ve destekleyici özelliğini burada hayırla yad ediyor ve dünyanın geleceğinde ve İslâm'ın hakim kılınmasında sevap hissesinde sadece erkeklerin değil, kadınların da fazlasıyla hisseli olduğunu burada tekrarlayarak, cümlenizi, namusunuzla, iffetinizle, haya duygularınızla, İslâmî kıskançlıklarınızla Yüce Rabbimiz'e emanet ediyoruz. |
05 Ağustos 2008 22:46 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Onlar Her Zaman Kur'an'a Davet Ediyorlardı O DİYARIN SAKİNLERİNİN rehberi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) yetiştirdiği ashabına Kur'an-ı Kerimi muhatap kılmıştı. O diyarın sakinlerine "Kur'andan İslâma geçen nesil" desek yeri vardır. Kur'anın tamamına iman etmiş olan bu nesil, öyle bir seviyeye gelmişlerdi ki, Peygamberlerinin yüzlerine utançlarından dolayı fazla bakamazlardı. Başlarını kaşıyacak olsalar, Peygamberimizden bir şey duymuşlar veya ondan bir şey görmüşlerse ona göre kaşımak isterlerdi. İşte böyle bir nesil için Yüce Resûlümüzün hassaten tavsiyede bulundukları bazı Kur'an sureleri üzerinde durarak, tavsiye edilen bu sureleri çok kısa olarak sizlere arzetmek istiyoruz. O DİYARIN SAKİNLERİNE TAVSİYE EDİLEN SURELERDEN OLAN MÜLK SURESI Peygamberimiz (s.a.v.) buyururlar : "Kur'anda otuz ayetten ibaret olan bir sure, bir ad ama şefaat etti. Neticede o adamın günahları bağışlandı. Bu sure "Mülk suresidir" . (Tirmizi) Hz. Peygamberin ashabından biri, çadırını bir kabrin üzerine kurdu ve kendisi orasının kabir olduğunu zannetmiyordu. Birden Mülk suresini okuyan bir insan çıktı. Mülk suresini sonuna kadar okudu. Bunun üzerine o çadırı kuran adam, Hz. Peygambere gelerek: - "Ey Allah'ın Resûlü. Çadırımı kurdum ve orasının kabir olduğunu aklımdan geçirmiyordum. Birden orada Mülk suresini . okuyan bir insan belirdi ve bu sureyi sonuna okudu." Peygamberimiz buyurdular ki: -"Bu sure, önleyici ve kurtarıcıdır. Onu kabir azabından kurtarır." (Tirmizi) Sevgili Peygamberimizin Mülk suresini okumadan uyumadığı rivayetler arasındadır. (Tac) Mülk suresi hakkındaki bir başka hadis, çok dikkat çekicidir: İbn Abbas, adamın birine şöyle diyor : "Sana bir hadis müjdesi vereyim ki onunla sevinesin. O Tebareke suresidir. Tebareke (Mülk) suresini oku, onu ailene, bütün çocuklarına ve komşunun çocuklarına öğret. Çünkü o sure kurtaran ve tartışandır. Kıyamet günü Allah'ın huzurunda onu okuyan kişiyi müdafaa eder, tartışır ve okuyan kişinin Cehennem azabından kurtarılmasını ister. Peygamberimiz (s.a.v.) : Mülk suresinin ümmetimden her kişinin ezberinde olmasını isterdim, buyurur." (İbn Kesir Tefsiri. Mülk suresinin tefsiri kısını) Tenbih: Mülk suresini sadece okumak veya ezberlemekle yetinmemeli, asıl olan onun taşıdığı manayı ve mesajı kavramalıdır. Mülk suresi üzerinde dikkat çekici bir başka habere kulak veriyoruz : " Mülk suresi Yüce Rabbimizin huzuruna çıkar ve şöyle der : "Ey Rabbim. Falanca kulun kitabının arasından bana tutundu, beni öğrendi ve beni okudu. Ben onun içindeyken sen kendisini ateşe atar, yakar ve azaba düçar eder misin? Eğer bunu yapacaksan, beni kitabından sil at. Rabbimiz buyurur : - "Git. Ben onu bağışladım ve seni onun için şefaatçi kıldım." İbn Abbas diyor ki: Resûlullah bu hadisi söyleyince küçük büyük, efendi köle herkes bu sureyi öğrendi ve Resûlullah bu sureye "kurtarıcı" adını verdi. (İbn Kesir Tefsiri. Mülk Suresi.) Öyle bir ağız ki Mülk suresini okur, anlar ve anlatır. Öyle bir göğüs ki Mülk suresini içinde saklar. Üyle bir ayak ki Mülk suresiyle ayağa kalkar ve gerekeni yerine getirir. Ve öyle bir müslüman ki Mülk suresinin mesajını aldıktan sonra, onun için Abdullah Büyük 0 Diyarın Sakinleri Allah uğrunda cihad etmeden rahat edemez. Müslüman halkımızın ezberlediği ve bir türlü mana ve mesajını kavramak istemediği, sadece kabirlere mahkum edildiğini zannettiği bir başka sure ise Yasin suresidir. Bir insanın kalbi ne ise, Yasin suresinin Kur'an'daki yeri odur. "Her şeyin bir kalbi vardır ve Kur'anın kalbi de Yasin'dir. Her kim Yasin suresini okursa, Allah ona, bu sureyi okuması sebebiyle Kur'anı on kere okumuş kadar sevap yazar." (Tirmizi) Tensih: Kelime-i Tevhidin kazanılması kelimeleri okumak değil, o kelimelerin ne manaya geldiğini kavramak ve inanmaktır. Kur'anımızı da aynen böyle okumalıyız. Okumak, anlamak ve yaşamak. Eğer biz müslümanlar sadece ve sadece namazlarımızda okuduğumuz kısa surelerin emrettiği bir hayata adım atsak yine üstün gelecek olan bizleriz. Namazlarımızda Rabbimize söz verir, namaz dışı hayatımızda Rabbimize karşı geliriz nedense. Mesela, Fatiha suresinde de günde 40 defa "Bizi yahudileştirme, hıristiyanlaştırma" diye Rabbimize niyaz ederiz, namazdan çıktıktan sonra Yahudi ve Hristiyanın ortaya koyduğu hayatı hayat kabul ederiz. Eğer namaz kıları bir insan Fatihadaki isteğinde samimi olsaydı, A.T.'den, I.M.F'den medet ummayacaktı. Eğer her yatsı sonu kıldığımız Vitir namazındaki Kunut dualarının şuurunda olsaydık, facirlerin, fasıkların peşinden gitmiyecektik. Her akşam Rabbimize Kunut duasında deriz ki : Ve netrukü menyefcürük : Fasıkları, facirleri terkederiz. Sabahleyin ise