07 Ocak 2015 19:25 | |
su damlası | Cevap: Vefa ![]() "Neydi vefa? Unutmamaktı. Zor günde sırt dönmemek, Kapıları örtmemekti. Dostun ağlarken gülmemek, Her acıya onunla göğüs germekti vefa. Laf değil... Vefa ne bir semt, ne de sadece apartman adı, Vefa dostunla hemhal olmaktı. Yaralıya merhem... Susuza su… Ve vefa "anlamak"… Bir diken için bir gülü atmamaktı..." |
07 Ocak 2015 19:22 | |
su damlası | Cevap: Vefa Ensar gözyaşları içerisinde “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, nebi ve rasûl olarak da Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’den razı olduk!” diyordu… Ne olur Yâ Râb, sevdiğin bu hasletleri bize de lutfet.. Amin... |
01 Ocak 2008 20:47 | |
Emekdar Üye | Cvp: Vefa O halde, vefanın en güzel birkaç örneğine, hadis, siyer ve mağazî kitaplarının aktardığı şekliyle göz atalım. 1. Evet, o İki Cihan Güneşi aleyhi ekmelüttehâyâ, henüz dünyaya geldiği günlerde, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe bir kaç kez O'na süt emzirmişti. Verilen birazcık sütün hatırına Fahr-i Kâinat, Süveybe’ye karşı o kadar hürmetkârdı ki; hicretten sonra bile ona Medine'den hediyeler gönderir ve ihtiyaçlarını sordururdu. Hatta öldüğünü duyunca geride bıraktığı yakını olup olmadığını bile araştırmıştı. 2. Allah'ın Habibi, sekiz yaşlarında hem yetim hem öksüz, dedesinin bir emaneti olarak amca evine gönderilmişti. Burada O'na çok iyi bakıyorlardı. Ebu Talib’in hanımı Fatıma binti Esed, kendi çocuklarından daha iyi muamele ediyordu. Bilemiyoruz Abdulmuttalib, Ebu Talib’e “Varlıklı değilsin ama bu yetime en şefkatli davranacak olan sensin” derken, Fatıma binti Esed’in merhametini de işin içerisine katmış mıydı? Müslüman olarak Medine’ye hicret eden bu hanım vefat ettiğinde Fahr-i Kâinat “Bugün sevgili annem vefat etti.” demiş, onu gömleği ile kefenlemiş, daha sonra da kaber alışması için oraya bir müddet uzanmıştı. “Ey Allah’ın Rasûlü, herhalde Fâtıma’nın ölümüne çok üzüldünüz!?” denildiğinde ise: “ O benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken once benim karnımı doyurur, kendi çocuklarının üstü başı toz toprak içinde dağınık dururken, o once benim başımı tarar ve gülyağı sürerdi. O benim annemdi.” buyurmuşlardır. Sonra da dönüp ümmetine, Allah’tan sonra en vefalı davranması gereken iki insanı hatırlatacaktır: “Anne veya babasından her hangi biri yanında yaşlanıp da onları vesile ederek cenneti kazanamayanlara yazıklar olsun!” Bir başka zaman da, vefat eden babaya vefa ve iyilik adına, “Ölümünden sonra babalarınızın arkadaşlarına iyi davranmanız, babanızın üzerinizde hakkıdır.” buyurmuşlardır. 3. Huneyn savaşı sonrası 6000 kişilik esirler arasından bir kadın, Beni Sa’d yurdundan olduğunu söyleyerek, peygamber görmek için huzura çıkar. Kendisini sütanne Halîme’nin kızı Şeymâ olarak tanıtır; hatta küçük Muhammed tarafından ısırılmış ve izi kalmış olan omuzunu bile gösterir. Fahr-i Kâinat yerinden kalkar, hırkasını serer, onu mütebessim bir şekilde karşılar ve hasbihal eder. Sonra da bir köle, bir cariye, 2 deve ve bir miktar koyunla onu ailesine güven içerisinde gönderir. 