Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Mart 2012, 18:49   Mesaj No:4

Esadullah

Medineweb Sadık Üyesi
Esadullah - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Esadullah isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 15316
Üyelik T.: 18 Aralık 2011
Arkadaşları:3
Cinsiyet:Erkek
Memleket:Kayıp bir Kentten
Yaş:44
Mesaj: 734
Konular: 143
Beğenildi:280
Beğendi:94
Takdirleri:3260
Takdir Et:
Standart Cevap: “İbn-i Teymiyye/ve/vahdeti-vücut “

Şimdi sayın kamer evvela bu kelamlarda biz Şeyhül islamın tasavuufa karşı açık bir dil ve beyan ile inkarını göremedik, şunu anlayamıyormusunuz Tasavvuf bir ekoldür aynı İbni Teymiyye nin görüşlerini alıp benimseyen selefiyye adındaki ekol gibi , bence Tasavvufun din olduğu iddası sizin düşünce ve iddanız ...

Burada Tasvvuf değil eleştirilen kişilerdir ve görüşleridir.Hatta bilirizki İbni Arabinin sadece ulaşan eserlerine bu yaklaşım ve reddiyeleri yapmıştır.Kendisi ile bire bir değil, Mantık kursanız zaten öyle olsaydı şu an benimde vahdeti vücudu savunmam lazım gelirdi ve bende bunu idda etmem gerekirdi, hatta yaklaşık 10 Milyon Tarikat mensubu ile birlikte...

Şimdi Bir çok tasavvuf alimi bu konuyu ele almış ve Şeyhül İslamın Tasavvuf düşmanı değil sadece Şeriata aykırı görüşlere karşı olduğunu bildirmiştir.Bunu sunarkende eserlerinden yararlanmışlardır. (şimdi delil istersiniz siz)Mesela şöyle denir ;

ibni teymiye'nin şöyle dediği rivayet edilir;"Ben Abdulkadir Geylani'nin mukaddes hırkasını giydim, benle onun arasında iki (sufi şeyhi) vardı." Kaynak: Cemaleddin et-Talyani'nin Terğib el-Mutahabbin f'i-l lubs hırka el-mutumaiyizin.
Dublin'deki Shester Beattu Kütüphanesi'nde korunmakta olan el yazması eser...

yine şöyle demiştir:
"Birçok tarikata mensup bir çok şeyh'in hırkasını giydim, bunlar arasında yolu bilinen tarikatların en büyüğü olan Şeyh Abdulkadir Geylani de vardır."
Kaynak: Yusuf b. Abdulhadi'nin "Bad' el-ulka" adlı eserinde korunan kayıp bir çalışma olan Nasıruddin'in ıtfa hurgat al-hauba bi-ilbas khirgat al-taub eseri… Esas Kaynak: Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl:8 2007, sayı:19


yine şöyle demiştir:
ALLAH'A MEŞRU İBADETLER İLE YAKLAŞILIR. ALLAH'IN YOLU BUDUR. BU DA İYİLİK, GÜZELLİK, HAYIR VE HASENAT YOLUDUR. ALLAH'A ERMEK İSTEYEN BU YOLU TUTAR. ZÜHD, İBADET, FAKR VE TASAVVUF GİBİ İSİMLER ALAN BU YOL DA BUNDAN İBARETTİR." (Mecmû'atu’r-resâ'il ve'l-mesâ'il, Beyrut 1983, 2. 245)

İbn Teymiyye, Sufileri üçe ayırır:


1. Sûfiyyetu'l-hakâ'ik, bunlar gerçek ve samimi Sufilerdir; hak üzeredirler, ilahi hakikate aşinadırlar.


2. Sûfiyyetu'l-erzak, vakıf gelirleriyle geçinen Sufilerdir. Sufilik onlar için bir geçim yoludur.


3. Sûfiyyetu'r-resm, bunlar adab ve erkanla yetinen şekilci ve merasimci Sufilerdir. (Mecmâ'atu'r-resâ'ili'l-kubrâ, Beyrut 1979, 1. 409)


Zaten Şeyhül İslam bunu sizin sunduğunuz Kulluk Risalesinde de beyan etmiştir.Şimdi bakalım inşallah;


…………
- "Benim hangi müridim ki bir kimseyi cehennemde bırakırsa ben ondan uzağım"
diyen, meselâ:

- "Benim hangi müridim ki, mü'minlerden bir tanesini cehenneme bırakırsa ben ondan uzağım"
gibi batıl sözler
söyleyenler
bile sevgiye sığınmak hatasına düştüler.

Hepsi Allah (c.c)'ın hududlarını çiğnemişlerdir.

Bunlardan birincisi, müridi, cehennemde bulunan herkesi oradan çıkarabilecek güçte görüyor.

