www.medineweb.net, yükleniyor... 'den beri Kesintisiz Yayında.... |
25 Şubat 2019 20:49 | |
nurşen35 |
Emeğine sağlık hocam![]() |
21 Ocak 2016 11:06 | |
Hâdimul İslam | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 elimizdeki özetler buraya kadar gökçen hocam')) sıkıntı etmeyin atauzemde is.ahlak felefesi belki 10 ünitedir '))son üniteler elinize geçtiğinde siz bizimle paylaşırsınız artık')) ![]() ![]() |
20 Ocak 2016 19:29 | |
gökçen0421 | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 hocaö 10. unteye kadar :( |
02Haziran 2015 09:38 | |
EyMeN&TaLhA | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 10.ünite FERDİ AHLAK VE AİLE AHLAKI Ferdî Ahlak Daha önceki ünitelerde pratik ahlâk‟ı (ameli ahlâk), teorik ahlâk‟ın (nazari ahlâk) ortaya koyduğu yasa ve ilkelerin uygulama alanı olduğunu anlatmıştık. Bilindiği gibi pratik ahlâkın; ferdî, dinî ve sosyal ahlâk vb. gibi uygulama alanları vardır. KiĢinin Kendisine KarĢı Görevleri Ferdî ahlâk iki kısımdan müteşekkildir. a) Bireyin Kendi İç Dünyasından Doğan Ahlâki Davranışlar: 1- Nefsi Korumak: 2- Beden ve Ruh Terbiyesi: 3- Nefsin korunup ahlâki olgunluğa ulaşılabilmesi için, bireyde bir takım erdemlerin yerleşmesi ve yine bir takım kötü hasletlerden sakınması gerekmektedir. b) Ferdîn Allah’la Olan Münasebetlerinden Doğan Ahlâki Davranışlar: İnsanın Allah‟a karşı vazifelerinin başında şüphesiz Allah‟a iman gelir. İnsan bu noktada Allah‟ı zat ve sıfatları açısından tanımalı, O‟na eksiksiz bir şekilde itaat etmelidir. Bu sebeple olsa gerek İslam ahlâkçıları Allah‟a karşı vazifelerimizi, Allah‟ı bilmek ve Allah‟a ibadet etmek şeklinde iki kısma ayırmışlardır. Allah‟a karşı vazifelerimizin diğer bir boyutu da Allah ve resulüne itaat edip onları sevmektir. Ahlâkçılar “sevgi kalbin gıdasıdır” ilkesinden hareketle ezeli ve ebedi olan Allah‟ın sevgisinin, O‟nu seven hiçbir kimseyi mahzun ve bedbaht etmeyeceği fikrini ileri sürmüşlerdir. Allah‟a karşı görevlerimiz içinde ele alacağımız bir diğer alan da Allah‟ın nimetlerine şükür, kanaat, tevekkül ve kazaya rızadır. Aynı şekilde ahlâkçılar, kulun bir olay karşısında üzerine düşeni eksiksiz yapıp, sonra Allah‟a yönelmesi olarak ele aldıkları tevekkülün de, insanın manen yücelmesine, bir takım zorluklara tahammül edip, nankörlük etmemesine vesile olan erdemlerden biri olduğunda hemfikirdirler. Aile Ahlakı Aile müessesesini gerektiren sebepleri ve ailenin önemini şu şekilde belirleyebiliriz: 1- Kadın ve çocukların hak ve hukuklarının korunması ancak aile ortamında mümkün olur. 2- İnsan tabiatında gizli bulunan sosyal bir eğilim, tabii bir ihtiyaç ve karşılıklı sevgi sorunsuzca aile ortamında kendine yer bulur. 3- Aile ortamı, sosyal değerlerimizin yaşatılması ve bu değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılması için gerekli bir kurumdur. 4- Şahsiyet, kimlik, karakter, kültürel yapı, kutsal değerlere saygı aile ocağında kazanılır. 5- İnsanın kendini rahat hissetmesi, kalbinin huzur içinde olması, kendine güvenmesi ve hayatın her alanında moralinin yerinde olabilmesi için sağlıklı bir aile ortamında yetişmesi gerekir. Aile ve Evlilik Ahlâk ilmiyle uğraşalar, ailenin evlilikle başladığını ifade etmişlerdir. Evlilik; aile kurmak üzere bir erkekle bir kadının kendi istekleriyle mensup oldukları inanç ve hükümetin geçerli olan hukuk ve mevzuat şartlarına uygun bir şekilde birleşmelerinden ibarettir. Evlilik bir alış-veriş, bir sözleşmedir. Bu alışverişin iki tarafı vardır. Bunlardan biri kadın, diğeri erkektir. Bu sözleşmenin iki ayrı kişiyi bir araya getirmesinin sebebi, tek insanın eksik oluşu, bir bütün haline gelebilmesi için, erkeğin bir kadına, kadının ise bir erkeğe olan ihtiyacıdır. Ahlâkçılara göre evlenmek, ne nefsi ve şehevi arzuları tatmin etmek, ne servet elde etmek, ne bir hizmetçi kadına sahip olmak, ne de nöbetçi bir kocayı elde etmektir. Evlilik bir takım hak ve görevlerle sorumluluk altına girmektir. Bu sorumluluk bilinci olmadıkça hiçbir tarafın haysiyet ve hürriyeti korunmuş olmaz. Evlilik kurumunun sorunsuzca devamı açısından ahlâkçılar eşler arasında maddi ve manevi bir denkliğin bulunmasına dikkat çekmişleridir. Ahlâki denklik esas olmakla birlikte ayrıca eşler arasındaki hak ve görevlerin rahatça yerine getirebilmesinin diğer gerekleri; eşlerin yaşça, malca, fikir ve bilgice, aile ve milletçe, mizaç, seciye, soy ve ahlâkça, iffet, fazilet, sıhhat ve güzellik yönlerinden de uygunluğunun bulunmasıyla doğrudan ilgilidir. Evliliğin devamı açısından gerekli olan esaslardan bir diğeri de, eşlerin bir araya gelmede, aile kurmada rızalarının bulunmasıdır. Evlilikte Hak ve Görevler 1-Karı-Kocanın Birbirlerine karşı Hak ve Görevleri: Ahlâkçılar eşler arasındaki hakları dünyevi, nefsanî ve uhrevi olmak üzere üç kısımda ele almışlardır. Dünyevi Haklar; helal yiyecek-giyecek, münasip bir ev, kötü muameleden sakınma, mihrini verme, hanımının rızkını izni olmadan harcamama, herhangi bir hataları olursa sabretmek, çocuk bakılamayacak kadar çok ise hizmetçi tutmak, evlilikle ilgili her işte adaletle hareket etmek, eşinin sıla-i rahîm yapmasına izin vermek vb. Nefsanî Haklar; eşlerin birbirlerinin her türlü meşru nefsani arzularını eğer ciddi bir mania yoksa tatmin etmek Uhrevi Haklar; eşine dinî bilgileri öğretmek, ibadetlerini düzenli olarak yerine getirmesi hususunda kolaylık sağlamak, eğer hanımı ehl-i kitap‟tan ise ona güzellikle İslam‟ı telkin etmek vs. Karı kocanın karşılıklı görevleri akıl, zekâ, anlayış ve irade üzerine kurulmuştur. Bu müessesede eşlerin karşılıklı olarak yapmaları gereken görevler sadakat, iç emniyet, saygı, sevgi, hürmet ve yardımlaşmadır. Aile üyeleri arasındaki temel görevlerden biri de yardımlaşma, istişare ve anlaşmadır. Kadın bedenen erkeğe eşit olmayabilir, ama bazılarının iddia ettiği gibi, zihnen ve ilmen eşit olmaması gibi bir şey ileri sürülemez. İslam kadını, dinî, sosyal, her türlü haktan faydalandırıp çeşitli görevlerle de onu erkekle denk saymaktadır. İslam kadını en fazla koruyan ve kollayan bir dindir. Kadınların haklarını çiğneyen İslam değil adetlerdir. Bu adetlere ancak İslam ile karşı çıkılabilir. 2-Ebeveynlerin Çocuklarına Karşı Görevleri: İslam ahlâkı ebeveynlere üç önemli noktada sorumluluklar yüklemiştir. Bunlardan ilki; çocuğun maddi ihtiyaçlarının karşılanması, beslenme, giyim-kuşam, barınma ihtiyaçlarının giderilmesi. Anne ve babanın çocuğa karşı olan yükümlülüklerinden bir de ona sevgi ve şefkat göstermesidir. Anne babaların çocuklara karşı ödevlerinden bir diğeri de onların eğitimini sağlamalarıdır. 3-Çocukların Ebeveynlere Karşı Görevleri: İslam ahlâkçıları, Kur‟an ve Sünnet‟ten aldıkları bilgiler doğrultusunda, anne ve baba hakkının diğer bütün yaratılmışların hakları içerisinde en önemlilerinden olduğunu ifade etmişlerdir. Rabbimiz İsra Süresi 23-24. Ayetlerde bu hususu önemle vurgulamış, anne babaya iyiliği emretmiş, kendilerine “öf” bile demeyin diye de uyarmıştır. Hz. Peygamber de “anne babası hayatta iken onları memnun etmeyen kimseye” beddua ederek konunun önemine dikkatimizi çekmiştir. alıntıdır |
02Haziran 2015 09:29 | |
