Tekil Mesaj gösterimi
Alt 22 Mayıs 2015, 10:53   Mesaj No:13

EyMeN&TaLhA

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:36
Cinsiyet:
Mesaj: 3.299
Konular: 784
Beğenildi:131
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Atauzem felsefe tarihi özetleri 1-14


12.ÜNİTE

1. Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) 1.1. Hayatı ve Eserleri


Leibniz, bir hukuk profesörünün oğlu olarak Almanya‟nın Leipzig şehrinde doğdu. Daha 15 yaşındayken eski ve yeni filozofların bütün eserlerini okumuştu. Felsefe ve hukuk öğrenimi gördü. Hukuk üzerine genç yaşta doktora hazırlamasından dolayı üniversitede kalması teklif edildi. Ancak o bu teklifi kabul etmeyerek idareci ve diplomat olarak çeşitli görevlerde bulundu. Görevli olarak gittiği Paris ve Londra‟da zamanın ünlü düşünür ve bilginleriyle, ayrıca Hollanda‟da Spinoza ile tanıştı. Sonunda Hannover dükünün saray danışmanı ve kütüphanecisi olarak 40 yıl çalıştı. Berlin Bilimler Akademisi‟ni kurdu, hatta kendi ülkesinin dışında Çar Deli Petro‟yu bile Petesburg‟da bir Bilimler Akademisi kurmaya niyetlendirdi. Bunun dışında Avrupa‟daki bilim akademileri arasında bir birlik kurma uğraşısı da verdi. Hannover‟de para sistemi, madencilik ve dokumacılığı geliştirmek için çeşitli çalışmalar yapmıştır. Eserlerinin yazılışına pratik vesileler sebep olmuştur. Sağlığında bitirip yayınladığı tek büyük eseri vardır: “Theodice”. Diğer eserleri ise, “Tabiatın ve inayetin ilkeleri”, “Monadoloji”, “Metafizik Üzerine Konuşma”, “insan Zihni Üzerine Yeni Deneme”dir (J. Locke‟a karşı polemik eseri). Leibniz bütün eserlerini Fransızca olarak yazmıştır. Çünkü Almanca ancak kendisinden sonraki kuşakta felsefe alanında kullanılmaya başlanmıştır. Sadece filozof değil, aynı zamanda matematikçi, tabiat bilgini, tarihçi, filolog, hukukçu ve teologdur. Aydınlanma çağının da habercisidir. Ayrıca, düşünce tarihinin yetiştirdiği en büyük uzlaşmacı filozoftur. Dinleri, mezhepleri, dilleri ve felsefeleri hep uzlaştırma çabası gütmüştür. Sözgelimi Katolik ve Protestan kiliseleri arasında bir bağ kurma gayreti göstermiştir.

1.2. Leibniz‟ in Yöntemi

Leibniz de Descartes ve Spinoza gibi matematik yöntemi felsefeye uygulamak istemiştir. Çünkü yalnızca matematikçiler savlarını ispat edebilirler. Bu yüzden sayılarla olduğu gibi, kavramlarla da hesap yapılabilmesinin gerekliliğine inanmıştır.Formüller ile yazılmış olan bir felsefi araştırma belli bir milli dile bağlı olmaktan kurtulacak, böylelikle evrensel bir felsefe dili, bir bilim dili de kurulmuş olacaktır. Leibniz, felsefe için böyle bir genel işaretler dili oluşturarak dünyadaki bütün bilim adamlarının bilip kullanabilecekleri bir „akademik dil‟ ile bir „felsefi hesap yöntemi‟ üzerinde çok durmuştur.

1.3. Leibniz‟in Bilgi Teorisi

Tartışılan konu şudur: İnsan doğruya nasıl ulaşabilir? Buna o zaman verilmiş birbirine zıt iki cevap vardır. Bunlardan biri empiristlerin cevabı, diğeri ise rasyonalistlerin cevabıdır. Empiristlere göre doğru hükümlere ancak duyu algılarıyla ulaşılabilir. Dolayısıyla da insan zihninde doğuştan hiç bir bilgi yoktur. Zihin, doğuştan boş bir levha -tabula rasa-dır. Bu levha sonradan duyum ve deneylerle dolar. Bu cevabın klasik temsilcisi J. Locke‟dur Rasyonalistlere göre ise insanlar doğuştan bir takım idelere (hakikatlere) sahiptir. Bunlar doğruluk değeri bakımından duyu bilgisine üstündürler. Duyu bilgileri, zihinde bulunan bu ideleri sadece harekete geçirirler. Bu görüşlerin klasik temsilcisi ise Descartes ve Spinoza‟dır. J. Locke, rasyonalizmin bu görüşlerini eleştirerek reddeder. Ona göre zihnimizde doğuştan hiçbir bilgi yoktur. Leibniz bu noktaya kadar Locke gibi düşünür. O da duyulardan geçmeyen hiç bir bilginin zihinde bulunmadığını kabul eder. Fakat buna bir koşul koyarak „zihnin kendisinden başka‟ der. Yani duyu izlenimlerinden bir bilginin meydana gelebilmesi için, zihnin var olması gerekmektedir. Çünkü Leibniz‟e göre zihnimizde doğuştan hazır bilgiler yoktur ama zihnin kendisi doğuştan olduğu için bir takım kavramların (ideler) duyumlardan önce zihnimizde bulunmaları doğaldır. Bütün sayılar, doğuştan zihnimizde bulunur. Hepsinden önce de Tanrı fikri vardır zihnimizde.

