Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01 Mayıs 2011, 15:04   Mesaj No:130

kamer34

Medineweb Sadık Üyesi
kamer34 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:kamer34 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13038
Üyelik T.: 14 Aralık 2010
Arkadaşları:9
Cinsiyet:
Memleket:istanbul
Yaş:53
Mesaj: 871
Konular: 41
Beğenildi:6
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"

Dar-ül Harb’de ve Dar-ül Küfr’de Müstemin Müs­lüman:
Mecnun editörüm sizin sorunuza cevap verneden önce şunu belirtmekte fayda görüyorum. FECR hocam rehin olayını zaten açıkladı ben konunun başka bir boyutunu ele almak istiyorum.

Bir kişi geçici olarak Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’e can güvenliği konusunda güvence alıp yaşarsa, İslami terime göre kendisine “Müstemin” deni­lir. Bu kişi İslami hükümetin yetki alanının dışında olduğu için yasal sınırlamalarının ötesinde oluyor. Ancak yine de, İslami hükümetin koruması altında oluyor ve İslami yasalara uymamak konusunda tamamen özgür olmuyor. Hidayede şöyle deniyor:

“Dar-ül İslam’ın koruması altında bulunan ismet, ge­çici olarak can güvenliği güvencesini almakla gelmekle iptal olmaz.”
(Siyer bölümü, Müstemin kısmı)
Bu kuraldan şu meseleler ortaya çıkıyor:

Hangi Dar-ül Küfr ile Dar-ül İslam’ın anlaşması varsa, orada müstemin Müslüman için fasit akitlerle muamele yapması caiz olacaktır. Zira, malları ve canları güvencesiz olan bir kimsenin oranın kafirleriyle yapmış olduğu fasit akitlerin geçerliliği ibahete dayandığı için, ibahetin ortadan kalkmasıyla buna dayanan şeyde kendiliğinden ortadan kal­kar.

Eğer müstemin bir Müslüman böyle bir Dar-ül Küfr’de fasit akitlerle muamele yapar, yahut anlaşmayı ihlal ederek bir şeyi gasp ederek veya çalarak gelirse İslami hükümet onun hakkında ne bir dava açabilir ne de ondan tazminat isteyebilir. Ama, dini açıdan ona, Şeriata aykırı olarak yap­tığı tüm fiillerden dönme telkini yapılacaktır.

Kötü anlaşmalar bir yana bırakılırsa diğer tüm konularda bu müstemin için Hanefi fıkhının hükümleri Dar-ül Harb’e emanle gelen birine uygulanan emirlerin aynısıdır. “Eğer bir tacir emanle Dar-ül Harb’e gider ve oradan bir cariye kaçırarak dönerse…Onu Allah için geri vermeye mecburdur, gerçi İmam onu bu işe zorlayamaz.” (El-Mebsût, c. 1, s. 61)

“Eğer bir Müslüman can güvenliği konusunda gü­vence ile Dar-ül Harb’e girer, onlardan borç alır yahut, onlar ondan borç alır veya onların mallarını gasp eder yahut, onlar onun malını gasp ederse aralarında ki dava hakkında Dar-ül İslâm’da herhangi bir karar verilmeye­cektir…Müsteminin kendisi onlara hiyanet yapmama so­rumluluğunu üzerine almıştı ve şimdi anlaşmaya aykırı davrandıysa, o İmam’ın anlaşmasına değil, bizzat kendi anlaşmasına hiyanet etmiştir. Bu nedenle, ona malları geri verme fetvası verilecek, ancak hükmen mecbur edilmeye­cektir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95)

(İmam Ebû Yusuf buna ihtilaf etmiştir, çünkü o Müslümanın her yerde İslâmi yasalara bağlı olduğuna inan­maktadır.) Eğer bir müstemin Müslüman Dar-ül Harb’te birini öldü­rür mallarına zarar verirse Dar-ül İslâm’da onun aleyhine hiçbir şey yapılmaz. Ancak din açısından onun böyle yap­ması caiz değildir.