EyMeN&TaLhA | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 9.ünite İslam Ahlakının Tanımı İslâm Ahlâkı terimi iki farklı bakış açısından ele alınabilir. Bizim bu ünite içerisinde ele alacağımız hususlar da bu iki yaklaşımı desteklemektedir. Birinci yaklaşım, İslâm mütefekkirlerinin bu kavramı İslâmi ilimlerden birinin ismi olarak ele alıp getirdikleri tanımlamadır. Buna göre “İslâm Ahlâkı” Kur’an ve Sünnet‟in ahlâki esaslarından hareketle ortaya konulan ahlâk anlayışıdır. Bu anlayış vahye dayanır, vahiyle beslenir, Hz. Peygamber‟in uygulamalarından yola çıkılarak oluşturulur. Sahabenin Kur‟an ve Sünnetten çıkardığı ilkelere dayanır. Böylece bu anlayışta Kitap ve Sünnet‟in hükümleri ve kanunları İslâm ahlâkının esasını teşkil eder. “İslâm Ahlâkı” kavramına diğer bir yaklaşım ise, daha ziyade ahlâk ilminin teorik boyutuyla ilgilenen düşünürlerin yapmış olduğu tanımlamadır ki o da; İslâm âleminde yapılmış ahlâk ve ahlâk felsefesi alanındaki çalışmaları ifade eder. Doğrusu, “İslâm Ahlâkı” kavramı, hem Kur‟an ve Sünnetten çıkarılan ilkelerin zamanla Müslümanlar tarafından -çeşitli ölçüler de esas alınarak- geliştirdikleri ahlâk formunun, hem de İslâm düşünürlerinin değişik kültür ve düşüncelerden istifade ederek ortaya koydukları görüş ve eserlerin yekûnunu birlikte ifade etmektedir. İslâm Ahlâkını, İslâm toplum hayatını da şekillendiren Kur‟an ahlâkı, tasavvuf ahlâkı ve felsefi ahlâkın toplamı olarak ele alıp, bu perspektiften ortaya konan eserler ve görüşler bağlamında aşağıda değerlendirmeye çalışacağız. İslam Ahlakının Konusu ve Amacı İslâm ahlâkı, hiçbir sınırlama olmaksızın insan hayatını bütün yönleri ve boyutlarıyla içermektedir. Bunun “Allah’a saygı, mahlûkata şefkat” şeklinde formüle edenler ahlâk alanının sınırının genişliğini göstermek istemişlerdir. İslâm ahlâkı, insanın, irade, vicdan ve akıl gibi ahlâki kabiliyetleri ile öfke, şehvet, hırs vb duygularını ve bunlardan doğan fazilet ve rezaletleri tetkik ve tahlil eder. Bu ilim, insanların dini, şahsi, ailevi, içtimai yaşayışlarında uymaları gereken kaide ve kanunları da belirler. İslâm Ahlâkını konu edinen bir ilim olan İslâm Ahlâkı kendisine amaç olarak da, insanlara, bütün ahlâk güzelliklerini, faziletleri, iyi huyları ve erdemli davranışları kazandırmayı seçmiştir. İslam Ahlak DüŞünürleri İslâm dünyasında ahlâk ilmine yaklaşımlarda Kur‟an ve Sünnet önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Ancak bunların dışında bir takım yabancı unsurlar, İslâmi ilkelere ters düşmedikleri sürece, ahlâk ilmi kapsamında değerlendirilmiş, yorumlanarak, analiz edilerek, İslâmi renklere büründürülerek kullanılmıştır. Bu konuda ele alacağımız düşünürlerin ve hepsine yer verme imkanımız olmadığı için bu ünitede değerlendiremeyeceğimiz diğer bazı düşünürlerin, tümünün ahlâk anlayışları bakımından aynı etkenlerin tesirini yansıtmadıklarını ayrıca vurgulamalıyız. Bu sebeple kısaca bu etkilenme yollarına yer vermek yararlı olacaktır. Bu bağlamda örneğin, Kur‟an ve hadis esas alınmakla birlikte, Sokrates‟çi ve Stoacı etkinin görüldüğü Kindî (ö. 866) ve Râzî (ö. 925)‟yi; Aristocu ve Yeni Eflatuncu etkilerin görüldüğü, Fârâbî (ö. 950), İbn Sînâ, (ö.1037) ve İbn Rüşd‟ü(ö. 1198); Yeni Pisagorcu ve Faydacı öğelerin görüldüğü, İhvan-ı Safa ekolünü hatırlatabiliriz. Görüşleri ve Eserleri a) Muhammed Zekeriyya er-Râzî: İslâm ahlâk felsefesinin teşekkülünde önemli bir rol oynayan Ebû Bekir er-Râzî‟yi, bir ahlâkçı olarak da dikkate almak mümkündür. Dolayısıyla, Râzî‟yi İslâm Felsefesi Tarihi‟nde ilk kapsamlı ahlâk eserini yazan filozof olarak kabul edebiliriz. Ancak bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki, Râzî, teorik ahlâktan ziyade pratik ahlâk üzerinde durmuştur. 1-Eserleri: Ebû Bekir er-Râzî‟nin ahlâkla ilgili görüşlerini içeren en önemli eseri “ruhî tababet” anlamına gelen et-Tıbbu’r-Rûhânî‟dir. Eser Hüseyin Karaman tarafından bir inceleme ile birlikte Ruh Sağlığı ismiyle Türkçe‟ye tercüme edilmiştir. Zaten Râzî, tabip-filozof olarak fizyoloji ile psikoloji, beden sağlığı ile ruh sağlığı arasında ilişki olduğu görüşündeydi. Ahlâk felsefesi açısından önemli olan bir diğer eseri “filozofça yaşama” anlamındaki es-Sîretü’lFelsefîyye‟dir. Râzî bu eseri, filozofça yaşama tarzından, özellikle de “imamımız” dediği Sokrates‟in yolundan ayrıldığı şeklindeki eleştirilere cevap vermek ve kendisinin hem teorik, hem de pratik açıdan filozof olarak isimlendirilmeyi hak ettiğini göstermek için yazmıştır. Dolayısıyla da söz konusu eser bir nevi “kendi kendini savunma” olmaktadır. Ahlâkî konuları ele aldığı eserlerinden biri “ikbal ve devlete kavuşmanın belirtileri” anlamına gelen Emârâtü’l-İkbal ve’d-Devle‟dir. Filozofun ahlâk anlayışını ortaya koyduğu eserlerden bir diğeri de, öğrencisi ve aynı zamanda da Horasan valisinin özel doktoru olan Ebû Bekir İbn Karib (Karin) er-Râzî‟ye yazdığı ve hekimlik ahlâkı ile ilgili görüşlerini içeren Ahlâku’t-Tabip, Risaletü li Ebi Bekir Muhammed İbn Zekeriya er-Râzî ila Ba’zı Telamizetihi’dir. Bu risalede Râzî, tıbbî etik üzerinde durmakta olup hasta-doktor ilişkisi ile onların birbirlerine karşı olan görevlerini ele almaktadır. 2-GörüŞleri: Râzî her şeyden önce, ahlâk anlayışını dine, hazza, sezgi ve duyguya değil de, insanı hedeflerine ulaştıran ve yaşamını güzelleştiren bir vasıta olarak kabul ettiği akla dayandırmaktadır. Ona göre akıl, Allah‟ın insana verdiği en büyük hediyedir. Ebû Bekir er-Râzî‟nin ahlâk felsefesinin amacı mutluluktur. Ona göre insan, nefsanî arzu ve isteklerini akla tâbî kılmak ve ölçülü olmak suretiyle ancak mutluluğa ulaşabilir. 2.a) Nefis Anlayışı: Râzî, Platoncu nefs anlayışı ile Aristocu nefs anlayışını birleştirerek nefsi; nefsi natıka ve nefsi ilahiyye; nefsi gazabiyye ve nefsi hayvaniyye; nefsi nebatiyye, nefsi namiyye ve nefsi şehvaniyye diye üç kısma ayırmıştır. Bu nefislerin en üstünü natık nefs, yani insanî nefs olup diğer nefsler onun aleti konumundadırlar. Râzî nefis-beden ilişkisinde nefsi esas almaktadır. Bu doğrultuda nefsin bedenden ayrı bir cevher olduğunu, beden karşısında mutlak bir bağımsızlık içinde bulunduğunu, bedeni alet olarak kullandığını ve ölümden sonra baki kalacağını, yani bedenle birlikte yok olmayacağını ifade etmektedir. 2.b) Haz - Elem Öğretisi: Ebû Bekir er-Râzî‟nin ahlâk felsefesinde haz ve elem kavramlarına getirdiği yorumlar oldukça ilginçtir. Ona göre haz, elem ve acı verenin kendi tabiî halinden (ilk hal) çıkardığı bir şeyi tekrar bu hale iade etmesidir. Bir başka ifadeyle haz veya lezzet, tabiî hale dönmek veya elemden kurtulmaktır. Dolayısıyla haz veya lezzet, elem ve ıstıraptan kurtulma, yani anormal halden normal hale geçiş anında hissedilen duygu olmaktadır. Hazları dünyevî ve uhrevî hazlar olmak üzere iki kısma ayıran Râzî‟ye göre, dünyevî hazlar (lezzetü‟lcesedâni, lezzetü‟l-hazira), ömrün sona ermesiyle son bulmakta olup geçicidirler ve insanın ruh alemine yükselmesini engellemektedirler. Öte dünyadaki hazlar yani uhrevî hazlar ise, ölümün olmadığı ahiretteki hazlar olup sonsuzdurlar. b) ibn Miskeveyh (v. 421/1030): 1- Ahlâkla ilgili Eserleri: İbn Miskeveyh İslâm düşünürleri içinde, ilmi ve fikri çalışmaları arasında en büyük ağırlığı ahlâka veren ve özellikle ahlâk filozofu olarak tanınan bir düşünürdür. Ahlâka dair en önemli eseri Tehzibu’l-Ahlâk ve Tathiru’l-Arak‟tır. Bunun yanında Tertibu’s-Saade (Mutluluğun Tertibi) ve Fevzu’l-Asğar isimli eserlerinde de ahlâk konularını ele almıştır. 2- Görüşleri: Ahlâk anlayışında özellikle Platon, Aristo ve Galen‟in etkisinde kalmıştır. Ahlâkı farklı şekillerde tanımlamıştır: Buna göre ahlâk, “Bizden hepside güzel ve aynı zamanda külfetsiz ve meşakkatsiz olarak yapabileceğimiz fiiller meydana gelmesini sağlayan psikolojik kabiliyettir.” ya da “Ahlâk, nefsin, fiillerini düşünüp taşınmadan gerçekleştirmesini sağlayan bir halidir.” Şeklinde tanımlanabilir. İbn Miskeveyh, ahlâkın değişip değişmeyeceği konusunu da ayrıntılı olarak ele almıştır. Ahlâkın yalnızca tabii, dolayısıyla doğuĢtan olduğunu öne sürenlere göre ahlâkı değiştirmek imkânsızdır. Ancak, ahlâkın tabiatla ilişkisi olmadığını söyleyenler de vardır. İbn Miskeveyh ilk görüşü isabetsiz ve saçma olarak görmektedir. Çünkü bu aklı, siyaseti, eğitim ve öğretim ilkelerini inkar etmektir. Ayrıca tecrübelere de aykırıdır. Ona göre insan, eğitim ve öğretimle hızlı veya yavaş da olsa ahlâki değişmeye yatkın bir tabiatta yaratılmıştır. Birçok İslâm filozofu gibi İbn Miskeveyh‟de rasyonalisttir. Yalnız o aklın yanında dine de yer vermekle Aristo‟dan ayrılmaktadır. İbn Miskeveyh‟in ahlâk anlayışı bütün diğer meşşai filozoflarınki gibi mutluluk ahlâkıdır. Mutluluk, bayağı lezzetlerden farklı olan bir tür lezzettir. Bütün lezzetleri, yani hazları Ebu Bekir er-Râzî‟de olduğu gibi pasif ve aktif olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Bedensel tutkular ve intikam eğiliminden kaynaklanan pasif lezzetler bizim düşünme yeteneğinden yoksun olan canlılarla ortak yanımızı oluşturan hazlardır. Bunlar duyusal ve hayvani lezzetlerdir, devamlı değillerdir ve eksiktirler. Aktif lezzet ise sadece düşünen canlıya ait olup, değişken değildir, sürekli ve tamdır, eleme neden olmaz. Aristo gibi İbn Miskeveyh de ölçüsü ne olursa olsun, maddi, bedeni ve dünyevi acıların, en yüksek erdemi seçen ve bu uğurda çaba gösteren insanın mutluluğunu engellemeyeceği görüşündedir. c) Gazzâlî (v. 505/1111) : Eş‟ari kelamcısı, Şafii fakihi ve mutasavvıf olan Gazzâlî‟nin çok yönlü üstün ilmi kişiliğinin en verimli ve etkili sonuçlarından biri, ahlâk problemlerini ve İslâm toplumunun ahlâki açmazlarını görerek bunlara çözümler üreten zengin bir ahlâk düşüncesi ortaya koymasıdır. Gazzâlî‟nin ahlâk sisteminin temel kaynağı Kur‟an ve Sünnet olmaktadır. Ayrıca sahabe ve tabiinin hayat tarzı ile birlikte Cüneyd-i Bağdadi, Beyazid-i Bestami, Haris el-Muhasibi, Ebû Talip el-Mekki gibi klasik tasavvufçular ile, İbn Sînâ, İbn Miskeveyh gibi filozofların görüşlerine dayanır. Gazzâlî, felsefenin vardığı bazı sonuçları ayet ve hadislerle değerlendirerek ahlâk konusunda dinin felsefenin önünde olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca o ahlâkta esas olanın dinin öğretilerini sadece şeklen icra etmek olmayıp en yüksek ahlâki ideal olan marifetullah‟a ulaşmaktır. 