4. Fahr-i Kâinat Medine döneminde Hz Aişe’nin odasında iken, dışarıdan bir kadının sesi duyuldu, huzura gelmek için izin istiyordu. Rasûlullah Efendimiz hemen yerinden doğruldu, heyecanla; “gelen Hâle, Hâle mi?” diyordu. Hâle binti Hüveylid, Hz. Hatice’nin kız kardeşiydi ve sesi de ablasınınkine benziyordu. Hz. Aişe zaten öteden beri, Hz. Hatice ile ilgili bu hatıraları gıptayla dinlerdi. Kendini tutamayarak; “Dişleri dökülmüş, ölmüş gitmiş bu yaşlı kadını ne diye anıp duruyorsun ki; hem Allah sana ondan daha hayırlısını vermişken!” deyince, Fahr-i Kâinat’ın yüz ifadesi ve ses tonu değişiverdi. Doğruldu ve: “İnsanlar beni yalanlamışken, o beni doğruladı, insanlar bana inanmıyorken, o bana inandı, insanlar benden her şeyini esirgerken, o beni malına ortak etti, Allah beni onun çocuklarından başkası ile sevindirmemişken, ondan daha hayırlısı ha, ondan daha hayırlısı ha…” diyordu. Hz. Aişe özür diledi ve bir daha Hz. Hatice konusunda kendisine rahatsızlık vermeyeceğini söyleyerek, vefakâr eşi karşısında boyun büktü… Fahr-i Kâinat, Hz. Hatice’nin arkadaşlarına bile iltifat ederdi ve çoğu kez onlara hediyeler gönderir, evde bir yemek olduğunda ilk onlara göndermeye özen gösterirdi. 5. Bedir Savaşı sonrası esirler için fidye karşılığı serbest kalabilecekleri kararı alınmıştı. Esirler arasında Rasûlullah’ın kızı Zeyneb’in kocası, Hz. Hatice’nin kız kardeşi Hâle’nin de oğlu Ebu’l As b. Rebi’de vardı. Ebu’l As’ın kurtuluş fidyesi olarak Mekke’deki eşi Zeyneb bir gerdanlık göndermişti. Gerdanlığı gören Fahr-i Kâinat bir anda hüzünlendi. Zira gönderilen gerdanlık Zeyneb’e annesi Hz. Hatice tarafından düğün hediyesi olarak verilmişti… Ashaba dönüp, “Ne dersiniz, gerdanlığı Zeynep’e geri göndersek ve Ebu’l As’ı öylece serbest bıraksak!” Lider tebaasından müsaade alıyordu. Alınan karara, sorumlu kişi olarak ters düşmek istemiyordu. Ancak ashab, Rasûlullah’ın kendileri için nasıl bir nimet olduğunun farkındaydı ve onların bu konudaki vefası da bilinmekteydi… Bu teklifi hemen kabul ederek belki de Ebu’l As için vefa üzerinden hidayete giden yolun kapısını açmış oluyorlardı… 6. İslam davetinin Mekke’de tıkanmaya girdiği hüzün yıllarıydı… Efendiler Efendisi, tüm insanlık için gönderilen bu dinin Mekke’ye hapsolmasının önüne geçmek ve Mekke dışında vahye gönüllerini açabilecekler için Taif’e yönelmişti… Ancak Taif’in cahiliye küllerine boğulmuş, akletme mekanizmaları sağlıklı çalışmayan ayak takımları onu taşlayarak şehirden uzaklaştırdılar. Dönüş yolunda himayesiz olarak Mekke’ye giremeyeceğini anlayan Rasûlullah, yanındaki azatlısı Zeyd b. Haris’i kendisini himaye etmeleri için sırasıyla Süheyl b. Amr’a ve Ahnes b. Şerik’e gönderdi. Ancak bunlar O’nu himaye etmekten çekindiler… Nihayetinde Mutim b. Adiy, peygamber (as)’i himayesine aldı. Adamları ile silah kuşanarak O’nu gidip aldılar ve Kâbe’nin yanına kadar getirerek, himayelerini açıkladılar. Muhtemeldir ki, kabile hiyerarşisi içerisindeki Nevfel oğullarının itibarını arttırmak isteyen Mutim’in bu davranışı, ne için olursa olsun Fahr-i Kâinat tarafından hiç unutulmadı. Öyle ki, Bedir Savaşında esir alınan 70 kişiyi kastederek, “Eğer Mutim b. Adiy bugün yaşasaydı ve bunları serbest bırakmamı isteseydi onun hürmetine bunların hepsini bırakırdım.” demiştir. Bu davranışıyla, vefa duygusunun alanının genişliğini gösteriyor ve iyiliğin failinin değil bizatihi kendisinin önemli olduğunu, yapılan iyiliklerin çabuk unutulduğu, kötülüklerin asla unutulmadığı günümüz insanlarına öğretmiş oluyordu. 7. Bisetin 5. yılında Mekke koşulları iman edenler için içinden çıkılmaz bir hal alınca, Efendimiz bir grup Müslüman’a, “Orada adil bir hükümdar var. Onun ülkesine gidin.” diyerek, Habeşistan’a göndermişti… Habeşistan’a giden muhacirlere Habeş kralı Necâşi büyük ilgi alaka göstermişti. Mekke devleti ile diplomatik sorunlar yaşama pahasına da olsa, n----- uygun bir şekilde onları ağırladı ve himaye etti. 8. Fahr-i Kâinat, adil hükümdar Necâşi vefat ettiğinde “ Bugün salih bir kardeş vefat etti.” diyecek ve gıyâbî cenaze namazını kıldıracaktır. Yine, Necâşi’nin oğlunun da içinde bulunduğu bir heyet Medine’ye geldiğinde onlara bizzat kendi eliyle hizmet edecek ve “Onlar benim ashabıma güzel davranıp, barındırdı; bugün ben onlara özellikle hizmet edeceğim.” diyerek, vefa duygusunun en güzel bir örneğini bizzat göstermiş olacaktır. 