terkettiğimiz insanların sürdükleri lokomotife vagon oluruz: İşte gerek Mülk suresini ve gerekse Yasin suresini de sadece okumakla değil, ortaya- koyduğu hakikatlara kulak vererek, manasını çözerek, bizlere hangi sahada hangi kulluk görevi veriliyorsa onu anlayarak okumalıyız. Bunu söylerkende Kur'an tilavetinin müstakil olarak sevapsız kalacağını demek istemiyoruz. Ölülerimize faydasının olmayacağını da iddia etmiyoruz. Gerek Ahmed bin Hanbelin Müsnedinde ve gerekse Beyhakînin Süneninde yer alan "Onu (Yasin Suresini) ölülerinize okuyun" hadisini de burada hatırlatmak istiyoruz. Dudaklarımız ayetleri okurken, kalblerimizde onu idrak etsin, zihnimiz manalarını anlasın demek istiyoruz. Namaza duruyor ve sure okuyoruz. Dudaklarımız sure okumakla meşgul, aklımız, zihnimiz ise dünya ile meşgul. Zamlar geliyor, çekler ödenmiyor : Allahu Ekber. Senet protesto edildi, akaryakıta zam geldi, semiallahulimen hamideh. Oğlan büyüdü, kıza harçlık yetmiyor : Allahu ekber, İşte manayı mesajı anlamadan, Kur'anla bütünleşmeden kılınan namazlarımızın kısaca kimliği maalesef böyledir. Şimdi düşünelim bu şekilde eda edilen namazlarımız bizi kötülüklerden men edebilir mi? Böyle kıldığımız namazlarımız, rüku ve secdelerimiz bizi fuhşiyattan uzaklaştırabilirler mi? Düşünelim ve ibret alalım ey akıl sahibi müslüman kardeşlerim. ' Son olarak tavsiye edeceğimiz üçüncü sure ise Fatiha suresidir. Yani Kur'anımızın özeti olan fatiha suresi. Ne Tevrat'da, ne İncil'de, ne Zebur'da ne de Kur'anımızın (Diğer kısımlarında) bir benzeri indirilmemiş olan sure fatiha suresidir. Bu sure öyle bir suredir ki hangi niyetle okunursa ona şifadır. Sihri bozmak için okunursa onu bozar ve sihre yakalanmış olanlara şifadır. Yani fatiha suresinin ele almadığı bir mesele yoktur. Çünkü yukarıda da söylemiş olduğumuz gibi Fatiha suresi Kur'anımızın özetidir. O DİYARIN SAKİNLERİ, Kur'an'dan İslâma geçen nesildir demiştik. Gözlerini Kur'ana açtılar, hayatlarını İslâm'a göre tanzim ettiler. Akidelerimizin sağlam olmasını istiyorsak, Kur'an okuyalım. İmanlarımızın kuvvetlenmesini istiyorsak, Kur'an okuyalım. Yahudilerle olan savaşta başarılı olmak istiyorsak Kur'an okuyalım. Tağutun velayetini reddetmek istiyorsak Kur'an okuyalım. Her türlü hastalıktan kurtulmak istiyorsak, Kur'an okuyalım. İktisadi hayatımızda bolluğa erişmek istiyorsak Kur'an okuyalım. Ancak, Kur'anı, Peygamber ve ashabı nasıl okumuş ve nasıl anlamış ve nasıl yaşamışsa, öyle okumaya çalışalım. Hiç birimiz Peygamberimizin kıldığı gibi namaz kılamayız, Peygamberimizin okuduğu gibi Kur'an okuyamayız. Fakat onun bizlere göstermiş olduğu usule riayet edersek, bizler de Kur'an'ımızdan en üst seviyede istifade etmiş oluruz. Yeter ki Kitabımızı kadavra haline sokmayalım. Ağzı burnu kapalı bir doktorun cenazeyi tetkik etmiş olduğu gibi, Kur'anımıza yaklaşmıyalım. Görüş ve kanaatlarımızın doğruluğunu Kur'ana tasdik ettirmiyelim. Kur'an bizim kulluk kitabımızdır. Okuyalım, anlayalım, anlatalım, yaşayalım ve yaşatalım. Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008 22:43 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Aile Hayatlarından İbret Levhaları O DİYARIN SAKİNLERİ erkeği ile kadını ile Allah'a ve Allah'ın emirlerine, Resûlün talimatlarına teslim olmuşlardı. Allah ve Resûlü ne derse söz onlarındı. Allah ve Resûlünün önüne geçmezler, ayet ve hadislerin peşi sıra giderlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir aile vardı. Birbirlerine muhabbeti çok olan bu aile her nedense acı bir hadise yaşadı. Ailenin reisi, hanımına bir tokat attı. Kadın, durumu olduğu gibi babasına iletmişti. Babası, kızını yanına alarak doğru Peygamberimizin yanma gitti ve hadiseyi anlattı. Peygamberimiz ferman buyurdu: "Kısas gerekir" Yani kızınız kendisine tokat atan kocasına aynı şekilde bir tokat indirecektir. Baba ile kız kısas cezasını vermek için giderlerken. Peygamberimiz geri çağırdı ve - "Durun gitmeyin. İşte bu Cebraildir. Şimdi bana geldi ve şu ayeti getirdi "Erkekler, kadınları üzerine koruyucu ve işlerini yürütücü üstünlüktedirler. "Peygamberimiz devam etti: - "Biz bir hüküm vermek istedik. Allah'da bir hüküm vermeyi murad etti. Allah'ın irade ettiği çok hayırlıdır." (Es.babü'1 Nuzül/Nisaburi). O DİYARIN SAKİNLERİ ve onların öncüleri, kılavuzları bir hayatın, bir hareketin içerisindeydiler. Rehberlerinin hayatı gün ışığı gibi açıktı. Gizli, kapalı tarafı yoktu. Aile içi hayatları da öyleydi. Aişe validemiz (r.a), birgün Peygamberimizle tatsız bir an yaşadı. Ortada bir geçimsizlik vardı. Aralarını düzeltmek için Hz. Ebubekir hakem kabul edildi. Peygamberimiz Hz. Aişeye hitaben: - "Sen mi konuşacaksın, yoksa ben mi konuşayım? Dedi. Hz. Aişe: - "Sen konuş, fakat doğru söyle" dedi. Hz. Ebubekir (r.a.) kızının bu tarz konuşmasından öyle bir öfkelendi ki, tuttu Hz. Aişe'ye bir tokat attı. Ağzı kan içinde olan kızına: - "Hz. Peygamber hakikaten başka ne söyler?" dedi. Tokattan cam yanan Hz. Aişe, korkusundan Peygamberimizin arkasına sığındı: Peygamberimiz Hz. Ebubekir'e hitaben: - "Biz seni bunun için davet etmedik ve senden bunu