1-Ahlâkla ilgili Eserleri: Ahlâkla ilgili eserlerinden bazıları şunlardır: İhya-u Ulumi’d-Din, el-Mustasfa, Mizanu’l-Amel, Cevahiru’lKur’an, el-İktisat fi’l-İtikat, Kimya-ı Saadet, Mişkatü’l-Envar, Tehafutü’l-Felasife, Miyaru’l-İlm, İlcamu’l-Avam. 2- Görüşleri: Gazzâlî‟ye göre insanın en yüksek ideali marifetullahtır. Yine o, insanın ahlâki hayatı üzerinde hem ruhi, hem de bedensel yönünün etkili olduğunu söylemekle de düalist bir anlayış ortaya koymuştur. Gazzâlî, temel gerçekleri ve dini metinleri „masum imam‟dan öğrendikten sonra dini ve ahlâki yükümlülüklerin kalkacağını iddia eden Batınileri, marefetullaha ulaşınca vasıta ve vesile olan ibadet ve ahlâka gerek kalmayacağı görüşünde olan sufileri ve ahlâki sorumluluğu tamamen ortadan kaldıran Cebriyeyi eleştirmektedir. Gazzâlî, aklın ahlâki yükümlülüklerin kaynağı olabileceği görüşünü kabul etmemektedir. Akıl görev ve yükümlülük bilincine sahip olmakla birlikte, bu bilince kendiliğinden değil, vahiy yoluyla uyarılarak varmıştır. Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki, Gazzâlî ilke olarak dinin yanında akla da gereken önemin verilmesi gerektiği görüşündedir. Çünkü sadece akla uyan ve onunla yetinen, ya da tam tersine, dinin ışığıyla aydınlanmak isteyen ve aklın basiretine ilgi göstermeyen kişi doğruyu bulamaz. Fiillerimiz ne iyi ne de kötüdürler. Çünkü iyilik ve kötülük, fiilin kendisinde değil yöneldiği amaç ya da sonuçtadır. Bu gaye dünyevi olamaz, çünkü insanların dünyevi gayeleri çeşitlidir ve onlar bu gayelere ahlâk dışı yollardan da ulaşabilirler. Şu halde ahlâkın gayesi uhrevi olmalıdır. Fakat bu gayenin tecrübe ile bilinmesi imkansızdır. Çünkü tecrübi bilgiler ancak tekerrür yoluyla ve müşahade sayesinde edinilirler. O alemden kim dönmüş ki oradaki faydalı ve zararlıyı bize bildirsin. Uhrevi fayda ve zarar akılla da bilinemez. Çünkü ölüm ötesini kavrama noktasında akıllar acizdir. Dolayısıyla ölüm ötesi ancak nübüvvet nuru ile bilinir. Gazzâlî iradeyi, “maksada uygun bulunan şeyin belirlenmesi” veya “bir şeyi benzerinden ayırt etme yeteneği” şeklinde tanımlamıştır. Bu tanımları dikkate aldığımızda Gazzâlî‟nin iradeli fiili, seçimli, bilinçli ve amaçlı bir eylem olarak gördüğünü ifade edebiliriz. İnsan için bu üç unsuru birlikte taşıyan bir irade hürriyetinden söz edilebilir mi? İşte Gazzâlî‟nin önemle üzerinde durduğu ve tartıştığı bu sorudur. d) Nasıruddin Tûsî (ö. 1274): 1-Ahlâkla ilgili Eseri: N. Tûsî, astronom ve filozof olarak İslâm düşüncesinde önemli çalışmalar gerçekleştirmiş bir düşünürdür. Ancak onun İbn Miskeveyh‟in eseri üzerinden kaleme almış olduğu ahlâka ait çalışması, bu sahada yüzyıllar boyunca diğer düşünürlere yol gösteren bir kişilik olarak öne çıkmasına vesile olmuştur. Ahlâkla ilgili Tûsî‟nin yazmış olduğu eser “Ahlâk-ı Nâsırî” olarak adlandırılmıştır. O, eserini, Gülistan valisi olan koruyucusu, İsmaîlî, Nasıruddin Abdurrahim b. Ebî Mansur‟a atfen yazdığı için bu isimle anılmıştır. Tûsî eserin girişinde, kitabı yazma niyetini açıkça ortaya koymuştur. Buna göre o, İbn Miskeveyh‟in “Tezhib” diye bilinen “Kitabu’t-Tahare”sini Farsçalaştırmak ve İbn Miskeveyh‟in ihmal ettiği “ev yönetimine ve siyasete” dair tartışmalarla eseri zenginleştirmek istemiştir. 2- Görüşleri : O İbn Sînâ‟nın, Aristocu çizgisine daha yakın görüşlerle eserini ele almıştır diyebiliriz. Bunu en açık olarak göreceğimiz alanlardan biri nefs konusu ile nefsin güçleridir. Bu sebeple nefsin cevher olduğuna dair bazı delilleri İbn Miskeveyh‟den ziyade, İbn Sînâ‟nın izlerini taşır. Aynı şekilde Tûsî, nefsin güçlerini bitkisel, hayvani ve insani olarak ele alırken de İbn Sînâ‟yı izlemiştir. İbn Miskeveyh‟in eserinden farklı olarak Tûsî‟nin eserinde öne çıkan orijinal bir nokta, ev idaresi ve siyaseti eserine ekleyerek ahlâk araştırma alanının genişletmesidir. Bu bağlamda aileyi düzenleyen temel ilkeleri de üç tane olarak belirler: a- Kurulduktan sonra ailenin dengesini korumak. b- Bozulduğunda onu yeniden kurmak. c- Bireysel olarak her bir üyenin ve bütün olarak ailenin müşterek refahını artırmak. Bu bakış açısıyla aileyi insan bedenine, onun reisini de bedenin sağlığını korumaya veya iyileştirmeye çalışan doktora benzetmiştir. e)-Celaleddin Devvânî (ö. 1501) : Tûsî‟den yaklaşık iki yüz yıl sonra başka bir İranlı müellif Muhammed b. Es‟ad Celaleddin Devvânî, Tûsî‟nin eserini yakından izleyerek aynı konulara değinen bir eser yazdı. O, bu eseriyle uzun yıllar kendisinden sonra yazılan ahlâk kitapları için önemli bir örnek oldu. 1-Eseri: Devvânî‟nin eserinin ismi, “Levâmi’ul-İşrâk fî Mekârimi’l-Ahlâk”dır.(Ahlâkın Asaleti Üzerine Aydınlanma Parıltıları) Bu eser daha sonra “Ahlâk’ı-Celâlî” ismiyle tanınmıştır. 2-Görüşleri: O da Aristo, İbn Sînâ ve Tûsî gibi, insanların eğitimle iyi veya kötü bir hale getirilebileceği görüşünü temellendirmeye çalışır. Erdemler konusunda ise Devvânî bütün erdemleri kendisinde toplayan en mühim erdem olarak adaleti ön plana çıkarmıştır. alıntıdır |
02Haziran 2015 09:15 | |
EyMeN&TaLhA | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 8.ÜNİTE AHLAK FELSEFESİ EKOLLERİ Ahlak Felsefesi Ekollerine Giriş: Ahlak alanında elimizde hangi eylemin ahlaka ait olduğunu ölçecek bir ölçek bulunmamaktadır. Bütün ahlaki anlayışlar en yüksek idealler noktasında, kendilerinin mutlak anlayış olduğu iddiasındadırlar. Ahlaken ulaşılmak istenen en yüksek gayeye kendileriyle ulaşılabileceğini ileri sürerler. Bedia Akarsu‟nun da ifade ettiği gibi, “benim ilkelerim mutlak bir doğruluğu dile getirmiyor, ister uyun onlara, ister uymayın.” (Akarsu, Bedia, 1970. s. 10) diyen bir ahlak anlayışı yeryüzünde görülmüş değildir. Mutlulukçu Ahlak Anlayışları Ahlak filozofları ahlak anlayışlarını daha ziyade bu anlayışların, ahlaki eyleme biçtiği amaca göre tasnif etmişlerdir. “Mutluluk ahlakı” da bu şekilde bir sınıflamaya göre verilen bir isimdir. İnsanın eylemleriyle ulaşılabileceği son hedefi mutluluk olarak belirleyen ahlak anlayışlarının tümü, mutluluk ahlakı (Eudaimonisme) olarak kabul edilmiştir. Bu dönem içinde Demokritos‟la başlatabileceğimiz bu mutlulukçu ahlak anlayışlarını Sofistlere, onlardan Sokrates‟e ve Sokratik okullara kadar genelleştirebiliriz. Domokritos ahlak felsefesini konu edinen ilk düşünür olarak ele alınabilir. Onunla başlayan bu anlayışta “bütün insanlar mutluluğu arzu eder”ler ilkesi öne çıkarılmıştır. Mutlulukçu ahlak anlayışının en önemli düşünürlerinden Sokrates de ise, “iyi olmak bilgili olmaktır.” Çünkü bilgili olmak ruha fazilet ve mutluluk sağlar. Bu dönemin bir diğer ünlü filozofu Platon ise, iyiyi, bilgi, haz, ölçülülük, güzellik ve doğruluğun bir bileşeni olarak ele almıştır. Platon‟un öğrencisi ve Antik Yunan düşüncesinin büyük bilgesi Aristoteles‟e göre ise, “iyi” her şeyin yöneldiği gayedir. Kynikler Okulu’na mensup düşünürler de hayatın amacını mutluluk da görürler. Bu okulun kurucusu Antistenes için en büyük yaşama gayesi fazilettir. Mutlulukçu ahlak felsefesini tercih eden İlkçağ felsefe ekollerinden biri de Kyrene Okulu‟dur. Epicuros‟un da dahil olduğu