9. Mescidi Nebevîyi temizleyen Ümmü Mihcen adında, Habeşli, zenci ve yaşlı bir kadın vardı. Bir ara görünmeyince Allah Rasûlü onu soruşturdu. “Vefat etti, Ya Rasûlalah” dediler… “Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdular. Ashab, kadının durumunu küçümsemişti sanki. Rasûlullah “Beni onun kabrine götürün.” buyurdu. O’nu götürdüler, kadının kabri üzerine namaz kıldı ve onun için dua etti… 10. Ka’b b. Züheyr, Efendimiz ve O’nun pak ehli beytini hicveden şiirler okuyan, cahiliyenin en güçlü şairlerinden birisiydi. Fetih sonrası gizlenecek yer arayan Ka’b’a, kardeşi gizilice mektup göndererek, Medine’ye gelip af dilediğinde bağışlanacağını yazdı. Ka’b tanınmadan Mescid-i Nebevî’ye girdi. Huzura çıkıp “Ya Rasûlallah, Ka’b b. Züheyr gelse affeder misiniz?” diye sordu. Nebi (as), “Affolunacağını” söyleyince, Ka’b kendini tanıttı ve Müslüman olduğunu söyledi. Sonra, Kaside-i Bürde olarak tanımlanacak olan meşhur şiirini oracıkta okuyuverdi. Anlık gelişen bu hadise karşısında, vefa abidesi Fahr-i Kâinat verecek başka bir şey bulamadığından üzerindeki hırkayı çıkarıp, Ka’b’a hediye etti. Ka’b, bu hediyeyi ömrü boyunca saklamış, teklif edilen yüklü meblağlara rağmen satmamıştır. Varislerine devrolan bu hırka, Muaviye tarafından 40 bin dirheme satın alınarak, Emevî hanedanlığına geçmiştir. Sonra Abbasilere, oradan da Yavuz Sultan Selim’le birlikte Osmanlıya intikal eden bu emanet bugün Topkapı Sarayında, Hırka-i Saadet dairesinde bulunmaktadır. 11. Ci’rane’de ganimetler dağıtılıyordu. Efendimiz, küfürle bağlantısı taze olanlara, ganimetlerden bol bol veriyordu. Ensar’a ise neredeyse hiçbir şey verilmemişti. Ensar arasında, “Rasûlullah akrabalarını, hemşerilerini buldu; hâlbuki daha kılıçlarımızdan Kureyş’in kanı damlıyor” şeklinde konuşmalar başlamıştı. Durumu Sa’d b. Ubâde’den öğrenen Rasûlullah, “Sen ne düşünüyorsun? Ya Sa’d!” diye sorunca, Sa’d, utancından “Ben de aynı düşünüyorum.” diyemedi ama “Ben de kavmimden biriyim, Ya Rasûlallah” deyiverdi... Daha dün Akabe’de, Efendimiz’e “Biz senin için insanlarla olan anlaşmalarımızı bozacağız. Yarın bir gün Allah seni galip kılarsa, bizi bırakıp akrabalarına geri döner misin?” şeklinde sorulmuştu… O da, vefanın önemini, kulun Rabbine teslimiyetinin vefa duygusundan ayrı düşünülemeyeceğini işaret sadedinde: “Kanınız kanımdır, eviniz evimdir.. ben sizdenim, siz de bendensiniz!” diyordu. İşte bugün bu sözü tahakkuk ettirilmesi gerekiyordu… Durumun ciddiyetini fark eden Allah Rasûlü, ensardan, başka hiç kimsenin olmadığı bir yerde toplanmalarını istedi… Sonra da yanlarına gelip, “Evet, şimdi ne söylüyorsanız bana söyleyin.” buyurdu. Ancak, hiç kimse başını kaldırıp bir şey diyemedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat, “Ey ensar topluluğu, ben sizi ne yapacağınızı şaşırmış bir konumda buldum da benim sayemde Allah sizi doğru yola iletmedi mi? Sizi muhtaç buldum da benim sayemde Allah sizi zengin yapmadı mı? Sizi param parça buldum da benim sayemde Allah sizi birleştirmedi mi?” diye sordu. Onlar sessizce “evet” diyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem; “isteseydiniz, şöyle de derdiniz ve doğru da söylemiş olurdunuz: “Kavmin Seni kovmuştu, Seni yurdumuzda barındırdık; onlar Seni yalanlamıştı, biz Seni doğruladık; onlar Seni inkâr etmişlerdi, Sana biz iman ettik…” Bırakınız insanlar evlerine koyun ve develerle gitsin, siz benimle gidin. Sizin payınıza ben düştüm, bu paydan razı değil misiniz? Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki; eğer hicret olmasaydı, ensardan birisi olmak isterdim. Eğer tüm insanlar bir vadiye doğru gitse, ben ensarın yoluna giderdim… Ensar gözyaşları içerisinde “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, nebi ve rasûl olarak da Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’den razı olduk!” diyordu… Ne olur Yâ Râb, sevdiğin bu hasletleri bize de lutfet.. Ali Ünsal |
