01 Mayıs 2014 01:18 | |
Tuba_ | Cevap: TEFSİR DERSLERİ Hergün azar azar okusak biter aslında ![]() |
07 Kasım 2013 15:03 | |
Hâdimul İslam | Cevap: TEFSİR DERSLERİ okuyamadım çok üzgünüm ![]() |
31 Mayıs 2008 06:31 | |
Muhsin Arslan | Cvp: TEFSİR DERSLERİ üşenmeden okuyana ne mutlu ![]() |
16 Ağustos 2007 21:06 | |
Medine-web | Cvp: TEFSİR DERSLERİ adminin sonundaki ziyade zzz ler de kızgınlık sezdim ![]() ![]() kızmaya gerek yok ne demek istediğimi arz edeyim efendim; konuların okunması açısından,cazibe,göze hoş görünmesi akunabirlik için bu öneriyi vermiştim.konunun önemsizliğinden yada gereksizliğinden haşa demedim. paylaşımın için Allah size rahmet eylesin |
16 Ağustos 2007 19:54 | |
AŞK'ÜL İSLAM | RE: TEFSİR DERSLERİ Adminimizzz; isterseniz ben size bu tefsir derslerini dosya halinde vereyim de ana sayfamıza ekleyelim .. Öyle daha iyi olacaksa tabii ![]() |
16 Ağustos 2007 18:48 | |
Medine-web | Cvp: TEFSİR DERSLERİ güzel faydalı bir kategori..lakin uzun yazıların sıkılmadan okunduğu nadir..biraz daha özet veya okunabirlik verilse daha cazibeli oluyor. Allah razı olsun. |
16 Ağustos 2007 17:32 | |
AŞK'ÜL İSLAM | Cvp: TEFSİR DERSLERİ 29 Şubat 2000 AKRA FM Tefsir Sohbeti İSLAM BÜTÜN İNSANLARI KUCAKLAR 10.BÖLÜM Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.. Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Size Malezya'nın Kuala-lumpur şehrinden bu sohbetimi yapıyorum. Kuala-lumpur hakkında önce birkaç cümle ile bilgi vermek isterim. Malezya hızlı gelişen İslâm ülkelerinden birisi. 21 Milyon nüfusu var, yâni bizim nüfusumuzun üçtebiri gibi. Petrol ve palm yağı (palm-oil) ihracı gibi şeylerle, ticaret ve iş merkezi olması sebebiyle çok hızla gelişen küçükten bir ülke. Sanıyorum bizim yetkililer, sadece tek yöne, batıya bakanlar, doğudaki bu gelişmeleri göremiyorlar. Doğuda Japonya, Çin, Malezya hızla kalkınan ülkelerden. Endonezya'nın da kalkınma hızı güzeldi ama, karışıklıklar onu biraz sarstı. Doğu Asya'nın Kaplanları deniliyordu Malezya'nın da dahil olduğu bazı ülkelere... Onlar da bir uluslarası iktisâdî dalgalanmadan dolayı biraz sarsıntı geçirdiler ama, benim bir önceki gelişime göre burası çok daha gelişmiş, şimdi çok farklı gördüm. Şimdi şehrin merkezinde bir oteldeyiz. Karşımızda çok yüksek bir bina var. Dünyanın en yüksek binâlarından, Amerika'dakinden de yüksek imiş. Üstteki direk boy olarak sayılırsa, iddialılar. Amerikalılar kat olarak daha yükseklermiş, bunlar metre olarak daha yükseklermiş. Yâni hızla kalkınan ve büyük gelişmeler gösteren bir ülke. Türkiye'nin ihmal etmemesi lâzım! Türkiye'nin halkı ve yöneticileri buraları görmeli ve buralarla ileriye dönük çalışmalar yapmalı diye düşünüyorum. Halkımız buralarla ilgilenmeli; ticârî yönden, eğitim yönünden çok faydalanılabilir. Bugün buradaki Uluslarası İslâm Üniversitesi'ne gittim. Burada yıllarca tanıdığımız, sevdiğimiz bazı Türk üniversite hocaları belli zamanlarda, birer yıl, ikişer yıl veya daha fazla görev yapmışlardır. Ben görmemiştim, yeni taşındığı yere bugün gittim. Fevkalâde güzel! Rahmetli, merhum, Amerika'daki meşhur profesör İsmâil Farukî'nin ortaya koyduğu Bilginin İslâmlaştırılması, yâni bilgilerdeki İslâm'a aykırı olan komploların ayıklanması ve İslâmca güzel ve doğru bilgilerin düzeltilerek insanlara öğretilmesi diye bir konu var, bizler için çok önemli; o zihniyetle kurulmuş bir üniversite... İlkönce çok büyük destekler görmüş, şimdi biraz destekçiler desteklerini çekmişler ama, çok geniş, tabiatı, manzarası çok güzel bir alanda, çok geniş imkânlarla kurulmuş. Bir hayli de öğrenci var. Sanıyorum %20 kadar öğrenci dışarıdan, % 80'i buradan. Ülke için çok büyük bir kazanç... Burada ilim okuyanlar da, dünyanın muhtelif yerlerinden gelmiş renkli medeniyetlere ve anlayışlara sahip insanları tanıma imkânını buluyorlar. Artık devlet olarak, millet olarak, siyaset olarak böyle gözümüzü dünyanın her tarafına açmalıyız diye düşünüyorum. Kültür olarak, ilim irfan bakımından bunları çok önemli gördüğüm için, sohbetimin başında hatırlatmak istedim. Sohbetimi Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 136, 137 ve 138. ayetleri üzerinde olacak inşaallah. Önce ayetlerin mübarek metinlerini okuyalım, sonra mealini ve açıklamalarını yaparız. Bismillâhir-rahmânir-rahîm: (K�lû âmennâ billâhi ve mâ ünzile ileynâ ve mâ ünzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishàka ve ya'k�be vel-esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen-nebiyyûne min rabbihim, lâ nüferriku beyne ehadin minhüm, ve nahnü lehû müslimûn.) (Bakara: 136) (Fein âmenû bimisli mâ âmentüm bihî fekadihtedev, ve in tevellev feinnemâ hüm fî şikàk, feseyekfîkehümüllàh, ve hüves-semîul-alîm.) (Bakara: 137) (Sıbgatallàh, ve men ahsenü minallàhi sıbgah, ve nahnü lehû àbidûn.) (Bakara: 138) Bu ayet-i kerimeler bütün insanlık için çok önemli! Yirmibirinci Yüzyıl'ın insanına, hakkı arayan, hakîkatı arayan, doğru imanı arayan tüm insanlara; Avrupalılara, Amerikalılara, Asyalılara, kuzeydekilere, güneydekilere... herkese çok önemli bir yol gösteriyor. Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki: (K�lû) "Ey mü'minler, ey insanlar, deyiniz ki..." Daha ziyade biz mü'minlere, başka dinlere mensub insanlara karşı ne söylememiz gerektiğini emrediyor, tarif buyuruyor Rabbimiz. (Âmennâ billâhi) "Biz müslümanlar Allah'a inandık, Allah'a iman etmişiz. (Ve mâ ünzile ileynâ) Allah'ın bize Muhammed Mustafâ'sı vasıtasıyla indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'e, emirlere, yasaklara, dine, İslâm'a da inandık. Ayrıca, (ve mâ ünzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishàka ve ya'k�be vel-esbât) İbrâhim AS'a, oğlu İsmâil AS'a, oğlu İshak AS'a, torunu Ya'kub AS'a ve Esbât denilen Benî İsrâil kabilelerine indirilenlere; (ve mâ ûtiye mûsâ) Mûsâ AS'a ilâhî hükümler ve ahkâm olarak verilenlere; (ve îsâ) İsâ AS'a verilene; (ve mâ ûtiyen-nebiyyûne min rabbihim) Rablerinden insanlara bilgi getiren, vahiy getiren bütün peygamberlere verilenlere inandık deyiniz. (Lâ nüferriku beyne ehadin minhüm) Hepsi Allah'ın vazifelendirdiği peygamberler oldukları için, biz onların hiçbirisinin arasını açmayız, birbirinden hiç ayırmayız, seçme yapmayız, reddetme yapmayız; hepsini kabul ederiz. (Ve nahnü lehû müslimûn.) Biz alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmuş, müslüman olmuş kimseleriz deyin!" diye Rabbimiz emrediyor. Muhterem kardeşlerim! Muhterem izleyiciler ve dinleyiciler! Dünyada insanları böyle toplayıcı, böyle güzel hitabı yapan bir başka din sâlikleri, bir başka ümmet yok; sadece müslümanlar var! Bakın, ne kadar bütün insanlığı kucaklayacak, ne kadar güzel, ne kadar barıştırıcı, uzlaştırıcı, insanları derleyen, toplayan, aynı noktaya getiren, kardeş haline getiren ne güzel bir din İslâm!.. Nasıl geniş bir görüş!.. Rabbimizin bize emrettiği iman ne kadar güzel!.. Şimdi biz önce, öncelikle, bütün hakîkatlerin kaynağı olduğu için, bunları da onun vasıtasıyla öğrendiğimiz için Peygamberimiz, ahir zaman peygamberi, Tevrat'ta, İncil'de geleceği bildirilmiş, müjdelenmiş olan Muhammed-i Mustafâ SAS'e inandık. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu ayetle bize tavsiye buyurduğu ilk önemli madde bu. Ey insanlar, ey eski kitapların mensubları, sizlere sesleniyoruz: Biz ahir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ'ya inandık. Ona indirilen Kur'an-ı Kerim'e inanmış bulunuyoruz, biz ona bağlıyız. Allah'a bağlıyız, alemlerin Rabbine bağlıyız; onun indirdiği Kur'an-ı Kerim'e, Kur'an-ı Kerim kendisine indirilmiş olan Muhammed-i Mustafâ'ya bağlıyız. Adem AS'dan beri bütün peygamberlerin, "Ahir zaman peygamberi diye bir zat gelecek!" diye sevdikleri, özledikleri, ümmeti olmaya can attıkları o mübarek kimseye inandık. En doğru bilgi, en bozulmamış, hiç karanlık, açıklanmamış tarafı kalmamış olan ve tebliğ edildiği insanlarca çok titizlikle, anında tesbit edilip bize kadar gelmiş olan bir iman... Öteki peygamberlere de Allah-u Teàlâ Hazretleri vahyetmiş ama, o vahyedilen bilgilerin elimizde asılları yok. Kur'an-ı Kerim var!.. Peygamber Efendimizin hayatı, her safhasıyla biliniyor. Ailevî hayatı, dînî hayatı, savaşları, mücadeleleri, mazlûmiyeti, uğradığı haksızlıklar... Her şey biliniyor ve günü güne her sözü tesbit edilmiş. Kendisine indirilen ayetler o anda, hemen, ayet indiği zaman vahiy katipleri tarafından yazılmış. Böyle hiç bozulmamış, hiçbir şeyi karanlıkta kalmamış, unutulmamış bir sağlam bilgiye inandık. Dünyada başka bu kadar sağlam, güvenilir hiçbir ilâhî bilgi yok. Öteki bilgiler, o bilgilere inanmış olan papazların, hahamların, din adamlarının, rahiblerin de bildirdiği gibi, şâibeli... Zâten tesbitlerin de çok çeşitli olması, meselâ İncillerin pek çok olması gibi sebeplerle de, fiilen ihtilaflı olduğu, iyi tesbit edilemediği ortada. Şimdi biz buna inandık. Ama Rabbimiz buyuruyor ki: (Ve mâ ünzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishàka ve ya'k�b) "İbrâhim AS'a da inandık deyin! İsmâil AS'a da, ona indirilene de inandık deyin! İshak AS'a indirilene de inandık deyin!" diyor. Bütün peygamberlerin ismini saymıyor, bazılarının ki, muhatabı olan yahudiler ve hristiyanlarca mübarek bilinen, saygı duyulan isimler... Onları isim isim açıklıyor, ondan sonra da Mûsâ AS diyor, İsâ AS diyor, özellikle isim olarak veriyor. Ama genel bir bilgi olarak da arkasından, (Ve mâ ûtiyen-nebiyyûne min rabbihim) "Allah tarafından insanlara haber getiren bütün peygamberlerin hepsine indirilenlere inandık deyin!" buyuruyor. Bu çok önemli!.. Yâni dünyadaki bütün insanları kucaklayan çok muazzam, çok muhteşem, çok güzel, çok alkışlanacak, çok beğenilecek bir şey. Şimdi burada, Allah-u Teàlâ Hazretleri bütün peygamberlere inanmayı bize emrediyor. Biz de Hazret-i Adem Atamız'dan ahir zaman peygamberi Muhammed AS'a kadar insanlığa Allah'ın emirlerini getirmiş peygamber, enbiyâ ve mürselînin, bu mübarek zâtların hepsine inandık, hàlen de inanıyoruz. Bu ayet-i kerimede bildirilen şeye biz sahibiz, biz bu yol üzerindeyiz, bu emri tutmuşuz, bütün hepsine inanıyoruz. İsâ AS'ın gönlümüzde yeri var, göğsümüzde yeri var; Mûsâ AS'ın kalbimizin üzerinde yeri var... Her peygamberin içimizde, gönlümüzde muazzam mekânı var. Hepsini seviyoruz, hepsine bağlıyız. Var mı bizim gibi bu kadar toplayıcı, bu kadar güze bir kuşatıcılıkla, herkese böyle sevgi ile bakan?.. Çok çok güzel bir durum. Ve, (Lâ nüferriku beyne ehadin minhüm) deyin diye bir de te'kid buyuruyor Rabbül-àlemîn. Yâni, "Biz peygamberlerin hiçbirisini ötekisinden ayırmayız, seçim yapmayız; 'Şuna inandık, buna inanmadık!' demeyiz. (Ve nahnü lehû müslimûn) Biz Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne teslim olmuşuz." Yâni, "Allah ne emretmişse, onu yapacağız; neyi yasaklamışsa, ondan kendimizi çekeceğiz. Günahlardan, haramlardan uzak duracağız; sevaplı, faydalı, hayırlı işleri yapacağız!" diye söz vermişiz, Allah'a teslim olmuşuz. Ne kadar güzel, ne kadar hoş! Ne kadar tatlı bir durum, ne kadar güzel bir ifade!.. Kur'an-ı Kerim'deki bu ayet-i kerime son derece önemli! Başka ayet-i kerimelerde de aynı mânâ ifâde buyrulmuş. Eski milletler, eski ümmetler, bizden başka, müslümanlardan başka milletler böyle demedikleri için, Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayet-i kerimede buyuruyor ki: (Yürîdûne en yüferrik� beynallàhi ve rusülihî) "Bu kâfirler, bu eski dinlerin mensupları olanlar, taassuplarından, hasedlerinden istiyorlar ki, peygamberler ile Allah'ın arasını ayırsınlar, ayırma yapsınlar. (Ve yek�lûne nü'minü biba'dın ve nekfuru biba'd) 'Biz bunların bir kısmına inanırız, bir kısmını reddederiz.' diyorlar. (Ve yürîdûne en yettahizû ve kezâlike sebîlâ) İşte böyle bu arada bir yolu tutturmak istiyorlar. (Ülâike hümül-kâfirûne hakkà) Bunlar hakîkaten kâfirlerin tâ kendileridir." (Nisa: 150-151) diye, kâfir olduklarını Allah-u Teàlâ Hazretleri, yaratan Rabbül-àlemîn bildiriyor. Evet, bu ayet-i kerime son derece önemli! Bunu ezberleyelim, bilelim ve bu şuura sahip olalım!.. Ebû Hüreyre RA'dan İmam Buhàrî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle bir açıklama var. Bu açıklama bu ayet-i kerimenin niye indiğine dair sebe-i nüzûlü bildirmiş oluyor. Ebû Hüreyre RA diyor ki: (Kâne ehlül-kitâbi yakraûnet-tevrâte bil-ibrâniyyeh, ve yüfessirûnehâ bil-arabiyyeh, liehlil-islâm.) Peygamber Afendimiz'in asrında Medine-i Münevvere'de, Hicaz bölgesinde olan hahamlar, yahudilerden bilgisi olanlar Tevrat'ı İbrânice olarak okuyorlardı, "İşte şöyle diyor Tevrat'ta" diye, Arapça olarak müslümanlara açıklama yapıyorlardı. onun üzerine Peygamber SAS buyurdu ki: (Lâ tüsaddik� ehlel-kitâbi ve lâ tükezzibûhüm.) "Ehl-i kitap size böyle bir şeyler söyledikleri zaman, susun; ne tasdik edin, Çünkü belki kendi akıllarından yalan yanlış şeyler söylemişlerdir, yanlış bir şeyi tasdik etmiş olursunuz. Ne de tekzib edin; çünkü belki o sırada o cümleleri doğru olmuş olabilir." diyor. Onlar böyle yaptıkları için Allah-u Teàlâ Hazretleri bu ayet-i kerimeyi indirmiş: "Ey mü'minler siz deyin ki: 'Rabbimizin bize indirdiğine inandık; İbrâhim'e, İsâil'e, İshàk'a, Ya'kûb'a indirilenlere de inandık; benî İsrâilin kabilelerinden yetişmiş hak peygamberlere indirilenlere de inandık; Mûsâ AS'a ve İsâ AS'a da indirilene inandık. Hak olarak, bozulmamış, tam indirilene inandık. Sayısını Allah'ın bildiği, yüzyirmidört bin denilen eski peygamberlerin hepsine inidirilene inandık. Ayırım yapmayız, hepsini severiz ve Rabbimize teslim olmuşuz." deyin diye bu ayet-i kerimeyi onun üzerine indirmiş. "Biz ayırım yapmıyoruz, siz de yapmayın!" diye biz de lisân-ı hal ile onlara söylemiş oluyoruz. İbrâhim AS'a indirilenler, tamam; İsmâil AS'a vahyedilenler, tamam... İshak AS da İbrâhim AS'ın oğlu, ona da indirilenlere inanıyoruz. Ya'kub AS da, şu Mısır'da Zeliha validemizle sonradan evlenen, Mısır'a tarım bakanı olan, yeryüzünün bitkilerinin mahsûlâtının bakımına memur olan Yusuf AS'ın babası. Hani kardeşleri kuyuya atmışlar, Ya'kub AS'ın ağlamaktan gözlerine ak inmiş, görmez olmuş ya, işte o Ya'kub AS... Ya'kub AS'ı, Yusuf AS'ı seviyoruz, çocuklarımıza isimlerini vermemizden belli. (Vel-esbât) "Esbâta indirilene de inanıyoruz." Şimdi esbât kimlerdir?.. Alimler diyor ki: "Bunlar Yakub AS'ın evlâtlarıdır. Bu evlatlar oniki idi Bunların herbirinden birtakım insanlar türediler, çoğaldılar bunlara esbât denildi." diye bir açıklama var. Bazı alimler de: "Esbât yahudi kabîleleridir, kabâil-i Benî İsrâildir. Çünkü bunların ataları Ya'kub AS'ın çocukları imiş. Her birisi onlardan gelmişler, ayrı kabile olmuşlar. Benî İsmâîl'in, İsmâil AS'ın evlâtlarından Arap kabilelerinin türediği gibi. Keşşâf'ın yazarı Zemahşerî de, "Esbât Ya'kub AS'ın torunlarıydı, onların çocuklarının zürriyetleridir. Böylece oniki kabile olmuştu." diye aynı mânâyı ifade ediyor. Bunların içinden Allah-u Teàlâ Hazretleri zaman zaman kendilerine doğru yolu gösteren peygamberler göndermişti. Nitekim ayet-i kerimede buyruluyor ki: (Üzkürû ni'****llàhi aleyküm) "Ey yahudiler, tarihte sizin üzerinize Allah'ın gönderdiği nimetleri düşünün, hatırlayın! (İz ceale fîküm enbiyâ') Hani sizin içinizden peygamberler çıkarmıştı. (Ve cealeküm mülûkâ) Sizlere devlet de ihsân etmişti, içinizden hükümdarlar da yetişmişti, büyük bir devlet de kurmuşlardı." Başka bir ayet-i kerimede: (Ve katta'nâhümünsnetey aşrete esbâtan ümemâ) "Biz onları ayrı ayrı topluluklar halinde oniki kabile eylemiştik." buyruluyor. Netice itibariyle