İkincisi ise,
müridini cehenneme girmesine mani olacak kudrette görüyor.

Burada ihtimal mürid kelimesi şeyh yerine kullanılmıştır: Yahut da şeyh, değil kendisinin, müridinin bile insanları cehennemden kurtarabileceğini ifade etmek istiyor.

(Müridini böyle bir güçte görmekten daha sapık görüş var mıdır insanlık aleminde. Mürid, yani talebe bile bu güçde olduktan sonra, siz varın hesap edin, şeyh hangi güçtedir).

Bazısı da şöyle söyler:
"Kıyamet günü cehennemin üzerine benim çadırım örtülür ve örtüyü aşıp da hiç kimse cehenneme gönderilemez"


Çok meşhur şeyhlerden bu ve buna benzer sapık sözler duyulmuş ve rivayet edilmiştir:

Bunlar ya o şeyhlere yapılar iftiralardır ya da bizzatkendilerinden sadır olmuş sapık sözlerdir.
Bu gibi sözler bazen insanoğlu sarhoş haldeyken ağızdan çıkar ve fena hallerinde sadır olur. Bu gibi hallerde insan temyiz gücünü, muhakeme yeteneğini kaybeder, ne söylediğini bilmeyecek kadar güçsüz kalır.

Sekr,
yani sarhoşluk, temyiz olmaksızın (iyiyi kötüden ayırma gücünde olunmadığı zamanlarda) tadılan bir lezzettir. Bundan ötürü, bu sözleri sarfedenler, sekr halinden çıkıp ayıldıkları zaman, söylediklerinden pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar etmişlerdir ekseri.

Şimdi işte bu zaten Alime yakışan ve onun Alimliğinin göstergesidir.Burada Tasavvuf için adledilmiş bir kelam diğer bölümlerde olduğu gibi yoktur.Sadece kişilerin yaşadığı ve idda ettiği sapkın görüşlerin olduğunu belirtmiş ve devamında bunun hangi hal ile söylendiğini ve hatta neticesinde tevbe ve istiğfarda bulunduklarını beyan etmiştir.

Şimdi sizin aktarmadığını Kulluk Risalesinde Şeyhül İslamın ikinci Fena grubundakilere bir bakalım ;

İkinci gruba girenlerin fenası:

Allah (c.c)'ın dışındaki bütün varlıklardan "fena" bulmaktır. Mahlukları müşahede etmekten uzaklaşmış olmaktır. Bu hal birçok salikte meydana gelen bir haldir. Hiç şüphe yok ki, bunların kalpleri Allah (c.c)'ın zikri ile, O'na kulluk ve sevgi göstermeye o kadar çok bağlanmıştır ki, bağlandığı ve zikrettiği Allah'tan başkasını görememektedir. Göremediği için de, Allah (c.c)'tan başkasını hatırlamaz. Hatta belki düşünemez bile.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:

"Musa'nın anasının kalbi, evlat derdinden başka her şeyden boş olarak sabahladı. Eğer vaadimizi tastik edenlerden olması için kalbine sabır vermeseydik, az kalsın onu açığa vuracaktı"
(Kasas: 28/10)

Bu ayet hakkında diyorlar ki:

"Musa'yı hatırlamaktan dolayı, ondan başka herşeyi unutmuştu".


Bu hal, kendini sevgi, korku veya ümid gibi şeyler istila eden kimselerde sık sık olan bir haldir. Bu hallerde insan kalbi, o sevdiği, korktuğu veya ümitlendiği şeyden başka ne varsa yüz çevirir. Öyle ki, istiğrak (dalıp mestolma) halinde sevdiğinden başka hiçbir şeyi müşahede ve idrak edemez olur.

Bu şekildeki fena hali, sahibinin üzerinde artıp kuvvetlendiği zaman; onun varlığında kendi varlığını,onu müşahededen kendini müşahedeyi, onu seyretmekten kendini seyretmeyi, onu hatırlamaktan kendini hatırlamayı, onu tanımaktan, bilmekten kendini bilmeyi unutur, her hali yok olur gider (yani fenaya erişir). Hatta her şey, kulun bizzat kendisi ve bütün diğer varlıklar varlıklarını sürdüğü halde, onun idrakinden silinir gider. Ve sadece ezeli ve ebedi olan varlık baki kalır ki, O da Yüce Allah'dır.

Murad,yani niyet, kast, kulun hafızasında ve müşahedesinde (görüşünde) Allah (c.c)'tan başka ne varsa, hepsinin yok olması, fena bulmasıdır. ve kulun da mahlukatı müşahede etmekten ve hatırlamaktan fena haline gelmesidir.