beklemedik" buyurdu. Şu hadiseye bakalım. Yüce Resûl, hanımı ile bir geçimsizlik halini yaşamaya başlayınca aralarını bulmak için bir hakem buluyor. Sonra da dargın olan hanımına tokat atılınca, hanımının safına geçiyor ve tokat atan tarafı kınıyor. O DİYARIN SAKİNLERİ Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanmışlardı. Bu inancın hangi seviyede olduğunu öğrenmek, meseleye açıklık getirecektir: Hz. Ömer zamanında geçimsiz bir aile vardı. Bu ailenin arasını düzeltmek için adamın birini görevlendirdi. Adam gitti ve geri geldi. Bu geçimsiz ailenin arasını düzeltemediğini Hz. Ömer'e söyledi. Hz. Ömer bu sefer adamı kamçı ile dövüyor ve geri gön, dererek şöyle diyordu: - Allah Teâlâ "Eğer bunlar (hakemler) barıştırmak isterlerse, Allah aralarında onları (uyuşmaya) muvaffak kılar" (Nisa 35), buyurduğu halde sen "Aralarını bulamadım" diyorsun. Bu ne demek? Derhal git ve aralarını düzelt ve öyle gel" dedi. Dayağı yiyen şahıs işe ciddiyet ve samimiyetle başladı ve bu geçimsiz ailenin arası düzelmiş oldu. O DİYARIN SAKİNLERİNİN evlilikleri sevgiye, İslâmî kaygılar üzerine kuruluyordu. Aileler arasında anlayış, sevgi ve saygı vardı. Yine bir gün onlardan bir kadın kocasına kızmış ve kendisine sevmediğini yüzüne karşı söylemişti. Erkeğin çok zoruna giden bu husus canını sıkmış ve meseleyi Hz. Ömer'e götürmeye sebep olmuştu. Halife Hz. Ömer kadını çağırmış ve: - "Sen kocana, kendisini sevmediğini mi söyledin?" diye sorunca, kadın: - "Evet ya Ömer, duyduğun doğrudur. Yalan mı söylemeliydim?" deyince, Hz. Ömer can alıcı bir noktaya parmak basarak buyurur ki: - "Evet yalan söyle. Sizden biri sevmese dahi, eşine sevmediğini söylemesin. Şüphesiz sevgi temelleri üzerine kuruları çok az aile vardır. Ancak insanlar, İslâmi kaygıları ve çeşitli hesaplardan dolayı beraberliklerini sürdürüyorlar." İslâmiyet insanların arasım düzeltmek için yalan konuşmayı caiz sayan bir dindir. Burada Hz. Ömer'in kadına "Evet yalan söyle" sözü yanlış anlaşılmamalıdır. Karı-kocanın arasını açmak haram, ulaştırmak için yalan konuşmak ise caizdir, konuyu böyle kavramalıyız. O DİYARIN SAKİNLERİ ciddi müslümanlardı. Şakalarında bile ciddiyet vardı. Hayatlarında boşluk yoktu. Ağızlarından çıkan her sözden hesaba çekilecekleri inancını tüm sıcaklığı ile hissediyorlardı. Sahabeden Abdullah b. Ömer (r.a.) vefat etmek üzereydi. Rabbine kavuşacağı an yaklaşmıştı Etrafında bulunan insanlara şöyle dedi: "Falan adam bana gelerek, kızıma talip oldu. Ona söz verir gibi oldum. Allah'a yemin ederim ki münafıklığın üçte biri olan sözünde durmamak sıfatı ile Allah'ın huzuruna varmak istemem. Şahit olun ki kızımı o kişi ile nikahladım." Ve kızı söz verilen şahsa nikahlandı. O DİYARIN SAKİNLERİ evlilikleri ile müstakil birer yuva kuruyorlardı. Pişmiş aşlarına soğuk su katma hadisesi nadirattandı. Evliliği gerçekleştiren insanlar, yakın akrabalarının takviyelerini alırlardı. Onların hayatında kaynana, kaynata; tam bir destekçi, barışçı, düzenleyici ve düzeltici özelliklerine sahipti. Kızı Hz. Fatıma'nın, damadı Hz. Ali ile atıştığını, Hz. Fatımanın sert çıkışına üzülen Hz. Ali'nin evi terkettiğini tarihler yazıyor. Hadiseden haberi olan Hz. Peygamber (sav) damadını aramaya çıkar. Onu mescidin içinde bulur. Toprağı yastık yapmış ve yüzü gözü toz toprak olmuş olduğu halde uyuduğunu gören Hz. Peygamber, damadının baş ucuna varır "Kalk ey toprak babası", diye uyandırır. Gönlünü âlır, tozunu toprağım siler ve hanımının yanma gönderir. Kızının haksızlığını bildiği halde, damatlarını karşısına alan kaynata ve kaynanalar. Kızımın geçimini rahatlıkda, konforda arayan anne ve babalar. Vereceği kızın şartını İslâm süzgecinden geçirmeyen insanlar. "Kızım sabahları ne yersiniz? Sana iyi davranırlar mı? Yatmana kalkmana karışırlar mı? Canın sıkılınca çık gel." gibi sığ ve basit sözlerle evlendirdiği kız ve damadının hayatını zehir yapan kadın ve erkekler. "Damat efendi eve bir televizyon al, benim kızım sessizliği sevmez Onu evde yalnız bırakma. Akşamları eve geç geliyormuşsun, bırak şu sohbetleri, toplantıları. Bayram yaklaşıyor kanepeleri değiştirin" diyen ve elini, dilini bir türlü kızları üzerinden çekmeyen ham insanlar. Bizler bu sünnet dışı, Kur'an dışı hayat ve hareketlerimizle bir adım ilerleyemeyiz. Bu ilerlememiz Allah'a kavuşmak ve cenneti hak etmek manasındadır. O diyarın sakinleri ile aramızda korkunç uçurumlar, telafisi zor boşluklar vardır. Her geçen günde bu boşluk ve uçurum had safhaya yaklaşmaktadır. Ümmeti olduğumuzla iftihar ettiğimiz Yüce Peygamberin yaşadığı ve anlattığı Islâmı hayatımıza düstûr edinmek, bu işin halledilmesi demektir. Bizler o diyarın sakinlerini kılavuz yapmadığımız, nümune olarak almadığımız müddetçe, kargalar gibi başımız yukarı doğrulmayacaktır. Bu meselenin istisnası olan ailelere selam ve sevgiler. Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008 22:41 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Dünya ile Ahiretin Arasını Açmışlardı "Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlatta çoğalmadır. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki, bittiği o yeşil bitki, ekincilerin hoşuna gider. Fakat sonra o kurur da sen onu sararmış halde görürsün, sonra da o çöp olur" (Hadid suresi: 20) "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet AMMA DÜNYADAN DA NASİBİNİ UNUTMA. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Süphesiz Allah bozgunculara sevmez" (Kasas: 77) O DİYARIN SAKİNLERİNDEN madde ile mana, akıl ile kalb, ceset ile ruh ne ise, dünya ve âhiret de o idi. Onların hayatında âhiretten kopmuş bir dünya olmadığı gibi, dünyadan kopuk bir âhiret de yoktu. Dünya da onlarındı, âhiret de. Onlar bir avuç çamuru, ruhi nefesten; ve ruhi nefesi bir avuç çamurdan ayırmama inancına sahiptiler. O DİYARIN SAKİNLERİ, insanın dünya dediğimiz arzda yaratıldığını ve halife seçildiğini; ruhlar aleminde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sualine "Bilakis Rabbimizsin" cevabını verdiğini, Allah'ın emirlerini yerine getirmek için, alemin kendisinin emrine verildiğini ve imtihan alanında mücadele edeceğini biliyorlar ve ona göre hareket ediyorlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ hayatı dengelemişlerdi. Çünkü dengeli, ölçülü bir ümmet olma vasfına haiz idiler. Dünya ve âhiret dengesini bozan Yahudi ve Hıristiyanlardan sonra, bu görevin İslâm ümmetine verildiğine inanırlardı. O DİYARIN SAKİNLERİNİN inancı şöyleydi: - Allah (cc) hem dünyanın Rabbidir, hem de âhiretin. Hz. Peygamber (sav) Yüce İslâm dinini, dünyada yaşayan insanlar için getirmiş ve nasıl yaşanacağını göstermiştir. [FONT=Comic Sans MS][COLOR=#7030a0][SIZE=2]- Müslüman, bugün bir ilahın, yarın da başka bir ilahın emrine giremez. - Yine müslümanın aklı bir tarafta, cesedi bir tarafta, ruhu da bir başka tarafta olamaz. Bu husus muvahhidlik vasfına terstir. - Müslümanın hayatında parçalanma olamaz. İbadetleri de dağınık olamaz. O DİYARIN SAKİNLERİ dünyada yapmış oldukları her şeyi âhiret yatırımı kabul ederler ve onları ibadet inancı içerisinde yaparlardı. Namaz, cihad, evlenmek, ticaret yapmak ilim tahsil etmek, dünyayı imar etmek. evet bütün bunların hepsi dünyada yapılıyordu ve her biri bir ibadet hüviyetine sahipti. O DİYARIN SAKİNLERİ işe giderken, çalışırken, seyahate çıkarken: "Şimdi dünya için çalışıyorum"; camiye giderken de "Şimdi âhiret için çalışıyorum" gibi yarılış bir inanca sahip değildi. Çünkü yüce Allah (cc) hem camideki, hem de cami dışındaki hayatın Rabbi ve düzenleyicisidir. O DİYARIN SAKİNLERİ, önlerindeki Peygamberlerinin dünya hayatına da şahit oluyorlardı. O yüce Resûl hem devlet başkanı hem ordu komutam, hem hakim, hem arabulucu idi. Öyle ise müslümâna düşen vazife, dünyayı füzeleştirip, öbür aleme yani öbür dünyaya aktarmasıdır. "kişi (âhirette) iki elinin gönderdiği şeyle karşılaşır" buyruğu ne güzel meseleye parmak basıyor. O DİYARIN SAKİNLERİ'nin hayatı, yemesi ve içmesi, tartısı ve ölçüsü; alış-verişi, namazı, cihadı ve barışı, iktisadı ve ziyareti, dünyası ve âhireti tek bir dinin (İslâmın) yönetimine girmişti. Dünyaya hakim olah Allah kıyamet günü insanları hesaba çekecek olan aynı Allah'tı (cc). O DİYARIN SAKİNLERİ dünyaya ait bazı ayetleri ve hadisleri ki bunlar dünyanın zemmine yani kınanmasına, ayıplanmasına ait kelamları çok iyi anlamışlardı. Dünyayı ayıplayan ayet ve hadisler, tıpkı yol kenarındaki insanları heyelan bölgesine karşı uyaran trafik işaretlerine benzetmişlerdi. Bu işaretler trafiği engellemiyor, üstelik rahat bir yolculuğu temin ediyordu. Yoksa, elleri kolları bağlı, ondan bundan dilenen, dünyayı başkalarına kaptırıp, âhiret bize yeter,. inancında değillerdi. Çünkü müslümanın, dünyasını kaybetmesi, başkalarına kaptırması, âhiretini de kaybetmesine sebep olurdu. O DİYARIN SAKİNLERİ dünyada hakim oldukları için, yeryüzü tertemizdi. Yeryüzünün üzerinde yaşanan hayat, Allah adına yaşanan bir hayat olmuştu. Kirletilmemişti yeryüzü. Bozulmamıştı kara ve deniz. Islah etmişlerdi dünyayı. Cahili hayatı ayaklarının altına almışlardı. Yeryüzünde olan ve olacak olan her şey, Allah'ın ve Resûlünün dedikleriydi. O DİYARIN SAKİNLERİNİN dünyayı ellerinde tutmuş olmaları ile gerek materyalistler (maddeciler) ve gerekse zalimler tesirsiz hale getirilmişlerdi. Dünya sınıfsız bir topluma şahit olmuştu. Ezen ve ezilenlerin olmadığı bir hayata dünya şahit olmuştu. Yahudinin tekelinde olan piyasa hakimiyetini, müslümanlar geri almışlardı. Fakat despotvari olarak değil, onları kılıç zoru ile piyasadan sürerek değil. İslâmın ticaretini uygulayarak piyasaya hakim olmuşlardı. " O DİYARIN SAKİNLERİ dünyayı sevmemişler, dünyalık varlıkları Allah yolunda harcamakla sevinmişlerdi. Gün gelmiş bindikleri kıymetli develerini keserek misafirlerine ikram etmişler, gün gelmiş bindikleri aynı develerini komşusuna hediye etmişlerdi. O DIYARIN SAKİNLERİ tabiri hoş karşılanırsa şayet, onların elleri kârda, gönülleri yârda idi. İşte denge ancak bu şekilde sağlanabilirdi. Dünyayı da kazandılar, âhireti de kazandılar. Rablerine iki dünyayı sa'y ve çalışmakla imar etmiş oldukları halde dostlarına kavuştular. Bu diyarın sakinleri, dünya ve âhiret dengesinin sağlanmasında o diyarın sakinlerinin hal ve hareketlerine bakıp, bir mukayese yaparak, fikir dünyalarını düşünmeye davet etmelidirler. Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008 22:38 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Hayatının Tamamı Güzel ve Mânâ Doluydu O DİYARIN SAKİNLERİ'NDEN[/B] yiğit bir kadındı. Hendek savaşı için sayıca on bin dolaylarında küfür ordusu Medine'ye gelmişti. Yüce Resûl tedbir açısından şehirdeki kadın ve çocuklar emin bir yere toplatmış ve başlarına da erkek bir sahabe vermişti. Fırsatı kollayan müslüman gözüken münafıklar ellerine kılıçlar alarak, toplanmış kadın ve çocukları imha edeceklerdi. İçlerinden birini öncü göndererek, kadınların başlarında erkek muhafızlar olup olmadığını anlamak istediler. Yahudi gözcü kadınların bulunduğu yere doğru gelirken Safiyye isimli yiğit bir kadın adamı gördü ve niyetini anladı. Başlarındaki muhafıza giderek, o adamın başının kesilerek kendisine getirilmesini söyledi. Ancak muhafız çekindi ve biraz korkak davrandı. Hz. Safiyye bir çadır direğini sökerek eline aldı ve gitti yahudinin başına vurarak öldürdü. Sonra başını kesti ve gözcü Yahudiyi bekleyenlerin üzerine fırlattı. Yahudi münafıklar anladı ki kadınların başında erkek muhafızlar var. Hemen geri çekildi ve evlerine dağıldılar. Elbette ki bu hadise ile dantelli bacılarımıza küçük çaplı bir uyarı olur. Göz nurlarını ipliklere, oyalara mahkum eden kardeşlerimizin de fikir dünyalarına küçük bir neşterdir. Bu diyarın sakinleri İslâmî hareket dediğimiz salih amelin içerisine müslüman erkek ile müslüman kadını da katmalıdır. Hem de ölçüsünü, sırrını inandığı dinden öğrenerek. Bacılarımız da bu .konuda cahiliye ile anlaşmaya varmayan ve varması mümkün olmayan erkek kocalarını, babalarını, kardeşlerini ve din kardeşlerini desteklemelidirler. O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Adı Ümmü Süleymdi. Ebu Talha ile evlenmiş ve bu izdivaçtan Ebu Umeyr isimli bir çocuk dünyaya gelmişti. Küçük çocuk hastalanmış ve hastalığı artmıştı. İşi sebebiyle evinden ayrıları babası bir daha çocuğunu sağ olarak göremeyecekti. O işine gider gitmez çocuk vefat etmiş, annesi ise büyük bir soğukkanlılıkla çocuğunu yıkamış, kefenlemiş ve evinin münasip bir yerine koymuştu. Oruçlu olarak evden ayrılan kocasının geliş saatinin yaklaştığında kokulanmış ve evde mevcut olan nimetlerle zengin bir sofra hazırlamıştı. Ebu Talha eve dönmüş, hazır sofraya oturarak iftarını açmış ve çocuğunu sormuştu. Ümmü Şüleym, çocuğun sükûnet içinde yattığını, gayet iyi olduğunu söylemişti. Ebu Talha bundan memnun kalmış ve huzur içinde yatmıştı. Gece olunca, hanımı nefsini efendisine arzetmiş ve kocasını bu yönden memnun etmişti. Sabah olunca, kocasına şöyle diyordu: - "Birşey sormak istiyorum. Bir kimse birine emanet bir şey verse, zamanı gelince geri istese vermek gerekir mi, gerekmez mi?" Kocası: - "Elbet geri vermek gerekir. Ne hakla onu tutabilir ki?" Ümmü Süleym: - "Oğlun Allah'ın bize emaneti idi. Allah emanetini geri aldı." Ebu Talha çok üzüldü. Daha önce haber vermediği için hanımına sitem etti. İşte hadisenin püf noktasını burada yakalıyor ve bu diyarın sakinlerine takdim etmek istiyoruz. Öyle ya, çocuğu ölen kadın acaba çok mu merhametsizdi. Akşamdan sabaha kadar niçin söylememişti? Sebebini yine ondan dinleyelim: - "Kocam oruçluydu. Eğer çocuğumun ölüm haberini akşamdan verseydim; buna çok üzülecek yemek yiyemiyecek ve perişan olacaktı. Buna gönlüm razı olmazdı." İşte bu diyarın sakinlerine kalıcı ve ibretlerle dolu bir mesaj. Cennetlik hatunların, kocalarının üzülmelerine bile tahammülleri yoktur. Bu diyarın sakinleri: "Bize bu kadar niçin yükleniyorsunuz? öyle kadınların, öyle kocalan vardı" gibi bizlere O Diyarın Sakinleri 61 sitem etmesinler. Sadece şu hususa bir göz atsınlar; Cihad, edeb, takva yönleriyle destekçi oluyorlar mı olmuyorlar mı? O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Kendisi güzel ve zengin, evleneceği erkek ise îman safının dışında kalmıştı. Erkek, bu evlilikte ısrar ediyor, kadın ise onun îman etmesinde direniyordu. Allah'ın hidayeti imdadına yetişmiş ve erkek de mü'minlerden olmuştu. Kadın bunu duyunca hemen haber göndermiş: - "Şimdi evlenebiliriz. Senin getirdiğin bu şehadet kelimesi benim mehrim olsun. başka bir şey istemem" demişti. Bu diyarın sakinleri olan müslüman kızlarımız şimdi düşünmeliler. İslâm'ın sunduğu mehri almaya haklarının olduğunu bilerek düşünsünler: - Sizi istemeye gelen müslüman bir gencin, tağutu reddetmiş olması, namuslu ve iffetli yaşaması, cihad etmek için can atmış olması, uçkurunu yasak yerlere açmaması acaba sizin evlilik hayatınıza manevi bir mehir olma mahiyetini taşımıyor mu? Altın gerdanlıklar, bilezikler, burmaların hangisi size namuslu ve cihad ehli bir genci satın alabilir? O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Yüce Resûlümüzün hem baldızı ve hem de yengesi idi. Bazen yüce Resûlümüzün saçını tarama şerefine bile erişirdi. Bir gün Peygamberimizin bir görevini yapmış ve sonra gözlerinden yaşlar akmıştı. Kendisine sebebi sorulunca, şu cevabı vermişti: - "Ey