bunlar yahudilerin grupları olmuş oluyor. Esbât kelimesi nerden geliyor? Sıbt kelimesinden geliyor. Bu peşpeşe gelmek demek. Böylece cemaat oldukları için, bu sıbt, o sıbt diye böyle isimlendirilmiştir. Lugat alimleri diyorlar ki: Sebat kelimesi, ağaçlar demektir Kabileler olduğu için, ağaç gibi, orman gibi çok olduğundan esbât denmiş. Orman gibi, koru gibi, o mânâ düşünülerek söylenmiş. İbn-i Abbas RA da bu konuda diyor ki: "Bizim Kur'an-ı Kerim'de ismini bildiğimiz peygamberlerden 10 tanesi hariç, hepsi bu İsrâiloğullarından gelmiştir. Hariçte olanlar: [Adem], Nuh, Hud, Sàlih, Şuayb, İbrâhim, İshak, Ya'kub, İsmâil ve Muhammed-i Mustafâ (aleyhimüs-salevâtü vet-teslîmât) Hazretleridir." diye bir açıklama yapıyor. Bu da hatırınızda kalırsa uygun olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri bize onların arasından çıkan peygamberlere indirilene de inanmamızı emrediyor. Bütün peygamberlere ve onlara indirilen bütün kitaplara inanmamızı emrediyor; inanıyoruz. Yalnız İbn-i Kesîr'in naklettiğine göre, Süleyman ibn-i Habib diyor ki: "Biz o peygamberlere onların zamanında doğru olarak indirilmiş ayetlere inanıyoruz, yoksa şimdikilere değil! Çünkü şimdikiler asılları değil, kalıntıları, izleri... Doğrular da var içlerinde, yanlışlar da var." Bu çok önemli bir nokta... Onun için Peygamber Efendimiz, o kitapları okuyanları da yasaklamıştır. Ve bir hadis-i şerifte buyuruyor ki Peygamber SAS: "Biz Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i kabul ediyoruz. Ama Kur'an-ı Kerim sizi sarsın, sadece Kur'an-ı Kerim size kâfî gelir, Kur'an-ı Kerim'le yetinin, Kur'an-ı Kerim'e sarılın!" diyor. Çünkü ötekilerde asıl Tevrat'ta, asıl İncil'de, asıl Zebur'da olmayan cümleler ve yorumlar olabileceği için, yanlışlık olmasın diye Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin hak kelâmı, bir harfi bile değiştirilmemiş Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılmayı, ona uymayı; ötekilerin aslına inanmakla beraber şimdi ortada dolaşanların çok güvenilir olmadığını ifade etmiş oluyor Peygamber Efendimiz. Bu önemli... Bundan sonraki ayet-i kerimede: (Fein âmenû bimisli mâ âmentüm bihî fekadihtedev) Siz bu güzel jesti yapınca, davranışı yapınca, bu kucak açmayı yapınca bütün insanlara; onların da ne yapmaları gerekiyor?.. "Sizin inandığınız gibi ahir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ SAS'i de kabul etmeleri, iman etmeleri gerekiyor." Çünkü ilk madde, (Âmennâ billâhi ve mâ ünzile ileynâ) "Biz Allah'a inandık ve Allah'ın bize indirdiğine inandık."; ilk adım bu. "Onlar da böyle inanırlarsa, (fekadihtedev) doğru yolu bulmuş olurlar, hakkı yakalamış olurlar, doğru yola ayak basmış olurlar. (Ve in tevellev) Eğer haktan yüz çevirirlerse, bu gerçeğe katılmazlarsa, sırt dönerlerse, bâtıla yönelirlerse; bu kadar bu açıklamalar, deliller varken, hattâ kendi kitaplarından, kendi tarihlerinden bu kadar iknâ edici, münakaşayı kesici sağlam deliller söylendikten sonra, hâlâ sırt çevirirlerse, inad ederlerse; (feinnemâ hüm fî şikàk) o zaman onlar şikak içindedirler, ayrılık içindedirler, inat içindedirler, ihtilâf içindedirler; yanlış yola sapmışlardır, doğru yoldan ayrılmışlardır. O zaman kendileri hatâ etmiş olurlar." (Feseyekfîkehümüllàh) "O zaman sana Allah yeter." Kimlere karşı?.. O iman etmeyen, inat eden, peygamberlerin bazısına inanıp bazısını inkâr eden; "Allah'ın şu peygamberine tâbîyiz, kitabına tâbîyiz!" deyip de, eski, asılları olmayanlara tâbî olup da, asıl yeni, tertemiz ve hiç katıksız olanı inkâr edenlere karşı, Allah sana kâfîdir. (Ve hüves-semîul-alîm.) "Ve o Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi hakkıyla pekâlâ işitendir ve pekâlâ bilendir." Onların bu konudaki çeşitli abuk sabuk, aykırı sözlerini de işitiyor, davranışlarını da biliyor. Her şeyine vâkıftır. Tabii, vâkıf olduğu için de hesabını soracak, yanlış hareket edenlerin cezasını verecek. Üçüncü ayet-i kerime: (Sıbgatallàh, ve men ahsenü minallàhi sıbgaten ve nahnü lehû àbidûn.) (Bakara: 138) (Sıbgatallàh) Bu, Allah'ın boyası demek. Ne demek bu?.. İbn-i Abbas RA, "Bunun anlamı dînullah demektir." Yâni, "Allah'ın dinine biz tâbîyiz." denmiş oluyor. "Allah'ın dinine sarılın!" diye teşvik sadedindedir bu. Harekete geçirme, uyarı sadedindedir. "Haydi bakalım uyuşuk durmayın, bu tarafa gelin, şunu yapalım!" mânâsına. Başka ayet-i kerimelerde (fıtratallah) dendiği gibi, "Sizin üzerinize bu vazife olsun!" demek. Yâni, "Allah'ın bu dinine, boyasına, bu güzel renge, bu ilâhî renge, bu nurlu, ışıklı renge siz de yapışın! Buna sarılmak sizin göreviniz olsun!" demek. Onun için böyle üstünlü gelmiştir. Bazıları bu üstünlü gelmesinin sebebini (sıbgatullah veya sıbgatilâh değil de, sıbgatallàh gelmesini) daha önce geçen (milleti ibrâhîme) "İbrâhim'in dinine" sözüne bağlandığı için, ondan bedel olduğu için, "O İbrâhim'in dini Allah'ın nurlu yoluydu, Allah'ın boyasıydı. Bu güzel ilâhî boya ile renklenin, bu dine girin, buna sahip olun!" mânâsına. Bu konuda bir de İbn-i Abbas RA'dan rivayet edilen hadis-i şerif var. Peygamber Efendimiz onların eski devirlerindeki olaylarını müslümanlara anlatırken buyurdu: (İnne benî isrâîle kàlû) Benî İsrâil Mûsâ AS'a dediler ki: (Yâ rasûlallah, hel yesbağu rabbüke?) "Rabbin sıbga kullanır mı, boya ile boyanır mı?.." diye soru sordular. (Fekàle: İttekullàh!) "Allah'tan korkun, bu ne biçim soru?) diye susturdu onları. (Ve nâdâhu rabbühû) Allah-u Teàlâ Hazretleri ona vahiy buyurdu ki: (Yâ mûsâ, seelûke hel yesbağu rabbüke?) "Rabbin boya ile boyanır mı, diye mi sordular yâ Musâ?" (Fekàle: Neam.) "Evet, öyle sordular yâ Rabbi!" demiş. Onun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Ene esbagu el-elvân) "Ben çeşitli boyalarla kullarımı boyarım. (El'ahmera vel-ebyada vel-esvede vel-elvâne küllühâ min sıbğà.) Bu renkler benim boyalarımdandır, kulları bu boyalarla çeşitli renklerle türlü türlü boyarım." buyurmuş. Bizim Peygamberimiz'e de bu üslubdan, "İşte Allah'ın boyası, siz de bu boya ile boyanın, bu renge girin! Bu güzel nurlu şeye yapışın! (Ve men ahsenü minallàhi sıbgaten) Böyle Cenâb-ı Hakk'ın verdiği renkler bakımından, seçtiği, gösterdiği yol bakımından daha güzel hangi renk vardır, hangi yol vardır, hangi din vardır?.. (Ve nahnü lehû àbidûn) Ve biz işte o Rabbimize ibadet edicileriz." diye müslümanlar böyle söylerler. Her milletin davranışı, yürüyüşü, hayat tarzı bir çeşit renktir Bir renge boyalı bir tarzda gidiyorlar. Bizim rengimiz de budur. Allah'ın beğendiği, Allah'ın boyadığı, Allah'ın gösterdiği renk, yol... Cenâb-ı Hak bizi sevdiği yoldan, renkten, nurlu yoldan ayırmasın... Böyle insanları kuşatan, insanları birleştiren, kardeş olduğunu hatırlatan, Allah'ın kulu olduğunu gösteren, yanlış inançlardan çeken, doğru yola çağıran bu güzel inanç, bizim iftihar ettiğimiz çok güzel bir tarafımızdır. İslâm'ın muazzam güzelliklerinden, en büyük güzelliklerinden biridir. Biz bunu böyle telefonla vaaz olarak size bildirirken, bir taraftan da tabii radyo ile, televizyonla fezalara bu bilgi yayılıyor. Siz de çevrenize bu bilgiyi yayın! Herkesi İslâm'a çağırın, doğru yola çağırın! Yanlış istikamette kimse kalmasın, putlara, yanlış varlıklara, yaratıklara yanlış olarak kimse yönelmesin; yanlış dinler tutturmasın, yanlış yollarda yürümesin, àkıbetleri husran olmasın... Cenâb-ı Hakk'ın gadabını çekecek yanlışlıklar yapmasınlar... Çünkü yazıktır, hemcinsimizdir, Adem AS'dan kardeşlerimizdir bütün insanlar... Hepsinin iyiliğini istiyoruz. (Ves-selâmü alâ menittebeal-hüdâ) Bu iyilikleri anlayıp hidâyete tâbî olanlara selâm olsun... Ötekiler kendi sorumluluklarını kendileri yüklenmiş oluyorlar. Biz onlardan, onlar bizden berîyiz. Biz vazifemizi yapmış oluyoruz. Ahirette, mahkeme-i kübrâda suçlandıkları zaman, kendileri tabii cevap veremeyecekler. O duruma düşmesinler. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi ve evlâtlarımızı yolundan ayırmasın, İslâm'dan ayırmasın... Müslüman olarak doğup, müslüman olarak yaşayıp, imân-ı kâmil ile, mü'min-i kâmil olarak, tam müslüman olarak emanetini teslim edip, ahirete varmayı, Rabbimizin rızasına ermeyi, cennetine girmeyi, cemâlini görmeyi nasîb eylesin... Bi-hürmetismihil-a'zâm, ve bi-hürmeti nebiyyihil-ekrem, ve bihürmeti esrâr-ı sûretil-fâtihah... 29. 02. 2000 - Kuala-lumpur / MALEZYA (Hazırlayan: Dr. Metin Erkaya) |
16 Ağustos 2007 17:30 | |
AŞK'ÜL İSLAM | Cvp: TEFSİR DERSLERİ 22. 02. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 135) İBRÂHİM AS'IN DİNİNE GELİN! 9.BÖLÜM Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.. Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri cümlenizden razı olsun... Dünya ve âhirette sizleri aziz ve bahtiyar eylesin... Muradlarınıza nâil eylesin... İki cihanda mutlu olun, bahtiyar olun, Allah'ın sevdiği kul olun... Ahirette Peygamber SAS Efendimiz'e komşu olmayı da Allah nasib eylesin... Mübarek kelâmı Kur'an-ı Kerim'in Bakara Sûresi'nin --ikinci sûre bu; Fâtiha birinci sûre, Bakara ikinci sûre, Kur'an-ı Kerim'in en uzun sûresi-- 135. âyet-i kerimesine ulaşmış bulunuyoruz. Bugünkü sohbetimi, bu 135. âyet-i kerime üzerine yapmak istiyorum. Önce bu ayet-i i kerimeyi okuyalım. a. Kur'an'ı Ezberlemeye Başlayın! Bu aynı zamanda, birinci cüzün son sayfasının ilk ayeti oluyor. Kur'an-ı Kerim otuz cüzdür, yâni otuz bölüme ayrılmıştır. En son cüz Amme cüzü, ilk cüz Fâtiha cüzü. Bu otuz cüzün herbirisi on yaprak, yirmi sayfa; toplamı altıyüz sayfa ediyor. Böyle bir bölümleme yapmışlar. --Bu bölümlemelerde, Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek isteyenler, hafız olacak olacak kimseler acaba nereden başlasın?.. İki ana usül var. Birisinde cüzün en son sayfasından başlanıyor, en son sayfa ezberleniyor; ondan sonra ikinci cüzün en son sayfasına geçiliyor, ondan sonra üçüncü cüzün... Böylece otuz cüzün en son sayfaları ezberleniyor. O bitince, otuzuncu cüzden sonra, tekrar birinci cüzün sondan bir evvelki sayfasına geçiliyor. Yeni ezberlenen sayfaya çiğ deniliyor. Diğer sayfayı daha önceden ezberlemişti ama, arada otuz sayfa ile ezberleme çalışması geçtiği için, tabii zihin ilk ezberlediği kuvvette değil. Önceden ezberlenmiş olanı tekrarlamaya da, pişirmek deniliyor. Onu bir kez daha okuyunca birinciyle beraber, bu sefer iki sayfa olmuş oluyor. Biri çiğ, birisi pişmiş oluyor. Aynı şekilde ikinci cüzde, üçüncü cüzde hep en son sayfadan bir önceki ezberleniyor. Meselâ, soruyorsun hafıza: "--Evlâdım, yavrum, âferin, maşâallah, Allah'ın kelâmını ezberliyorsun. Nasıl gidiyorsun?" "--Efendim, ikinci sayfadan gidiyorum." diyor. Ne demek?.. Yâni her cüzün sonundan iki sayfa ezberliyor; birisi çiğ, ikincisini pişiriyor. Sondan başlıyarak böyle başa doğru gelip gelip, en sonunda ilk sayfaları ezberlemek şeklinde oluyor. Bu güzel. Böyle olduğu zaman, iyi bildiğini sonraya almış oluyor, bilmediğini öne almış oluyor. Başlama bakımından tersden başlamış gibi oluyor ama, ezberleme bakımından doğru gitmiş oluyor. Bazıları da ilk sayfadan ezberletiyorlar, sonra onun arkasındaki ikinci sayfayı ezberletiyorlar. Tabii otuz cüz bitip başa gelince, meselâ üçüncü sayfaya geldiği zaman, ilk baştaki iki sayfayı pişirme yapıyor, ondan sonra çiğe geçiyor. Kimisi öyle yapıyor, kimisi öyle yapıyor. Bu sayfa, birinci cüzün son sayfası... Umumiyetle bizde hafızlar buradan başlarlar ezberlemeye. Siz de inşaallah buradan başlayın ezberlemeye... Kur'an-ı Kerim'den hergün bir ayet ezberlerseniz, senede 365 ayet eder, iki-üç senede bu iş biter. Ama maalesef, devamlı çalışma, yâni yaptığı bir çalışmayı, güzel çalışmayı bırakmadan devam ettirmek, yorulmamak, yılmamak, geri dönmemek, yarışı yarıda bırakmamak; bu çok güzel bir sıfat, güzel bir haslet; azimli, iradeli, olmak iyi bir vasıf... Böyle devam etti mi iki-üç senede Kur'an-ı Kerim-i ezberleyecek; ne kadar güzel! İki seneler, yirmi seneler, kırk seneler, elli seneler geçiyor da maalesef, Allah'ın güzel kelâmı hakkında bir özel çalışma yapılmadığı için, pek çok müslüman ümmî olarak, gàfil ve câhil olarak göçüp gidiyor. Arapça bilmez, Kur'an okumasını bilmez, ezber bilmez... "Bir aşır oku!" dersin, okuyamaz. Medine-i Münevvere'de bir zât-ı muhterem, Abdülvehhab el-Fakîh diye, el-Fakih soyadlı bir aile var, bizim dedelerimizi Türkleri çok seviyorlar. Câfer el-Fakih diye bir başka yüksek görevlerde bulunmuş bir ağabeyi veya kardeşi de vardı. Orada bir otel çalıştırıyor. Belki daha başka işleri, ticaretleri de vardır, bilmiyorum. Yâni esnaftan bir kimse... Resmi bir sıfatı olan bir kimse olarak görünmüyor. Bizi evine, bahçesine davet etti. İşte Medine-i Münevere'nin de bütün eşraf ve âyanını, hocaefendileri ve sâireleri çağırdı. Bahçesini görmüş olduk, hurmalıklar arasında Medine'nin güzel bir gecesini geçirmiş olduk. Geniş teşkilat da yapmış, o kadar kalabalığı güzel ağırlayabilecek imkânları var. Zengin, varlıklı bir mübarek zât... Benim asıl söylemek istediğim, "Haydi bir Kur'an oku!" dediler. O kadar güzel Kur'an-ı Kerim okudu ki; orada hocalar var, hafızlar var, ilim irfan sahibi çok kimseler var... Onların arasında, herkesin takdirini kazanmış oldu. Hayret ettiler. Doğrudan doğruya mesleği din ilmi olmayan bir kimsenin, âdabına uygun ve bu kadar güzel bir şekilde Kur'an-ı Kerim okuması, hepsinin hoşuna gitti. Benim de çok hoşuma gitmişti. Demek ki olabilir; azmederse, çalışırsa, severse olur. Hadis-i şerifte geçiyor ki, Allah'ın dünya üzerinde, bizim bildiğimiz varlıklar içinde en çok sevdiği şey Allah'ın kelamıdır. Yedi kat semavâttan ve arzdan, semâdaki ve arzdaki tüm yaratıklardan, her şeyden daha sevgilidir Allah'ın kelâmı. Allah'ın kelâmını sevmek de Allah'ın sevgisini cezbeder. Onun için Kur'an-ı Kerim sohbetleri yapıyoruz; Kur'an-ı Kerim'i sevin diye, ilgi artsın diye... Birçok kimse de maalesef, Kur'an-ı Kerim'i okusa bile mânâsını bilmiyor. Bilmeye de yanaşmıyor veya çok muazzam bir yük olarak gördüğü için, altına girmekten korkuyor. Böyle gidiyor... Yanlış. Yâni yıllanmış, yayılmış, yaygınlaşmış yanlışlarımız var; bunu bozmalıyız. Her gün bir ayet ezberlemeye lütfen söz verin!.. Her gün bir ayet ezberleyin, bakın kısa zamanda neler öğrenirsiniz. Ama öğrendiğinizi sağlam öğreneceksiniz, unutmayacaksınız. Artık hem sözlerini öğrenirsiniz, hem tefsirine bakarsınız, mânasını öğrenirsiniz. O zaman, kısa zamanda Allah'ın kelâmını bilen, her şeyi güzel kavramış, dinde fakih olmuş, dinde ilim, irfan, derin bilgi sahibi olmuş, râsih�ne fil-ilmi zümresinden bir kimse oluverirsiniz. Olabilir; yâni tüccar da olabilir, esnaf da olabilir, çiftçi de olabilir, memur da olabilir... Bizim Gerede'de tanıdıklarımız vardı, ziyarete giderdik. Ankara İstanbul yolculuklarında, Hocamız'ı ziyarete giderken, durak yerimiz, ihvanımızdan kimseler vardı. Onlar vasıtasıyla tanıştığımız kimseler vardı. Manifaturacı, fıkıhta çok yüksek bir insan... Manifaturanın Türkçesi nedir diye düşünelim, bezzâz; yâni bez, yâni dokuma çeşitleri satan bir kimse. Ama, kendini vermiş. Çünkü Gerede'de bir ara birçok mübarek âlim yetişmiş. Alimoğlu, âlimoğlu, âlim; o da böyle talebelerini iyi yetiştirmiş; esnaf da olsalar, çiftçi de olsalar, dini öğrenmişler. Birinci cüzün son sayfasının başı olduğundan bu sözleri söyledim. Bu sözlerin özeti şu: Madem buraya geldik, burayı ezberlemekten başlayın! Kur'an-ı Kerim'in ezberine karınca kararınca yürürsünüz, bir zaman gelir maksada vasıl olursunuz, muradınıza erersiniz. b. Yahudilerin ve Hristiyanların Teklifleri Bu 135. âyet-i kerime Bakara