Bu hal insanda kuvvetlendiği zaman, seven kişi zaaf içine girer, iyiyi kötüyü, yaratığı, yaratanı birbirinden ayırd etmesi fevkalade zorlaşır. Artık
mahbubun sevilmesi lazım gelenin bizzat kendisi olduğunu vehmetmeye, zannetmeye başlar. Bir bakıma kendisini ilahla birleşik görmeye başlar. Anlatıldığı gibi...

Birisi denize düşer, onu sevenlerden birisi de arkasından denize bırakır kendini.

Denize düşen arkasından denize atlayana sorar:
"Ben düştüm. Seni benim arkamdan suya atan sebep nedir? "


Cevap verir atlayan:
"Seni ben sandım. Çünkü kendimi sende kaybetmiştim, yok etmiştim"


Bu konuda böyle inanan bir kimsenin ayağı kaydı ve helak (yok) oldu. Onlar fena bulmayı birleşme zanettiler. Sevenle sevileni bir görmeye başladılar. Bir başka deyimle, halikle mahluk bir vücuda birleşiktir zannına kapıldılar, ikisinin varlığı hakkında bir fark görmediler. Bu azim bir hata, müthiş bir yanılmadır. Çünkü, kesin bir gerçek vardır ve bu gerçek;

Hâlık
(Hâlkedici) olan Yüce Allah, mahlûkuyla(halkettiği varlıkla) birleşmez.

Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

"O'nun misli, benzeyeni yoktur. O bütün söylenenleri işitir ve bütün yapılanları mutlak bilir"
(Şura: 42/11)
O birdir ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey varlığını sürdürmek için O'na muhtaçtır. Doğmamış ve doğurulmamıştır. O'na denk olacak hiçbir şey yoktur.


Hayır, hayır...

Hayır hiçbir şey, bir başka şeyle birleşemez. Ancak istihale geçirebilir,Varlıkları değişebilir. Varlıklar değişime uğrayarak iki şeyi birbirine bağlar yahut birleştirir ve üçüncü bir şeyi meydana getirirse, bu olabilir. Böyle bir sonuçda da, ortaya çıkan üçüncü şey, ne birincidir, ne ikincisi. Ne biridir ve ne de öbürü. Su ile sütün, su ile şarabın birleşiminde olduğu gibi...

Fakat murat ile mahbub, murat ile mekrin, yani sevilmeyen, nefret edilen birleşebilir. Bunlar irade ile kerahat (istek ile çirkinlik) çeşitlerinde ittifak edebilirler (birleşebilirler). Biri diğerinin sevdiğini sevebilir ve bir başkası öbürünün nefret ettiğinden nefret edebilir. Razı olduğuna razı olur, kızdığına kızar. Şiddetli davrandığına şiddetli davranır, tiksindiğinden tiksinebilir. Dost edindiğini dost, düşman saydığını düşman sayabilir. Ama bütün bu fenaların hepsinde eksiklik vardır.

Ebu Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve muhacir ve Ensar'dan önce gelip geçen bütün büyük evliyalar bile arz ettiğimiz bu fena biçimine düşmediler. Nerede kaldı Rasuller düşsün. Onlar böyle bir fena durumuna asla düşmemişlerdir. Bütün bu hallerin sahibi olduğu gibi iddialar ashabı kiramdan sonra oraya çıkmıştır. Bu kabil, kalbe arız olan iman hallerinden, aklı terketmek yahut kaybetmek, hayırla şerri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırd edememek gibi haller sahabelerden sonra ortaya çıkan arızalardır.

Hiç şüphe yok ki sahabeler (Allah onların hepsinden razı olsun) akli bakımdan herkesten daha üstün, daha (kâmil) ileri idiler. İmanları, akıllarını kaybetme, baygınlık geçirme, kendinden geçme sorhoşluk veya delilik gibi hallere düşmeyecek kadar sağlamdı.

Bu işlerin başlangıcı, tabiîn devrinde ve Basra'da aşırı ibadetle meşgul olan kimseler arasında zuhur etti. Bunların içinde Kur'an-ı Kerim'i dinlediği zaman bayılıp düşen kimseler vardı.

Ebu Cüheyri Darırî veBasra Kadısı Ebu Evfa oğlu Zerare gibi adamlar vardı.

Aynen böyle, sûfiyenin şeyhlerinde de, kendisine fena hali, onunla iyiyi kötüden ayırd etme gücünün zayıfladığı sarhoşluklara müptelâ insanlar vardır.

Bu kimseler bu sarhoşluk ve kendini kaybetme zamanlarında bir takım sözler söylediler, fakat bu halden ayılıp kendilerine geldikleri zaman sarhoşken söyledikleri sözlerden ötürü tevbe ve istiğfar ettiler.