Leibniz bu düşüncelerini, Skolastik‟ten aldığı „a priori‟ kavramı ile karşılar. Bunlardan bir tanesi „yalın bir töz bölünme ile ortadan kaldırılamaz, ruh da yalın bir cevherdir ve bölünemez, o halde ruh ölümsüzdür‟. Bunun aksini iddia etmek çelişkiye düşmektir. Bir diğer örnek, Tanrı „en gerçek varlık‟ diye tanımlanır, o halde var oluşu da zorunludur, yokluğunu düşünmek çelişkidir. Leibniz, bu tür gerçekliklere zihnin doğrudan doğruya kendisinden türettiği „ebedi hakikatler‟ demektedir. Bunlar aynı zamanda zorunlu hakikatlerdir. Bunların da dayanakları çelişmezlik ilkesidir. Bu hakikatler mutlak akıldan çıkarlar. Başka türlü olmaları düşünülemez. Düşünülmeye kalkışıldığında çelişkiye düşülür. Kökleri akılda olan bu gerçekliklere karşılık bir de deneyden gelen olgu hakikatleri vardır. Ancak, bunlar zorunlu değil mümkün ve tesadüfidirler. Olgu hakikatleri aklın değil, duyguların ve geleneklerin eseridirler. Bunları oldukları gibi kabul etmekle yetiniriz. Niçin böyle olduklarını da söyleyemeyiz. Leibniz‟e göre olgu hakikatleri aklın başka bir ilkesine, „yeter sebep‟ ilkesine dayanırlar ve bunlar da gerçekleştikten sonra artık kesindirler. Leibniz de diğer rasyonalistler gibi bilginin derecelerinden söz etmiştir. Ona göre en yüksek değere sahip olan bilgi, matematik bir seçiklikle kavradığımız ve son unsurlarına kadar çözümlediğimiz tam (upuygun) bilgidirikinci seviyeye birçok insan ulaşabilmesine rağmen en son basamağa ise ancak bilgin ve filozoflar ulaşabilir.

Genel bilgi yönteminin iki ana amacı vardır. Birincisi, eldeki bilgileri ispat etmek, ikincisi ise yeni bilgiler bulmaktır. Leibniz‟in bu düşüncesi, hatırlanacağı üzere, Descartes‟ın felsefesini kurmada hareket noktası olarak aradığı, „şüphe etmediğim tek şey şüphe ettiğimdir‟ önermesi gibi, kendisinden şüphe edemeyeceği apaçık ve intuitif ilk sağlam önermesine benzemektedir.