Sûresi'nden: (Ve kàlû kûnû hûden ev nasàrâ tehtedû, kul bel millete ibrâhîme hanîfâ, ve mâ kâne minel-müşrikîn) (Bakara: 135) Arapça bilgimizle kelimelerin ne anlama geldiğini nakledelim: (Kàlû) "Dediler ki..." Kimlerin dediğini anlatacağım. (Kûnû) "Olunuz!" Bu da emir. Kàlû mâzi, kûnû emir; yâni birisi geçmiş zaman, birisi emir. (Kûnû hûden ev nasàrâ) "Yahudiler olunuz, yahut nasrânîler olunuz." dediler. Kime dediler?.. Müslümanlara diyorlar. Peygamber Efedimiz'in ashabına diyorlar. Peygamber Efedimizin kendisine diyorlar. (Tehtedû) "İşte o zaman hidayet üzere olmuş olursunuz, doğru yolda olursunuz." diye böyle söylemişler. (Kul) "Ey Rasûlüm de ki..." (Bel) Bel, öyle değil, aksine, bilakis demek. "Bilakis sizin dediğiniz gibi değil, tam aksine, (millete ibrâhîme hanîfâ) yahudiler olarak, nasraniler olarak yaşamak değil, İbrahim'in dinine hanif olarak girmiş olunuz; o zaman hidayette olmuş olursunuz." diye bunu demesini Peygamber Efendimiz'e Allah emrediyor. (Ve mâ kâne minel-müşrikin) "İbrahim AS müşriklerden olmadı, şirke düşmedi; o hanifti." Yâni, "Hanif olan İbrahim AS'ın dini üzere olmak esastır. Öyle sizin teklif ettiğiniz doğru değildir, tarafgirliktir. Hakkànî bir söz değildir." demiş oluyor. Bu âyet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü... Sebeb-i nüzûl ne demek?.. Bir âyet-i kerimenin inmesini gerektiren olay. Ne olmuş da bu âyet-i kerime nazil olmuş? Sebeb-i nüzül bu. İbn-i Abbas RA diyor ki: Abdullah ibn-i Surya el-A'ver, yâni kör gözlü Abdullah ibn-i Surya isimli birisi... Kör gözlü dediğim, a'ver şaşı demek. Sıfatı öyleymiş demek ki. Her insanın bir sıfatı oluyor. Mesalâ; Uzun Hasan diyoruz, veyahut Topal Ahmed diyoruz, veyahut kör filanca diyoruz, onun gibi. Abdullah ibn-i Surya isimli, A'ver lakaplı, yâni, şaşı lakaplı kişi, Peygamber SAS'e bir konuşmada: (Men hüdâ illâ mâ nahnü aleyhi) "Hidayet, doğru yol ancak bizim üzerinde olduğumuz yoldur. (Fettebi'nâ) O halde sen bize tâbi ol Yâ Muhammed! (Tehted) O zaman sen de hidâyet üzere olmuş olursun." diye Peygamber Efendimiz'e böyle bir teklifte bulunmuş. Şimdi bizim halkımızın içinde, halk bazen böyle bir mânayı güzel bir çerçeve içerisinde güzel ifade eder. Meselâ, kimse ayranım ekşi demez, benim ayranım tatlı der. Herkes kendisinin yolunu medheder, kendisini beğenir, kendisinin yolunu beğenir, işini beğenir, böbürlenir. Hak neyse, doğru olan neyse, onu söyleyip ona tabi olmak yüksek insanların şiarıdır. İnceleyip, "Tamam kardeşim, sen haklıymışsın, ben haksızmışım! Ben hakkı kabul ediyorum." demek çok yüksek bir fazilettir. İnsanlar her zaman böyle faziletli olamıyorlar. Bazen tarafgir oluyorlar, inatçı oluyorlar. İşte yine halk tâbiri, ben seviyorum onları çünkü anlatım gücü çok yüksek. "Uçsa da keçi, uçmasa da keçi" hikâyesi var. Onun gibi yâni, inada biniyor iş. İki Karadenizli uzakta, kayanın üstünde bir karaltı görmüş. Uzakta, kayalığın ucunda şöyle bir karaltı... Bir tanesi demiş ki: "--Aaa keçiye bak, kayanın ta ucuna kadar çıkmış?" Ötekisi demiş: "--Kardeşim o keçi değil, kartal, büyük bir kuş; sen yanılıyorsun!.." "--Yok canım, keçi... İşte bak, gözünü iyice dik, dikkatli bir şekilde bak! Bu keçi..." Ötekisi kartal demiş, bu keçi demiş. Şimdi tabii bu anlaşılmıyor uzaktan. Amma olacak bu ya, kartalmış demek ki; uçmuş, kanatlarını açmış, böyle boşlukta süzülmüş gidiyor. Tamam, belliki keçi değil, keçi uçamaz. Bu sefer kartal diyen demiş ki: "--Bak gördün mü? İşte kartalmış, kayalıktan uçtu, kartal olduğu belli oldu." Ötekisi de işi inada bindirdi ya: "--Uçsa da keçi, uçmasa da keçi!.." demiş. Bu neyi gösteriyor?.. Gerçekler kendisine isbat edildiği halde, bazı insanlar inadı bırakmıyorlar. Kendi yanlış fikirlerini ısrarla savunuyorlar. Bu çıkmaz bir yol... Böyle bir tutumla ne ilim ilerler, ne irfan ilerler, ne adalet olur, ne hakkàniyet olur. Ne olması lâzım?.. Haksız olanın haksızlığını anlaması, kabul etmesi lâzım; haklı olanın da takdir edilmesi lâzım, beğenilmesi lâzım!.. Şimdi böyle bir sözü söylemiş Peygamber Efendimiz. Geçtiğimiz ayetlerde anlattık onları açıklarken; eski bütün peygamberler, onların tabii olduğu Musa AS, veyahut İsâ AS, veyahut İbrâhim AS, İsmâil AS ve İshak AS, "Ahir zamanda bir peygamber gelecek, o Allah'ın sevgili peygamberi olacak, İbrahim AS'ın neslinden olacak..." diye bildirmişler. Bunlar onların kitaplarında bilinen şeyler, yazılan şeyler ve kendilerinin de beklediği bir husus. Şimdi Allah'ın en sevgili kuluna, bu sözü söylüyorlar. Yâni, "Sen bizim yolumuza gel!" diyorlar. Peki ama, sen bu yola gel! Sen bu Allah'ın en sevgilisinin yoluna gel! Niye öyle yapmıyorsun? Hristiyanlar da Peygamber Efendimiz'e buna benzer bir sözü söylemişler. Bunun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri, bu anlatımını yapmakta olduğumuz âyet-i kerimeyi indirmiş. c. İbrâhim AS'ın Dini (Bel millete ibrâhîme hanîfâ, vemâ kâne minel-müşrikîn) Bel burada bir edattır; "Hayır öyle değil, aksine, tam aksine, bilakis" demek. (Millete ibrâhîme) "İbrahim'in milleti." Buradaki millet kelimesi bizim şimdiki kullandığımız millet kelimesinden farklı. Burada millet din mânâsına geliyor, "İbrahim'in dini" demek. Yoksa öyle insanlardan müteşekkil, ulus teşkil eden insan topluluğu mânâsına değil. "Bilakis, İbrahim'in dinine girin!" Şimdi bu hanif kelimesi üzerine çeşitli izahlar yapılmış. Deniliyor ki: "Ey müstakimler yâni dosdoğru olarak, dosdoğru kişiler olarak, hiç eğikliği olmayan kişiler olarak, İbrahim'in dinine tabii oluruz, o zaman hidayet üzere oluruz. Siz de gelin oraya girin! Çünkü İbrâhim de sizin hürmet ettiğiniz, atamız dediğiniz peygamberiniz. Ona tâbi olunuz!" diye sen öyle teklif et ey Rasûlüm diyor. Şimdi hanîfâ'dan maksad müstakîmâ mânâsına. Bazıları, meselâ Mücâhid (Rh.A) demiş ki: "Muhlisâ, yâni ihlaslı bir kişi olarak, ihlas ile İbrahim'in dinine girmiş kimseler olun!" Çağırdığınız yol doğru değil. Çünkü siz zaten İbrahim AS'ın, İshak AS'ın, kendi peygamberlerinizin öğrettiklerini tam tesbit edememişsiniz. Kaybolmuş, yanlış inançlar çıkmış ortaya... Kendi aranızda da yüzlerce mezhep çıkmış. Hangisinin doğru olduğu kendi aranızda münakaşa ediliyor. söylüyor. "En iyisi öyle değil de asla, asıl kaynağa dönün, İbrahim AS'ın dinine ihlâslı olarak girin!" diye onlara buyuruyor. Yâni hanif, muhlis mânasına kullanılıyor. İbn-i Abbas'tan ilginç bir rivayet de: Buradaki hanîfen demek, hâccen, yâni hacı olarak, haccetmiş olarak. Bu izaha Hasan-ı Basrî, Dahhâk ve Atiyye ve Süddî de katılmış. Halbuki, biz o mânâyı burada okumasaydık hiç aklemezdik. Çünkü el-hanif demek, (ellezî yestakbilül-beyte bisalâtihî) "Namazında Beytullah'a dönen" mânâsına. Aslında meyleden, temayül eden demek hanif kelimesi lügat mânâsıyla. Beytullah'a temayül eden olduğu için, "Haccederek, Beytullah'a yönelerek, İbrahimin dinine girin!" denmiş oluyor. Yâni gücü yeterse haccetmek niyetinde olarak mânasına. Mücâhid, Rebi' ibn-i Enes (Rh.A), hanîfâ'dan maksat müttebian demek; yâni ittibâ ederek, uyarak, emir tutarak, söz dinleyerek mânasına. Ebû Kılâme demiş ki: El-hanif demek, (ellezî yü'minü min rusûli küllühüm min evvelihim ilâ âhir) Araplar arasında bazı kimseler hanif diye isimlendirilirdi. Peygamber Efendimiz'in asr-ı saadetinde veya ondan biraz önceki devrede kullanılan bir kelimeydi. Falanca haniflerdendi demek, "Müşriklerden değildi, eski peygamberlerin hepsine inanan, hepsine saygılı olan" mânâsına gelirdi. Öyle kimseler vardı. Bunlar İslâm gelmeden evvel, evvelinden âhirine kadar bütün peygamberlere inanmış, geniş görüşlü, makbul kimselerdi. Peygamberlerin evveli Adem AS, âhiri Peygamberimiz Muhammed-i Mustafa; aleyhimüs-salevâtü vet-teslîmât, hepsine salât-ü selâm olsun. Hepsine birden inanan demek oluyor. Tabii bu hakkàniyeti kabul etmekten, hakka mütemayil olmaktan doğan bir davranış. Herkes böyle yapmaz, birisini tutar ötekisini reddederse; o da Allah'ın sevgili kulu... Sen bunu tutup ötekisini reddedince, Allah'ın sevmediği işi yapmış oluyorsun. O zaman bindiğin dalı da kesiyorsun. Çok yanlış oluyor. O da Allah'ın Peygamberi ise, bu da Allah'ın Peygamberi ise; ikisinden birini tutup da ötekisine düşmanlık etmek, Allah'ın sevmediği bir şey... En iyisi haniflik, yâni hepsini kabul etmek. O zaman, o teklif eden kimselere, "Bütün hepsini kabul eden bir kimse olarak İbrahim'in dinine gelin, ona girin! O zaman hidayet üzere olursunuz." cevabı verilmiş oluyor. Katâde demiş ki, hanif kelimesinden yâ-yı nisbet ile hanifiyye, yâni haniflik kelimesi kullanılıyor Araplar arasında... Bu ne demek?.. (Şehâdetü en lâ ilâhe illallah) "Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmek" demek. Arapların Kâbe'yi putlarla doldurduğu cahiliye devrinde, Arabistan'da putların bir işe yaramaz, bâtıl inanç mahsulü, faydası zararı olmayan taş parçaları olduğunu bilen ve yüce Allah'a inanan insanlar da vardı. Aklı başında, dengeli, hakka mütemâyil, doğruyu söyleyen, Allah'ın bir olduğunu, ondan başka ilah olmadığını bilen; böyle insanların şekil verip, yontup da, karşısına dikip de tapındıkları şeylerin aciz olduğunu, onlardan bir şey istemenin de yanlış olduğunu bilen insanlar vardı. Çünkü kendilerinden evvel, yüce Allah'ın varlığını birliğini anlatan nice peygamberler geçmiş, o güzel bilgiler kendilerine ulaşmıştı. Tabii bu inancın içine, eski cahiliye devrinde, cahiliyeci Arapların yaptığı kötü bir takım şeylerin karşısında olmak da giriyor. Meselâ cahiliye Arapları anneleriyle evlenirlermiş, teyzelerle, halalarla, kızlarla evlenirlermiş. Bu yanlış uygulamalara karşı çıkan, Allah'ın haram kıldığı şeyleri haram bilen ve sünnet edilmeyi kabul eden kimseler varmış. Haniflik bu. d. Allah'ın İbrâhim AS'ı Sevmesi Şimdi İbrâhim AS öyle bir kişi ki, öyle mübarek bir kişi ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri onu halil seçmiş kendisine. Halîlullah, Allah'ın halîli... Halil ne demek; sırdaş, birbirine iyice sarmaş dolaş olup, esrarına aşina olan samîmî dost demek. İnsanın meselâ, bir tane tam dostu olur, her şeyi gider onunla dertleşir, konuşur. Benim en samîmî arkadaşım bu der. Bu onun için canını verir, o bunun için canını verir. Canını vermese bile fedâkârlık yapabilir. İşte böyle kimselere halil derler. Yâni aralarından su sızmıyor, yedikleri içtikleri ayrı gidiyor sadece; başka her şeyleri beraber, birbirlerine çok muhabbetliler. Bu sıfat, önemli bir sıfat. Aslında abdest alırken meselâ, elini yıkadığı zaman parmakları hılallamek diye bir tabir var. Yâni bu elin parmaklarını, öteki elin parmakları arasına sokup, sıvazlamak; böylece parmak aralarında su girmemiş kısım bırakmamak. Parmak aralarına öteki elin parmaklarını soktuğu için, birbirinin arasına girmiş oluyor. İşte halil kelimesi de böyle sırdaş, her türlü iç yüzüne, esrarına âşinâ, samîmî arkadaş demek. Allah İbrâhim AS'ı öyle sevmiş ki... Ama çok denemiş. Geçtiğimiz ayet-i kerimelerin bazılarında anlattım, Allah-u Teàlâ Hazretleri ne teklif ettiyse, o da samîmîyetle, "Pekiyi yâ Rabbi!" diyerek yapmış. Ne kadar zor, ne kadar meşakkatli, ne kadar yüreği yakan, içini sızlatan şey olsa bile... Meselâ; sevgili hanımını, sevgili çocuğuyla beraber Allah emrediyor: "--Götür bunları Hicaz'da, şu beldede, şu dağların arasındaki ekin bitmez vadiye bırak, gel!" diyor. Şimdi insan kendi sevdiği hanımını, sevdiği yavrusunu; uzun zaman çocuğu olmamış, sonradan olmuş; bu çocuğu oraya bırakmak nedir?.. Büyük fedâkârlıktır. Allah emretti diye hemen yapıyor. Bu bir imtihan kazanmak işte... İbrâhim AS İsmâil AS'ı çok seviyor, geliyor gidiyor yanlarına... Rüyasında "Bunu keseceksin!" diye işaret ediliyor. Tabii, Allah'ın peygamberlerinin rüyaları ciddîdir. Çünkü vahyin bir çeşididir, onlar o surette Allah'ın emirlerini alırlar. Rüyada İsmâil AS'ı kesmesi emrediliyor. O da gidiyor, İsmâil AS'a açıkça söylüyor: "--Evlâdım, rüyamda seni kesmem emrolundu, seni kesiyor görüyorum; ne dersin bu işe?" diye soruyor. O Halîlullah samimiyetle bunu söylüyor ve yapacak. İsmâil AS da o Halîlullah'ın mübarek evlâdı. O da diyor ki: (Yâ ebetif'al mâ tü'mer) "--Babacığım mâdem Allah öyle emrediyor, Allah'ın emrettiğini yap! (Setecidünî inşâallàhu mines-sàbirîn) İnşaallah ben bu işi yaparken sabredebilirim, sabredenlerden olurum. İnşaallah sabırlı, bu işe engel olmağa kalkmayan bir insan olarak görürsün." diyor. Bu da çok büyük bir şey, bu da bir imtihanı kazanma, bu da güzel... Kendinizi onların yerine koyarsanız, anlayabilirsiniz. İbrâhim AS kavminin içinde Allah'ın sevdiği işi yapıyor, yanlış inanca sapmıyor. Allah ordan seviyor. Allah şirke sapmayı, dalkavukluğu, yalana dolana rıza göstermeyi sevmez. O da rıza göstermiyor. Hattâ tüm Bâbil halkına muhalefet ediyor, bütün kavim karşısında, o doğruyu söylüyor. Bunlar imtihanı başarmak. İmtihanları başarmış, Allah da Halîlullah eylemiş. O İbrâhim AS Halîl idi. (Hanîfen müslimâ) "Kendisini Cenâb-ı Hakk'a teslim etmiş, bir mübarek, nümûne-i imtisâl, örnek alınacak, peşinden gidilecek bir rûhànî, mübârek, çok büyük insan... (Ve mâ kâne minel-müşrikîn) Aslâ müşriklerden olmamıştı." Müşriklerin arasında yetişip de müşriklerden olmamak, çok güzel! Mü'minlerin arasında yetişiyor da bu devirde insanlar, müslüman anneden, babadan, dededen, nineden, soydan soptan geliyor, sülâlesinde ne kadar mübarek insanlar var da, kendisi imanını koruyamıyor, küfre düşüyor; veyahut kötü huylara düşüyor, kötü alışkanlıklara düşüyor; veya inançsızlığa, inkâra düşüyor; veya kıpkızıl, kapkara oluyor, kaskatı oluyor, kalbi taş gibi oluyor, ahireti mahvolup gidiyor. Ama o müşriklerin arasında mü'min olmuş; ne kadar büyük güzel bir vasıf! İşte yol İbrâhim AS'ın yolu... İbrâhim AS'ın yolu nedir diye kısaca özetlemek gerekirse: Allah'a şirk koşmamak, Allah'tan gayriye tapmamak, inançta yanlış yola sapmamak... Doğruyu dosdoğru yapmak, kınayanın kınamasından korkmamak... Doğru inancı anlatmaya, savunmaya, yaşamaya, yaşatmaya, yaymaya çalışmak... İbrâhim AS'ın yaptığı bu!.. Çok büyük bir gayretle, çok büyük bir azimle bunu yaptı. Gidilecekse, ona gidilecek. Sonra İbrâhim AS öyle bir şey ki, matematikte bir şey vardır; en küçük ortak kat... Dünya üzerinde Mûsâ AS gelmiş, Allah'ın peygamberi, mübarek insan, hak dinin hak peygamberi... Aleyhis-selâm, başımızın tacı, kalbimizin üstünde yeri var, sevdiğimiz bir insan... Hakkı anlatmış, vefat etmiş, gitmiş. Ondan sonra insanlara İsâ AS gelmiş. Onun da bağrımızda, sağ yanımızda yeri var, sevdiğimiz mübarek bir insan, aleyhis-salâtü ves-selâm. Geçen gün kardeşlerden birisi, ben fakir kardeşinizi rüyasında onunla beraber görmüş, ne kadar sevindim. "Aman, rüyanı yaz, gönder bana... Ben böyle şeyleri saklıyorum, saklamayı seviyorum." dedim. İsâ AS'ı seviyoruz, hepimiz çok severiz. Mûsâ AS'ı çok severiz. Onları taraftarları da onları seviyor ama, onların sevgisi diğer peygamberlerle ayrı olmağa yöneltince, olmuyor. O zaman herkesi toplayan kim var?.. Allah'ın bize emrettiği ne kadar güzel, gösterdiği ne kadar güzel!.. İbrâhim AS, buyurun! haydi mâdem, sizin de gönlünüz olsun, sizin dediğiniz olsun diyelim, siz de hiç itiraz etmeyin!.. İbrâhim AS'ı peygamber olarak bilmiyor musunuz?.. Biliyorsunuz. Sevmiyor musunuz?.. Seviyorsunuz. Ahd-i Atik'te, Ahd-i Cedid'de, Tevrat'ta, İncil'de İbrâhim AS mübarek bir insan olarak zikredilmiyor mu? Siz de onu sevmiyor musunuz?.. Seviyorsunuz. Çocuklarınıza Abraham ismi koymuyor musunuz?.. Koyuyorsunuz. Amerika'nın reisicumhurlarından birisi Abraham Lincoln vs. Tamam işte, gelin onun yoluna gidin! Çünkü mâdem ondan sonra insanlar başka yollara sapmışlar, başka inançları dinlerine katmışlar; ayıklama yapalım, doğru olanı bulalım, doğruya uyalım! e. Kur'an ve Sünnette Birleşelim! Peygamber Efendimiz SAS: "Ben onun yoluna uydum." diyor. Onun gibi şirkin karşısında, onun gibi tevhidi müdafaa eden, onun gibi hakka meyilli, onun gibi ihlâslı, onun gibi müstakîm, onun gibi bütün peygamberleri kabul eden... Ne kadar güzel bir en küçük ortak kat, hepimizi birleştiren ne kadar güzel bir zât!.. Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz'e bu teklifi ne kadar güzel!.. Biz de bu teklife ne kadar can ü gönülden bağlıyız. (Bel millete ibrâhîme hanîfâ) Evet İbrâhim AS'ın yolundayız hepimiz, hanif olarak; ne kadar güzel!.. Buna onların da itiraz etmemesi lâzım! Bizleri birleştiren, cihanı kurtaracak olan yol bu... Şimdi bakın, 21. Yüzyıl'a girdik, hayret edeceksiniz, bir ictimâî ilimler alimi olarak âcizâne benim görüşüm, iş din savaşlarına doğru, sanki haçlı ruhuna doğru gitti. Gördük işte Balkanlar'da, Kafkasya'da ve sâirede yapılanlar o anlayışın sonucu. Yâni 1200'li yıllarda, bundan altı yedi asır önce, asırlarca milletleri, devletleri, ülkeleri sarsmış olan taassub, şimdi 20. Yüzyıl'da yine ortaya çıktı. Hani insan hakları, hani birleşmiş milletler, hani uluslarası kurallar ve sâireler?.. İnsanlar taassubları körüklenerek başka taraflara gidiyorlar ve her yerde kan gövdeyi götürüyor. Yâni inanç ayrılıkları körükleniyor. Ülkemizde de öyle oldu. Biz tüm kardeşlerimizi, "Sen Arnavutsun, sen Boşnaksın, sen Kürtsün, sen Türksün..." demeden bağrımıza bastık. Onlar da bizi bağırlarına bastılar, kardeş kardeş yaşıyorduk. Sonradan çeşitli ihtilâflar çıkartanlar, milletleri bölmek için böyle şeyleri yapıyorlar. Kan döküyorlar, binlerce insanın kanı dökülüyor, yuvalar yıkılıyor, canlar yanıyor... Yâni İbrâhim AS'ın yolu, birleştirici bir teklif olarak ne kadar güzel bir şey!.. O zaman herkes kendisinin inancındaki yanlışlığı ayıklar, yanlış yoluna başkalarını da çağırmaz. Çünkü niye uyayım ben senin yanlış yoluna?.. Senin yolunun yanlışlığını çok açık seçik olarak görürken, niye uyayım?.. İbrâhim AS'ın hiçbir kusuru yok, çok meziyetleri ortada... Tamam, hepiniz gelin orada birleşelim!.. Şimdi Türkiye'de de diyorlar ki: "--İyi insanlar birleşsin!" "--Tamam, birleşsin; nerde birleşelim?.." "--Benim yanıma gelin, benim yanımda birleşelim!" "--İyi ama kardeşim, iyisin hoşsun da, senin şu kusurun var, bu kusurun var..." "--Tamam, biz birlik beraberlikten yanayız, herkes benim yanıma gelsin!.." O zaman birlik beraberlik olmuyor, ayrımcılık oluyor. Sen senden olmayan insanlarla uyumu nasıl sağlayabileceksin; gel bakalım onu konuş! Sen benim yolum doğru diyorsun, o da benim yolum doğru diyor; ne olacak?.. İşte bunun için ne yapmışlar: Kimse kimsenin inancına karışmasın, inanç hürriyeti olsun demişler. Uzun inanç savaşları yaptıktan sonra, Avrupa'da böyle bir noktaya gelmişler. "İnancından dolayı kimse kınanamaz, kimsenin inancı engellenemez!" diyerek, işi çözüme bağlamışlar. Yoksa, "Bir tarafın dediği olsun, öbür tarafa baskı yapsın!" olunca, o haksızlık oluyor. Birlikten beraberlikten bir kimse dem vuruyorsa, iddia ediyorsa; "Kardeşim, sen ne kadar fedâkârlık yapıp da, birliğe yanaşıyorsun; onu söyle bakalım! Benim yanıma gelsin diyorsan, sen hiç yanaşmıyorsun demektir. Ben sana şimdi kalksam, "Kardeşim bak senin şu kusurun var, şu cahilliğin var, şu bilgisizliğin var, şu yanlışlığın var... Şu yanlış yeri tuttun, şu yanlışı destekledin, şu kabahati işledin... Ben senin şecereni çıkarttım." desem, o zaman kavga edeceksin benimle, "Vay, beni kötüledin!" diye. Onun için, "Benim yanıma gel!" deme de, hakta birleşelim!.. Peygamber Efendimiz'in yolunda birleşelim! İslâm'da birlik beraberlik nasıl olacak?.. Türkün İslâm'ı, Arabın İslâm'ı, İran'ın İslâm'ı, falancanın İslâm'ı olur mu?.. İranlı diyor ki: "--Gelin bizde birleşelim!" "--İyi ama sen niye şiilik diye ayrılık güdüyorsun?" Bu da "Sünnî olarak bize gelin!" diyor. Sen birlik beraberlik için ne yapmak gerektiğini söyle! Bana gel dersen, birlik ve beraberlik olmuyor. O zaman müslümanların birleştirici noktası nedir?.. Sünnet-i Seniyyeye gelmektir. Peygamber Efendimiz ne dediyse, Kur'an-ı Kerim ne dediyse, buyurun ona uyalım, bitsin iş!.. --Efendim, bu çağda ona uymak olur mu?.. Her çağda olur. Çünkü, Kur'an-ı Kerim çağlar üstüdür, İslâm çağlar üstüdür. Çünkü her çağa uygundur. Ahkâmı umûmîdir, husûsî değil ki; her çağda yapılabilecek şekildedir. İnsanın Hazret-i Adem AS zamanından, kıyamet kopuncaya kadar, hayatına uygun gerçekler ve ahlâk, emirler ve yasaklar var. Onun için bir buluşma yeri tarif edeceksen, şöyle herkesin kabul edeceği bir yer olacak. Nerde buluşalım kardeşim?.. Kur'an-ı Kerim'de buluşalım! Peygamber Efendimiz'in sünnetinde buluşalım!.. Kur'an-ı Kerim ne diyorsa, ben ona razıyım; sende razı mısın?.. Peygamber Efendimiz ne diyorsa, ona uyalım!.. O zaman iş bitiyor. İşte bu ayet-i kerime bu hakîkati bize hatırlatıyor. Kendisinin girişimi de çok güzel. İbrâhim AS'ı seviyoruz. "İbrâhim AS'ın soyundan gelen peygamberlere uyduk." diyenler gelsinler bakalım, İbrâhim AS'a uysunlar, İsmâil AS'a uysunlar, İshak AS'a uysunlar, Ya'kub AS'a uysunlar, iş bitsin!.. İşte bu 135. ayet-i kerimede böyle güzel bir husus teklif edilmiş oluyor. Onların olumsuz, tarafgirâne, haksız tekliflerine karşı, bu önümüzdeki ayet-i kerimelerde --sağ olursak, Allah imkân verirse-- bu ifadenin devamını anlatmağa devam edeceğiz. Orda bunların saydığı, sevdiği insanların isimleri de geçecek, kendilerinin bağlı olduğu kollar da geçecek. "Biz onlara tâbîyiz; haydi bakalım siz de gerçeklere tâbî iseniz, onlardan olduğunuzu gösterin!" denilecek. Allah-u Teàlâ Hazretleri fırsat verirse, anlatırız. Cenâb-ı Hak cümlemizi sevdiği yolda yürütsün, yanlış yollara ayaklarımızı kaydırmasın... Sapıtanları, şaşırtanları da doğru yola sevkeylesin... Basîretlerini açsın, gözlerini açsın... Hakkı hak olarak görmeyi herkese nasîb etsin... Bâtılı bâtıl olarak görüp ondan korunmayı ondan nasîb etsin... --Kan dökmek iyi mi?.. Yuvaların yıkılması, ülkelerin bombalanması iyi mi?.. --Değil... --E niye olyor?.. Demek ki, yapanlar çıkıyor ortaya. Herkes "Ben yaşayayım!" diyor. O halde sen yaşayayım diyorsan, o halde karşı tarafın da yaşamağa hakkı var. --Ben dinimi uygulayayım!" O halde karşı tarafın da dinini uygulamağa hakkı var. Ama bunu yapmıyorlar. Yapmıyorsa, demek ki özü ile sözü birbirine uygun değil. Ona göre tedbiri almak lâzım!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri hepinize İslâm'a güzel hizmet etmeyi nasîb eylesin... Bu güzel dine sımsıkı bağlanmayı nasîb etsin... Çünkü ahkâmı çok cihanşümul, çok evrensel, herkesi kucaklayan, herkese gereken saygıyı gösteren, bütün saygı gösterilmesi gereken kişilere, peygamberlere saygı gösteren yegâne, tek din... Ötekilerin hepsi birisi ötekisine düşmanlık besliyor, yanlış oluyor. Doğru da birleşelim! Allah hepinizden razı olsun... Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.. 22. 02. 2000 - AVUSTRALYA |
16 Ağustos 2007 17:27 | |
AŞK'ÜL İSLAM | Cvp: TEFSİR DERSLERİ 17 Kasım 1998 FÂTİHA'NIN İKİNCİ BÖLÜMÜ 8.BÖLÜM Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.. Aziz ve sevgili Ak Televizyon izleyicileri ve Ak Radyo dinleyenleri!.. Allah'ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun!.. Fâtiha Sûresi'nin ayetlerini konu alan tefsir sohbetimize devam ediyoruz. Fâtiha Sûresi'nin bütününe baktığımız zaman, anlam bakımından iki farklı bölüm ihtiva ettiğini görürüz. Şimdiye kadar birinci bölümü tamamlamış olduk. Fâtiha Sûre-i Şerifesi, "Elhamdü lillâh" diye Allah'a hamd ile başlıyor. Allah'ın sıfatlarını bu hamd cümlesinden sonra ifade ediyor, sıralıyor. Rabbil-âlemîn, er-Rahmân, er-Rahîm, Mâliki yevmid-dîn diye dört sıfatını zikrederek Cenâb-ı Hakk'a hamdi beyan ediyor. Hamd etmeyi, hamdin onun olduğunu, kulların ona hamd etmesi gerektiğini işaret buyuruyor bu bölüm. Onun âlemlerin Rabbi olduğu, Rahman olduğu, Rahim olduğu, din günün mâliki ve meliki olduğu ifade ediliyor. a. Yalnız Allah'a Kulluk Etmek Ondan sonraki âyet-i kerime öbür anlam bölümüne geçiyor, ona geldik: 1/5: (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn) Bu anlam bakımından: "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz." diye çevrilebilir Türkçeye. Burada iyyâke kelimesi iki defa tekerrür ediyor. Ondan sonra da na'büdü ve nestaîn kelimeleri geliyor. Bunları izah edelim, anlam bakımından: Arapçada zamirler, yâni ben, sen, o; biz, siz onlar'ın yerine geçen zamirler, yalın haldeyse özne durumda, yüklem durumunda, fâil durumunda ise başka şekilde olurlar; tümleç durumunda ise başka şekilde olurlar, kelimeye bağlanırlar. Tabii olarak Arap, "Biz sana ibadet ederiz." diyeceği zaman şöyle diyebilir: (Na'büdüke) "Biz sana ibadet ederiz." Yâni sana sözünü yalın halde olmayıp, -e hâlinde olduğu için bağlı zamir, ez-zamîrül-muttasıl, bir kelimenin sonuna ekli, bağımlı zamir olarak kullanır. "Na'büdüke" der, tabii söyleyiş şekliyle böyledir Na'büdüke ne demek? Na'büdünün başındaki n harfi de biz mânâsını taşıyor. Na'büdüke, biz sana ibadet ederiz demek olurdu. -ke, bağlı zamir, yani kelimenin sonuna bağlanan, kendi başına durmayan, yerine göre sana, seni mânasına gelen; sende, senden mânâsına da gelebilen bir kelime. Yâni zamirin yalın halin dışındaki halleri ifade eden şekli. Bağlı zamir, "ez-zamâirül-muttasıla" derler bunlara, kelimenin sonuna bağlanır. Ama burada, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu ayet-i kerimesinde na'büdüke diye öğretilmemiş bize, öyle gelmemiş. Na'büdü'nün önüne sana mânâsını ifade etmek için -ke getirilmek istendiği zaman; -ke bağlı olarak durduğundan, tek başına olmadığından, iyyâ köküne bağlanmış, iyyâke na'büdü olmuş. Burda bunu öne almakla "Ancak sana ibadet ederiz!" mânâsı ortaya çakıyor. Yâni ibadetin sadece ona olduğunu vurgulamak için, sona bağlamak yerine öne alıp müstakilen ifade edilmiş. (İyyâke) "Ancak sana (na'büdü) ibadet ederiz; (ve iyyâke) ancak senden (nestaînü) avn, yardım isteriz." denmiş oluyor. Yâni -ke zamirini öne almak gerektiği zaman. o bir yere bağlanan bir zamir olduğundan, tek başına duramadığından iyyâ köküne bağlanıyor. İyyâke, sana demek. Öne alınması dolayısıyla "Ancak, sadece ve sadece sana ibadet ederiz!" mânâsı çıkıyor. Abede-ya'büdü, ibadet etmek mânâsına bir kelime. Onun da aslı, esası saygın bir makama veya kişiye karşı kendisini aşağıda kılmak, mahviyetkârâne davranmak, zelîlâne davranmak demek oluyor. Zelil, aşağı mânasından çıkmış bir kelime bu. Onun için Araplar'ın tarîkül-muabbed, yâni aşağıdaki yol, aşağı yol mânâsına kullandıklarını ve baîrun muabbed, yâni itaatkâr binek mânâsına kullandığını lügatçıler ifade ediyorlar. Demek ki abede; saygın bir makama, saygın bir kişiye, zâta karşı zelîlâne, aşağı, itaatkârâne davranmak mânâsına gelen bir kelime. Tabii bu şekilde davranmak, yâni saygı duyarak davranmak, kendisini aşağı tutarak, hor, zelil ve mahviyetkârâne davranarak muamele etmek hak yerde de olabilir, bâtıl yönde de olabilir. Nitekim bazı insanlar, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden kesin olarak biliyoruz, meselâ nefsine tapıyorlar, nefsini put ediniyorlar. Yâni nefsine saygı duyuyor, nefsini dinliyor, onun karşısında sanki onun esiriymiş, kölesiymiş gibi onun sözünü dinliyor. Bazısı şeytana tapıyor. Şeytana saygı duyuyor âdetâ, şeytanın emirlerini tutuyor, şeytanın karşısında sanki onun kuluymuş, esiriymiş gibi davranıyor. "Kimisi paraya tapıyor" diyoruz, Türkçede de güzel kullanılıyor bu mânâ. Meselâ, "O adam, o kadına taparcasına bağlı." deniliyor, birisi bir kimseyi fazla sevgi ile gözlüyorsa "O kadına tapıyor." deniliyor. "Falanca şeytana tapıyor, filânca paraya tapıyor, falanca makama tapıyor..." deniliyor. Tabii bunlar mânevî mânâlar. Maddeten de insanlar, tarih boyunca kendilerine bazı ma'budlar, yâni ibadet edilecek varlıklar, putlar edinmişler ve onlara tapınagelmişler. Kimisi gökyüzündeki bazı varlıkları, yüksek şahsiyetli, güç kuvvet sahibi varlıklar sanmış. Onların dünyaya tesir ettiğini düşünmüş. Kimisi güneşe tapmış, kimisi aya tapmış. Kimisi beğendiği, parlak gördüğü yıldıza tapmış. Kimisi eliyle yaptığı bir takım eşyalara tapmış. Kimisi çevresinde gördüğü saygın, kendisine korku veren, hürmet hissi telkin eden bir muhteşem dağa, veyahut bir nehire tapmış, veyahut bazı hayvanlara tapanlar çıkmış... Yâni insanların tarih boyunca görülen acı, feci, zavallı durumu; muhtelif şeylere kulluk etmişler, ibadet etmişler. Burada deniliyor ki: (İyyâke na'büdü) "Biz müslümanlar, biz mü'minler, yâ Rabbi, sadece ve sadece sana taparız! Sana taparız yâ Rabbi, başkasına değil. Hiç başka insanların yanlışlıkla tapındıkları gözümüzde yok. Onların hepsini itiyoruz, sadece sana ibadet ediyoruz yâ Rabbi!" deniliyor. b. Yalnız Allah'tan Yardım İstemek (Ve iyyâke nestaîn) Nestaîn sözü de, istif'âl bâbından, avn kökünden geliyor. Avn, yardım etmek demek. İstif'âl bâbına nakledilince, yardım istemek mânâsına geliyor. Meselâ istiğfâr, mağfiret istemek; istirhâm, rahmet istemek mânâsına geliyor. İsteâne-yestaînü-istiâne, avn istemek. (Ve iyyâke nestaîn) "Ancak senden avn isteriz." Avn ne demek? Yardım demek. (Aleyke avnullah) "Allah'ın yardımı senin üzerine olsun!" mânâsına. Böyle belki bazı levhalarda görmüşsünüzdür, güzel hattatların eseri olarak. Demek ki biz yardımı Allah'tan istiyoruz ve başkasından istemediğimizi, "Ancak senden istiyoruz!" mânâsına gelecek şekile iyyâke'yi öne alarak söylüyoruz. Tabii bu bir Allah kelâmı. Cenâb-ı Hak bize edep de öğretiyor. Nasıl söylememiz, kendisine nasıl yalvarmamız, dua etmemiz gerektiğini Fâtiha'nın ayetlerinin sıralanışından öğreniyoruz. Demek ki pattadak, hemen, "Yâ Rabbi şunu ver, bunu ver!" deyip girişmeyecek kul. Duaya, niyaza, Allah'tan istemeye başlamadan önce, Allah'ın şanını, azametini büyüklüğünü düşünecek. "İşte O Allah'tır, âlemlerin Rabbi'dir, Rahman'dır, Rahîm'dir. Ahirette insanları toplayacak, mahkeme-i kübrâda mükâfatlarını, cezâlarını verecek. Biz onun kuluyuz, onun huzuruna varacağız, ona hesap vereceğiz." Bunları, Allah'ın bu sıfatlarını böyle düşünüp, ona bunları söylediğimiz zaman, saygımızı ifade etmiş oluyoruz. Hamd duygumuzu, hayranlık, takdirkârâne saygı ve minnettarlık duygumuzu o sıfatla düşünerek ifade etmiş oluyoruz. "Ve sadece sana ibadet ederiz; bütün her şeyde de sadece senden isteriz yardımı!" demiş oluyoruz. Evliyaullah büyüklerden, alimlerden birisi demiş ki, çok güzel bir söz, hoşuma gitti: (El-fâtihatü sırrul-kur'ân) "Fâtiha Sûresi Kur'an-ı Kerim'in özetidir, sırrıdır, esrarı bunun içinde saklıdır. (Ve sırruhâ hâzihil-kelimeh) Fâtiha Sûresi'nin de sırrı bu, içindeki şu şimdi anlattığımız, (İyyâke nâ'büdü ve iyyâke nestaîn)'dir. Yâni, "Sadece sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım isteriz." cümlesi Fâtiha'nın özüdür. Bilmiyorum aklınıza geldi mi, hani dualar edilir edilir de, en sonunda, (Bihürmeti esrârı sûretil-fâtihah) denilir. Yâni, "Fâtiha'nın sırları üzerine yâ Rabbi, şu yapılan, yaptığımız duaları kabul eyle!" deriz ya, hep duymuşsunuzdur. İşte Fâtiha'nın esrarı, pek çok esrarı var ama asıl özü, esası bu; ancak Allah'a ibadet etmek ve ancak Allah'tan istemek... Birincisi, ancak Allah'a ibadet etmek. "Ben şirkten, kâfirlikten, müşriklikten berîyim yâ Rabbi, ben mü'minim yâ Rabbi, ben senden gayriye tapmıyorum!" demiş oluyor, iyyâke