bu düşünürlere göre, en iyi ve ahlaki olan şey “haz”dır. Okulun kurucusu Aristippos‟a göre, “iyi” olan “haz”dır. Bu düşünceleriyle bu kişi “hedonizm”in de kurucusu olarak kabul edilmiştir. En mutlu kişi en çok haz elde eden kişidir. Zaten hayatın gayesi de en yüksek hazza ulaşabilmektir. Stoa felsefesinde de ahlakla hedeflenen mutluluktur. Ancak Stoalılar bunu hedonist (hazcı) bir yaklaşıma bağlamazlar. Onlara göre “iyi” ve “fazilet” tabiata ve akla uygunluktur. Yahut en yüksek iyi ve en yüksek gaye olan mutluluk “tabiata uygun yaşamdır. Bu okul düşünürleri, yalnız faziletin iyi olduğunu öne sürer ve mutluluğu da fazilette görürler. Fazilet ise tabiatla uyum içinde yaşamdır. Faydacılık Ahlakı ve Ütilitarizm Çeşitli açılardan ahlaki eylemle gayeyi “fayda/yarar” ile ilintilendiren bu yaklaşımları faydacı ahlak anlayışları olarak değerlendireceğiz. Faydacılara göre, “toplum yararına” olan şey ölçü olarak alınmakta, iyi ve kötünün değerlerini, içeriklerini ortaya koymaktadır. Buna göre egoizmin topluma faydalı olan şekline iyi, zararlı olan şekline de kötü denmiştir. Faydacılığın daha ileri seviyede temsil edildiği anlayış ise Ütilitarizm‟dir. Bu anlayışın temsilcileri olarak Jeramia Bentham ve John Stuart Mill‟i örnek verebiliriz. Bunlara göre bütün canlılar hazza yönelirler. Bir eylemde toplam haz toplam acı ve zarardan fazlaysa bu davranış iyi ve hayırlıdır. “Mutlu bir ahmak olmaktansa talihsiz bir Sokrates olmak bin kere daha iyidir” diyen Mill‟e göre, fazileti fazilet olduğu için sevmeli yoksa şahsi menfaat ve fayda sağladığı için değil. Faydacılık, bütün genelleştirme ve sosyalleştirmelere rağmen, yine de ferdiyetçi unsurlardan bir türlü kurtulamamıştır. Çünkü ahlaki değerler, neticede ferdin hoşlanmasına bağlıdır. Bunun sonucu olarak da objektif bir idealizm olan “Pragmatizm” doğmuştur. Bu faydacı anlayışın temsilcisi olan William James, pratik faydanın dışında din, inanç, Tanrı, ahlak gibi hiçbir değer kabul etmemiştir. Kısacası “faydacılık”, modern çağın en uzun soluklu geleneğini meydana getiren etik görüş olarak, İngiltere‟de Hobbes‟un etik egoizmi ile başlayan yönelimin, 18. yüzyılın ahlak duyusu öğretisi ve aydınlanma etiğinin dolayımından geçerek 19. yüzyıldaki doruk noktasını temsil etmiş ve özellikle Anglo-Sakson dünyada fazlasıyla etkili olmuştur. Faydacı ahlaki anlayışta, ahlaki eylemin değerini belirleyen şeyin, bu eylemin ödeve, ahlaki ilke ya da yasaya uygunluğu olmadığını ifade etmeliyiz. Burada önemli olan ahlaki eylemin sonucudur. Eylemin değeri ürettiği sonuçla, meydana getirdiği yararla ölçülmelidir. Bu öğretiye göre, insan ya da ahlaki özne iyi sonuçlar ortaya çıkaracak, eylemden etkilenecek herkesin yararına olacak şekilde eylemlerde bulunmalıdırlar. Ödev Ahlakı Ahlak felsefesi tarihinin en önemli öğretilerinden biri kuşkusuz ünlü Alman düşünürü Immanuel Kant‟ın ödev/vazife etiğidir. Kant bütün mutlulukçu ahlak anlayışlarına karşıdır. O, yeni bir ahlak kurmak istemektedir. O bu yeni ahlakın öznesi olan insanı otonom bir varlık olarak kabul etmektedir. Bu insanın kendi yasasını kendisinin koyması ve kendi koyduğu yasalara itaat etmesi de onun tam olarak özgür olduğunu gösterir. Buradan Kant‟ın ulaştığı netice şudur: Ahlak yasasının kaynağı bizzat insanın kendisidir. Ahlaki değerlerin kaynağı ise insan aklıdır. Bu akıl da ahlaki olarak kendisini vicdanda gerçekleştirir. Kant insanın insan yapan esas özelliğin akıl olduğuna inanır. Buna dayanarak “her düşünen insanın iradesini bir genel yasa koyan irade olarak kabul et” ilkesini koyarak ahlaki iradeyi her türlü sınırlamadan uzak tutarak özgürleştirmiştir. Kant bu bağlamda özgürlüğü de geleneksel özgürlük anlayışının tersine çevirmiş, “özgür olduğumuz için sorumlu olmamız” değil de “sorumlu olduğumuz için özgür olmamız” gerektiğini ileri sürmüştür. Görüldüğü gibi ona göre sorumluluk özgürlüğe değil, özgürlük sorumluluğa dayanmaktadır. Kant ahlaklılığı açıklarken de geleneksel anlayıştan farklı bir yaklaşım sergiler. Ona göre, ahlaklılığın özü ahlaki eylemin sonucuna değil, onun hazırlanışına yani niyetle ilgilidir. Ona göre mutlak olarak iyi denebilecek tek şey vardır. O da niyettir. Kant ahlaki anlayışını herkesi ilgilendiren bir yasa, bir ilke ile ifade etmiştir. O da şudur: “Öyle hareket et ki, senin hareketinin kanunu, aynı zamanda, diğer insanların hareketleri için bir prensip ve kanun olsun” O bu ilkenin bütün davranışlarımız için bir ölçü olabileceğini düşünmüştür. Kısacası Kant‟a göre, ödev kavramı mutlaktır. Bu sonuca ve yarara bağlı bir ödev değildir. Çünkü Kant haz ve duyguları ahlakdışı sayar. Aşka, sevgiye, hazza, gönül hoşluğuna hiç yer vermez. Onun nazarında her şey aklın eseridir. Bir işte neşe, zevk duyulmaya başlanırsa ahlaksızlık tehlikesi kendini gösteriyor demektir. Bu nedenle Kant tabiata kapılarını kapatmıştır. Ona göre tek hayır yolu vardır o da aklın kendidir. Buradan da anlaşılacağı üzere Kant‟ın etik görüşü tümüyle rasyonalist bir etik görüştür. Yine ahlaklılığın temelindeki ahlak yasası bireylerden bağımsız nesnel bir yasa olduğu, evrensel bir geçerliliğe sahip olduğu için, onun etik anlayışı, nesnelci, mutlak ve evrenselci bir etik anlayış olarak da tanımlanabilir. Varoluşçu Ahlak Bu felsefi anlayışta, ben (benlik) varlık ile özdeştir. Buna göre insan, kendi özünü kendisi yaratır; kendi özünü yaratan tek varlık insandır. İnsanı insan yapan da kendisidir. Bu anlamda insanı insan yapan üç temel nitelik de belirsizlik, özgürlük ve tasadır ki, bunların toplamı da huzursuzluğu meydana getirir. Öyleyse ne kadar insansak o kadar huzursuz ve mutsuzuzdur. İnsan için kendi varlığından başka bir otorite tanımayan bu anlayışa göre, insan özgürdür, özgür olmak zorundadır; çünkü kendi kendini yaratmış ve yaratmaya da devam etmektedir. İnsana kendisinden başka yol gösterecek kimse yoktur. O tek başına ve terk edilmişlik içindedir. Bu durumda bu düşünceye göre, ahlaki eylem açısından insanın kendi değerlerini kendisinin yarattığı sonucu da ortaya çıkmaktadır. Tam bir dürüstlük onlar için söz konusu değildir. Bu nedenle genel bir ahlak mümkün değildir. Çünkü insana bu dünyada yol gösterecek bir işaret yoktur. Hiçbir genel ahlak bize yapacağımız bir şey söyleyemez; yapacağımız şeye ancak biz karar veririz. Bu anlayışın en önemli temsilcisi J. P. Sartre‟a göre, insan, kendi başına ne iyidir; ne de kötüdür. Ona kötülüğü başkası getirmiştir. Bu anlayışın savunucularına göre tek bir suç vardır. O da pişmanlıktır. Yaptığından pişmanlık duyan kimse, kendi özüne ihanet ediyor demektir. Onun için de insanları suçtan değil, pişmanlıktan kurtarmak gerekir. Çünkü en kirli, en pis şey pişmanlıktır. Bu ahlak anlayışında aklın yeri yoktur. Çünkü varoluş daima düşünceden önce gelir. Düşünce sadece varoluşa katılır. Ahlaksızlık Ahlakı (immoralisme) Ahlaksızlık ahlakı, ahlakçılığın karşısında yer alan bir tavır , ahlak düşmanlığı şeklinde ifade edebileceğimiz bir anlayıştır. Ahlaki ödev, ilke ve kuralların insanın insanlığını öldürdüğünü, insanı baskı altında tutup, onu köleleştirdiğini savunan ve bundan dolayı, ahlaka bütünüyle karşı çıkan, ahlaklılığa karşı kayıtsız kalan görüşü ya da geleneksel ahlak anlayışına karşı koyma tavrını da bu isimle ele alabiliriz. Varoluşçu düşünürlerin ahlaka karşı kayıtsızlıkları “immoralizmin” doğuşuna zemin hazırlamıştır. Ahlaksızlık ahlakı, toplumca belirlenmiş ahlak değerlerini değiştirmek isteyen görüşlerin genel adıdır. Bu kavramı ilk defa Nietzsche kullanmıştır. Ahlak, adileştiren, çökerten, çirkinleştiren, zayıflatan ve sonunda ahlaksızlaştıran bir takım değerlerdir. Diğer bir ifadeyle ahlak, şekil değiştirmiş dinden başka bir şey değildir; ahlaklılığın birinci şartı da alçaklık ve tembelliktir. Eşitlik, hak, adalet gibi değerler birer safsatadır. Bu sebeple de, ahlaklı yaşamanın tek çaresi, kendimizi ahlaktan kurtarmaktır. Bu anlayışı savunanlara göre, insan her şeyin ölçüsüdür. Her şeyin ölçüsü insan olunca, Tanrı düşüncesi de gereksizdir. Gereksiz olan da zararlıdır. Öncelikle yapılması gereken de Tanrı düşüncesinin zihinlerden sökülüp atılmasıdır. Üstün insanlara ve aristokratlara bir taltif niteliğinde geliştirilen ahlaksızlık ahlakı, dine dayalı ahlaklar ile Kant ahlakını bir köle ahlakı olarak görmüş ve çelişkilerle dolu olan görüşlerini meşrulaştırmak için de “en bilge kişi çelişkilerle en zengin olan kişidir” anlayışını ileri sürmüştür. alıntıdır |