01 Ocak 2008 20:42 | |
Seleme | Cvp: Vefa Ebubekir Siddik Hazretlerinin: - Ya Rabbi! Ne olur benim bedenimi öyle büyüt ki; “La Ilahe Illallah Muhammedun Resülullah” diyen hiçbir mü'min cehenneme girmesin” İşte büyük bir vefa örneği... |
01 Ocak 2008 20:39 | |
Emekdar Üye | Cvp: Vefa Vefa Kahramanı Vefa, kelime anlamı itibariyle; sözünü tutmak, sözünde durmak, sözünü yerine getirmek, borcu ödemek, sevgi ve dostlukta sebat etmek, dostluk ve sevginin gerektirdiği davranışlarda devam etmek, istikrarlı olmak mânâlarına gelir. İman ehlinin hayatında ise, onun ahlâk güzelliğinin mühim bir unsuru, faziletinin bir parçası, istikametinin en mühim göstergelerinden birisi, doğru ve dürüstlüğünün de en güzel alâmetidir. Vefa, sadakatla arkadaştır. Hemen hemen her zaman bir arada bulunurlar ve birbirini tamamlayan güzel bir ikili teşkil ederler. Bu iki hasletin en güzel temsilcisi, herşeyde rehber ve rehnümâ, her hususta birinci, her güzellikte en önde olan İnsanlığın İftihar Tablosudur. Şimdilerde, vefanın sözünü eden pek çok ama hiç olmazsa o Vefa Kahramanı'nı taklit ölçüsünde dahi vefaya sahip çıkan, vafakâr olan insan sayısı ne kadar da az. Her mevzuda yıkılışların yaşandığı geçtiğimiz asrın dertli şairi devrini bakın ne acı resmeder: "Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emânet lafz-ı bî medlûl; Yalan râyiç, hiyânet, mültezem her yerde, hak meçhûl! Ne tüyler ürperir, yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne îman, din harâb îman serâb olmuş." Mehmed Akif Hemen her mevzuda yeniden dirilişin yaşandığı, geleceğe ümitle bakmaya teşvik edici aydınlık geleceğin şafak emarelerinin zuhur ettiği bu günlerde, diriliş kahramanlarının taşımaları, sahip olmaları gereken en önemli hasletlerden biridir vefa. O bizim bağımızın meyvesi, bizim bahçemizin gülüdür. Tâ, atamız Adem'le başlar bizim vefamız. O vefasıyla döndü Alemlerin Rabbinin kapısına ve vefaya mukabil vefa ile mukabele gördü. Kur'an Hz. İbrahim'i de bir vefa abidesi olarak nazara verir.(Bkz. Necm, 53/37) Hiçbir zaman Rabbinin isteklerine, O'nun arzularına muhalif hareket etmemiş, verdiği bütün sözleri yerine getirmiş ve hep vefalı davranmıştır. Ve son nebi, son peygamber.. o, her şeyde olduğu gibi vefada da zirvedir. Vefa.. vefalı olma.. ama kime ve nasıl? Elbette her şeyden önce Allah'a karşı vefa.. Rasûlüllah'a karşı vefa.. Kur'an'a karşı vefa.. sahabeye karşı vefa.. ana-babaya karşı vefa.. üstada-hocaya karşı vefa, eşe-evlâda karşı vefa.. yakına-akrabaya karşı vefa.. arkadaşa-dosta karşı vefa.. vatana-millete karşı vefa.. alınan borca-verilen söze karşı vefa.. hakka-hukuka karşı vefa.. ve daha Rabbin razı olacağı nice mevzularda vefalı olmalı. Evet, bütün bunlara karşı vefa ile dolup taşmalı. Hem de riyasız, süm'asız, içten ve samimi bir vefa ile. Peki nasıl? Nasıl vefalı olunmalı? Yolu nedir bunun? Bu soruların cevabı ise hiç şüphesiz yine Efendiler Efendisinin hayatında, sünnet-i seniyyesindedir. Zira, en güzel hasletlerin, en güzel ve doğrusu yine O’ndadır. Bu tür güzel hasletlerde asıl olan, sözlüklerin tarifi, kitapların izahı değil, onların nasıl en doğru şekliyle gerçekleştirileceğidir. En kâmil manada bunların temsili, hiçbir zaman eskimeyecek bir edada, hiçbir zaman pörsümeyecek bir kıvam ve ölçüde ancak Rasûlüllah'ın bize gösterdiği şekliyle olabilir. Zaten Kur'an’da: "Andolsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.” buyurulmaktadır (Ahzâb, 33/21). |