na'büdü deyince kişiler, mü'min kullar. İkincisi de: (Teberreu minel-havli vel-kuvveh) Yâni, "Kendimin âcizliğini anladım yâ Rabbi! Benim gücüm kuvvetim yeterli değilmiş müşküllerimi çözmeye... İşlerimi sana ısmarladım, sana havale ettim, sana dayandım, sana güvendim, senden istiyorum!" demek, gücün, kuvvetin Allah'ta olduğunu idrak demek. Yâni; (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) mânâsı saklı orda. Güç kuvvet sadece Allah'ın elindedir. Bir insan Allah'ın dostu oldu mu, ne mutlu! Allah'ın düşmanına da ne yazık!.. Mutlaka Allah'ın düşmanı hor ve zelil olur, Allah onu kahreder. Allah dostu da mutlaka sonunda iflâh olur, felâh bulur, saadete eder. Yâni demek ki iyyâke na'büdü, "Lâ ilâhe illallah" demek âdetâ; ve iyyâke nestaîn de "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" mânâsı demek... Yâni, "Allah'tan başka ilâh yok yâ Rabbi! Onun için bütün ilâhların bâtıl olduğuna ben inandım, biliyorum; sana tapıyorum. Güç kuvvet de sadece senin elindedir, sen takdir ediyorsun. Sen nasib edersen olur, nasib etmezsen olmaz. Mukadderâtı yazan sensin. Senden yardım istiyorum. Güç kuvvet sendedir. Senden başka, hakiki güç kuvvet sahibi yoktur." denmiş oluyor. Demek çok esrar saklı bu kısacık kelimelerin, mübarek sözlerin altında, arkasında... Çok güzel. "Fâtiha'nın esrarı işte bu sözlerdedir." deniliyor. Tabii bu, Allah'a işlerini havale etmek, Allah'a tevekkül etmek, Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetlerinde bize emredilen çok güzel bir davranış. Bu hususta pek çok ayet-i kerimeler var. Hocamız (Rh.A)'in de tertib eylediği Evrâd-ı Şerîfe'sinde, tevekkülle ilgili ayetlerin toplandığı gün var özel. Tevekkülü emreden ayetleri okuyoruz orda. Allah kabul eylesin... Misâl olsun, teberrüken okuyalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki bir ayet-i kerimede: (Fa'büdhü ve tevekkel aleyh) "Allah'a ibadet et ey kulum ve ona tevekkül eyle. (Ve mâ rabbüke bigàfilin ammâ ta'melûn) Senin Rabbin sizin işlediğiz amellerin hiç birinden gàfil değildir, hepsini görüyor; alîm, basîr, semi', habîr ve her şeye kàdirdir." Başka bir ayet-i kerime: (Kul hüver-rahmânü âmennâ bihî) "O Rahman'dır; bizim Rabbül-àlemîn dediğimiz, taptığımız mevlâmız Rahman'dır. Biz ona iman eyledik, (ve aleyhi tevekkelnâ) ona tevekkül eyledik." (Rabbül-meşrikı vel-mağribi lâ ilâhe illâ hüve fettahizhü vekîlâ.) "Allah doğunun, batının, meşrikın, mağribin sahibidir. Ondan başka ilâh yoktur. Onu vekil edinin!" Allah'ın ayet-i kerimeleri, emirleri pek çok. Bu çok güzel bir ayet-i kerime. Fâtiha'nın iki bölümünün ortasında, birinci bölüm Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin güzel esmâ-i hüsnâsını ihtiva ediyor, sıfatlarını ihtiva ediyor. Orda, "Ancak sana ibadet ederiz yâ Rabbi, ancak senden yardım isteriz yâ Rabbi!" deniliyor. Bu da güzel. Burada tabii kişi bunu tek başına kıldığı namazda da söyleyebilir. Tek başına gezerken, evindeyken de bu Fâtiha'yı okuyabilir. Ama niye biz deniliyor?.. Na'büdü deniliyor, a'büdü denmiyor, estaînü denmiyor? Ben ibadet ederim, ben senden yardım isterim denmiş olsaydı, Arap dilinin özelliğine göre hemze ile söyleyecekti. A'büdü demiyor, na'büdü diyor. Estaînü demiyor, nestaînü diyor... Tabii burada bir başka güzel edep var. Biz Allah'ın kullarından bir kuluz. Bizim gibi milyarlarca, sayısız kulları var. Biz neyiz? Hiç, bir nâçiz, bir aciz kuluz. Onu idrak etmiş oluyoruz. Sana nice nice güzel ibadet eden kullar var mânâsını seziyoruz. Peygamberler var, evliyâullah var, salihler var... Hepsi sana çok daha güzel ibadet ediyor. Belki ben ibadetimi onlar kadar güzel yapamıyorumdur, kusurluyumdur. Onun için "Ben sana ibadet ederim, senden yardım isterim!" demiyor da, "Senin güzel kulların kim bilir nice güzel hizmetler edebiliyorlar, benden daha başarılı olarak. İşte bütün bu yaratıkların, kulların, biz mü'minler yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz!" diye denmiş oluyor. Biz denmesi, na'büdü diye söylenmesi böyle güzel mânâlar da ihtiva ediyor, elhamdü lillâh. Tabii kul olmak, Allah'a kulluk etmek, abede. Yâni Allah'ın büyüklüğünü hissedip, kendisinin hiçliğini hissedip, onun önünde hor, zelilâne, fakîrâne, mahviyetkârâne ibadet etmek, bir kul için çok büyük şereftir. Çünkü Allah'a, àlemlerin Rabbine kul oluyor. Kul, àlemlerin Rabbine kul olunca, âlemlerin Rabbinden çok şeref kazanıyor. Kul olmaktan, ona intisabdan çok büyük rütbe kazanıyor. Onun için rütbelerin en yükseklerinden birisi kul olmak, kulluk makamıdır. Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber Efendimiz'e bazı âyetlerde, (abdühû) "kulu" diye anmıştır. Bir kaç tanesini hemen zikredelim. Böyle şeref bahşetmek makâmında, kulluğun ne kadar şerefli olduğunu göstermek bâbında, Peygamberimiz'den "abdühû" diye bahsettiği ayetlerden meselâ, Kehf sûresinin başında nasıl geçiyor? Bismillâhir-rahmânir-rahîm: (Elhamdü lillâhillezî enzele alâ abdihil-kitâb) "Kulu (abdihî)" Yâni Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafa, "Kulu üzerine kitabı, yâni Kur'an'ı inzal eden Allah'a hamd ü senâlar olsun! Hamd, kulu Muhammed üzerine Kur'an olan kitabını, Kur'an-ı Kerim'i indiren Allah'a mahsusutur." diye bak orda (alâ abdihî) diye Peygamber Efendimiz'in ismini söylemiyor, (abdihî) diye o sıfatla anıyor. Başka bir ayet-i kerimede de Peygamber Efendimiz'den bahsederken; (Ve innehû lemmâ kàme abdullàhi yed'�hu) "Kulu kalkıp ona dua ederken..." diye geçiyor. Sonra bu İsrâ ve Mi'rac gecesini yaşadık. Allah nice kandillere erdirsin, kandilleriniz mübarek olsun... (Sübhânellezî esrâ biabdihî) "Kulunu bir gecede Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürüveren, getiriveren Allah-u Teàlâ'nın kudreti ne kadar yücedir, ne kadar şaşılacak bir tecellîdir!" mânâsına, orda da (abdihî) diye geçiyor. Abd olmak çok büyük şereftir. Ne mutlu bize ki Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne abd olmuşsuz, onun kulu olmak ne büyük şereftir. Onun bizim Rabbimiz olması ne büyük izzet ve devlet ve saadettir! Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi onun kulluğundan ayırmasın... Şimdi, Fâtiha'nın birinci bölümünde Mevlâmızın sıfatlarını zikredip ondan sonra da "Ancak sana ibadet ederiz yâ Rabbi! Ancak senden yardım dileriz." Yâni ne hususta yardım dileriz, ne demek o?..Yardımı nerde isteriz? (Alâ tâatike ve alâ umûrinâ küllühâ) "Sana güzel kulluk etmekte, ibadet ve taatte bizi muvaffak etmen için; şaşırttırmaman, şeytana kandırtmaman, nefse uydurtmaman hususunda ve bütün yapmak istediğimiz işlerde kolaylık ver diye senden yardım isteriz." demek oluyor. c. Bizi Sırât-ı Müstakîme Sevket! Bunları dedikten sonra, yardım isteriz, dedikten sonra, asıl isteğin ne olduğuna geçiliyor: 1/6: (İhdinas-sırâtal-müstakîm) ayet-i kerimesi geliyor. Yâni kulun ifadesi olarak... Allah'a kul nasıl ibadet edecek, Peygamber Efendimiz nasıl ibadet etmiş, nasıl yakarmış, yalvarmış, dua etmiş?.. "Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn." demiş, "Errahmânir-rahîm." demiş, "Mâliki yevmid-dîn." demiş, "İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn." demiş. Ondan sonra asıl isteğin ne olduğunu, yâni gönlündeki muradı, zamîrinde gizlediği arzusu izhar edilmiş oluyor: (İhdinas-sırâtal-müstakîm.) "Yâ Rabbi, bizi o sırât-ı müstakîme sevket, yönelt! O sırat-ı müstakîme sok!" İhdinâ, hedâ-yehdî fiilinden geliyor, sevketmek, yöneltmek, yönlendirmek, götürmek mânâsına geliyor. Başka ayetlerde de geçiyor, meselâ: (Ve hedeynâhün-necdeyn) "Tarîk-ı hayrı ve şerri kula, insanoğluna, yarattıktan sonra gösterdik, beyan ettik; oraya sevk ettik." demek. (İctebâhu ve hedâhü ilâ sırâtın müstakîm.) "Allah o peygamberini korudu ve onu sırât-ı müstakîme hidayet eyledi, sevk eyledi." diye bir başka ayette geçiyor. Sonra kâfirlerin, müşriklerin toplanıp cehenneme götürülmesi için Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin; (Fehdûhüm ilâ sırâtıl-cahîm.) "Onların cehennemin yoluna sevk edin!" diye emrettiği belirtiliyor. Demek ki bazen hedâ-yehdî fiili ilâ harf-i ceri ile kullanılıyor. Bazen ilâ harf-i ceri olmadan doğrudan doğruya tümlecini alıyor, harf-i cersiz olarak. Bazen de li ile kullanılıyor. Meselâ: (El-hamdü lillâhillezî hedânâ lihâzâ) "'Bizi bu nimetlere, bu devletlere sevkeden, ulaştıran, eriştiren Allah'a hamd olsun!' diye cennet ehli böyle dua edecekler." diye ayet-i kerimede bildiriliyor. Hedâ-yehdî, sevketmek demek. İhdinâ da "Bizi sevk eyle yâ Rabbi, bize hidayet eyle, bize delâlet eyle, bize yol göster, kılavuzluk eyle de, oraya gidelim!" demek. Nereye?.. (Es-sırâtal-müstakîm) Sırât, yol demek ama kıvrımı olmayan, dümdüz yola derler. Ama Araplar bunun ilk anlamı dümdüz yol olduğu halde, doğru veya eğri, kıvrımlı veya doğru yol için de kulllanmaya başladıklarından mânâ ayrılmasın, tam anlaşılsın diye müstakîm sıfatıyla da te'kid ediliyor. İhdinas-sırat, dese, "Bizi böyle eğri büğrü olmayan, dosdoğru yola yönelt, sevket, götür!" demek olacak; ama bu daha kuvvetlensin diye, (ihdinâs-sırâtal-müsmtekìm) "Bizi müstakîm olan, dosdoğru yola sevket!" deniliyor. İstikàmet ne demek? Doğru demek, eğrisiz demek, dümdüz demek. Bu dosdoğru yoldan, essırâtal-müstakîm'den murad nedir diye bazı alimler beyanda bulunmuşlar. "Bu ne demek istiyor, yâni 'dosdoğru yola bizi ilet'ten murad nedir?" Bazıları demişler ki: Bu, kitâbullah demek. Hazret-i Ali Efendimiz RA buyurmuş ki: (Kàle Rasûlüllah SAS: Essırâtül-müstakîmü kitâbullah) "Doğru yol Allah'ın kitabıdır." Hakîkaten biz ilk dersimizde Hz. Ali Efendimiz'den bir takım kelimeleri, Kur'an-ı Kerim'i medih sadedinde söylemiş olduğu bazı kelimeleri size iletmiştik, söylemiştik söz arasında... Hz. Ali Efendimiz, merfu' olan bir rivayette, kendisine ref olunmuş bir ibaresinde şöyle buyurmuş: (Hüve hablülllàhül-metîn) "Kur'an-ı Kerim, Allah'ın sapasağlam ipidir. (Ve hüve zikrül-hakîm) Bu hikmetli bir uyarıdır, fikirdir. (Ve hüve sırâtül-müstakîm) ve dosdoğru yoldur." Yâni sırât-ı müstakîm kitâbullahtır diyenlerin ileri sürdükleri belgeler, kanıtlar bunlar. Bazıları da demişler ki: "Es-sırâtül-müstakîm, İslâm'ın bütünüdür." Meselâ böyle diyenlerden İbn-i Abbas RA: (İhdinas-sırâtal-müstakîm, zâke el-islâm) "Bu sırâtal-müstakìm İslâm demek, İslâm dininin tamamı demek." buyurmuş. Aynı mânâ İbn-i Mes'ud ve ashabdan bazı kimseler tarafından da --rıdvânullàhi aleyhim ecmaìn-- rivâyet edilmiş. Yâni o Peygamber Efendimiz'in ashâbı demişler ki: "İhdinas-sırâtal-müstakîm'deki es-sırâtal-müstakîm, (hüvel-islâm) bütünüyle İslâm dediğimiz dindir." demişler. Bazıları da daha açık bir şekilde: (Hüve dînullàh, ellezî lâ yukbelu minel-ibâdi gayruhû) "O Allah'ın, başka bir inancı kabul etmeyip, sadece onu kabul edeceğini bildirdiği İslâm dinidir." diye söylemişler. Ayet-i kerîmelerde bu konuda: (İnned-dîne indallàhil-islâm) "Allah'ın muteber saydığı geçerli din, sadece ve sadece İslâm'dır." (Ve men yebtaği gayrel-islâmi dinen felen yukbele minhu) "İslâm'dan gayrı bir dinle tedeyyün edenler, ömrünü geçirenlerden ibadetleri, dinleri, dindarlıkları, zâhidlikleri, hayratları kabul olmayacaktır." diye bildirildi. "İşte o dînillâh, sırât-ı müstakîmden maksat budur." diye açıklama yapmışlar. Tabii bunların hepsini iz'an ile irfan ile düşünürsek, hangi şekilde tevcih edilirse edilsin hepsi aynı kapıya çıkıyor. Yâni Allah'ın emirlerine, Peygamber Efendimiz'in sünnetine uymak demek. Selef-i sâlihînimizin, Peygamber Efendimiz'in mübarek ashabının, hülefâsının gittiği yol demek. (Es-sırâtal-müstakîm, ellezî terekenâ aleyhi rasûlüllah) "Rasûlüllah SAS'in ömr-ü hayatında bizlere öğretip, bizi de işte bak böyle müslümanlar olacaksınız diye belli bir noktaya getirdikten sonra, ahirete teşrif edip gittiği zamanki, o asr-ı saadetteki güzel şeydir." O yolu istiyoruz. Yâni o İslâm dinini, o bozulmamış, tertemiz, sâfî hâlini, Kur'an-ı Kerim'le beyan edilen, şeriatle çerçevesi çizilen yolu istemiş oluyoruz, "İhninas-ısrâtal-müstakîm" deyince Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden. "Pekiyi, yâni müslüman zâten müslüman olduğu halde, niye bizi Allah'ın İslâm'a iletmesini, hak dine, Peygamber Efendimiz'in yoluna iletmesini istiyoruz?" diye sorulacak olursa; buna benzer mânâ ve buna benzer ifadeler Kur'an-ı Kerim'in başka yerinde de var. Bu te'kid, yâni şu demek oluyor: "--Yâ Rabbi, bizi İslâm'da sâbit kadem eyle, İslâm'dan ayırma, ayağımızı kaydırma, orada sâbit tut!" mânâsına geliyor. Misal olarak alimler vermişler bir ayet-i kerimeyi, meselâ buyruluyor ki: (Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman edenler..." diye, ondan sonra da devam ediyor ayet-i kerime: (Âminû billâhi ve rasûlihî) "Allah'a ve Rasûlüne iman edin! (Vel-kitâbillezî nezzele alâ rasûlihî) Rasûlüne indirmiş olduğu kitaba, yâni Kur'an'a da iman edin! (Vel-kitâbillezî enzele min kabl) Daha önce indirdiği ilâhî kitapları da tasdik edin, onlara da iman edin!" deniliyor. Yâni, zaten mü'min, ama iman edin ne demek? "Bizi bu imanda sabit kıl yâ Rabbi!" demek, "Ayağımızı kaydırma!" demek. Te'kid oluyor, yâni orada kalmayı istemek oluyor. d. Kendilerine Nimet Verilen Kimseler Sonra ayet-i kerimeler devam ediyor, bu Fâtiha sûresinin ikinci bölümündeki akış, "Bizi o sırât-ı müstakîm'e sevk eyle yâ Rabbi." Ondan sonra o biraz daha açıklanıyor: 1/7: (Sırâtallezîne en'amte aleyhim) "Şol kimselerin yoluna ki, sen onlara in'âm ve ihsanda bulundun, lütfeyledin. Yâni lütfeylediğin kimselerin yoluna... (Gayril-mağdûbi aleyhim) Kendilerine gazap ettiğin kimselerin yolu olmayan, ondan gayri olan; (ve led-dâllîn) dalâlete düşmüşlerin yolu olmayan, dalâletlerin yolundan gayrı olan, doğru olan, İslâm olan, Rasûlüllah'ın, Kur'an-ı Kerim'in, çerçevesini beyan ettiği o güzel yola bizi hidayet et." diye açıklama biraz daha geniş olarak ondan sonraki ayet-i kerimede de beyan ediliyor. Tabii, (Sırâtallezîne en'amte aleyhim) "Şol kimselerin yoluna ki, sen onlara in'âm eyledin." Allah bazı kullarına in'âm eylemiş, nimet vermiş, ihsân eylemiş, lütfeylemiş, maddî, manevî derece vermiş... Dünyada, ahirette şeref, izzet vermiş, cennetiyle, cemâliyle taltif eylemiş. Kim onlar?.. Ayet-i kerimelerde bunların açıklaması var. Meselâ, Nisâ Sûresi'nde âyet-i kerimede bildiriliyor ki, bismillâhir-rahmânir-râhim: (Ve men yutıillâhe ver-rasûl) "Kim Allah'a ve o peygambere, yâni Muhammed'e, er-rasûle, Allah'ın gönderdiği o mâlum peygambere itaat ederse; (feülâike) işte o itaat eden, tâbi olan kimseler (meallezîne en'amallàhu aleyhim) Allah'ın kendilerine in'am, ihsan, ikram ettiği kimseler beraber olacaklardır, onların yanındadırlar." Allah'ın in'âm ve ihsân ettiği kimseler, (ellezîne) şol kimseler ki (en'amallàhu aleyhim) Allah onlara in'am ve ihsan ve ikram eylemiş. Kim onlar?.. O in'am ettiği kimseler burda kelime kelime sayılıyor: (Minen-nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi ves-sâlihîn) "Peygamberler; sıddıklar, sıdk ü sadâkati tam olanlar; şehidler, Allah yolunda canlarını verenler; sâlihler, yâni hâli, dini, imanı salih, güzel olan kimseler. (Ve hasüne ulâike refîkà) Onlar ne güzel arkadaşlardır, ne iyi dostlardır!" Onların yanında olmak ne güzeldir! Çünkü Allah'a ve Rasûlüllah'a itaat edenler, onlar ne güzel beraber olunacak refiklerdir, arkadaşlardır!" diye methediliyor. Burdan anlıyoruz ki, Allah'ın ikram edeceği kimseler peygamberlerdir. Onun için Er-Rebi' ibn-i Enes'ten rivayet edilmiş ki: (Sıratallezîne en'amte aleyhim kàle hümün-nebiyyûn) Bu, 'kendilerine ikram edilen kimselerin