Şimdi daha evvelde dedim eğer İbni Arabide bu şekilde tevbe etmiş ve Tevvab olan Allah onun tevbesini kabul etmişse siz onu küfür ehli ilan ediyorsunuz bunun yükü ne olur ?

Mesela:Ebu Yezid'i Bestami, Ebu Hasan en-Nuri, Ebu Bekri Şibligibiler hep böyledir.

Ebu Süleyman-ed-Darani, Ma'ruf-u Kerhi, Fudayl bin Iyaz ve Cüneyd-i Bağdadive daha bir çokları böyle değildir. Bunlar seyri sülük halinde iken akılları başlarında iyiyle kötüyü birbirinden ayıracak şuurda idiler ve onun için asla şeriata aykırı sözler söylemediler. Aklı şaşırtan bu çeşit bir fena haline hiç duçar olmadılar. Hayır, bin kere hayır. Onlar, sarhoşluk içinde saçmalamadılar.

Şimdi sayın Kamer eğer Şeyhül İslam Tasavvufu yok saysa ve yanlış görse Yukardaki Tasavvuf Alimlerini bu şekilde destekler ve Tasavvufa has Seyri Sülükten bahseder ve desteklermiydi ….?

Bunlar kitap ve sünnetin hidayeti ile hidayetlenen (doğru yolu ile beslenen), kalplerinde Allah sevgisinden, Allah'ı istemekten, O'na kulluk etmekten başka bir şey bulunmayan, (düşünmeyen ve yapmayan) büyük kâmil mü'minlerdir.

Bakın övdükleri Tasavvuf Alimleri DİKKAT EDİN …

Çünkü, onlar her hallerinde içinde bulundukları durumu çok iyi, şuurlu bir biçimde müşahede etmişlerdir. Böyle olmaları onların (müşahede ettiklerinden iyisini ve kötüsünü ayırd edecek kadar) ilim sahibi olduklarını gösterir elbette.

Daha başka bir deyimle, bunlar, bütün mahlukatın Allah (c.c)'ın emri ile kaim ve O'nun diriltmesiyle hareket ettiğini ve bütün yaratılmışların Allah (c.c)'ı tesbih ve dua eder olarak müşahede ederler. Böylece
mahlûkatın (yaratıkların) bu hallerinde, kendilerinde basiret ve tezekkür hasıl olmakta ve bu müşahede ettikleri şeyler onların kalplerinde dinin ihlasını, Allah (c.c)'a tevhidin sadeleşmesini, şeriksiz ve eşsiz olan Allah (c.c)'a, sadece O'na kulluk etmelerini sağlamlaştırır ve kökleştirir.

Bu Kur'an-ı Kerim'in tanımladığı,
davet ettiği gerçek iman sahiplerinin ve üstün ve kâmil irfan ehlinin yerine getirdiği bir gerçektir. Son nebi, sevgili Rasulümüz Muhammed (s.a.v.) bunların önderi ve en kâmilidir (en üstünüdür). Bundan ötürüdür ki, semavata uruç ettiği (yükseldiği) ve çeşitli alametler gördüğü, rabbinin ona çeşitli biçimlerde münacaatlardan vahyeylediği ve Mekke insanlarının içinde sabahladığı halde, durumu hiç değişmemiş ve kendisinde reddedilmesi gereken bir fena ve sarhoşluk gibi bir hal zuhur etmemiştir (görülmemiştir). Hiçbir sarhoş edici şartta kendisini kaybetmemiştir. Fakat baygınlık geçiren Musa (a.s.) böyle değildir. O bile dayanamamıştır harikuladeliklere.


Demek Eleştirilen ve Tekfir edilen Tasavvuf değil kişilerdir.Eğer Tasavvuf olsaydı Şeyhül İslam bunu Açıkca dile getircek kadar cesaret sahibi birisidir.

Yani ne İbni Teymiyye nedeaklı başında bir Alim bunu dile getirmemiştir.Ama her aklı başında Alim gibi KİŞİLERİN YAPTIKLARI bilinçli yada bilinçsiz hataları ele almışlardır.

Bir diğer konu Bu din İbni Teymiyyenin fetvaları yada görüşleri ile ne kadar ayakta ise onun gibi daha bir çok Alim ve Evliya vardır ki siz Onun her dediği doğrudur niteliğinde yorumlarınızı bence tekrar kontrol edin, Oda böyle olmasını arzulardı sanırım….

Yani Tasavvuf bir din değil, İbni Teymiyyeninde dediği gibi Allaha Giden bir yoldur, Kuran ve Sünnet Çizgisinden şaşmayan ….

Vesselam
Alıntı ile Cevapla