01 Ocak 2008 20:33 | |
KalbinNûru | Cvp: Vefa Ve Allah dostlarının vefasızlıkta bulunmaktan dolayı tir tir titredikleri görülür. Onlara göre vefa öncelikle bizi yoktan var eden Rabbi Rahim'e ve Onun aziz Resulüne karşı olmalı. Onları bir an bile unutmamanın adı vefa iken, onlardan bir lahzacık bile ayrı düşme, gafletle malul olma düpedüz vefasızlık olarak addediliyor. Bu durumda vefasızlık yeryüzünde Allah dostlarına verilmiş en ağır cezalardan biri olarak değerlendiriliyor. Yani o bütün bir hayatını hiç düşünmeden bir kere bile olsa vefasızlık damgası yememek için bir anda verebilecek kadar vefaya talip ve vefa isteklisidir. |
01 Ocak 2008 20:31 | |
Emekdar Üye | Cvp: Vefa Vefa ve sadakat Vefalı olmak Cenab-ı Hakk’ın istediği bir husustur. Buyurun size ilgili ayet-i kerimeler: “Bu, sadıklara doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır”. ALLAH onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur. (Maide, 119) Kur'ân'da İsmail'i de an; çünkü o, vaadine sadık bir kuldu ve gönderilmiş bir peygamberdi. (Meryem, 54) Müminlerdendir o erler ki ALLAH'a verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de beklemektedir. Onlar, ahidlerini hiç değiştirmediler. (Ahzab, 23) Çünkü ALLAH sadıklara sadakatleriyle mükafat verecek, dilerse münafıklara da azab edecek veya tevbe nasib edecektir. Şüphe yok ki ALLAH çok bağışlayıcıdır. Çok merhamet edicidir. (Ahzab, 24) Herhalde sana bey'at edenler ancak ALLAH'a bey'at etmektedirler. ALLAH'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de ALLAH'a verdiği ahde vefa gösterirse ALLAH ona büyük bir mükâfat verecektir. (Fetih, 10) Ali Budak |
01 Ocak 2008 20:30 | |
Emekdar Üye | Cvp: Vefa BİR VEFA Şems-i Tebrizî, Allah dostları ile sohbet ediyor, esrarlı şeyler söylüyordu. Buyurdu ki: - Eğer bir adam, ömründe bir defa bize Hak yolunda vefa gösterse, sonra ondan bin cefa gelse, biz onun o bir defalık vefasına bakar, cefasına hiç bakmayız. Çünkü asıl olan Hak için yapılan vefadır. O vefanın hakkını bilen, cefaya bakmaz. Allah vefalıların en vefalısıdır. Onun yolundaki bir vefa, Onun hatırına olduğu için, binlerce vefasızlığa galiptir. Onun hatırı her şeyin ötesindedir de ondan... Şems, bir vefayı o kadar cefaya tercih ederse, Allah (c.c), Onun yolunda, Onun hatırına gösterilen vefaya kim bi¬lir nasıl mukabele edecek, onunla ne hataları temizleye¬cektir. Yeter ki insan bir defacık olsun o vefayı bütün samimiyetiyle yakalayabilsin. "Bir an-ı seyyale vücud-ı enver, binlerce saat vücud-ı ebter'e müreccahtır." Nura boyanmış bir an, birlerce saatlik karanlığa tercih edilir. Meyveleri, ne¬ticeleri çok faklıdır. |
01 Ocak 2008 20:29 | |
Emekdar Üye | Cvp: Vefa Gerçek vefa, sarih ve zımnî olarak Allah'a karşı verilen sözlere sadık kalmaktır. Meselâ, "Ben, Allah'ın kuluyum, O da benim Mâbud'um.. Hazreti Muhammed'in (aleyhisselâm) ümmetiyim.. İslâm'ın müntesibiyim..." gibi ifadeler söz verme demektir. İşte bütün bunlarda en derine ulaşma; yani, yukarıda da ifade edildiği gibi harem odasındaki şekli yakalama tam vefadır. Bu ölçüdeki vefanın tarifine girecek şekilde vefalı olabilen bir insandan da yer yer kusurlar sâdır olabilir. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Âdem hata etti, evlâtları da hata etti."; "Âdemoğullarının bütünü hatakârdır. Hata edenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir." şeklindeki beyanlarıyla bu tür vefazedelere çare ve reçete sunar. Evet, yanılmak ve hata etmek insanın tabiatında vardır. Bu açıdan bir insan, çok vefalı olmakla beraber yine de hata edebilir. Ancak, o insan eğer vefalı ise, bin kusuru da olsa, kusurlarına bakılmaz ve ettiklerine göz yumulur. Değişik münasebetlerle misal olarak arz ettiğim, bir sahabi ile alâkalı hususî bir durumu müsaadenizle hatırlatmak istiyorum. Hem Bedir, hem de Uhud'a iştirak etmiş olan –ismini tasrih etmeyeceğim– bu sahabi, nebiz içmeyi bir türlü bırakmaz. Bu sebeple de, pek çok defa tecziye ve tedip edilir ve bir defasında –ihtimal– Halid b. Velid onun hakkında oldukça ağır konuşur. Bunu duyan Allah Resûlü'nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) canı sıkılır ve şöyle buyururlar: "Ona öyle konuşma; zira o, Allah'ı ve Resûlullah'ı çok sever." Bu hâdiseden şu hakikatleri çıkarmak mümkündür: 1. İnsan, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü'nü sevdiği hâlde zaman zaman hatalara girebilir. 2. O zatın nebiz tiryakiliği vardır; bu sebeple de, yer yer düşüp kalkmaktadır. İhtimal, ileride Allah lütfedecek, o da o işten kurtulacak ve bir daha da nefsine uymayacaktır. Burada esas vurgulanmak istenen ve Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde durduğu hususa gelince; o, bu sahabinin Allah'ı ve Resûlullah'ı sevmesi ve onlara karşı ciddî bir vefa hissi içinde bulunmasıdır. İntisabın hayatî önem ifade ettiği bir dönemde o zat, Allah'a teslim olmuş, teslimiyetini devam ettirmiş ve Allah Resûlü de onun bütün kusurlarına göz yummuştur; hepsi o kadar. Objektif olmayan, konuyla alâkalı benim de bazı müşâhedelerim olmuştur: İyi tanıyıp bildiğim, çok erken hak ve hakikate gözlerini açmış bir şahıs vardı. Bu zat, yürekleri hoplatacak hakikatlere şahit olmuş ve bu hakikatleri temsil etme ve düşünce aksiyonunun içinde, hatta önünde bulunmuş; lâakal öyle bilinmişti. Ne var ki, ben bir türlü onu, gönlüme göre koyduğum yerde bulamıyordum. Bazen beklenen ölçüde uyanık olmayabiliyor, çok defa yaya kalıyor ve hatta bazen gaflet diyebileceğim durumlara bile düşebiliyordu. Bazen aklımdan, "Onun ve benim gibi dikkatsizlerin Odetta gibi taş kesilmeleri gerekmez mi?" diye geçtiği de olurdu. Levsiyâtın her çeşidine açık böyleleri hep gayriciddî davrandıkları, çarşıda-pazarda günaha açık durdukları, dahası onun ızdırabını ruhlarında duymadıkları hâlde, nasıl oluyor da bu işin önünde görünebiliyor ve tokat yemiyorlardı?! Tokat yemeliydiler gibi geliyordu bana. Zira herkes idrak ve irfan seviyesine göre tokatlanır. Mukarrabîn, aklından geçen şeyden dolayı tokat yer; eğer aklından, birinin kusuruyla alâkalı bir şey geçse hemen ayağına bir iğne batar. Öyle ise bu insan, ön saflarda koştuğu hâlde nasıl oluyordu da tokat yemiyordu? Bu soru belki elli defa zihnime takılmıştır. Neden sonra aklıma geldi ki: Bu insanı tanıdığım günden beri o, onca kusur ve gafletinin yanında Allah'a karşı öyle vefalıydı ki, bütün zorluklara rağmen hiçbir zaman boyunduruğu yere bırakmıyor ve bir kuvvet-i zahr gibi her zaman Hakk'a sahip çıkıyordu. Demek ki, Allah, elli bin kusuru dahi olsa kulunun vefasından dolayı "ma veddeake Rabbüke vemâ kalâ"[1] âyetinin ifadeleriyle o kulunu terk etmiyor ve onu yalnız bırakmıyordu. Zira Allah (celle celâluhu), vefalıların en vefalısıydı. Evet, Hak kapısındaki vefa, koruyucu bir sütre ve kalkandır; işte bu hakikat, o şahıs hakkında da tecellî etmişti. Esasen bu değerlendirme objektif görünmeyebilir ve benim şahsî değerlendirmem de sayılabilir; ama öyle olmuştu. Vefa, bir mü'min vasfıdır. Bir hadis-i şerifte münafıkların özellikleri