02Haziran 2015 09:02 | |
EyMeN&TaLhA | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 7.ÜNİTE AHLÂKÎ YAPTIRIMLAR Ahlâkın Yaptırım Nedir? : Ahlâkî eylemlerde yaptırıcılık, ahlâkî öznenin kendisini eylemleri yapmağa mecbur edici bir gücünün olması demektir. Ahlâkî Yaptırım Çeşitleri : İnsan yaşamı göz önüne alındığında, onun hayatını özellikle de eylemlerini şekillendiren birçok yaptırıcı güçten bahsedilebilir. Örneğin tabii yaptırıcılık, dini yaptırıcılık, hukuki yaptırıcılık, fikri yaptırıcılık ve ahlâkî yaptırıcılık terimleri ifade edilebilir. Bunlar içerisinde ahlâkî yaptırıcılık diğerlerinden farklı olarak daha ziyade ahlâkî öznenin eylemlerine yönelik olması bakımından dikkatimizi çekmektedir. Kişinin yapacağı eylemin övgü ve takdir ile karşılanacak olması ya da kötülenip ayıplanacak olması ahlâkî yaptırımın dışa dönük yönünü oluştururken, yapılan eylemle hissedilen manevi tatmin boyutu ya da vicdan azabı onun içsel yönünü oluşturmaktadır. Ahlâkî yaptırımlar, ahlâkî özne ve onun toplumsal, kültürel, dini hayatı ile ilişkili olarak çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Biz bunları sosyal, dini ve vicdanî yaptırım olarak üç sınıfa ayırıp, incelemeye çalışacağız. Sosyal Yaptırımlar : Yukarıda ifade edilen yaptırımlar içinde yer alan ve insanlar üzerinde caydırıcı etkisi olan, onları kötü eylemlerden alıkoyan yaptırımlardan birisi de sosyal yaptırımlardır. Bir takım eylemlerin hem hukuki yani cezai hem de ahlâkî yaptırımlarının olması, sosyal hayatın korunması, düzenin sağlanması ve huzurun devamı için gerekli görülmüştür. Vicdanî Yaptırımlar : Vicdanî yaptırımlar ahlâkî yaptırımların içsel boyutunu oluşturur ve kişinin eylemler karşısındaki manevi tatmini ya da vicdanî rahatsızlığıyla kendini gösterir. Ancak vicdanî yaptırım sırf kişiye bağlı, içsel ve tamamen özgür bir yaptırım çeşidi olduğundan yaptırıcılığı zayıftır. Dinî Yaptırımlar : Dini yaptırım dindar bireyin ilahi ya da mistik mükafat veya ceza korkusudur. Bu bağlamda dindar bireyi, iyilik yapmaya sevk eden cennet ümidi veya onu kötülüklerden alıkoyan cehennem korkusu, Allah‟ın lütuf ve sevgisini kazanma ya da kaybetme endişesi dini yaptırımın temel mantığını oluşturur. İslam ahlâkçıları da ahlâkın en etkin yaptırıcı gücü olarak dini yaptırımları önemsemişlerdir. Şu halde dini yaptırımın ahlâkî yaşama en önemli katkısı, ahiret inancıyla bütünleşen mükafat ve ceza gününe olan inançta yatmaktadır. Ahlâkın en önemli teminatı ise, insanın bir başka âlemde yaptıklarının hesabını verecek olmasıdır. Yaptırımların Değerlendirilmesi : Vicdanî yaptırımın öznelliği dolayısıyla bağlayıcılığının az olabileceği, sosyal yaptırımın her zaman adalet ilkesine uygun olamayacağı için yaptırım zaafının bulunduğu ileri sürülmüş, dini yaptırımın ise dindar bireyleri bağlayıcılığının bir zaaf olduğu üzerinde durulmuştur. Ancak yine de her şeye gücü yeten bir Allah inancına sahip tek tanrılı dinler için geçerli olan dini yaptırımın ahlaki yaptırımlar içerisinde en etkin yaptırım olarak ifade edildiği unutulmamalıdır. Ahlâkî yaptırımın gücü ile ilgili tartışmalar da yapılmış ve ahlâkî yaptırım daha ziyade hukuki yaptırım ile mukayese edilmişidir. Bu bağlamda bazı araştırmacılar hukuki yaptırımlara göre ahlâkî yaptırımın oldukça tesirsiz olduğu görüşünün ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, kanun cezalandırır; toplum ise sadece kınar. Vicdanın yaptırıcı gücü sadece içe ait olduğu için ahlâkın yaptırımı zayıftır. Bu nedenle hukukun yaptırıcılığı ahlâkın yaptırıcılığından üstündür. Ahlâkta Özgürlük –Yaptırım ilişkisi 1- Cebriye: Bu mezhebe göre, insanın, hakikatte ne kudreti, ne de irade ve ihtiyarı vardır. Fiillerimizin hepsi görünüşte bizim, fakat hakikatte Allah‟ındır. İnsanın hareketleri tıpkı cansızların hareketleri gibidir. Cebriyenin insanın irade ve seçme hürriyetini reddeden görüşü, bizi kaçınılmaz olarak şu iki sonuca götürür: a- Ya insanların bütün sorumlulukları ile birlikte ahlâki sorumluluklarını da kabul etmeyeceğiz ki, bu anarşizmden başka bir şey değildir. b- Ya da –Cebriye, insanların davranışlarından sorumlu olduklarını kabul ettiğine göre- Allah‟ın adalet sıfatını kabul etmeyeceğiz. Ancak Cebriye, bu iki sonucu da reddederek, insanın irade ve seçme hürriyetinin bulunmamasına rağmen, hem sorumlu olduğunu, hem de onları sorumlu tutmanın bir adaletsizlik sayılmayacağını savunmuştur. Fakat bu iddia bir çıkmazdır. 2- Mutezile: Buna göre insanlar kendi eylemlerini meydana getirici, yapıcı ve yaratıcıdırlar. Çünkü insan irade sahibi hür bir varlıktır. Allah sadece insanın irade ettiğini emreder. Mutezile, Cebriye‟nin irade hürriyetini inkar ederek, insanı adeta robot bir varlık şeklinde gören fikrine karşı çıkarken, haklı gibi gözükmesine rağmen, başka bir aşırılığa düşmüştür. Dolayısıyla Mutezilenin görüşü de çeşitli açılardan eleştirilebilir: a- Eğer insan, mutlak bir irade hürriyetine sahip ise, o zaman Allah‟ın iradesinin sınırlı olduğunu kabul etmek gerekmez mi? b- İnsanın sınırsız bir irade hürriyetine sahip olduğu görüşü, ilmi gerçeklerle de bağdaşmamaktadır. 1- Ehl-i Sünnet: Birbirine zıt gibi görünen delilleri telif ederek hem Allah‟ın kaza ve kaderi ile külli iradesini, hem de insanın cüzi iradesini ispat etmişlerdir. Böylece onlar, akli ve nakli delillere tek yanlı bakmak yerine, problemi her iki cephesi ile ele almışlar ve „insan ne serbest bırakılmış, ne de bağlanmıştır‟ prensibini kabul etmişlerdir. İnsanın hareketlerini ihtiyari olanlar ve zorunlu olanlar olmak üzere iki kısma ayırmaktadırlar. Karşı konulamayan ve aksine davranma imkanı olmayan hareketler, refleksler gibi, zorunludur. Herhangi bir zorlama olmaksızın yapılan hareketler de ihtiyaridir. Ehl-i Sünnet içerisinde iki büyük imamın görüşleri önem arz etmektedir. Eş’ari, insanda bir irade kudretinin olduğunu, bunun kesbe (kazanmaya) muktedir olduğunu belirtmektedir. Cebirden kurtulmak ve insanın sorumluluğunu temellendirmek için kesp kavramını kullanmıştır. Ona göre, kesb (kazanma), kulun kudretinin takdir olunana yanaşmasıdır. Maturidi‟ye göre ise, insan fiillerinden irade hürriyetine sahip olmakla birlikte fiillerinin yaratıcısı değildir. Fiillerin yaratıcısı Allah‟tır, insan sadece kesb eder. Maturidi‟nin kesb anlayışı Eş‟ari‟den ayrılır. Gazali, Cebriye, Mutezile ve Ehl-i Sünnet‟ten oluşan bu üç guruptan her birini el yordamı ile fili tanımaya ve tanıtmaya çalışan üç köre benzetiyor. Böylece Gazali, Kant‟tan çok önce, hürriyet probleminin nazari aklın bilgi alanını aştığını ortaya koymuştur. Yukarıdaki bilgiler göz önünde bulundurularak kısaca ifade edecek olursak, ahlâkî özgürlük, ahlâkî bir öznenin kendi koyduğu kurallara göre, kendi iradesiyle bu kurallara uyarak eylemlerde bulunmasıdır alıntıdır |
02Haziran 2015 08:56 | |