1.4. Leibniz‟ in Metafiziği

Leibniz, felsefesini çağdaşları Descartes ve Spinoza gibi cevher kavramı üzerine kurmuştur. O, Descartes‟ın cevher anlayışından hareket etmektedir. Ona göre cevher, etkin bir kuvvetten başka bir şey değildir. Ancak bu kuvvet maddi olmayan bir güçtür. Bu itibarla Descartes felsefesindeki gibi cevherler yer kaplama özelliğine sahip değildirler. Leibniz‟e göre yer kaplama, cevherin öz niteliği değil, sadece etkinliğinin bir sonucu olabilir. Leibniz Descartes ve Spinoza‟dan, cevherin düşünce ve maddeyle ilişkisi ve sayısı konusunda ayrılır. Descartes biri sonsuz ikisi sonlu olmak üzere üç cevher kabul ediyordu, Tanrı, ruh ve madde. Spinoza ise tek bir cevher kabul etmişti, Tanrı. Descartes‟a göre maddenin özelliği yer kaplama, ruhunki ise düşünme idi. Spinoza‟da ise, yer kaplama ve düşünce yalnızca Tanrı‟nın temel nitelikleri, yani sıfatları idi. Leibniz, bunların aksine „monad‟ adını verdiği sonsuz cevher kabul etmekte ve yer kaplamanın da cevhere asla sıfat olamayacağını ileri sürmektedir. O zaman yer kaplamadığına göre her bir monad bir ruh olmaktadır. Böylece geriye monadın tek bir sıfatı kalmaktadır, düşünce. B. Russell‟a göre, Leibniz bu suretle maddenin gerçekliğini inkar edip onun yerine sonsuz ruhlar ailesini geçirmeğe yönelmektedir. Leibniz‟e göre cevherlerin her biri bir „ferdiyet‟ (individum), bir bölünmez birliktir. (Grekçe‟de monas, bir, birlik anlamındadır) Leibniz‟e göre, „monadların dışarıya pencereleri yoktur‟. Dolayısıyla birbirlerine etki edemezler. Ancak tasavvur güçleri bulunduğu için, bütün monadlar, hep aynı şeyi, evrenin bütününü tasavvur ederler ve her monadda evrenin süreci aynı şekilde görünür. Monadlar arasındaki bu ilgiye Leibniz, „önceden kurulmuş uyum‟ adı vermektedir. Leibniz‟de ruh ile beden münasebeti de „önceden kurulmuş uyum‟ anlayışıyla açıklanmaktadır. Ruh ile beden monadları arasında hiç bir sebeplilik (causalite) ilgisi yoktur. Fakat ruh, her an bedende olup biten aynı şeyleri tasavvur ettiğinden bedeni etkiler ve beden de bundan etkileniyormuş gibi görünür. Leibniz, bunu açıklamak için, çağdaşı Geulincx‟in „birbirine paralel işleyen saat‟ örneğini kullanır. Leibniz‟in görüşü olmaktadır. Yani bu iki saatin baştan beri ayarları birdir. Tanrı, yalnızca ruh ve bedeni değil, bütün varlıkları sürekli bir uyum içinde bulunacak şekilde düzenlemiştir.

1.5. Leibniz‟ in Tabiat Felsefesi


Leibniz‟in tabiat anlayışı da metafiziğine, yani monadolojisine dayanır. Ona göre cisim bir monad, bir organizmadır. Bu görüş, en başta devrinin mekanik tabiat anlayışına zıttır. Çünkü monadlar ruhi karakterli olup yer kaplama özelliği de olmayınca, içerisinde cisimlerin hareket ettiği mekanda gerçekliğini kaybeder. Bu nedenle Leibniz atomizmi de reddeder. Çünkü mekanizmde boş mekan kavramı söz konusudur. Leibniz kütleyi de kabul etmez. Çünkü her monad ayrıdır ve bu yüzden birleşip kütle oluşturmaları mümkün değildir. Tabiattaki bütün varlıklar, mekanik değil aksine organik karakterlidir. O halde mekan metafizik bir gerçek değil, sadece bir görünüş ve monadların tasavvurlarını düzenleyen bir formdur. Aynı şekilde zaman da başlı başına bir gerçeklik değil, monadlardaki tasavvurların dizilişlerinden, ardı ardına gelişlerinden ibarettir. Sonuç olarak, mekan „bir arada bulunuş‟, zaman da „ard arda gelişin‟ formudur. 1.6. Leibniz‟ in Ruh AnlayıĢı Leibniz‟in ruh anlayışı da yine monad öğretisine dayanmaktadır. Leibniz‟e göre ruh bedenin „merkezi monadı‟dır ve cevher olduğu için de ölümsüzdür. Her merkezi monad bir takım aşağı monadlarla bağlantılı ve bunları birbirine bağlayan bir cevher gibi olduğundan, bir merkezi monad olan ruh da bedensiz olamaz. Yüksek monadların bedeni olan aşağı monadlar sürekli bir değişme içindedirler. lüm bir „büzülme‟, saklı (latent) bir hayat durumuna geçme, doğum ise aksine bir „evrim‟, saklı bir hayat durumunun açılıp gelişmesidir. Bir tomurcuğun serpilmesi gibi bir süreçtir. İnsan ömrü boyunca kendisinde saklı bulunanları, Tanrı‟nın, ruhuna önceden yerleştirmiş olduklarını yaşar. O halde ruh, Leibniz‟e göre hem ebedi hem de ezelidir.