yolu' derken, ikram edilenler, bahşedilenler, peygamberlerdir" demiş. İbn-i Abbas'tan bir rivayette: (Hümül-mü'minûn) "Onlar tam mü'minlerdir." demiş. Mücâhid'den ve Vekî'den rivayet edilmiş: (Hümül-müslimûn) "Onlar tam müslümanlardır." Zeyd ibn-i Eslem'den rivayet olmuş ki: (Hümün-nebiyyü ve men meahû) "O, Peygamber Efendimiz'dir ve onun etrafındaki kenetlenmiş mübarek ashabıdır. Yâni asr-ı saadetin mübarek neslidir." diye açıklanmış oluyor. Demek ki: "Peygamberler, mü'min-i kâmiller, Peygamber Efendimiz ve ashâbı, ondan sonra evliyâullah... İşte onların yoluna yâ Rabbi bizi sevk eyle, yönelt!" denmiş oluyor. e. Gadab Edilenler ve Dalâlete Düşenler Ayetin devamında; (Gayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn) Kendilerine gadap edilmişlerin yoluna değil, dalâlete düşmüşlerin yoluna değil..." diye açıklama biraz daha genişletilmiş oluyor. "Gayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn" okuyoruz biz; (Sırâtallezîne en'amte aleyhim, gayri sırâtil-mağdûbi aleyhim ve gayri sırâtid-dâllîn) demek oluyor bu tabii. Bunu, bir rivayette Peygamber SAS Efendimiz nasb üzere okurmuş, yâni bu hal üzere mânâsına. "Kendilerine gazap edilmiş halde değil, dalâlete düşmüş halde değil, kendilerine in'am edilmiş insanların yolu üzerine bizi sevk eyle, o tarafa götür yâ Rabbi!" demek diye o rivayet var. Bu (sırâtil-mağdûbi aleyhim) kendilerine gazap edilenlerin yolu nedir, onlar kimlerdir? (Ellezîne fesedet irâdetehüm) "Onlar, düşünceleri, kafaları bozuk olanlar; (fealimül-hakka) hakkı bildikleri halde (ve adelû anhu) ondan yüz çevirenlerdir. " (Sırâtad-dâllîn) dalâlete düşmüşlerin yolu nedir? Onlar kimlerdir? (Ellezîne fakadül-ilme) "Onlar, bilgisi olmayan, ilmi şaşırmış olanlar; (fehüm hâimûn) şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyenlerdir." Açıklaması mânâ bakımından böyle ama, kimler kasdediliyor bundan diye rivayetlere bakacak olursak, bu hususta Peygamber SAS Efendimiz'den hadis-i şerifler var. Onları okuyalım; Ebû Hüreyre RA'den rivayet edilmiş ki, (mağdûbi aleyhim) kendisine gazap edilmişler, yahudilerdir." Bu hususta ayet-i kerimelerde izahat var. Böyle olduğunu başka ayetler açıklıyor. Meselâ, Yahudiler'den bahseden ayet-i kerimelerde Kur'an-ı Kerim'de geçiyor ki: (Men leanehullâhi ve ğadibe aleyhi) "O kimseler ki, Allah kendilerine lânet etmiştir ve gadap etmiştir." Yahudiler hakkında bu ayetler. Nasrâniler hakkındaki ayetlerde de: (Kad dallû min kablu) "Ki onlar dalâlete düşmüş kişilerdi, (ve edallû kesîran) bir çok kimseleri de dalâlete sürüklemişlerdir, (ve dallû an sevâis-sebîl) yolun düzgününden, doğrusundan sapmışlardır." diye bildiriliyor. Demek ki kesin olarak bunlar. Ebû Zer RA'den rivayet edildiğine göre --yine açıklayıcı hadis-i şerifler bunlar, ayetleri okuduktan sonra onları da okuyalım: (Seeltü rasûlüllah SAS anil-mağdûbi aleyhim) Ebû Zerr-i Gıfârî RA, Peygamber Efendimiz'e sokulgan bir sahabi idi. O diyor ki: "Yâ Rasûlallah! Bu Fâtiha'daki el-mağdûbi aleyhim kimlerdir?" diye sordum. (Kàle: El-yehûd) "Yahudilerdir." buyurdu. Kultü: Ed-dâllîn?) "Dallîn kimlerdir?" dedim. (Kàle: En-nasârâ) "Nasrânîlerdir." buyurdu. Bu mânâ İbn-i Mes'ud RA'den ve Peygamber Efendimiz'in ashabından pek çok kimseden rivayet edilmiştir: (Gayril-mağdûbi aleyhim hümül-yehûd) "Kendisine gazap edilenlerin yolu değil, sözündeki gazap edilenler yahudiler; veled-dâllîn'deki dâllîn sözüyle kastedilenler (hümün-nasârâ) nasrânîlerdir." diye belirtilmiş. Neden bu sıfatlara uğramışlar?.. Çünkü Allah'ın emirlerini tutmamışlar, Allah'ın ayetlerini değiştirmişler, inançlarını yanlış yönlere kaydırmışlar. Zâten İslâm onların yanlış inançlarını düzenlemek için, onlara ehl-i kitab olarak bir pâye veriyor, müşriklerden ayırıyor. Yâni kâfirler var; müşrikler var puta tapanlar, bir de ehl-i kitap var, kendilerine kitap indirilmiş insanlar. Onlara da İslâm dini nasihat ediyor: "--Bakın sizin peygamberleriniz size böyle dememişti. Siz bu işleri sonradan değiştirdiniz, saptırdınız. İşin doğrusu o değildir. İşin doğrusu Allah'ın bir olduğudur, şerîki nazîri olmadığıdır. Ona inanın, yanlış yollara sapmayın, dalâlete düşmeyin!" diyor İslâm. Ötekiler de inatlarından, Allah'ın emirlerine aykırı hareket ettiklerinden, lânete uğramışlar, Allah'ın gazabına uğramışlar. Onun için onlara da mağdûbi aleyhim deniliyor. Şimdi biz Fâtiha'da her gün: "--Aman bu eski ümmetlerin, kendilerine hak peygamber geldiği halde şaşıran şaşkınları gibi olmayalım!" diye Allah'tan istiyoruz. "--Bizi peyamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin, evliyânın yoluna yönelt yâ Rabbi! Aman o şaşırıp da senin gazabına uğramış, lânetine maruz kalmış kavimlerin yoluna; dalâlete düşmüş, inancını yitirmiş, Allah'ın sevmediği bâtıl inançlara düşmüşlerin yoluna düşürme yâ Rabbi!" diye söylüyoruz. Bu çok önemli, yâni imanın özü bu... Bizim de bu hususta çok müteyakkız olmamız lâzım diye, Fâtiha Sûresi bu tarzda bize açıkça ihtarda bulunuyor. O halde sevgili dinleyiciler, biz ne yapmalıyız?.. Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılmalıyız! Peygamber SAS Efendimiz'in sünnet-i seniyyesini öğrenmeliyiz! Eski ümmetlerin acı tecrübelerinden istifade etmeliyiz! Onların düştüğü hatalara düşmemeliyiz!.. f. Fâtiha'dan Sonra Âmîn Denilmesi Fâtiha Sûresi işte böylece tamamlanmış oluyor. Fâtiha Sûresi bittiği zaman "Âmin..." denilir. Fâtiha okunduktan sonra âmin demek müstehabdır. Çünkü bir çok rivayetler var ki, Peygamber SAS Fâtiha'yı okurken, "Gayril-mağdûbi aleyhim veled-dâllîn" dediği zaman, âmîn derdi ve sesini uzatırdı: "Aaaaamiiin..." diye. Hazret-i Ali Efendimiz'den, İbn-i Mes'ud'dan bu konuda rivayetler var. Ebû Hüreyre RA diyor ki: (Kâne rasûlüllah SAS: İzâ telâ ğayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn, kàle: Âmîn) Peygamber Efendimiz bunu okuduğu zaman âmîn derdi. (hattâ yesmeu men yelîhî mines-saffil-evvel.) İlk safta olanlar Rasûlüllah'ın bu âmîn dediğini duyarlardı. Başka rivayetler de var; "Herkes âmîn dediği için mescid âmin sesiyle dolardı." diyenler de var. Bu rivayetler sağlam. Demek ki Fâtiha bittiği zaman, bir de "Âmîn..." demek müstehab oluyor. Âmîn, Fâtiha'nın kendi kelimesi değil ama, o dualarla sûreyi okuyup bitirdikten sonra, âmîn demek müstehab oluyor. Bu tabii ne mânâya geliyor? Âmin'in mânâsı, (Rabbi if'al) "Böyle yap yâ Rabbi!" demek. Lügatçi büyük âlim Cevherî demiş ki: (Âmin kezâlike felyekin) "İşte böyle olsun yâ Rabbi, tamam." demektir. İmam Tirmizî demiş ki: (Ma'nâhu lâ tühayyib recâenâ) "Yâ Rabbi ümidimizi boşa çıkartma, bak bunu umuyoruz, ver yâ Rabbi!" demek. Tabii âmin, emine kökünden geliyorsa, yâni "Bizim emniyetimizi sağla, duamızın emniyetini sağla, istediğimizi ver. Bizim umudumuzu boşa çıkarma, elimizi geri çevirme Yâ Rabbi!" mânâsına gelir diye böyle mânâlar verilmiş. Ekseriyetle de kısaca: (Allahümmestecib lenâ) "Yâ Rabbi, bizim bu dualarımız kabul et!" demek. Yâni her duanın arkasından yapılan âmîn, "Yâ Rabbi bu duayı kabul et!" mânâsına gelir diye ifade etmişler. Bunu da müstehab olarak biz de uyguluyoruz. Peygamber Efendimiz'den rivâyet var. Hüreyre RA şöyle rivayet etmiş: (Enne rasûlallah SAS, kàle ![]() Bir başka rivayette: (İzâ kàle ehadüküm fis-salâti âmin) "Sizden biriniz âmin derse, melekler semâda amin derler. (Fevâfakat ihdâhümâ el-uhrâ) Birisi ötekisine düşerse, rast gelirse; (gufire lehû mâ tekaddeme min zenbihî) bu âmin diyenlerin geçmiş günahı affolur." Tabii bu âminlerin birbirine denk düşmesi, muvafakat etmesi, uyuşması ne demek? Yâni: (Fiz-zaman) "Aynı zamana denk düşen, tam aynı zamanda söylenmiş olursa..." diyenler olmuş. (Fil-icâbeh) "Kabul bakımından, meleklerin kabul edildiği gibi onunki de kabul olur." mânâsına da diyenler olmuş. (Fî sıfâtil-ihlâs) "Aynı ihlâsla, meleklerin ihlâsıyla âmin denilirse, o zaman günahlar affolur mânâsına gelir." diyenler de olmuş. Peygamber Efendimiz âmin demeyi tavsiye buyuruyor. g. Namazda Fâtiha'nın Okunması Aziz ve muhterem kardeşlerim, böylece Fâtiha sûresini bitirmiş oluyoruz. Bitirmeden önce bir hususu belirtelim, Peygamber SAS buyurmuş ki; Ubâdetübnüs-Sâmit RA'den, Buhârî ve Müslim'in kitaplarında rivayet edildiğine göre: (Lâ salâte limen lem yakra' bifâtihatil-kitâb) "Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz." Onun için Fâtiha namazda mutlaka okunması gereken çok mühim bir sûre. Bunu böyle geniş geniş açıklamış olduk. Ebû Hüreyre RA'den gelen bir rivayette de Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: [İbn-i Kesir, s. 12'ye bk.] (Yekûlüllahu teàlâ ![]() (İzâ kalel-abdü: El-hamdü lilâhi rabbil-âlemîn) "Kul namazda Fâtiha'yı okurken, 'El-hamdü lillâhi rabbil-âlemîn' deyince; (Kàlellah: Hamidenî abdî) Allah-u Teàlâ, 'Bak, kulum bana hamd etti.' der." Hamd edeni sever Allah. (Ve izâ kâle: Er-rahmânir-rahîm) "Fâtihâ'nın ayetlerine devam ederek, 'Er-rahmânir-râhim' derse; (Kàlallàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ buyurur ki: (Esnâ aleyye abdî) 'Bak, kulum beni medhediyor, şânımı yüceltiyor.'" (Feizâ kàle: Mâliki yevmid-dîn.) Kul, "Mâliki yevmid-dîn" deyince; (Kàlellàh: Meccedenî abdî) Allah: "Kulum beni yüceltti, temcid eyledi, azamet ve celâlimi, şânımı itiraf eyledi, ifade eyledi." der. (Feizâ kàle: İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn.) Kul, "Yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz!" deyince; (Kàle: Hâzâ beynî ve beyne abdî ve liabdî mâ seel) Allah: "Evet, bu, kulumla benim aramda bulunan bir husustur, aramdadır ve kulum ne istemişse verilecektir. Mâdem bana ibadet ediyor, ibadetini kabul edeceğim. Mâdem sadece benden yardım istiyor, yardım edeceğim!" der. (Feizâ kàle: İhdinâs-sırâtal-müstakîm. Sıratallezîne en'amte aleyhim gayril-mağdûbi aleyhim veled-dàllîn.) Kul böyle deyince; (Kàle) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur: (Hâzâ liabdî) "İşte kulumun hissesi budur; Fâtiha'dan, namazdan, namazda okunan Fâtihâ'dan kazancı bu olacak. (Ve liabdî mâ seele) Kulum ne istemişse, kulumun istediği kendisine ihsan olunacaktır." buyurur. Demek ki Fâtiha, esas itibariyle en güzel ibadet, en güzel niyaz olan namazda, mutlaka okunması gereken bir sûredir. Namazda "Allahu ekber!" deyip de, kul Cenâb-ı Mevlâ'nın dîvânına durduğu zaman, perdeler açılır, Allah'ın dîvânına girer. İki tarafta hûri kızları dizilmiş olur. Karşısında Cenâb-ı Rabbül-âlemîn olur, namaza durduğu zaman... Önce hamd ediyor, Allah'ın güzel sıfatlarını söylüyor. O zaman, "Kulum bana hamd etti, beni yüceltti, bana övgüler sundu, benim şânımın büyüklüğünü itiraf eyledi, ifade eyledi." diye Allah-u Teàlâ Hazretleri memnun olur kulunun bu edebinden, bu ifadelerinden... "Ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz!" deyince; "Tamam, ibadetini kabul ediyorum, istediğini vereceğim!" der. Ondan sonra da doğru yola girmek istediğini, doğru yola sevkolunmak istediğini ifade edince; "Kulumun istediği kendisine ihsan olunacaktır, istediğini vereceğim!" der ve doğru yola sevkeder, Bu Fâtiha Sûresi'ni, gördüğünüz gibi kelime kelime, dilimizin döndüğünce, saatlerin müsaade ettiği kadar anlatmaya çalıştık. Sohbetimize ayrılan kısmın ne kadar serbest de olsa, tabii hududlu olması dolayısıyla... Çok çok daha incelikler söylemek mümkündür. Muhakkak ki, kitaplarda nice güzel anlamlar vardır. Çok mübarek bir sûre-i celîleyi öğrenmiş oluyoruz. İçi iman dolu, irfan dolu ve edep dolu, son derece güzel bir sûreyi öğrenmiş oluyoruz. Çok edepler öğrenmiş oluyoruz. Kulluk edeplerini, Cenâb-ı Mevlâ'ya nasıl kulluk edeceğimizi öğrenmiş oluyoruz. İmanın hakikatini, esrârını öğrenmiş oluyoruz. Bu esrâra vâkıf olarak, esrâra âşinâ kullar olarak Cenâb-ı Hakk'a güzel kulluk etmeyi Mevlâmız nasib eylesin... Bir nükte daha vardı, onu arada böyle satırları gözümle araştırırken söylemeyi unuttum, onu da söylemeden geçmeyeyim: Kul ilk önce "Hamd âlemlerin Rabbine, Rahmân ve Rahim, din günün sahibi Allah'a" deniliyorken, burda Allah üçüncü tekil sîga olarak söylenirken; Fâtiha'nın öbür yarısında (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn) diye "Yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz ve ancak yardım isteriz!" diye birden "sana" diye hitap ediliyor, ikinci şahıs haline dönülüyor ifadede. Bu bir yakınlaşmayı; bir hazırlıktan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarıyla onu övdükten sonra, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna girmeyi ifade ediyor. Uzaktayken yakınlaşmayı ifade ediyor. Onları söyleyince, Allah kulu kendisine yaklaştırmış oluyor. Allah'a hamd edince, güzel sıfatlarını itiraf ve ifade edince, ondan sonra da artık yüz yüze huzûr-u izzette âşikâre niyaz, dua ve duaya icabet oluyor. Artık muhatap sîgasıyla söyleniyor. O da çok güzel bir anlam, yakınlaşma oluyor. Yâni hamdeden, şükreden, Allah'ın sıfatlarını söyleyen kimse yaklaşıyor, Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuruna kabul oluyor. Allah-u Teàlâ bizi ilim ve irfan sahibi eylesin... Kur'an-ı Kerim'in esrârına âşinâ eylesin... Zevkini dimağımıza duyursun, tadını ağzımızdan kaçırtmasın... Kendisine aşk ile, şevk ile, zevk ile, rızasına uygun vech ile, ihlâsla, iman-ı kâmil ile ibadet etmeyi nasib eylesin... Kur'an-ı Kerim'i bize şefaatçi eylesin... Peygamber-i Zîşânımızı bize şefaatçi eylesin... Onların şefaatiyle, rehberliğiyle cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Peygamber Efendimiz'e Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin. Şu Kur'an-ı Kerim'i Cenâb-ı Mevlâ'dan cennette dinlemeyi şu nâçiz kulaklarımıza nasib eylesin... Rıdvân-ı ekberine cümlemizi vâsıl eylesin... Aziz ve sevgili izleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.. 17. 11. 1998 - AVUSTRALYA |
16 Ağustos 2007 17:23 | |