EyMeN&TaLhA | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 6.ÜNİTE AHLAK DİN İLİŞKİSİ GİRİŞ: Değişik ahlak felsefe akımlarda, dinin ahlak alanından uzak durmasının gerektiği düşüncesini görmemiz mümkündür. Bu düşüncenin ilk kez fikir bazında, Stoacılık‟ta ortaya çıktığı kabul edilebilir. Onlara göre Logos; (sözcüğü Yunanca‟da us ile kavrama anlamındadır. Duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanır.) evrensel mantık, evrendeki rasyonel düzenin ve rasyonel bir biçimde düzenlenmiş faaliyetin yaratıcısı olan kozmik akıl ilkesi, insanlığın özünde mevcuttur. A) SEKÜLER AHLAK Sekülerlik: Sekülarizm ya da sekülerlik, İngilizce olan “secular” kelimesinden gelmektedir. Türkçede “laik yaşama ait, dinden bağımsız olan, nesil, zaman dilimi” anlamına gelen bu terim, zamanla Hıristiyan dünyasında, dinî öğeleri hukukî ve siyasî anlamda belirleyici olmaktan çıkaran bir anlayışla, “dünyaya ait olan” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir. Ahlakî anlamda ise sekülarizm, değer ilkelerinin her hangi bir dogmatik inancı dikkate almadan, nedensellik ve deneysellik ilkeleri üzerine kurulmasını, somut ve bilimsel temellere dayanmasını ifade eder. Dolayısıyla sekülarizm ahlakı inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alır. Bu terimi değerlendirirken, bu anlamda sekülarizmin ilk kez, özellikle kilise dininden rahatsız olan Hıristiyan George Jacob Holyoake (1817 - 1906) tarafından geliştirildiği ve sekülarizim kapsamında ifade edilen “din”in daha çok Hıristiyanlık olduğu göz ardı edilmemelidir. Konumuz bağlamında bu terim seküler, sekülerleşme ya da dünyevileşme; tam anlamı karşılamasa da “laikleşme” kelimesiyle de ifade edilir. Dolayısıyla genel olarak sekülerleşme toplumsal hayatın tüm branşlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerden arındırılması ve bağımsızlaştırılması olarak kabul edilir. Yani “sekülerleşme” dinin kamusal alan üzerindeki kurumsal otoritesinin daralması anlamına da gelir. Nitekim laiklik her şeyden önce siyasi ağırlıklı bir terimdir; din ile devletin birbirinden ayrılmasına işaret eder ve laik sistemlerde bu iki kurum birbirlerinin alanına müdahale etmez. “laik ahlak” belki bir “siyasi ahlak” biçimi olarak kabul edilebilir. Bu da siyaset yaparken dini ilkeleri, duyguları ve simgeleri malzeme yapmamaya özen göstermektir. Dolayısıyla konumuz bakımından “laik ahlak” terimini doğru bulmuyoruz, onun yerine “dünyevi” ya da “seküler” ahlak denmesi daha doğru olacaktır. Seküler Ahlak: Sekülarizm, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, dinsel olan veya dinsellik atfedilen bütün değer ve ilkeleri bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul ederek, ahretle ilişkiyi koparma temeline dayalı insan merkezci düşünme ve yaşama biçimini ifade eder. Bunun sonucunda da toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve dini eylemlerin yerine sadece dünyevi hedeflere yönelmesi, dinin işlevlerinin seküler toplumsal işlevlere dönüşmesi ve kutsalın yerini dünyevileşmenin almasıdır. Dolayısıyla sekülerleşme dinin toplumdaki otoritesini yitirme sürecidir. Böylece seküler ahlak insanı, her şeyi nitelikli ulvi alanından, nicelikli fiziki derecesine indirildiği yeni bir düzlemde, psikolojik dürtülerle dolu bir varlık, ya da sadece fiziksel ve ekonomik gereksinimlerden ibaret bir nesneye dönüştürmeyi amaçlar. Bu durumda Cemil Meriç‟in de ifade ettiği gibi, “Eşyalaşmanın hâkim olduğu seküler dünya, katı, insan dışı değerleri ve kişileri yok eden bir dünya” (Meriç, 1973: 13) haline gelmektedir. Bu durumda ki insan, inandığı gibi yaşamayı terk edip, yaşadığı gibi inanmaya başlar. işte bu nokta da seküler ahlakın en temel ilkesi olan dünyevileşme sürecinin gerçekleştiği noktadır. Sekülarizmin Dine Olumsuz YaklaĢımının Gerekçeleri: Dinin ahlak alanına girmemesinin gerektiğini ve doğallık, deney ve tecrübelerden hareketle evrensel ahlak sistemleri oluşturulabileceğini benimseyen seküler ahlakçıların, dine olumsuz yaklaşmalarının nedenlerinden belli başlılarını Şöyle sıralayabiliriz. 1- Ahlak alanında dünyevileşme ya da seküler ahlak, siyasî ve felsefî olarak temellendirilmeye çalışılmıştır. 2- Buna bağlı olarak da dünyevileşmeyi benimseyenler, kişilerin ahlaka ve dini konulara ilişkin inanç ve araştırmalarında, en az bilimsel araştırmalarda oldukları kadar, hiçbir şeyin etkisinde kalmadan, özgür olmaları gerektiğini savunurlar. Özellikle “din”in bu özgürlüğü engelleyeceği gerekçesiyle de dinden uzak durulmasına vurgu yapılır. 3- Dinler dogma olduklarından dolayı eleştiriye kapalıdırlar. Bu kapalılık ahlak alanında tartışmayı, sorgulamayı engeller. 4- Bir ahlak ilkesi Tanrı buyurduğu için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi onu Tanrı emretmiştir? 5- Tanrı‟nın isteklerini doğru olarak nasıl bileceğiz de onları ahlak esası yapacağız? 6- Tanrı‟ya atfen belki de binlerce farlı din ve ahlak yorumu vardır. Bunların hangisini esas almalıyız? 7- Hıristiyanlık İncil‟de bu sorulara cevap verdiğini ileri sürse de ancak İncil‟deki bu ilkelerin arasında da ciddi tezatlar görmekteyiz. 8- Dünyayı hiç dikkate almadan, tüm yönelişleri ve düzenlemeleri tamamen öte dünyaya yönelik olarak yapılmasıdır. Seküler Ahlakçıların Bu EleĢtirilerinin Değerlendirilmesi: Bu eleştiriler, ya dinin ahlak kaynakları arasında kabul edilemeyeceğini savunanları, ya da bir dine, Allah‟a inanmayanları esas alarak bu görüşler ileri sürülmüş olmalıdır. Nitekim Allah‟ı kabul edenler için bunlar problem teşkil etmezler. Bu sorunlar inanmayan için geçerli olabilir. Örneğin, kabullenme noktasında, Tanrı‟ya inanan için O‟nun buyurduğu, her durumda iyidir. İster Tanrı emrettiği için iyi olsun, ister iyi olduğu için Tanrı emretmiş olsun. Tanrı‟nın her durumda insanlığın iyiliği için buyurduğuna inanılmakla bu problem çözülmüş olur. Ahlak İçin Dinin Gerekliliği: “Tanrı öldüğünden beri her şeye izin verildi.” Sözü Nietzche‟ye atfedilir. Kant‟a göre de ahlakın temel prensibi olan ilke ahlakına aykırı düşer. Ahlaki bir görevi sırf görev bilinciyle yerine getirmek olduğunu benimseyen “İlke ahlakı” herhangi bir beklentiyi doğru bulmaz. ALINTIDIR |
02Haziran 2015 08:55 | |
EyMeN&TaLhA | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 6.ÜNİTE AHLAK DİN İLİŞKİSİ GİRİŞ: Değişik ahlak felsefe akımlarda, dinin ahlak alanından uzak durmasının gerektiği düşüncesini görmemiz mümkündür. Bu düşüncenin ilk kez fikir bazında, Stoacılık‟ta ortaya çıktığı kabul edilebilir. Onlara göre Logos; (sözcüğü Yunanca‟da us ile kavrama anlamındadır. Duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanır.) evrensel mantık, evrendeki rasyonel düzenin ve rasyonel bir biçimde düzenlenmiş faaliyetin yaratıcısı olan kozmik akıl ilkesi, insanlığın özünde mevcuttur. A) SEKÜLER AHLAK Sekülerlik: Sekülarizm ya da sekülerlik, İngilizce olan “secular” kelimesinden gelmektedir. Türkçede “laik yaşama ait, dinden bağımsız olan, nesil, zaman dilimi” anlamına gelen bu terim, zamanla Hıristiyan dünyasında, dinî öğeleri hukukî ve siyasî anlamda belirleyici olmaktan çıkaran bir anlayışla, “dünyaya ait olan” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir. Ahlakî anlamda ise sekülarizm, değer ilkelerinin her hangi bir dogmatik inancı dikkate almadan, nedensellik ve deneysellik ilkeleri üzerine kurulmasını, somut ve bilimsel temellere dayanmasını ifade eder. Dolayısıyla sekülarizm ahlakı inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alır. Bu terimi değerlendirirken, bu anlamda sekülarizmin ilk kez, özellikle kilise dininden rahatsız olan Hıristiyan George Jacob Holyoake (1817 - 1906) tarafından geliştirildiği ve sekülarizim kapsamında ifade edilen “din”in daha çok Hıristiyanlık olduğu göz ardı edilmemelidir. Konumuz bağlamında bu terim seküler, sekülerleşme ya da dünyevileşme; tam anlamı karşılamasa da “laikleşme” kelimesiyle de ifade edilir. Dolayısıyla genel olarak sekülerleşme toplumsal hayatın tüm branşlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerden arındırılması ve bağımsızlaştırılması olarak kabul edilir. Yani “sekülerleşme” dinin kamusal alan üzerindeki kurumsal otoritesinin daralması anlamına da gelir. Nitekim laiklik her şeyden önce siyasi ağırlıklı bir terimdir; din ile devletin birbirinden ayrılmasına işaret eder ve laik sistemlerde bu iki kurum birbirlerinin alanına müdahale etmez. “laik ahlak” belki bir “siyasi ahlak” biçimi olarak kabul edilebilir. Bu da siyaset yaparken dini ilkeleri, duyguları ve simgeleri malzeme yapmamaya özen göstermektir. Dolayısıyla konumuz bakımından “laik ahlak” terimini doğru bulmuyoruz, onun yerine “dünyevi” ya da “seküler” ahlak denmesi daha doğru olacaktır. Seküler Ahlak: Sekülarizm, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, dinsel olan veya dinsellik atfedilen bütün değer ve ilkeleri bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul ederek, ahretle ilişkiyi koparma temeline dayalı insan merkezci düşünme ve yaşama biçimini ifade eder. Bunun sonucunda da toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve dini eylemlerin yerine sadece dünyevi hedeflere yönelmesi, dinin işlevlerinin seküler toplumsal işlevlere dönüşmesi ve kutsalın yerini dünyevileşmenin almasıdır. Dolayısıyla sekülerleşme dinin toplumdaki otoritesini yitirme sürecidir. Böylece seküler ahlak insanı, her şeyi nitelikli ulvi alanından, nicelikli fiziki derecesine indirildiği yeni bir düzlemde, psikolojik dürtülerle dolu bir varlık, ya da sadece fiziksel ve ekonomik gereksinimlerden ibaret bir nesneye dönüştürmeyi amaçlar. Bu durumda Cemil Meriç‟in de ifade ettiği gibi, “Eşyalaşmanın hâkim olduğu seküler dünya, katı, insan dışı değerleri ve kişileri yok eden bir dünya” (Meriç, 1973: 13) haline gelmektedir. Bu durumda ki insan, inandığı gibi yaşamayı terk edip, yaşadığı gibi inanmaya başlar. işte bu nokta da seküler ahlakın en temel ilkesi olan dünyevileşme sürecinin gerçekleştiği noktadır. Sekülarizmin Dine Olumsuz YaklaĢımının Gerekçeleri: Dinin ahlak alanına girmemesinin gerektiğini ve doğallık, deney ve tecrübelerden hareketle evrensel ahlak sistemleri oluşturulabileceğini benimseyen seküler ahlakçıların, dine olumsuz yaklaşmalarının nedenlerinden belli başlılarını Şöyle sıralayabiliriz. 