zikredilirken onların üç vasfından bahsedilir: "İzâ haddese kezebe ve izâ vaade ahlefe ve iza'tümine hâne- Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünü tutmaz. Emanete hıyanet eder." Hadis–i şerifteki "ve izâ vaade ahlefe"nin karşılığı "ve izâ vaade vefâ- "Söz verdiği zaman yerine getirir." ifadesidir. Yani, hulfu'l-vaad bir münafık sıfatı olduğu gibi, va'dinde vefa da kâmil mü'min sıfatıdır. Vefa kelimesi aynı zamanda "sıdk"ı ve kendisine bir şey emanet edildiği zaman emanete riayeti de tazammun eder. Bu itibarla o, hadis-i şerifte zikredilen üç hususun hemen hepsinde Allah ve Resûlü'nün bizden beklediği çok önemli durumu ihtiva eden şümullü bir kelimedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde mü'minlerin Allah'a verdikleri söz, "yûfûn"[2] veya ism-i fâil "Allah'a ahdettikleri zaman sürekli verdikleri sözü yerine getirme gayreti içindedirler."[3] şeklinde zikredilmektedir. Va'de vefanın, –yukarıda da bahsedildiği gibi– Hak kapısının düğmesine henüz dokunanın yöneliş vefası.. koridora adımını atan birinin vefası.. salona ‘buyur' edilmeye karşı adım atmakla cevap verenin daha engin vefası.. salona girdikten sonra ‘Acaba hareme nasıl kabul ediliriz?' şeklinde düşünenin vefası.. ve hareme girdikten sonra da oradan atılmama heyecanını yaşama vefası.. gibi kendine göre dereceleri vardır. Üstad buna benzer bir derecelendirmeyi ‘ihdina's–sırata'l–müstakim' ifadesine bağlı olarak serdeder. Ona göre ‘ihdina's–sırata'l–müstakim'de, ‘bizi sırat–ı müstakime, yani şer–i şerifin yol olarak tayin buyurduğu şehrâha hidayet eyle.' ‘Hidayet ettikten sonra o yolda bizi sabit kadem eyle ki, o yol bizim Hakk'a ulaşmamız için bir yol olsun.' gibi mânâlar ve daha sonrasına ait mertebeler vardır. Evet, herkes kendi seviyesine göre vefasının mükafatını mutlaka görecektir. ‘Evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum – Siz bana karşı va'de vefaya dair verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de va'dimi yerine getireyim."[4] ayet–i kerimesi bu hakikati hatırlatır. Esasen çok derinlemesine sezip sistemleştiremediğim bir hakikat yer yer vicdanıma aksediyor; ama tam evirip çevirip ifade edemiyorum. Şöyle diyebilirim: Vefa öyle yüce bir vasıftır ki; kul, bir hamlede onunla Hakk'a muhatap olma seviyesine yükselir; yükselir de böyle birinin Cenâb-ı Hakk'a karşı olumlu bir tavrı ne teveccühlere vesile olur ve ona: "Sizin şartınız, Benim şartım..." "Siz bir lâzımı ortaya koyun, Ben de koyayım..." denir. Allah (celle celâluhu) ile kul arasında mukaveleye benzeyen böyle bir teveccühte Cenâb-ı Hak, kuluyla âdeta mükâleme ve muamelede bulunuyor gibi onu teşrîfen ve tekrîmen terakki ettirerek çok yüksek bir pâyeye ulaştırmaktadır. Tabir caizse burada, ilâhî teveccühle kulun yönelişinin buluşması söz konusudur. Zira Allah, bunu "evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum" tabiriyle ifade etmektedir. Söz buraya gelmişken vefayla alâkalı bir şey daha arz etmek istiyorum: Vefa, dosta ait bir sıfattır. Dost, dostunu asla terk etmez. Dostluğun devamı da ancak vefaya bağlıdır. Vefasızlıktan müşteki bir şair şöyle der: "Dost bî-vefa, felek bî-rahm, devran bî-sükûn, Dert çok, derman yok, düşman kavî, tali' zebûn." Şimdilerde ben bunu değiştirdim ve şöyle söylüyorum: "Dert çok, derman daha çok; düşman şimdi zebûn, tali' daha kavî..." Mehmet Âkif de başka olumsuzluklarla beraber vefasızlıktan şöyle dert yanar: "Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emanet lafz-ı bî-medlul; Yalan râyiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl! .................................................. .............................. Beyinler