“Eğer müstemin Müslüman Dar-ül Harb’ten herhangi bir malı gaspederek veya çalarak getirirse, bir Müslüman onu satın alması mekruhdur çünkü hıyanet (İslamî olarak) haramdır.” (Aynı yer, s. 96)

“Ama yine de satın alırsa, bu satın red edilmeyecektir. Zira, kanunen alış ve satışta herhangi bir bozukluk yoktu. Ne var ki, mal aslında anlaşmaya aykırı olarak alındığı için Müslümanlar bunu dinen geri vermekle yükümlüdür.” (Aynı eser,s. 97)

Bir müstemin Müslüman, Dar-ül Harb’te harbilerden faiz alabilir, onlarla veya orada kumar oynayabilir. İçki, do­muz etini ve ölü bir hayvanın etini onlara satabilir ve bütün bu işlerden kazanç sağlayabilir, ama buna harbilerin de rıza göstermesi gerekir.
İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Mu­hammed’in görüşü budur.


İmam Ebû Yusuf ise farklı gö­rüştedir. Bu hususta İmam Serahsi’nin naklettiği tarafların görüş ve delilleri dikkate değerdir:
“Müstemin için ehl-i harpten biriyle faizli nakit veya borç işlemi yapmak, yahut içki, domuz eti ve ölü etini onlara satmak Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre caizdir. Ancak Ebû Yusuf’a göre caiz değildir. İmam Ebû Yusuf’un istidlâli şudur:


Müslüman nerede olursa olsun, İslami yasalara uymak zorundadır ve bu hususta İslâm’ın yasaları uygulanmalıdır. Görmüyormusunuz ki, eğer bir harbi müstemin ile darımızda böyle bir iş yapılırsa caiz olmuyor? Yani, bu burada caiz değilse, Dar-ül Harb’te de caiz olmamalıdır. Buna cevap olarak daha önce zikretti­ğimiz iki İmam (Ebu Hanife ve İmam Muhammed) buyu­ruyorlar ki: bu düşmanın malını rızasıyla almak meselesi­dir. Bunun aslı, mallarının bizim için mübah olmasıdır.


Müstemin sadece hiyanet etmeme sorumluluğunu üstlen­mişti. Ancak bu anlaşmalara göre ve onların rızasıyla bu malı alınca zaten hıyanetten kurtuldu. Hürmetten de, malı akitle değil ibahetle almasından dolayı kurtuldu. Dar-ül İslâm’da harbi müsteminin konusuna gelince, durumu bundan farklıdır. Zira, malı emân yüzünden masûm ol­muştur ve ibahet açısından ele geçirilmez.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95)

İşte bu tüm açıklamalrdan da anlaşıldığı gibi ister darul-harpte olsun ister darul islamda olsun müslüman yapmış olduğu hukukunu islam esaslarına dayandırmak zorundadır. Her ne kadar imam azam bu konu hakkında farklı fetva vermişsede bunu bizim kabul etmemiz söz konusu olamamaktadır.

Şimdi bazı arkadaşlarımız islam dinini çok yüzeysel olarak ele almakla dinin tamamını anladıklarını sanmaktadırlar.burdan bir kardeşime gönderme olsun bu sözlerim. Örneğim bir kaç ayet ezberleyerek din hususunda fetva vermeye çalışmaktadırlar. İslam dininin çok geniş bir hukuku vardır müslüman öncelikle karşılacağı durumları kendini nisbet ettiği dinin esaslarına uygun hareket etmek durumundadır.

İslam Hukuku Üç dal üzerinde değerlendirelebilinir.

Bu hususta şu gerçek unutulmamalıdır ki, Şeriat, yani İslam Hukukunun tanımını iyice yapamadığımız takdirde konularıda yeterince analiz etmemiz bir o kadar zorlaşır.


1-İtikad Hukuku ki, genellikle tüm Müslümanlarla ilgili­dir.
2-Anayasa Hukuku ki, İslam Devletiyle ilgilidir.
3-Devletler Hukuku, uluslararası yasalar veya daha doğ­rusu, Müslümanlar ile diğer milletler arasındaki ilişkileri dü­zenleyen dış ilişkiler yasası.

Bizim fıkıh kitaplarımızda bu kanunlar ayrı ayrı zikredil­memiştir ve kendilerine ayrı isimlerde verilmemiştir. Ancak Kur’an ve Hadiste öyle açık işaretler vardır ki onlardan İslam Hukuku üç ayrı ve belirgin yöne doğru yol alıyor.