1- Ahlak alanında dünyevileşme ya da seküler ahlak, siyasî ve felsefî olarak temellendirilmeye çalışılmıştır. 2- Buna bağlı olarak da dünyevileşmeyi benimseyenler, kişilerin ahlaka ve dini konulara ilişkin inanç ve araştırmalarında, en az bilimsel araştırmalarda oldukları kadar, hiçbir şeyin etkisinde kalmadan, özgür olmaları gerektiğini savunurlar. Özellikle “din”in bu özgürlüğü engelleyeceği gerekçesiyle de dinden uzak durulmasına vurgu yapılır. 3- Dinler dogma olduklarından dolayı eleştiriye kapalıdırlar. Bu kapalılık ahlak alanında tartışmayı, sorgulamayı engeller. 4- Bir ahlak ilkesi Tanrı buyurduğu için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi onu Tanrı emretmiştir? 5- Tanrı‟nın isteklerini doğru olarak nasıl bileceğiz de onları ahlak esası yapacağız? 6- Tanrı‟ya atfen belki de binlerce farlı din ve ahlak yorumu vardır. Bunların hangisini esas almalıyız? 7- Hıristiyanlık İncil‟de bu sorulara cevap verdiğini ileri sürse de ancak İncil‟deki bu ilkelerin arasında da ciddi tezatlar görmekteyiz. 8- Dünyayı hiç dikkate almadan, tüm yönelişleri ve düzenlemeleri tamamen öte dünyaya yönelik olarak yapılmasıdır. Seküler Ahlakçıların Bu EleĢtirilerinin Değerlendirilmesi: Bu eleştiriler, ya dinin ahlak kaynakları arasında kabul edilemeyeceğini savunanları, ya da bir dine, Allah‟a inanmayanları esas alarak bu görüşler ileri sürülmüş olmalıdır. Nitekim Allah‟ı kabul edenler için bunlar problem teşkil etmezler. Bu sorunlar inanmayan için geçerli olabilir. Örneğin, kabullenme noktasında, Tanrı‟ya inanan için O‟nun buyurduğu, her durumda iyidir. İster Tanrı emrettiği için iyi olsun, ister iyi olduğu için Tanrı emretmiş olsun. Tanrı‟nın her durumda insanlığın iyiliği için buyurduğuna inanılmakla bu problem çözülmüş olur. Ahlak İçin Dinin Gerekliliği: “Tanrı öldüğünden beri her şeye izin verildi.” Sözü Nietzche‟ye atfedilir. Kant‟a göre de ahlakın temel prensibi olan ilke ahlakına aykırı düşer. Ahlaki bir görevi sırf görev bilinciyle yerine getirmek olduğunu benimseyen “İlke ahlakı” herhangi bir beklentiyi doğru bulmaz. |
02Haziran 2015 08:41 | |
EyMeN&TaLhA | Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 5.ÜNİTE A)iSLAM AHLAKININ TEŞEKKÜLÜ İslam ahlakı Hz. Peygamber (sav)in doğumuyla başlamasına karşın, İslam ahlak anlayışları ya da teorileri ise VII. yy. dan itibaren sistemli hale getirilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamberin hayatta olduğu dönemde İslam ahlakının teorik yönünden pek söz edilemez. Daha çok yaşanan ya da önerilen ahlak ilkelerinden oluşan bir İslam ahlakından söz edilebilir. Müslümanlar ahlak adına, edep ve terbiye, ahlaki güzellikleri yaşama, nefsin eğitilip iyilikleri benimsetme, çirkinliklerden uzaklaştırma anlamında eylemlerde bulunurlardı. İnsanlar o ilkeleri sadece uygulama çabası içinde oluyorlardı. Bu ilkeler daha çok fıkıh, hadis ve tasavvuf eserlerinde yer alıyordu. Bu anlayışla yazılan eserlerde genelde “Kitabü’l-Âdap”, “Tezhibü’l- Ahlâk” ve “Mekârimü’l-Ahlâk” adları kullanılırdı. Bu tutum M. VIII. yüzyıla (h. II. asır) kadar devam etmiştir. M. VIII. yüzyıla gelindiğinde, İslam dünyasında çeşitli nedenlerden dolayı, her alamda düşünce, hareketleri yoğunlaşmış ve İslam felsefesi şekillenmeye başlamıştı. İslam filozofları özellikle Pythagoras‟ın “Altın Beyitler”, Platon‟un “Ennevâmîs” . Aristoteles‟in “Nikamakhos’a Etik” adlı eserleriyle ahlak alanındaki görüşlerini İslam dünyasına taşımışlar ve kendi ahlak anlayışlarını temellendirmede kullanmışlardır. Böylelikle M. VIII. yüzyıla kadar sadece yaşam ilkeleri biçiminde varlığını devam ettiren İslam ahlakı, felsefi bir boyut kazanmaya başlamıştır. İslam dünyasında ahlakın müstakil bir ilim olarak ele alınması M. IX. (h.III.)yy dan itibaren başlamıştır. Filozofların yanında kelamcılar, mutasavvıflar ve fakihler de ahlak alanında anlayışları oluşmuştur. Bu farklı ahlak anlayışları üç ana grupta değerlendirebiliriz. A 1- Gelenekçi Ahlak: Bu ahlak anlayışına göre, İslam‟ın ilk devirlerinde olduğu gibi, ahlakın konuları ve problemleri öncelikle Kur‟an ve sünnetle çözülmelidir. Daha çok fakih ve hadisçiler tarafından benimsenen anlayıştır. Gelenekçi ahlakın bazı önemli temsilcileri ve eserleri Şunlardır: Abdullah b. Mübarek (v. 181/707), “Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rakâik”; İmam Buhâri (v. 256/870), “el-Edebü’l-Müfred”; İmam Mâverdi (v. 450/1058), “Edebu’d-Dünyâ ve’d-Din”; İbn Hazm (v. 456/1064) “Müdavatü’n-Nüfus”. A 2- Tasavvufî Ahlak: Temelde dini naslara dayanıp, tasavvufi yorum ve yaşayışa ağırlık veren bir anlayıştır. İnsanın en mükemmele, erdeme ulaşabilmesi için, nefsin kötü duygularına ve eğilimlerine egemen olup ahlakı iyileştirmeyi amaçlar. Bu anlayışla her türlü benlikleri aşarak, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” ilkesiyle bütün insanlığı kucaklamak esastır. tasavvuf ahlakının bir düşünce sistemi ve dünya görüşü olarak şekillenmesi M. VIII. yy dan sonra olmuştur. Tasavvuf ahlakçıları ve eserlerinden bazı örnekle Şunlardır: Haris el-Muhasibi (v. 243/857) “er-Riaye”; Ebû Talib el-Mekki (v. 386/1006) “Kutu’l kulub”; Gazali (v. 505/1111) “Mizânu’l-Amel”, “İhya-ul-Ulûm”; Hasan-ı Basri; Cüveynî, “eş-Şâmil”. A 3- Felsefi Ahlak: “Hikmet sevgisi" anlamına gelen felsefe, genel olarak olayları akıl ve düşünce yoluyla araştırmayı ve problemlere çözüm yolları bulmayı amaçlayan bir yöntem, disiplindir. felsefe, insanın nasıl davranması gerektiğini, yaşamını nasıl tanzim etmesi gerektiğini ve kendine nasıl bir hayat tarzının yaraştığını belirlemek ister. Çünkü gerçekten üstün ve insanî hayatın neden ibaret olduğunu bilmek de insanın en zarurî ihtiyacı ve bitmeyen arayışıdır. Bu da felsefenin ahlak konusunu teşkil eder. Dolayısıyla ahlak felsefesi; felsefi bakış açısıyla ahlakın temel problemlerini ve idealarını irdeleme, sorgulama, çözümlemeler sonucu oluşan sistemli düşüncelerdir. Bu bağlamda ahlak felsefesi şu üç temel soru üzerinde durur. a- İyi ve Kötü nedir? b- İnsan için iyi hayat nedir? c- İnsan nasıl yaşaması gerekir? islam ahlak felsefecileri ahlakın konularını ele alırken Platon ve Aristoteles‟in ahlak görüş ve yöntemlerini bir ölçüde dikkate almışlardır. İslâm filozofları çoğunlukla, ahlâkta rasyonalisttirler. Ahlâk problemlerine akli çözümler aramışlardır. İslâm filozofları ahlâk anlayışlarını oluştururken Eski Yunan düşüncesinden yaralandıkları gibi, Hint ve İran kaynaklarından da istifade etmişlerdir. İslâm ahlâkçılardan bazı önemli örnek Şahsiyetler ve eserleri Şunlardır: Ebû Bekir er-Râzî(v. 313/925), “et-Tıbbu’r-rûhânî”; Farabi (339/950), “es-Siyasetü’l-medeniyye”, “İhsau’l-ulum”, “et-Tenbih ala sebili’s-saade”; İhvan-ı Safa, “er-Risale”; İbn Sina (v. 428/1037), “İlmu’l-ahlâk”; İbn Miskeveyh (v. 421/1030), “Tehzibu’l-ahlâk”; Nasıruddin et-Tusi, “Ahlâk-ı nasıri (Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, s. 25-27.) B) Ġslam Ahlakının Kaynakları Bütün ahlak teorilerinin bir amacı vardır. Bu amaç ad genelde en yüksek iyiyi bilmek ve ona ulaşabilmek, mutlu olmak ve mutlu etmektir. 