AŞK'ÜL İSLAM | Cvp: TEFSİR DERSLERİ 10 Kasım 1998 ALLAH HESAP VE CEZÂ GÜNÜNÜN SAHİBİDİR 7.BÖLÜM Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.. Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri, seyircileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada ahirette üzerinize olsun... İki cihanda Mevlâm cümlenizi mes'ud ve bahtiyar eylesin... Fâtiha-i Şerife Sûresi'nin tefsirine devam ediyoruz. Bugün, (Mâliki yevmid-dîn) ayet-i kerimesine geldik. Bizim saymamıza, sıralamamıza göre, numaralamamıza göre üçüncü ayet-i kerime. Mâliki yevmid-dîn, bir zincirleme tamlamadır, isim tamlamasıdır. Eski tâbirle, burda bir tetâbü-i izâfât var. İzâfetler peş peşe geliyor. Yâni, isim tamlaması var. Mânâsı: "Din günün mâliki." demek. "Din günün mâliki" tamlaması bir ayet oluyor, üç kelimeden ibaret bir ayet-i kerime oluyor. Sûredeki yeri nedir, Durumu, sözün akışında, siyaktaki yeri nedir?.. Birinci ayet-i kerimede, besmelenin arkasından "El-hamdü lilâh" denildikten sonra, "El-hamdü lilâh"ın ikinci kelimesi Allah lafza-i celâlinin, yâni Allah kelimesinin sıfatları arkasından sıralanıyor. Önemini dinleyenler, duyanlar anlasınlar diye, sıfatların üstüne böyle önem verilerek bastırılmış, vurgulanmış oluyor. Allah, rabbül-âlemîn, errahmânir-râhim, yâni alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, mâliki yevmid-dîn Allah, öyle olan Allah... Tabii, olan sözü de doğru değil. Çünkü olmak, değilken sonradan oluşmak mânâsına da geliyor. O mânâya kullanılmaz, Allah-u Teàlâ Hazretleri için öyle değildir. Onun için her birinin mânâsını düşünerek: "Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din günün mâliki Allah'a hamd olsun." veya "Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din gününün mâliki Allah'ındır." mânâsına böylece hepsi birden, bu üç ayet-i kerime mânâca bütünleşiyorlar. Ama öneminden dolayı Mâliki yevmid-dîn bir ayet-i kerime; geçen hafta izah ettiğimiz Errahmânir-rahîm, iki sıfattan ibaret bir ayet-i kerime. a. Mâlik Kelimesi Şimdi Mâliki yevmid-dîn âyet-i kerimesinin kelimelerini, sözcüklerini açıklayalım: Mâlik; elif ile, yâni mimden sonra elif ile mim uzatılarak üstünü Mâlik, Mâliki yevmid-dîn. Bizim kabul ettiğimiz, ülkemizdeki Kur'an-ı Kerimlerde yazılı olan şekliyle Âsım, Kisâî, Yâkub, Halef kıraatidir bu. "Mâlik" okunması kıraati aşereden. Bizim kabul ettiğimiz kıraat budur. Nâfi', İbn-i Kesir, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Hamza, Ebû Câfer isimli alimler de... Kıraat alimleri, biliyorsunuz, on kıraat var. Kur'an-ı Kerim'in kelimelerinin okunuşlarıyla ilgili görüşleri değerli alimlerin ortaya koydukları kıraat-i aşere diyoruz. El-kıraâtül-aşr, on kıraat. Tabii bunlardan üç tanesini daha eleyerek, yedi tanesini kuvvetli bularak Kıraâtüs-seb'a da var, bunun da öğretildiğini biliyoruz. Kıraât-i Seb'a var, Kıraât-i Aşere var. Demek ki bâzı âlimler mâlik kelimesini, "mâlik" okumuşlar. Biz de ona tâbiyiz, öyle okuyoruz. "Mâliki yevmid-dîn" diye okuyuruz. Bazı alimler de --bilelim, bilginiz olsun-- "melik" diye okuyorlar bu kelimeyi. "Melik-i yevmid-dîn" diye okuyorlar. Çeşitli yollarla, senetlerle, turuk-u müteaddide ile yâni, kendisine kimlerin rivâyet ettiğini çeşitli senetlerle anlata anlata İbn-i Merdeveyh --veyahut Merdiye diye de okunur bu kelime-- isimli alim, rivâyete göre: (Enne rasûlallah SAS kâne yakrauhâ mâliki yemid-dîn) Bu alimin rivâyet ettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz Fâtiha-i şerifeyi okurken bizim de tâbi olduğumuz şekili, Mâliki yevmid-dîn, şeklini okurlarmış. O da o zaman bizim okuyuşumuzun kuvvetli olduğunu gösteriyor. Ama Meliki yevmid-dîn okunuşu hakkında da alimler uygun bir kıraattir diyorlar. Şimdi ikisini biraz açıklayalım: Mâlik kelimesi, yâni sahip olmak, mâlik olmak, bunun mastarı milk, melike-yemlekü-milk geliyor. Bu mânâdan geldiğine göre mâlik okuyoruz. Bu mânâ sahih, tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyin mâlikidir. Rabbün-nâs, Rabbü külli şey'in vel-melîkühû, her şeyin sahibidir, her şey onundur. Bütün varlıklar, yaratıklar onundur, insanlar da onundur, yerler gökler de onundur. Onun için mâlikiyet mânâsı Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayet-i kerimelerde sabit. Meselâ: (İnnâ nahnü nerisül-arda ve men aleyhâ ve ileynâ yürce�n) ayet-i kerimesini söyleyelim, bu mânâyı ifade etmek üzere, buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri ayet-i kerimede: "Yere ve yerin üstündeki bütün yaratıklara biz vâris olacağız ve hepsi bize döndürülecek." Yâni insanların hayatlarından sonra dönecekleri yer Mevlâları, her şey Allah'ın. Yer gök bütün varlıklar Allah'ın. Onun için mâlik kelimesi sahih; tabii, Peygamber Efendimiz de öyle okumuş. Melik kelimesi de hükümdarlık etmek mânâsından geliyor. O da, bu hükümdarlık mastarı da mülk olarak geliyor, hükümran olmak olmak, yâni hüküm sürmek, hâkim olmak mânâsına. Bu da ayet-i kerimelerde ifade edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden bir kaç ayet-i kerimeyi hatırlayalım: (Limenil-mülkül-yevm, lillâhil-vâhidil-kahhâr) meselâ bir ayet-i kerime. Yâni: "Bugün egemenlik, hüküm verme hakkı, hükmetme işi kimindir? (lillâhil-vâdilil-kahhar) Vâhid ve Kahhar Allah'ındır." (Kavlühül-hak, ve lehül-mülk) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kavli, sözü haktır ve hükümranlık onundur." Hükümranlık ne demek? Rân kelimesi nerden geliyor? Farsçada sürmekten geliyor. Hükümranlık, hüküm sürmek demek. Yâni bir şeye hâkim olup, hükmünü geçirmek, hükmünü sürdürmek. Hükümdarlık hükme sâhip olmak. Dâr takısı, dâşten'den geliyor. Rân da rânden'den geliyor. Farsçadaki kökleri ayrı. Hükümdarlık hüküm sürmek demek. (El-mülkü yevme izinil-hakkı lir-rahmân, ve kâne yevmen alel-kâfirîne asîrâ.) Meselâ, "O gün egemenlik, hüküm sürmek, hüküm vermek Rahmân'ındır ve kâfirlere çok zor bir gün olacaktır, zorlu bir gün olacaktır o. Çünkü o zaman ceza görecekler." diye ayet-i kerimelerde bu mânâda ifade ediliyor. Şimdi, tabii o gün hüküm Allah'ındır, hükümranlık Allah'ındır da şimdi hüküm Allah'ın değil midir? Her zaman Allah'ındır. Ama o gün kimse kendi bilgidiğine kalkıp hareket edemeyecek, konuşamayacak. Çünkü dünyadayken Allah-u Teàlâ Hazretleri insanlara bir irade-i cüz'iye vermiş ve bir istediğini yapma hürriyeti vermiş. İyiyi veya kötüyü göstermiş. İyiyi tercih ederse mükâfatlandırılır, kötüyü tercih ederse cezalanacak. O gün artık kimse kalkıp da bir söz söyleyemeyecek. Nasıl geçiyor âyet-i kerimelerde: (Yevme yek�mur-rûhu vel-melâiketü saffâ) "Melekler ve rûh-u a'zam Cebrail, Ruh adlı melek, saf saf kalkarlar, (lâ yetekellemûne illâ men ezine lehür-rahmân) Rahmanın müsâde ettiğinden, izin verdiğinden başkası kalkıp konuşamaz, herkes susacak" (ve kàle sevâbâ) Başka bir ayet-i kerimede: (Ve haşaatil-asvâte lirrahmân felâ tesme� illâ hemsâ) "Rahmân'ın huzurunda, Rahmân'a karşı bütün sesler kısılacak ve ancak böyle fısıltıdan başka bir şey işitilmeyecek. Herkes korkudan, dehşetten Allah'ın hükmünü bekleyecekler." (Yevme ye'ti lâ tekellemü nefsün illâ biiznîhî) "O gün geldiğinde kimse konuşamayacak, ancak Allah'ın izniyle konuşacak." gibi ayet-i kerimeler... Yâni o günde Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin mâlik olduğu, mâliki olduğu o günde kimse artık hüküm ve söz söyleme --onun izni olmadan-- hakkına sahip olmayacak. Dünyadaki imtihan için verilmiş hürriyetler bitmiş oluyor. "Mâliki yevmid-din"i bazı alimler, yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri, din gününü kurmaya, yaratmaya, yapmaya kàdirdir, onun yapılması, kudreti, onun meşiyyetindedir, onun emrindedir. Mânâsına anlamışlar. Bazı hadis-i şerifleri okumak istiyorum, Ebû Hüreyre RA'den sahihaynde rivâyet edilmiş ki; yâni sahihayn nedir? İmam Buhârî'nin, İmam Müslim'in sahih hadis kitaplarında, o mübârek kitaplarda kaydedilmiş ki, Peygamber Efendimiz buyurmuş: (Ahneusmin indallàhi racülün tesemmâ bimelikil-emlâk, ve lâ mâlike illallah) Bu hadis-i şerifte ne buyurmuş oluyor? (Ahneusmin) İsm kelimesnin ilk harfi vasıl olduğu için, hemze-i vasıl... "En aşağı, en alçak, en zelil, en hakir isim nedir Allah indinde? Yâni Allah'ın sevmediği en alçak isim nedir? Melikül-emlâk, demişse, kendisine böyle bir unvan vermişse..." Yâni şahlar şâhı gibi, melikler melîki gibi. "Böyle bir isim vermişse Allah'ın en sevmediği, en aşağı sıfat budur. (Ve lâ mâlike illallah) Çünkü Allah'tan başka mâlik yoktur." buyurmuş Peygamber Efendimiz. Yine aynı iki mübarek hadis kitabında Peygamber Efendimiz'den rivayet olunmuş ki; bu hadis-i şerifi okuduğu zaman insan, mânâsına muttalî olduğu zaman tüyleri diken diken oluyor. (Yakbedullàhül-arda ve yatvis-semâe biyemînihî sümme yek�lü enel-melikü eyne mülûkül-ard? Eynel-cebbârûn? Eynel-mütekebbirûn?) Bu hadis-i şerifin mânâsın ne? "Allah-u Teàlâ Hazretleri, dünyanın sonu geldiği zaman yer yüzünü kabza-yı kudretine alır, semâvâtı dürer, katlar, yâni yer gök bir hiç olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretinin avucunda, elinde. Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle yeri göğü kabzadığı kuvvetiyle tuttuktan, avucuna aldıktan sonra..." diyelim, herhangi bir teşbih mânâsı şey yapmadan. Çünkü (yemîninî) sağ el mânâsına da geliyor. Ama teşbih mânâsını düşünmeden anlamak lâzım bu hadis-i şerifleri. "O günde buyurur ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Enel-melik) "Hükümran, hükümdar olan benim! (Eyne mülûkül-ard?) Nerde şimdi o yer yüzünün şahları, hükümdarları, padişahları, melikleri? (Eynel-cebbârûn?) Nerde cabbar herifler? Böyle zalimler? (Eynel-mütekebbirûn?) Nerde o öyle saltanattan burnunu havaya kaldıran, tekebbür eden kimseler?" buyurur. Tabii o zaman herkes tir tir titereyecek. Mahşer gününün, yâni kıyametin dehşetinden, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin böyle yeri göğü dürdüğü zamanın dehşetinden hiç kimse kalmayacak. Zâten hakiki, her işi yapan, yaratan, çeviren Allah-u Teàlâ Hazretleri olduğundan. (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) Ne demek? Güç kuvvet Allah'ındır, yâni Allah birisine vermese izin, kimse kılını kıpırdatamaz, yaprak kıpırdamaz, rüzgâr esmez, dünya dönmez. Hiç bir şey olmaz. Hep Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretiyle, izniyle, müsâdesiyle, onun fiiliyle olduğundan, her şey Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin fiiliyle olduğundan asıl melik, hükümran, (Biyedihî melekûtü külli şey') "Her şeyin melekûtu elinde olan Allah'tır." --Pekiyi dünyadaki insanlara melik deniliyor; neden deniliyor?.. O hakikat değil, o mecaz. Mecâzen, mecaz yoluyla onlara da denilmiş. Tabii Kur'an-ı Kerim'de onlara, dünyanın cüz'î hüküm sürme hakkına sahip insancıklarına melik denilmesi de var. Çünkü halk kullanıyor böyle bir şeyi. Kur'an-ı Kerim'de böyle mânâya gelen âyet-i kerimelerin içinde melik kelimesi, dünya hükümdarlarını ifade eder şekilde geçen ayetler var. Hatırlayacaksınız, meselâ: (İnnallàhe kad bease leküm tàlûke melikâ) "Ey benî İsrâil, Allah-u Teàlâ Hazretleri size Tàlût'u, Tàlut isimli kahramanı melik olarak tayin etti; hadi bakalım ona tâbi olun!" Sonra Kehf Sûresi'ni cuma günleri okuyorsunuzdur inşaallah, çok sevap çünkü yedi günlük günahı affoluyor insanın, Kehf Sûresi'ni okuyunca üç ziyadesiyle ediyor on gün... Orda da hani Hızır AS bir gemiyi delmiş. Neden delmiş? (Ve kâne verâehüm melikün ye'huzü külle sefînetin ğasbâ) "O gemi biraz arızalansın, gidemesin, o zalim hükümdarın eline geçmesin. Çünkü ilerde bir melik vardı, hükümdar vardı, gasbediyordu bütün gemileri." O gemiyi kurtarmak için aslında arızalandırmış oluyor. Orda melik kelimesi kullanılıyor ayet-i kerimede. Demek ki insanlara melik denmesinin, işin aslına, köküne bakarsak doğru değil. Çünkü nesi var insanın? Aciz naciz bir mahluk ama mecaz yoluyla işte insancıkların bazen böyle başkan olanlarına da melik sözü kullanılagelmiş. Ayet-i kerimelerde de böyle bu kullanım görünüyor. Ama asıl melik Allah-u Teàlâ Hazretleri'dir. Sonra tabii o ihtişamlı kıyamet gününde: "Nerde o dünyanın melikleri, nerde o cabbarlar, nerde o mütekebbirler?.." diye sorduğu zaman kaçacak delik arayacaklar o zalimler, cabbarlar, mütekebbirler. Sadece Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin hükmü orada şey yapacak. Şimdi, evet, demek ki bu ayet-i kerimenin mâlik kelimesi melik de okunabiliyor, mâlik de okunabiliyor. Biz mâlik kıraatine tâbi olmuşsuz, Peygamber Efendimiz de öyle okurmuş SAS. Bu, sahip mânâsına geliyor. Sahip mânâsı doğru. Melik de okunursa hükümran mânâsına geliyor. O da doğru. İkisi de ayet-i kerimelerle gördüğünüz gibi kullanılmış, varid olmuş, Kur'an-ı Kerim'de geçmiş. b. Yevm Kelimesi Gelelim ikinci kelimesine, Mâliki yevmid-dîn'in yevm kelimesine. Yevm, Arapçada gün demek... Ama lügat açılırsa, gün kelimesinin daha çeşit çeşit nice mânâları olduğu, onların da kullanıldığı görülür. Burada bizim o çeşitli mânâlardan sarf-ı nazar ederek, teferruatı anlatmadan işaret etmemiz gereken önemli nokta nedir? Ahiretin o günü, yâni din günü, yevmüd-dîn, din günü; Farsça biliyorsunuz yevm kelimesinin karşılğı rûzdur. Rûz-u cezâ, diyoruz. Peygamber Efendimiz'in de bir sıfatı olarak, hani dualarda kulağınıza gelmiştir, şefî-i rûz-u cezâ Muhammedinil-Mustafâ SAS diyoruz. Yevm, bizim bu dünyada anladığımız gündüz mânâsına veyahut gece ve gündüzün toplamı gün mânâsına değil tabii. Yâni zaten biraz ilm-i hey'eti, astronomiyi okuyanlar bilirler ki; gün dediğimiz şey dünyada başka türlüdür, öteki seyyarelerde başka türlüdür. Yâni hepsinin gününün saat olarak, zaman olarak miktarı farklıdır. Hani çeşit çeşit seyyareler var, Merkür, Venüs, Jüpiter, Saturn, Uranus, Neptün, Pluton diye Lâtince isimlerini şimdi öğretiyorlar. Eskiden Zühre diye, Utarit diye, Merih diye geçerdi eski kitaplarda... Ben böyle ikisini de söylüyorum ki eski medeniyetimize biraz âşinâlığı olsun dinleyiciler, onları da duymuş olsunlar. Tamamen unutulmasın eski medeniyetimizin kelimeleri diye. Dünyada bir gün 24 saat veyahut gün dediğimiz zaman gündüzü anlarız. Gün ışığı diyoruz. Güneş kelimesinin sonundaki 'eş'i atılmış şekli de gün. Ây u gün, hem nüh felek Ay ve güneş ve dokuz gök diye Mevlid'de geçiyor. Demek ki gün kelimesi Türkçemizde güneş mânâsına da geliyor. Sadece güneşin olduğu gündüz mânâsına da geliyor. Bir de gündüzle gecenin toplamı olan 24 saat mânâsına geliyor. Ama tabii bu ayet-i kerimede bu mânâya değil. Alel-ıtlak vakit demek, zaman demek. Mâliki yevmid-dîn ne demek? "Din vaktinin, din zamanın mâliki." Çünkü o gün 24 saat olmayacağı belli, zâten ayet-i kerimelerde geçiyor, bismillâhir-rahmânir-rahîm: (Ve inne yevmen inde rabbike keelfi senetin mimmâ teuddûn) "Rabbinin indinde bir gün, sizin saydıklarınızla kıyaslanırsa bin yılınız gibidir." diye buyruluyor bir âyet-i kerimede. Demek ki orada bin yıl, bir gün gibi olacak. Ahiretin günü dünyanın gününden farklı olacak. Sonra bir başka ayet-i kerime var. Orada da bazı farklılıklar olduğunu böylece keşfetmiş, anlamış oluyoruz, Kur'an-ı Kerim bize çok şeyler öğretiyor: (Ta'rucül-melâiketü ver-rûhu ileyfi fî yevmin kâne mikdâruhû hamsîne elfe seneh) Yâni ellibin yıl miktarı olan bir günde, melekler Cenâb-ı Mevlâ'nın huzur-u izzetine doğru urûc ederler, yükselirler." Demek ki huzur-u izzete giderken orada gün de ellibin yılımıza benzer gibi uzun oluyor. Demek ki yevm sözünü de böyle zaman mânâsına, vakit mânâsına alacağız, yoksa yirmi dört saat mânâsına almayacağız. Onu da öylece açıklamış olduktan sonra, gelelim ayet-i kerimenin sonuncu kelimesi, üçüncü kelimesi din kelimesine. c. Dîn Kelimesi Dîn kelimesi de, dâne-yedînü-dinen ve diyâneten kökünden, masdarından, fiilinden geliyor. Çok anlamları var dîn kelimesinin Arapçada. Peygamber Efendimiz'in zamanında da çok anlamları vardı. Bizim şimdi din deyince anladığımız nedir? Türkçedeki din kelimesinin kullanılışı; dindarlık, diyanet, bir insanın inançlarının bütünü, şeriat mânâsına kullanıyoruz. Bilmem ilkel dinler, beşerî dinler, semâvî dinler diye, dinler tarihi diye ilimler var dinleri inceleyen. Her kavmin bir inanç teşkilâtı oluyor, inançlarının toplamı olan bir inanç bütünü oluyor. Ona din deniliyor. Batı dillerinde, İngilizce religion diyorlar, Almanca religion deniliyor... Bizim bildiğimiz mânâ bu. Ama buradaki Mâliki yevmid-din'de, acaba burdaki din o mânâya mı? Peygamber Efendimiz'in zamanında din kelimesi hangi mânâya kullanılıyordu?.. Onlara bakacak olursak, Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında ve Arapçada din sözü, tabii çeşitli mânâlara gelir, onları sıralayabilirim lügata bakarak, bir çok mânâsı arasında: Âdet, hâl, hesap, mükâfat, cezâ, karşılık, hüküm, kazâ, tedbir, ibadet, ivaz... Bunun dışında da çeşitli mânâları var. Ama Peygamber Efendimiz acaba hadis-i şeriflerde bunu nasıl kullanmış diye bakacak olursak bir kaç ayetten, hadisten misallerle onun ne mânâya geldiğini açıklayabiliriz. Arapçasında o devirde din kelimesi daha ziyade karşılık, hesap, ivaz mânâsına geliyor, cezâ mânâsına geliyor diyorlar. (Ed-dînü el-cezâu) Tabii cezâ deyince de biz Arapçadan farklı, cezâyı sadece kötü yapılan bir işin karşılığı olarak düşünüyoruz. Halbuki Arapçada cezâ sadece karşılık demektir. Hatta dua vardır. Mer'î, cârî, böyle hâlen kullanılıyor, Arabistan'a gitseniz, birisine bir iyilik yapsanız hemen der ki: "Cezâkellàhu hayran kesîrâ" "Seni Allah çok hayırlarla cezâlandırsın!" Yâni burda mükâfatlandırsın mânâsına geliyor. (Ed-dînü el-cezâu) demek, yâni ne demek? Karşılık demek. Bir şeyin, yapılan bir işin karşılığı, ivazı, bedeli, hesabı mânâsına. Kur'an-ı Kerim'den bir iki misal düşünelim: (Yevmeizin yüveffîhimüllàhu dînehümül-hak) "O günde Allah kulları hak olan mükâfatlarını, karşılıklarını, amellerinin hesaplarını görecek, (yüveffîhimüllàhu dînehümül-hak) Hak olan hesaplarını görecek, hesaplarının sonucunda neyi haketmişlerse onun karşılığını verecek. İnsanlar rûz-u mahşerde soracaklar: (E innâ lemedînûn) "Bize yaptıklarımızdan dolayı bir karşılık verilecek mi?" diye insanların sormaları... Kur'an-ı Kerim'de demek ki karşılık mânâsına geçiyor. Yâni, "Hesaba çekilecek miyiz?" mânâsına. Hadis-i şeriften misal düşünecek olursak, sahih bir hadis-i şerif, hatırlayacaksınız, zaman zaman hadis sohbetlerimizde de konu edinmişizdir, söylemişizdir. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki: (El-keyyisü) "Akıllı insan (men) o kimsedir ki, (dâne nefsehû) nefsine mâlik oldu, sahip oldu; (ve amile limâ ba'del-mevt) ölümden sonrası için salih amelleri işledi. Akıllı insan budur." Evet yâni, dane nefsehû ne demek? Nefsini hesaba çekti ve ona hakim oldu, sahip oldu demek. Şeyde de yine bir söz yaygın olarak geçiyor: "Kemâ tedînü tüdân" Nasıl muamele edersen sen, onun karşılığında da sana öyle muamele olunur." mânâsına. Demek ki bu misallerden, hadis-i şeriflerden, ayet-i kerimelerdeki kullanışlardan anlıyoruz ki din kelimesi karşılık demek oluyor, hesap demek oluyor. O zaman yevmid-dîn; hesap günü insanların hesaplarının görülüp de amellerinin karşılığı olan ne ise onun verildiği gün. Yâni iyi bir insansa, sâlih bir kimseyse, ibadet etmişse, hayır hasenat işlemişse, Allah'a itaat eylemişse onun karşılığı ne olacak, cezâsı ne olacak --yâni mükâfat, güzel, iyi olan cezâya mükâfat diyoruz-- mükâfatı ne olacak? Cennet olacak. E kötü iş yapmışsa, Allah'a âsi olmuşsa, zulmetmişse, başkalarının hakkını yemişse, gadretmişse o zaman onun cezası ne olacak? Yâni ikâbı, ukûbeti, (punishment İngilizcesi) onun karşılığı ne olacak? Onun da karşılığı cehennem olacak. O da cehennemde ettiğini bulacak; ne tür zulmettiyse, o tür muameleye mâruz olacak. Demek ki sevgili izleyiciler, Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini okurken bizim Türkçeden de âşinâ olduğumuz, Türkçede de kullanılmış kelimeler olabilir. O kelimeleri kendi aklımızla, kendi aklımızda olan mânâları vererek kullanırsak bazen sonuçlar yanlış çıkabilir. Ne yapacağız? Rivâyetleri inceleyeceğiz. Başka âyetlere bakacağız. Kur'an-ı Kerim'i Kur'an-ı Kerim'le anlamaya çalışacağız. Öbür ayetlere bakarak anlamaya çalışacağız. Peygamber Efendimiz'den bir rivayet varsa, sahabe-i kiramdan, Peygamber Efendimiz'i tanıyan, dini iyi bilen insanlar olarak onlardan rivayet varsa onlara kulak verceğiz. Yoksa insanın kendi başına Kur'an-ı Kerim'i kendi aklıyla açıklamaya çalışması çok yanlış noktalara götürür. Zâten böyle insanın çok hata edeceği ve ondan dolayı cezalandırılıp cehenneme gideceğine dair de tehditli rivayetler, hadis-i şerifler var. Öyle kendi bildiğine bir insan kalkıp da yarım yarım yamalak bilgiyle Kur'an-ı Kerim'i açıklamaya kalkmamalı!.. Bunu niçin söylüyorum? Bazıları kalkışıyorlar Kur'an-ı Kerim tercümesine. Tabii Kur'an-ı Kerim'i sevdiği için, anlamak için insan uğraşabilir ama Kur'an-ı Kerim'in mealini yazacağım, tefsirini yazacağım diye kalkışmak müktesebât ister, çalışma ister. O çalışması yok. Meselâ Arapça bilmiyor. --Sen Arapça bilmiyorsun, niye Kur'an-ı Kerim meali hazırlıyorsun? Neye dayanarak hatırlıyorsun? "--E ben, diyor, Lugat-ı Nâcî'yi alırım, ordan kelimelere bakarım, Kur'an-ı Kerim'i tercüme ederim." Lügat-ı Nâci Osmanlıca lügatı... Çok yanılırsın, çok hata edersin. Çünkü bir kelime Türkçeye, Osmanlıcaya Arapçadan geçmiş bile olsa, mânâsı kaymış, değişmiş olabilir. Bu dilcilerin çok iyi bildiği bir konudur. Zamanla kelimelerin mânâları çeşitlenir, değişir, kayar, farklılaşır. Öyle Osmanlıca lügatıyla Arapça meal, Arapça metin, Kur'an-ı Kerim çözümlenemez, anlaşılamaz. O zaman yanlış olur. Nitekim ben Kur'an-ı Kerim meallerini toplamaya çalışıyorum. Okumaya çalışıyorum. Nasıl Türkçe karşılık verdiklerine bakıyorum. Yâni çok yanılmalar var. Çok yanılmalar olabiliyor. Bunun çaresi nedir?.. Sağlam kaynaklara dayanmak, sağlam kitaplardan, büyük alimlerin izahlarından faydalanmaktır. Görüyorsunuz işte din kelimesi bizim Türkçedeki anladığımız mânâdan başka bir anlamda olduğu bu ayet-i kerimede sezinleniyor. Yâni: "Kulların amellerinin karşılığı neyse, onun verildiği o gün, rûz-u cezânın mâliki, onu kurmaya, onu yaratmaya, o işi yapmaya kàdir olan Allah; o gün herkesin susup, diz çöküp, sesini kısıp, boynunu büküp, tir tir titrediği zaman hükmünü sürecek olan Allah; o günün hükümranı, o günün mâliki, o hesap ve cezâ günün sahibi Allah." demek oluyor. Tabii çok önemli bir konu bu. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin Fâtiha-i Şerife'de nelerini öğrenmiş oluyoruz? Âlemlerin Rabbi olduğunu, sahibi olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Rahman'lığını öğrenmiş oluyoruz, Rahim'liğini öğrenmiş oluyoruz. Önemine binâen her birisi bir ayet-i kerime olmuş. Bir de kulların hesaplarının görüldüğü o ilerdeki, ahiretteki o günün yegâne mâliki olduğunu, meliki olduğunu, sahibi olduğunu; onu halketmeye, onu yapmaya kàdir olduğunu, kullarını hesaba çekmeye kàdir olduğunu anlamış oluyoruz. Tir tir titrer insan... Yâni bu ayet-i kerimeyi okurken, Fâtiha'yı okurken insanın renkten renge girmesi lâzım, mum gibi erimesi lâzım, "Mâliki yevmid-dîn" dediği zaman gözlerinden yaşlar boşanması lâzım. Çok önemli... d. Ahirete İman Önemli Demek ki Fâtiha-i şerifemizde imanın en mühim rükünlerinden olan ahirete iman çok güzel bir şekilde işaret edilmiş oluyor ve oradan anlıyoruz ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri bu dünyayı abes yere, boş yere yaratmamıştır; gàyesi vardır, hilkatın amacı vardır. İnsanların bu dünyada bulunuşunun sebebi vardır, hikmeti vardır. İnsanlar bu dünyaya muvakkaten geldiler, gidecekler. Bir kere fâni, burada duruşları muvakkat, bir gelip bir gidecekler. İmtihan için gelecekler, geliyorlar. Ondan sonra da zorunlu olarak gidecekler. Herkes fânî. İşte hepsine Cenâb-ı Mevlâ sahip olacak, varis olacak diye demin ayet-i kerimeyi okuduk. Herkes Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna istesin, istemesin, eski tâbirimizle, Osmanlıca tabirimizle, Farsçadan alınma; hâh me hâh, istesin istemesin gidecek, çırpına çırpına gidecek veya koşa koşa, isteye isteye gidecek. Ne mutlu Allah'ı sevip, Allah tarafından sevilip, Allah'ın sevgili kulu olup, can atarak, isteye isteye gidenlere!.. Allah'ın da severek, "Gel kulum, salih kullarımın arasına gir de, onlarla beraber cennetime dahil ol!" diye iltifat ettiği kullardan olanlara!.. Ne mutlu böyle olanlara! Ne yazık, Allah'ın kulu olduğunu anlayamayıp, şu fâni dünya hayatının aldatıcı olaylarına, meselelerine, unvanlarına, mevkilerine, makamlarına, menfaatlerine aldanıp, takılıp, ahireti unutup, günah işleyen, zulmeden, haksızlık yapanlara!.. Ne yazık, ne kadar cahilce, ne kadar gâfilce, ne kadar yanlış bir şey!.. İşte onlar da istemeye istemeye de olsa, sürüklene sürüklene Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna gidecekler. Orada herkes bu dünyada ettiklerinin karşılığını görürken, onlar da cezalarını belâlarını, ikablarını, uk�betlerini, azaplarını bulacaklar, görecekler, bin pişman olacaklar, milyon, milyar pişman olacaklar, ah edecekler, vah edecekler... "--Keşke peygamberleri dinleseymiştik! Keşke Kur'an-ı Kerim'e tâbi olsaymıştık! Vah bizi yoldan çıkaran arkadaşlara!.. Vah bizi yoldan çıkaran, kötü fikirler aşılayan kimselere, yöneticilere, sürükleyicilere, liderlere!.." diye diye cehenneme atılınca da birbirleriyle kavga edecekler tabii: "--Sen bizi azdırdın!" "--Sen aklını kullansaydın, azmasaydın." Saç saça, baş başa cehennemde de birbirlerinden davacı olacaklar: "--Yâ Rabbi, bu bizi azdırdı! Bu olmasaydı, biz iyi kul olacaktık..." filân diyecekler, ama fayda vermeyecek. Onun için aziz ve sevgili kardeşlerim, Kur'an-ı Kerim bizim için çok büyük nimettir, çok büyük bir devlettir, çok büyük bir fırsattır, çok büyük bir ikazdır, çok büyük bir uyarıdır, çok büyük bir ihtardır!.. Elhamdü lillâh, Allah-u Teàlâ da bize nasib etti, söylüyoruz Kur'an-ı Kerim'in anlamlarını, ayet-i kerimelerin mânâlarını; size de nasib etmiş, siz de dinliyorsunuz. Ne mutlu! Dinlemek de bir nimet, söylemek de bir nimet... Ne kadar güzel şey!.. E bunların tabii sonucu, bunların asıl sonucu, bu ayet-i kerimelerin gereği neyse onu yapmak, mûcebince amel etmek esas... Dinleyip dinleyip de, ondan sonra dağılıp gitmek, bir filim seyretmiş de etkilenmiş, ondan sonra kalkıp evine giden insanlar gibi olmak değil. Madem ki Allah-u Teàlâ Hazretleri âlemlerin Rabbidir, Rahmandır, Rahimdir, cezâların, mükâfatların verileceği, hesapların görüleceği günün mâlikidir, sahibidir, hükümrânıdır, hükümdarıdır. O halde o Melik-ü Cebbâr'ın, o hakiki melikin, o âlemlerin Rabbinin huzuruna gideceğini bilip, ona göre tedbirini alıp, öyle yaşayıp; Allah'ın huzuruna güzel amellerle gitmek lâzım! Akıllı insanın işi budur. Şaşkın insanlar da, zavallı insanlar da, şaşılacak insanlar da tabii, bunun aksini yapanlardır. Çünkü bu fâni dünya hayatı ne kadar uzasa kısadır, çok sayılmaz. Sonunda herkes ölüp gidecek. Yaşlanacak veya yaşlanmayacak. Yâni genç veya yaşlı, ecel bir gün gelecek. Ecel büke belimizi, Söyletmeye dilimizi... dediği gibi Yunus Emre (Rh.A)'in, bir gün ecel herkesin belini, boynunu bükecek. Sonra insanlar, burdaki imtihanı bittiği için hesap gününü sahibi Allah'ın huzuruna döndürülecek. Allah, bu mânâları anladıktan sonra hayatını buna göre uyarlayan, ayarlayan zeki insanlardan olmayı cümlenize nasib eylesin. O rûz-u cezâda, yâni yevm-i hisabda, yevmid-din'de bizi Rabbimiz hesaba dahi çekmesin... Ben öyle dua ediyorum ama liyâkatim de değil. Yâni: "--İyi kullar hesaba çekilmeden, doğrudan doğruya cennete gidecek. Ondan değil yâ Rabbi, bizim hesaba tahammülümüz yok! Hesaba çekilirsek halimiz harap! Sen de duaları kabul edicisin, Erhamür-râhimînsin, Rahmânür-Rahîm'sin... El açıyoruz, senden istiyoruz. Bizden dua etmek; sen de lütfedersen, kabul edersen ne mutlu bize..." diye, "Yâ Rabbi cennetine bigayri hisâb dahil eyle!" diyoruz. Çünkü hesaptan korkmamak mümkün değil. Bu Mâliki yevmid-dîn, zincirleme tamlamasında yevm-i din var ya, o hesap günü, rûz-u cezâ, ondan korkmamak mümkün değil. Peygamber SAS Efendimiz: "Beni Hûd sûresi ve emsâli sûreler ihtiyarlattı, saçımı sakalımı ağarttı." buyurmuş. Bu kelime de insanın saçını sakalını ağartır muhterem kardeşlerim! Mâliki yevmid-în, rûz-u cezâ, rûz-u hesâb, hesap günü, mükâfatların cezaların verildiği gün... O günün sahibi olan, mâliki olan Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize lütfeylesin, rahmeylesin, tevfîkini refîk eylesin... Hak yolu görüp, bilip, tanıyıp, o yolda sebat edip yürümeyi nasib etsin... Bir hususu söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum, sevgili kardeşlerim! Bu dünya hayatı imtihan olduğundan, yeri gelince ayet-i kerimelerde de göreceğiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri imtihan gönderiyor insanların başına... İmtihan ile sıdk u sadâkati ölçüyor. Yâni, "Bakalım bu kulum, bu imtihanın cevabını nasıl verecek? Bakalım gevşeyecek mi, bakalım dönecek mi, bakalım cayacak mı, bakalım samîmî mi, bakalım ihlaslı mı, bakalım vefâlı mı?.." diye Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanları daima imtihan eder. Sevgili izleyiciler, o halde ne yapmamız lâzım? Uyanık olmamız lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin yoluna sımsıkı sarılmamız lâzım! Çeşitli imtihanlarda, zorluklarda Allah'ın yolundan kaymamamız, sapmamamız lâzım! Cazibeli, boyalı, allı pullu, dallı güllü dünya zinetlerine aldanıp günahlara kaymamak lâzım! Günahlara kaymanın çok kolay olduğu ortadadır. Zâten günahlar için korkunç bir sanayi var; eğlence sanayi, ışıklı reklamlar, paralar, muazzam masraflar, büyük mekânlar... Çok göz alıcı yerlere, en manzaralı yerlere, boğazın kenarına, dağların tepesine, en güzel yerlere tırlarla paralar dökülüp, eğlence yerleri yapılıyor. Zevk ü sefâ yerleri, günah yerleri, haram yerleri yapılıyor. Bunların hepsi imtihan... İnsanın karşısına böyle câzibeli günahlar gelince, insan kendisini tutacak, câzibesine kapılıp da kendisini mahvetmeyecek, yakmayacak. Yâni cereyana kapılır gibi kapılıp da, yanıp perişan olmayacak, kül olmayacak. Mihnet ü meşakkatle karşılaştığı zaman veya hastalıkla karşılaştığı zaman... O da olabilir. Meselâ Eyyub AS Allah'ın peygamberi, ne kadar azılı, ne kadar uzun, ne kadar zorlu hastalıklara tutulmuş, ne kadar sıkıntılara uğramış; o da bir imtihan. Hastalık imtihan, mihnet-ü meşakkat imtihan... Dinine karşı yapılan baskılar imtihan... Bunların karşısında ne yapacağız?.. Ne olursa olsun vefâmızdan, sıdk u sadâkatimizden ayrılmayacağız. Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullarıyız, müslüman kullarıyız. Elhamdü lillâh dönmeyiz. Kur'an-ı Kerim, Kur'an kursu marşı gibi bir güzel şiir var: Biz Kur'an'ın hàdimleri, Pür imanlı ve zindeyiz. Bu yoldan dönmeyiz asla Peygamberin izindeyiz!.. Ne kadar güzel! Çocuklar bunu söyledikçe çok hoşuma gidiyor. İlâhî gibi, marş gibi okudukça çok hoşuma gidiyor. Yoldan dönmemek lâzım! İmtihandan kaybetmeden çıkmak lâzım! Sabretmek lâzım, sebat etmek lâzım! Cenâb-ı Hakk'ın yolunda mihnet ü meşakkate tahammül etmek lâzım! Allah'tan dua edip hayırları istemek lâzım, aziz ve sevgili izleyiciler! Allah-u Teàlâ Hazretleri zorlu imtihanlara uğratmasın... Çok baskı yapıp da, tahammül edemeyeceğimiz yüklerin altında bizi ezmesin... Lütfuyla, keremiyle imtihanları başarma kuvveti versin, imtihanları da kolay eylesin... Sımsıkı dinimize sarılıp, Peygamber Efendimiz'in, Kur'an-ı Kerim'in yolundan yürüyelim. Aldatmak isteyenlerin aldatmasına aldanmayalım. Kütüphanemde bana yeni gelen kitaplar var, arkamda. İnşaallah, onları da okuyup bir vesile ile sizlere naklederiz. İslâm'ın çok düşmanları var. Yâni yurt içinden, yurt dışından; dünyada, dünya üzerinde İslâm'ın çok düşmanları var. Müslümanların dolayısıyla düşmanları var. Onlara çok cevr ü cefâ etmek isteyen insanlar var. Bütün cevr ü cefâya rağmen doğru yoldan, hak yoldan, İslâm'dan ayrılmamak lâzım! Nâmık Kemal'in o şiiri hatırıma geliyor: Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin, Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten. Millet tabii bir bakıma --tabii milletimizi de seviyoruz-- bir bakıma da milleti İbrâhime hanîfen, din mânâsına da gelir. Yâni "Millet yolunda, din yolunda azimetten dönersem olmaz!" dediği gibi Nâmık Kemal'in, biz de sebatlı olalım! Allah-u Teàlâ Hazretleri hepinizin yârı, yâveri, yardımcısı olsun... Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi hepinizin üzerine olsun... Allah cümlenizi iki cihanda sevdiği kullardan eyleyip, aziz ve bahtiyar eylesin... Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.. 10. 11. 1998 - AVUSTRALYA |
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın. |
![]() |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|