Allah'ın Resûlü, düşünüyorum da Allah şeni bir gün aramızdan alacaktır. İşte o zaman yönetenler mi olacağız, yönetilenler mi?" Bu diyarın sakinleri bacılarımıza Ağrı dağından büyük bir malzeme. Yönetecekmisiniz, yönetilecek misiniz? Dünyanın yönetimini Rabbimiz kullarına verdiğine göre, huzura hangi delil ve hangi yüzle çıkacağız? Yönetenler, dünyayı ve insanlığı îmanla Kur'anla, İslâmla yönetmeyeceğine göre, kalblerinde iman, ellerinde Kur'an, hayatlarında İslâm olmayanların Ümmeti yönetmesi kara bir leke olarak, büyük bir münker olarak bizlere kafi gelmiyor mu acaba? O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Resûlullah'ı daha altı yaşında iken bağrına basmış, hizmetine koşmuş ve yanından ayrılmamıştı. Belki de Ebu Talip'ten sonra kendisini koruyan ikinci insan yengesi olan bu kadındı. Ölüm saatine kavuşan bu kadın, öbür aleme uğurlanırken Peygamberimiz ağlamış, kendi gömleğini kefen olarak ona giydirmiş ve mezara bizzat kendi elleriyle indirmişti. Hadiseyi garip karşılayanlara karşı: - "O benim annem gibiydi. Beni o büyüttü. Çocuklarına yedirmez beni doyururdu, onları ihmal eder, beni süsler, beni avuturdu. Gömleğimi ona giydirmemdeki maksat, kabir azabından uzak tutulsun, cennet elbiselerine kavuşsun niyetiyle oldu." buyurmuştu. Bu diyarın sakinlerinden nice nice bacılarımız da aynı yolun yolcusu olmaktalar. Uyanışları biz erkeklerden daha süratli oldu. Bizler 50-60 senede zor uyandık, kendileri ise beş-on senede gaflet uykularından silkinerek kalktılar. Bu kalkışları burçlara sancağı dikene kadar sürer kanaatindeyiz. Anılarla dolu bir diyarı tekrar "Anadolu" yapmanın gayreti içerisine giren bacılarımıza selam olsun. Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008 22:37 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Diyarın Sakinlerinde İhsan Sırrı Tecelli Etmişti O DİYARIN SAKİNLERİ, âhiretlerini mamur etmişlerdi. Zaten garib olarak bulundukları fenadan bekaya hicret için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Öyle ki fenadaki mallarını mülklerini sarf edip bekadaki mülklerine aktarıyorlardı. Hz. Ebu'd-Derda (r.a.)'ya sorduklarında: "Evinizin eşyaları nerededir?" cevabı şu oluyordu: "Bizim yolumuzun üzerinde bir yokuş var ve o yokuşun öbür tarafında bir köşkümüz var, yokuşta eşyaları taşımak zor olacağından şimdiden yavaş yavaş köşkümüze aktarıyoruz." Köşkten kasıt - da Hakk Teala'nın emirlerine teslimiyete karşılık verilecek olan cennet köşkü idi elbette. O zat-ı muhterem İslâm'a teslim olmakta biraz gecikmişti ama teslimiyeti tam olmuştu. Bizler ise o diyarın sakinleri gibi âhirete tam manasıyla iman etmemiş olduğumuz için Rahman'dan gerçek manasıyla korkamıyor ve yine âhiret ahvalini gerçek manasıyla bilmediğimiz, tanıyıp öğrenmediğimiz için âhireti arzulamıyor, dünyaya bağlanıyoruz. Gerçekten bizler âhireti tamsa idik yolumuzda kabir suali, kabir sıkması, haşr, hesap, mizan sırat gibi yokuşların mevcudiyetini anlayacak ve bu yokuşlarda zorlanmamak için şimdiden eşyalarımızı köşkümüze taşımaya başlayacaktık. Ama ne yazık ki bizler bizi altında ezecek malları biriktirmekle meşgulüz. Allah Teala bu bataklıktan tüm Ümmet-i Muhammed'i kurtarsın. O DİYARIN SAKİNLERİ inandıkları davayı önce öğrenmişlerdi, sonrâ da tanımışlardı. Tanıdıkları bu davayı ellerinden bırakmamak için her fedakarlığa, katlanmışlardı. Onlar cihad anında imanı tanıdılar, îman ettiler, şehidliği tanıdılar hemen cihada koşarak bir rekat namaz bile kılmadan şehid oldular. Namazı tanıdılar, cemaati hiçbir zaman terk etmediler. Hatta bilerek namaza geç gitmek istediklerinde îmanları buna müsaade etmedi ve okun yaydan fırladığı gibi mescide koştular, çünkü ruhu cendere ile sıkılıyor gibi oluyordu o zatların eğer cemaatten uzak kalırlarsa. Bir sefer dahi olsa, çok mühim işleri dahi olsa, cemaatten uzak kalmak istemiyorlardı. Çünkü cemaatten uzak kalmak demek vahiyden uzak kalmak demekti, nurdan uzak kalmak demekti, rahmetten uzak kalmak demekti. Bu diyarın sakinlerinin ise cemaatten uzak kalmak için mazeret ve bahaneleri çok, ya işi gereği, ya da mesleği gereği müsait olamadığını iddia ediyor. Müsait olsa caminin uzaklığını bahane ediyor, mescid yakın olsa imanın şuursuzluğunu öne sürüyor. Ayrıca bizler davayı daha öğrenemedik tanımak şurada dursun. Öğrenenler olduysa onların da bir kısmı tanıyamadı. Tanıyamadığımız için o nimete sahip çıkamadık. Peki bu nimete sahip çıkamayan başkasına neyi verebilir ki. Eğer namazı tanısaydık ona tembel tembel kalkmazdık. Eğer haccı tanımış olsaydık Kâbe'yi tavaf ederken satın aldığımız eşyaları gümrükten nasıl geçireceğimizi düşünmezdik. Eğer cihadı tammış olsaydık ne yapar eder, bir yolunu bulur Bosna'ya giderdik. Keşmir'e, Tacikistan'a yada fiili cihadın mevcut olduğu başka yerlere koşardık. O DİYARIN SAKİNLERİ'NDE öyle bir aile merhumu vardı ki, bugün bizler onu ,tarif etmekten aciziz. Yabancı bir erkeğe ne bakarlardı ne de kendilerini gösterirlerdi onlar. Eğer yüzü, gerdanlığı açıları bir kadına hata ile bakınışsa gusül abdesti alırlardı. Bu bakışların muhatabı olan kadın ise bu bakışın hamile