1.7. Leibniz‟ in Ahlak Öğretisi

Leibniz de Descartes ve Spinoza gibi rasyonalist bir ahlak anlayışına sahiptir. Eğilimlerimizi belirleyen tasavvurlardır. Dolayısıyla bir eğilimin değeri onu harekete getiren tasavvurun değerine göre ölçülür. Bu nedenle Leibniz‟e göre ahlak bakımdan „doğru olan‟ ile „doğru olmayan‟ın ölçüsü, doğru ve yanlış tasavvurlardır. Bir monadın tasavvurları bulanık ve karmaşık ise o monad pasif durumdadır ve bulanık ve karmaşık eğilimlerin etkisi altındadır, dolayısıyla hür değil, köledir. Aksine bir başka monad da açık ve seçik tasavvurlara sahipse, aktiftir, o zaman onu ahlaki irade yönetiyor, o kendi kendisini belirliyor demektir ki bu da hür olma durumudur. Bütün rasyonalistlerde olduğu gibi Leibniz‟e göre de hürriyet, eylemlerimize aklı kılavuz yapmaktır. Ahlaki irade de, açık ve seçik bilgiden doğar. Leibniz‟in hukuk felsefesi de bu ahlak anlayışının doğal bir sonucudur. Hukuk, insanların yalnızca dıştan ilgilerini ayarlayan bir kurallar sistemi değildir. Hukukun kökleri ahlaka dayanmaktadır. Onun kökleri, ahlaki sevgidedir.

1.8. Leibniz‟ in Din Felsefesi

Leibniz‟in din felsefesi de „önceden kurulmuş uyum‟ sistemini yansıtır. Leibniz‟e göre, bilginin en yüksek ödevi, Tanrı‟yı akılla kavramaktır. Bu yüzden Leibniz, felsefe ile ilahiyatı ayırmak isteyenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Burada da Leibniz yine uzlaştırıcı rol oynar. O da aynı şekilde Rönesans düşünürleri gibi, iki ayrı din tanımı yapar: Akıl dini ve pozitif din. Akıl dini, inançları akılla temellendirilebilen dindir ya da dinin akıl ile aydınlanabilen kısmıdır. Pozitif dinler ise tarihi, reel dinlerdir. Akıl dini, aklın hakikatleri, pozitif din ise „olgu hakikatleri‟ arasında yer alır. Akıl dininin esasları, akıldan türetilirken (Tanrı‟nın varlığı gibi) ve zorunlu iken, pozitif dinin dogmaları „olgu hakikatleri‟ gibi, akla aykırı olmamakla birlikte, akılla temellendirilemeyen sadece tarihi bir temele sahiptirler. Leibniz, „dinin hakikati‟ ile „aklın hakikati‟nin uzlaşabileceğine inanıyor. Leibniz‟in Tanrısı kendisinde yalnız açık ve seçik tasavvurlar bulunan, dolayısıyla iyilik ve bilgeliğin en olgun noktasında olan, en yüksek Monad‟dır. O takdirde, „en yüksek, en güçlü, en bilge Monad‟, yani „monadların monadı‟ olan Tanrı ile bu dünyadaki eksiklik, sefalet ve bozukluk nasıl uzlaştırılabilir? Leibniz, çağdaşı olan bazı filozoflarla bu konuda önemli bir polemiğe girer ve onlara karşı ünlü “Theodicee” eserini yazar (Theodicee; Tanrı‟nın haklılığını, adaletini gösterme demektir). O, dünyadaki kötülük ile Tanrı‟nın bilgeliği arasındaki çelişkiyi çözmek için uğraşır. Leibniz kötülüğü „fizik kötülük‟, „ahlaki kötülük‟ ve „metafizik kötülük‟ olarak üçe ayırmaktadır.

Gerek fizik ve gerekse moral kötülüğün kaynağı metafizik kötülüktedir. Mademki Tanrı sonsuz, mükemmel ve bilgedir, öyleyse acaba neden suç, acı ve eksiklerden ibaret monadlar dünyasını yaratmıştır? Niçin mükemmel bir dünya yaratmamıştır? Sorularına ise Leibniz şöyle cevap vermektedir: Dünyadaki kötülük ile günah „rastlantılı‟ şeylerdendir, ama tamamen başka bir dünya da düşünülebilirdi.

Tanrı bu evreni yaratırken, pek çok dünyalar tasarlamıştır. Tanrı‟nın bunlar arasından şimdikini seçip gerçekleştirmesi, bu dünyanın olabilir dünyalar arasında en iyisi olmasındandır. Leibniz‟e göre noksanlık, mümkün dünya kavramında zorunlu olarak bulunması gereken bir unsurdur. İçinde sonlu varlıkların bulunmayacağı bir dünya düşünülemez; sonlu varlıklar ise, sonlu oldukları için, yetkin değildirler. Tanrı sonsuz olduğuna göre yarattığı dünyanın sonlu varlıklardan meydana gelmesi gerekirdi ki öyle de olmuştur. İşte sonlu varlıkların eksik olup da yetkin olmayışları, „metafizik bir kötülük‟tür.


alıntıdır
Alıntı ile Cevapla