ürperir, yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne iman, din harâb iman serâb olmuş." M. Âkif ilk mısrada önemine binaen vefayı zikretmektedir. Şairlerin eserlerinde bazen vefayla beraber sıdkın da ifade edildiği görülür. Zira sıdk, vefanın bir buududur. Sadık, vefalı olur. Zaten vefalı olmayan da sadık ve dost olamaz. Aslında, insanın göstermiş olduğu vefa, dönüp dolaşıp yine kendisine gelir. Meselâ, her ezandan sonra mü'minler, "Allahümme Rabbe hâzihî'd–daveti't–tâmmeh ves's–salâti'l–kâimeh" diye başlayan ezan duasını okurlar. Bu dua, "Allahım! Efendimiz'in derecesini insanın ulaşabileceği noktaların en zirvesine ulaştır. Öyle ki, alttan bakanlar takdirle başları dönsün. Yandan bakanlar oranının makam-ı hamd olduğunu görsün. Kendisi onun Livâü'l-Hamd olduğunun şuurunda olsun. Ve oraya koşanlarda ‘Elhamdülillah' deyip kurtulsunlar." demektir. Bu şekilde, her ezandan sonra bu duayı yapan ve her fırsatta salât u selâm getiren bir mü'mine –inşâallah– Allah Resûlü de ötede gereken vefayı gösterecektir. Sözlerimi şu duayla noktalamak istiyorum: Yâ Rabbi! Pekçok günah işledim. Nihayet tasmalı boynumla Sana geldim. Eğer, elde olarak veya olmayarak yer yer günah işlemek bir düşmek ve çamura batmaksa, hâlimi öyle arz etme ve şefaat dileğimi hâlimle ortaya koyma yolunu seçtim. Vefalı olamasam da, vefana güvendim. Sıdk u emanet bilmesem de, rahmetinin enginliğine yürekten iman ettim. Sermayesiz bir müflisim.. "ci'tü bi bidâatin müzcâtin feevfi lî ya Vefiyy"[5] deyip vefana sığındım. Sen Yusuf değil, hem onun hem de hepimizin Rabbisin; Yusuf, hâllerini arz edip eşiğine baş koyanları boş çevirmemişti... [1] Duhâ sûresi, 93/3 [2] Ra'd sûresi, 13/20; İnsan sûresi, 76/7 [3] Bakara sûresi, 2/177 [4] Bakara sûresi, 2/40 [5] "Değersiz bir sermaye ile geldim. Ey vefa sahibi Rabbim, vefana sığındım, bana vefanla muamele etmeni bekliyorum!" Fethullah Gülen |
01 Ocak 2008 20:28 | |
Emekdar Üye | Cvp: Vefa Kusurları Örten İksir: Vefa Fasıldan Fasıla'da "Vefa öyle bir şeydir ki bin kusur bile olsa örter." diyorsunuz. Bu sözü izah eder misiniz? Her şeyden evvel bu ifade, mücerret vefa ile alâkalı söylenmiş bir söz. İkinci olarak, vefanın da sadakat ve emniyet gibi kendine göre belli kriterleri vardır ve onlarla vefa vefa olur. Eğer vefa, Allah'a verilen söze bağlı kalma; insanlara verilen ahde riayet etme; dostluğun hakkını verme; Hak'tan halka kadar iyilik gördüğü herkese samimiyet ve sadakat içinde bulunma ise, –ki öyledir– insan, Allah ve Resûlullah'a müteveccih, rıza mülâhazasına kilitli, iman ve Kur'ân'a hizmet aşkıyla başı sürekli Hak kapısının eşiğinde olmalı; her nefes alışverişinde: "Henüz derinleşemedim.. gönlümce olamadım.. hâlâ sofa da dolaşıyorum ve salona giremedim.. harem dairesi ise bana fersah fersah uzak..." demeli ve konumunun hakkını verememiş olma hissiyle inlemelidir. Evet, Hak'la halvet çok önemlidir. Halvet-i sahîha bir vuslat ve bir şeb-i arûstur. İşte böyle bir duyguyla meşbû bulunma Cenâb-ı Hakk'a karşı bir vefa ifadesidir; sadece O'nu duyma, O'nu bilme, O'nun tecellîleri ile mest u mahmur yaşama ve başka şeyleri duymama veya O'ndan ötürü görme vefası... Sa'di; "Ağyâra gözünü kapamadıktan sonra O'na mahrem olamazsın." der ki, ne kadar yerindedir. Gerçek vefalı olma ancak, harem odasına girme, O'ndan "bî hurûf u lafz u savt" ses alma, O'nu dinleme, âlemin duyamayacağı hususî bir buudda O'nunla konuşma ve bunu devam ettirme, devam ettirme yollarını araştırmayla mümkün olur. |
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın. |
![]() |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|