İtikad Hukuku veya inanç yasasına göre dünya iki millete ayrılmıştır: İslam ve Küfr. Tüm Müslümanlar bir millettir ve tüm kafirler başka bir millet. İslam’ı kabul edenlerin hepsi bir milletin bireyleridir ve din kardeşliği nedeniyle birbirleri üze­rinde hakları vardır:

“Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık sizin din kardeşlerinizdirler.” (Tevbe:11).


Bir Müslümanın canı ve malı ve başka bir Müslüman için haramdır.


“Birbirinize kanlarınız ve mallarınız haram kılınmıştır.” (Veda Hûtbesi)


İslam’ın bütün emirlerine itaat etmek her Müslümana vaciptir. Dünyanın hangi köşesinde yaşıyorsa yaşasın, bun­dan müstesna olamaz. Farz kılınan herkes için farzdır, helal da öyle haram kılınan da herkes için haramdır. Zira, tüm emirlerin muhatapları “ellezine amenu” (iman edenler)dur ve herhangi bir durum veya yer sınırı yoktur. Buna karşılık küfür ayrı bir millettir. Bu millet ile farkımız usul, itikad ve mil­let farkıdır. Bu fark yüzünden onlarla bizim aramızda temelde bir savaş vardır,ama, onlarla ateşkes veya barış anlaşması yapılmışsa durum değişmektedir.

O halde, aslında İslam ve Küfür yahut Müslüman ve Kafir arasında barış değil, savaş vardır ve aralarındaki barış da geçici olmaktadır. Ancak bu savaş fiilen değil, teorik ve ilkesel olarak vardır. Bu şu de­mektir: Onlarla bizim milliyetimiz farklı olduğu için onlarla bizim aramızda gerçek ve kalıcı barış ve dostluk sağlanamaz. İbrahim kafirlere dedi ki:


“Biz, sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, sadece Allah’a iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (El-Mümtehine:4).


Rasulullah bu konuyu kısa bir hadiste açıkça ifade et­miştir:
“İnsanlarla, Allah’tan başka bir mabud yoktur ve Mu­hammed O’nun kulu ve Resûlüdür diye şahitlik edinceye, kıblemize doğru yüz çevirinceye, bizim kestiğimizi (hay­vanları) yiyinceye ve bizim gibi namaz kılıncaya kadar savaşmam emredilmiştir. Ancak onlar bunları yapınca, herhangi bir hakla alınmasının dışında kanları ve malları bize haram olacaktır. Hakları, Müslümanların ki gibi ve farzları da Müslümanlarınki gibi olacaktır.”
(Ebû Davûd, Bâb’ı ala ma yukâtil’ül müşrikin)

Sonuç:
1- Kişi öncelikle muhatab olduğu idaredeki yönetim şeklini bilecektir.
2- Kişi hangi Dar diyarında olduğunu bilecektir
3- Kişi karşısındaki akit yapmış olduğu kişiyi yada toplumu tanımlayacaktır.
4-Tüm bunlardan sonra islamın emir ettiği şekilde karşılaşmış olduğu sorunu çözmeye çalışacaktır. Eğer kişi bu tanımlamayı gerçekleştiremediği takdirde İslam hukukunu kendi nefsinde tatbik etme imkanınıda bulamyacaktır.

İcrada olan bir malın satışa sunulması islam şeriatinin hukuku dahilinde olmayan bir beldede ise bu şu anlama gelmektedir. Satışta gerçekleşecek tüm prösödörler tağutun yasasına göre gerçekleşecektir.

Müslüman bunu iyi tanımlayamaz ise bu konuda tağuta teslim olma yada tağutu tanıma yada tağuta muhakeme olma pözisyonları ile karşılabilir.
Eğer kişi islami hasasiyetlere sahip değilse her türlü şekilde bu icradaki malları alabilir. bu durumda onun nazarın da geçerli olan hukuk tağuti bir hukuk sistemi olacağından dolayı bizim ilgi alanımıza girmez.

ALLAHA EMANET OLUNUZ
__________________
Kimin Ne Dediği Değil / Allah'ın Ne Dediği Önemli.
Alıntı ile Cevapla