1- Din: Seküler ahlak savunucuları dini dogmatik olduğu gerekçesiyle, ahlak kaynakları arasında kabul etmezler. Dinin ahlaka kaynaklık etmemesinin gerekliliği Hıristiyan dünyasında yaygın olan bir kabuldür. Bunun en önemli gerekçesi de ahlakın sırf ahrete yönelik olup dünyayı ihmal etmiş olmasıdır. İslam ahlakında ise dünya ve ahret bir denge içinde değerlendirilir. İnsanın zihninden, yaşamından din olgusu çıkarıldığında, bu isteklendirici, motive edici güç kaybedilmiş olur ve ahlak ilkelerinin uygulanması zorlaşır. Dolayısıyla ahlakın eyleme dönüştürülmesinde dinin önemli pozitif katkısı vardır. a- Kur’an-ı Kerim: İslam‟ın ana kaynağı Kur‟an-ı Kerim olması nedeniyle İslâm ahlâkının da ana kaynağının Kur‟an olması tabiidir. Bilindiği üzere, Kur‟an-ı Kerim itikat, ibadet ve muamelat konularını ihtiva eder. Kur‟an-ı Kerim‟de “ahlâk” kelimesi doğrudan zikredilmemektedir. Ancak, adet, gelenek, ahlâk anlamında olmak üzere ahlâkın tekili ifadesi olan “hulk” kelimesi iki ayette geçmektedir. Bunun yanında Kur‟an-ı Kerim ahlakî iyiyi hayr, birr, sıdk, ihsan, adl, hakk, takva gibi terimlerle; kötü ahlakı ise şer, ism, münker, seyyie, heva, zülüm çirkinlik gibi terimlerle ifade etmiştir. Gazali, “Cevahiru’lKur’an”; Muhammet Draz, “Kur’an Ahlâkı”; Ali Turgut, “Kur’an-ı Kerim’e Göre Ahlâk Esasları” bu eserler Kur‟an ahlakını müstakil olarak ele alan eserlerden bazılarıdır. b- Hz. Peygamberin sünneti: Özellikle İslam ahlakı için Hz. Peygamber (sav) yaşamıyla, sözleriyle önemli bir örnek ve kaynak olduğu kabul edilen bir gerçektir. Nitekim Hz. Aişe (ra)‟a Hz. Peygamber (sav)in ahlakı konusunda sorulan bir soru üzerine “Onun ahlakı Kur’an ahlakıydı” (Müslim, Müsafirûn, 139) ifadesi, sünnetin İslam ahlakının önemli bir kaynağı olduğunu göstermektedir. 2- icma ve Kıyas: Kıyas ve icma dini konularda olduğu gibi, ahlâki, adet ve geleneklere ait yeni konular hakkında da karar vermede kullanılan bir yöntemdir. Özellikle çağların ve toplumların değişmesiyle yeni problemlerin ortaya çıkması icma ve kıyasa müracaatı zorunlu kılmıştır. İslâm ahlâkı da değişen ve yeni oluşan ahlaki konular hakkında iyi ya da kötü kararını verirken, icma ve kıyas yöntemini kullandığından dolayı, bu iki yöntem İslam ahlakına kaynaklık etmiştir. 3- Akıl: Ahlakçıların benimseyip sunumunu yaptıkları ahlaki kavramların, ilkelerin, kararların muhatap tarafından benimsenmesi için, gerekçelendirilmeye, temellendirilmeye gerek vardır. Bu gerekçelendirme ve meşrulaştırma işlemi, ahlakî öğüt üzerine esaslı bir düşünce veya düşünmeyi gerektirir. slam sorgulanmadan kabul edilen, baskıcı, kolaycı, çevreden görüldüğü gibi kabul edilen taklidi imanı pek muteber görmez. Onun yerine rasyonel temellere dayandırılmış tahkiki imanın gerçekleşmesini önemser. Akıl, iman ve diğer konularda rol oynadığı gibi, ahlaki kuralları rasyonel temellere dayandırma konusunda da kaynaklık yapar. Aklın bu konuda kaynak olarak kullanılmasına, Hz. Peygamber (sav)‟in Muaz İbn-i Cebel (ra)‟i Yemen‟e vali olarak gönderirken aralarında geçen şu diyalog önemli bir örnektir. -“Ya Muaz ne ile hükmedeceksin? -Kur'an ile hükmederim yâ Resûlellah. -Ya Onda bulamaz isen ne ile hükmedeceksin? -Sünnet-i seniyye ile hükmederim. -Onda da bulamazsan? -Artık o zaman kendi görüşüm ile karar veririm ya Resûlellah” dedi. Bu konuyla ilgili, “felsefi ahlak” başlığı altında belirttiğimiz eserlere ilave olarak Şunları da örnek olarak verebiliriz. “Phythagoras‟a mal edilen, “Altın Mısralar”; Platon, “Devlet”; Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik”; Aristoteles, “Eudemos’a Etik”; Epiküros, “Mektuplar ve Maksimler”; I. Kant, “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi”; vbg. 4- Kültür, Örf ve Adet. B) AHLAKININ DEĞER İLİMLERLE OLAN İLİŞKİ Ahlakın kullandığı yöntem ve ilkeler deney ve gözlemlerden çıkarılmadığı için, ahlak ilmi, pozitif bir bilim kabul edilmez. Ahlak insanı ve eylemlerini konu alan bir yaşam bilimi olması nedeniyle, insanın var olduğu tüm alanlarla ilişkilidir. Sosyal bilimler sınıfından olduğu kabul edilen ahlak, bilim olarak da bütün sosyal bilimlerle değişik oranlarda ilişkisi vardır. Ancak bazı bilim dallarıyla çok yakın ilişki içinde olduğu bilim dalları vardır. Bunlar da hukuk, sosyoloji, psikoloji ve pedagoji gibi bilimlerdir. C. 1) Ahlak hukuk ilişkisi: Ahlakın da hukukun da alanı değerler alanıdır, ikisinin de amacı kurallar koyarak, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyip mutluluğu, huzuru sağlamaktır. Dolayısıyla hukuk ile ahlak konuları ve amaçları bakımında birbirine çok yakın, birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler. Hukuk ile ahlak arasında yakın benzerlikleri olmak birlikte, tabii olarak bazı farklılıklardan da söz edilebilir. Bu farklılıklar Şöyle sıralanabilir: 1- Hukuk kendi kurallarına uyulmasını emreder; uyulmaması durumunda maddileştirilmiş müeyyidelerini uygular fakat kendine uyulması durumunda ödüllendirmez. Fakat ahlakın müeyyideleri maddileştirilmiş değildir ve kendi kurallarına uyanları da ödüllendirir. 2- Hukukun müeyyidesi fiziki baskı şeklinde iken, ahlakın müeyyidesi ve mükâfatı hem fiziki hem de ruhidir. 3- Hukuk emrederek kurallarını uygulatmaya çalışırken, ahlak benimseterek uygulatmaya çalışır. 4- Hukuk kanunların uygulanıp uygulanmadığına, eylemlerin kanunlara uygun olup olmadığına bakar, içselleştirilip içselleştirilmediğine bakmaz. Ahlak ise bireylerin eylemlerin şekilselliği ve sonucunun yanında ilkelerin içselleştirilip içselleştirilmediğini, bireyin niyetini de dikkate alır. 5- Hukuk sistemleri genelde uluslara özgü olmalarına rağmen, ahlak sistemlerini bölgesel nitelikler taşıdıkları gibi, evrensel nitelikler de taşırlar. Sonuç olarak ideal bir toplum için hukuk ile ahlak birbirleriyle uyum ve yakın ilişki içinde olmalıdırlar. C. 2) Ahlak Psikoloji ilişkisi: Psikolojinin konusu, ahlakın konusu gibi insandır. İkisi de insanın ruh hallerini ve davranışlarını incelerler. Psikoloji insanın ne olduğunu anlamamıza yardım ederken, ahlak ise insanın nasıl olması gerektiğini belirler. Ahlak görevini yaparken, insanı tanıma noktasında, psikolojiden önemli ölçüde yardım alır. Bunlardan bazıları Şunlardır: a- Psikoloji, ödev, iyi, sorumluluk gibi ahlaki kavramların hangi ruhsal mekanizma ile işlediğini belirterek ahlaka hizmet eder. b- Yine psikoloji ahlaklı yaşamın şartlarını tanımamıza yardımcı olur. c- Ameli ahlakın temel konularından olan kibir, haset, yalan, kötü ihtiraslar gibi çeşitli ruhsal eğilimler ve içgüdüler psikolojinin de konuları arasında olduğundan, ahlak bunlar hakkındaki tespitlerini yaparken psikolojiden yardım alır. Bu denli ortak çalışma alanları olan ahlak ile psikolojinin ayrıldıkları yönler de vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: a- Psikoloji insanda olanı belirler, ahlak ise, olması gerekeni belirler. b- Psikolojinin ilkeleri tasviri iken ahlakın ilkeleri emredicidir. c- Psikoloji insanın bütün davranışlarıyla, hatta rüyalarıyla bile ilgilenirken, ahlak ise sadece iradeli davranışlarla ilgilenir. C. 3) Ahlak Sosyoloji ilişkisi: Sosyoloji bilimi genel anlamda, toplumları sistematik bir şekilde bilimsel ve eleştirel olarak inceler. Konusu ise toplum ve toplumsal yaşamla ilgili insanlar arası ilişkiler, olgu ve olaylardır. Sosyolojinin amacı ise toplumların değer ve olgu alanındaki değişimini, gelişimini inceleyip, davranışları anlamlandırmak ve açıklayarak, toplumların mutlu olmasına katkı sağlamaktır. Sosyolojinin alanı ise insan ve insan topluluklarıdır. Daha önceki konularda anlatıldığı gibi, ahlak fertlerin ve toplumların mutluluğunu ve düzenini sağlayacak ilkeler belirler. Bu yönüyle ahlak ferdi ve sosyal yönü olan bir bilimdi Sosyoloji pozitif bir bilim olması bakımından tasviri bir bilimdir. Yani sosyal olayları, ilişkileri ve olguları açıklar. Bir anlamda toplumda var olanları inceler. Ahlak ise toplumda olması, yapılması gerekenleri inceler, belirler ve uygulamaya koymanın yollarını da geliştirir. Bu yönleriyle de ahlak sosyoloji birbirinden ayrışırlar. Ahlak bu bilimlerin dışında tasavvuf, metafizik, çevre, eğitim bilimleri gibi alanlarla da ilişkilidir. alıntıdır |
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın. |
![]() |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|