kaldığı çocuğunun ahlakına tesir edeceğini bilirdi. Onlar, Peygamberimizden duymuşlardı ki şehvetle bakmak, şeytanın oklarından bir oktur. O ok bir insana saplansa durumu ne olurdu. Onların kızları büyüyüp ergenlik çağma gelince göğüsleri düz bir bez parçası ile bağlarlar, belli etmezlerdi. Çünkü onlar tam inanıyorlardı, bu inanç da tam teslimiyeti gerektirdiğinden onların her işleri tam oluyordu. İnançları da tam oluyor, amelleri de, ahlakları da. O DİYARIN SAKİNLERİ'NDE ihsan sırrı tecelli etmişti. Yani Allah'ı görüyormuş gibi ibadet ederlerdi onlar ve yine öyle ölürlerdi. Namaz kılarken bir türlü, alış-veriş yaparken bir türlü hareketin içine girmezlerdi. Seccade üzerinde. mescid de nasıl iseler arz üzerinde de gezip dolaşırken öyle idiler. İnsanına göre eğrilip büğrülmez, değişmezlerdi. Olduğu gibi olmayı îmanın bir gereği kabul ederlerdi. Allah'ın kesin emirleri karşısında hemen tavırlarını ortaya koyarlardı. Allah'ın her an kendileri ile beraber olduğuna inanır ve ona göre yaşarlardı: Çünkü Allah Teala: "Nerede olursanız olun (Allah) sizinle beraberdir. Ne yaparsanız hakkıyla görücüdür." (Hadid; 4) "Dilediğinizi yapın, çünkü hareketlerinizi Allah görecektir." (Tevbe: 105) "Allah onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da biliyor. Çünkü sinelerin ta özünü bilendir." (Ra'd: 10) buyurmakta idi. Şu hadis-i şerifte onları çepeçevre sarmış ve kuşatmıştı: "Îmanın en faziletlisi, her hal ve harekette Allah'ın seninle beraber olduğunu bilmendir." (İbn-i Kesir 4/304) O DİYARIN SAKİNLERİ samimi idi. Her şeyleri sade ve tabii idi. Yapmacık hareketlerden şiddetle kaçınırlar ve riyakârlık yapmazlardı. Okudukları Kelime-i Tevhid'inı içinde bulunan Allah'ın Resûlünü bütünü ile kabul etmişlerdi. O mümtaz şahsiyet kendileri için her şeylerine imanıydı. Hem namazlarında, hem sohbetlerinde, hem çarşılarında, hem cihadlarında hem aile hayatlarında imanıydı. Onlar bizler gibi sadece ibadetlerinde, evradlarında, birtakım işlerinde Hz. Peygamberi imam kabul etmemişler her alan da o yüce Resûlün imamlığına tabi olmuşlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ, dilin afetlerini gayet iyi bilirler az konuşurlar öz konuşurlardı. Konuşulmaması gereken yeri iyi tespit eder, konuşulması gereken yerde de susmazlardı. Ağızlarından çıkan sözleri kalpleri de tasdik ederdi. Ne söylemişlerse onları yaparlar yapmayacağı bir şeye de söz vermezlerdi. Çünkü Peygamberleri böyle istiyor ve Yüce Allah böyle emrediyordu. Davaları uğruna canla başla çalışırlar, Yüce Resûle olan sevgi bağlılıkları ve evlat, aile mal ve mülk sevgisinden çok çok üstündü. Resûlullah'ı, adım adım takip ederlerdi. O kadar zeki olmalarına rağmen akla gereğinden fazla önem vermezler vahye ve sünnete teslim olurlardı. Aklı Allah Teala'nın yüce bir nimeti kabul ederler vahyin ve sünnetin emrine teslim ederlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberlerine tabi olmadan, O'nu sevmeden imanın geçerli olmayacağını bilirler-ve öyle inanırlardı. Resûlullah'tan duydukları ikazları kabulden kaçınmazlar, O'nu bir beşer kabul etseler bile muhabbetlerinden ne yapacaklarını bilemezlerdi. Savaşlarda O'na bir zararın dokunmaması için kimisi kolunu, kimisi dişini, kimisi başını, kimisi de gövdesini siper edinirdi. Vücut uzuvlarını ve bedenlerini Yüce Resûl uğrunda kaybetmekten çekinmezlerdi. Kimisinin gözü çıkar, kimisinin kolu kopar, kimisinin vücudu yere yıkılırdı. Bu hallerinde bile Resulullah'ı, ararlar, O'nu sorarlardı. Dünyaya veda ederlerken dahi fütüvvet şuurundan ayrılmazlardı. Seferde de hazar da da kerdeşlerini kendi nefislerine tercih ederlerdi. Çünkü onlar kendilerine çok yüce bir önder edinmişler ve yine O yüce öndere her hususta tabi olmak üzere, itaat etmek üzere çok yüce bir ahid vermişlerdi: "LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH" Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008 22:34 | |
Huzurİslam | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Amellerinin Her Çeşitinde Vahyin İmzası Vardı O DİYARIN SAKİNLERİ amellerin büyüklüğüne, küçüklüğüne bakmaz, kim için yapıldığına dikkat ederlerdi. Mü'min bir kardeşinin görülünü almak veya cihada çıkıp kılıç sallamak. Bu iki ameli yaparlarken ihlaslarına ve kim için yaptıklarına itina gösterirlerdi. Çünkü imanları böyle inanmayı istiyordu. Günlük yaşayışlarının raporunu kitaplardan tespit edersen böyle olduklarını ' görmekteyiz. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B] batıl ehline karşı onurlu mü'minlere karşı merhametliydiler. Bir ara batıl ehlinden bir grup gelmiş, Peygamberin (sav) etrafında garip; güçsüz ve yoksul kimseleri görmüşlerdi. Yüce Resûle şu soruyu sordular: - "Ya Muhammed, senin hafsaları bunları nasıl kabul ediyor? Bunlar senin arkadaşların iken biz nasıl sana tabi olacağız? Bunları yanından kov" dediler. Yoksul ve düşkünlere elini ve bağrını uzatmış, açmış yüce Peygamber, bu mü'minlere bakarak: - "Şunu bilin ki, ben yaşadığım sürece aranızda yaşayacağım ve öldüğüm zaman aranızda öleceğim" buyurdu. O DİYARIN SAKİLERİ imkan buldukça birbirlerine uğrar, dertleşir, hal-hatır sorarlardı. Bir mü'min diğer bir mü'min kardeşinin halinden üç gün habersiz kalmazdı. Arar, sorar, bulur ve îmanının gereği halini araştırırdı. Hatta onlardan öyleleri vardı ki, yaya olarak Medine şehrinden tâ Şama kadar gelir ve müslüman kardeşini ziyaret eder, halini-durumunu sorar öğrenir, yapılması icap edeni yapar sonra da geri dönerlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ sohbet toplantıları yaparlar, birbirlerini ziyaret ederler ve ikramda bulunurlardı. Bu gibi ameller birbirleri ile olan irtibatlarını kuvvetlendirir, sevgi ve muhabbetin fedaileri olurlardı. Bu hususta onlardan bir ilim ehli şöyle demişti: "Ara sıra sohbet toplantıları yapıyor, birbirlerinizi Hakk rızası için ziyaret ediyorsanız, siz bunu yaptığınız müddetçe iyilik, bolluk ve mutluluk içinde yaşayacaksınız." O DİYARIN SAKİNLERİ, mü'min kardeşlerinin işlerini görmek, takip etmek hususunda sanki birbirleri ile yarışırlardı. İlim beldesinin kapısı niteliğinde bulunan Hz. Ali (r.a.) diyor ki: "İki nimet vardır; bilmem ki hangisi beni daha çok sevindirir. Biri, herhangi bir müslümanın beni derdine derman kabul edip de bana başvurmasıdır. Biri de o kimsenin derdini, Cenab-ı Allah'ın benim elimle halletmesidir. Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir müslümanın bir derdini halletmek, benim için yeryüzü dolusu kadar altın ve gümüşe sahip olmaktan daha çok sevindiricidir." O DİYARIN SAKİNLERİ cemaatın başında bulunan büyüklerine saygı gösterir ve değer verirlerdi. "bir toplumun büyüğü yanınıza geldiği zaman ona değer verin" hadisi o diyarın sakinlerinin şiârı olmuştu. Allah'ın kullarına değer verene, Allah da değer verir. Kendilerine gelen ziyaretçilerin altlarına minder ikram ederler, eğer evlerinde minder yok ise sırtlarına giymiş oldukları hırka veya cübbeyi yere sererek misafirlerini oturturlardı. BU DİYARIN SAKİNLERİ ise, o diyarın sakinlerinin amel ve ahlakına aykırı işlerle ömür tüketirler âdeta. Bir defacık olsun, görmediği, tanımadığı mü'min kardeşi hakkında, aleyhine rahatlıkla konuşur, kabaran nefsini böylece teskin ederler. BU DİYARIN SAKİNI,ERİ mü'min kardeşlerine dünyalığı nispetinde değer ve kıymet verirler. Hatta selam veren kişide maddi fakirlik varsa, selamım ona göre alırlar. Onlarla beraber olup sohbet etmezler, birlikte sokak ve caddelerde dolaşmazlar, ölüm haberi kulaklarına gelse çevre tesiri ile giderler, İslâm'ın dışındaki görüş ve ideolojilerin; "insan ekonomik bir varlıktır" tezine sanki bu gibi insanlar da katılmışlardır. İnsanı maddesi ile ölçmek isteyenler kapitalist ve dünyevî çıkarları istikametinde yaşayan insanlardan sayılır. BU DİYARIN SAKİNLERİ ziyaretleri adet haline getirmiştir. Amelden maksat, bir vazifeyi ifa etmek ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah rızası gaye edinilmeyen amellerin hiç değeri olmaz. Ziyaretler Allah için yapılmalı ve bir iş, amel ortaya konulmalıdır. Sırtındaki cübbesini misafirine minder diye seren gerçek müslümanların peşinde yürüdüğünü söyleyenler, cepteki ve kasalarındaki fazlalıkları bekletmeden yerlerine teslim etmelidir: BU DİYARIN SAKİNLERİ toplumun ileri gelen şahısları aleyhine kampanya başlatmayı vazife addederler. Onların aleyhinde bulunmanın dini bir tebliğ olduğu görüşünü savunurlar. Taraftar tutmak için en kestirme yolun bu olduğunu zannederler. Allah'tan korkmadan rahat rahat aleyhte konuşurlar, dinleyenler de zevk duyar. Çünkü şeytan konuşanın ağzına, dinleyenin kulağına badem yağı sürmüştür. Konuştukça coşarlar, coştukça konuşurlar. BU DİYARIN SAKİNLERİ; şekle ve sûrete önem verirler. Eğer kendisi kravatlı, kıyafeti düzgün biri ise yanma gelen başında takke, boynunda yakasız gömlek bulunan kişiden uzak kalmanın yollarını araştırırlar. Halbuki bu iki kıyafet sahibi cuma namazında veya başka bir namazda yanyana aynı safta namaz kılmışlardır. Fakat çevrenin ve suretin, şeklin verdiği tesir, yoksul giyimli müslümanı, hor ve hakir tanıtmıştır. BU DİYARIN SAKİNLERİ batıl ehline karşı yağcı, dalkavuk, mütevazı, garip müslümanlara karşı ise kibirli, onurlu ve gururludur. Bunu görmek isterseniz adım başı hadiselere şahit olabilirsiniz. Bir gafil ve zengin müslümanın bankaya gidip, banka müdüründen teminat mektubu isteme şekline. baksanız, gözlerinize inanamazsınız. Halbuki bu adam camide Allah'ına karşı rükûya eğilip, secde ediyordu. Demek ki, kendisine göre namaz kılışı varmış adamın!. İşte orada iki grup gözüküyor. Her mü'min safını öğrenmek istiyorsa yaşayışı ile onların yaşayışım kıyaslasın. Hangi grubun yaşayışına kendi yaşayışı benziyorsa o da onlardandır. Bu sadece müslüman kardeşleri ile irtibatının birkaç bölümü. Burada şu hususu belirtelim ki, o diyarın sakinleri gibi olmak için çalışanlar, mücadele edenler, yorulanlar ve kısmen de olsa onlar gibi olanlarda vardır. İstisnalar kaideyi bozmayacağı için biz umumi olarak meseleleri ele alıyoruz. Yüce Allah bizleri o diyarın sakinlerinin peşinden ayırmasın. Amin. Abdullah Büyük |
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın. |
![]() |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|