Tekil Mesaj gösterimi
Alt 22 Mayıs 2015, 11:31   Mesaj No:14

EyMeN&TaLhA

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:36
Cinsiyet:
Mesaj: 3.299
Konular: 784
Beğenildi:131
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Atauzem felsefe tarihi özetleri 1-14

13.ÜNiTE

AYDINLANMA YÜZYILI 1. AYDINLANMA FELSEFESİ


(18. YÜZYIL) 1.1. Bu Yüzyıla Aydınlanma Denilmesinin Nedenleri: 18. yüzyılda Avrupa‟da yapılan felsefe, „Aydınlanma Felsefesi‟ adıyla tanınmış, bu felsefenin yapıldığı çağ da „Aydınlanma Çağı‟ olarak bilinmiştir. Aydınlanma, insanı ve hayatını aydınlatmak isteyen, genel felsefi görüşün adıdır. Immanuel Kant‟a göre Aydınlanma, “insanın, aklını kendisinin kullanmaya başlaması demektir”. Daha genel bir tanımla, “insanın düşünme ve değerlendirmede, kendi aklını kullanmasıdır”. Müstakil bir kültür yaratma iradesi, önce Rönesans‟ı doğurmuş, bunu 17. Yüzyıl felsefesi rasyonalist dünya görüşü ile temellendirmeye çalışmıştır.

18. Yüzyıl ise bu sürecin zirvesini teşkil etmektedir. Aydınlanma felsefesi, genellikle kültür ağırlıklı ve insanı konu alan bir felsefedir. Ancak Aydınlanmanın en önemli özelliği, laik bir dünya görüşünü kültürün her alanına hakim kılmak istemesidir. Doğal olarak, bunu gerçekleştirmek için aklı kılavuz seçmiş ve dolayısıyla tarihin oluşturduğu bütün sosyal kurumları (din, ahlak, devlet, eğitim, hukuk vb) aklın süzgecinden geçirmeye başlamıştır. Diğer yandan, aydınlanmacı dünya görüşü, yalnızca Batı toplumları çerçevesinde kalmamış, örneğin Osmanlı Türk toplumunda da kendini hissettirmiş ve Tanzimat‟ın gerçekleştirilmesine neden olmuştur.

17. yüzyıl, büyük metafizik sistemlerin (dedüktif-konstrüktif sistemlerin) çağı olarak bilinmektedir. Dedüktif-konstrüktif sistem ise temel bir paradigmayı, bir ilkeyi hareket noktası olarak alıp, diğer bütün düşünceleri mantıksal tutarlılık içinde bu temel ilkeden türeten sistem demektir. Descartes‟ın „cogito‟ su, Leibniz‟in „monad‟ı, Spinoza‟nın „Cevher Tanrı‟sı, hep bu hareket noktaları olup, bunlar üzerine kurdukları sistemler de dedüktif-konstrüktif sistemlerin örnekleridir. Oysa 18. yy aydınlanması ise iki açıdan önceki yüzyıldan farklıdır. İlki akla güven henüz devam etmekle beraber, akılla ortaya konan değerlerin sadece spekülatif nitelikte kalmaması, bunlarla hayatın problemlerinin çözülmesi gerektiğine olan inançtır. İkincisi ise aydınlanmanın yalnızca akılla olamayacağına, Rousseau gibi duyguya, Shaftesbury gibi güzellik idealine, Hume gibi içgüdüye değer vermek gerektiğine inananları da aynı yüzyılda görmeğe başlıyoruz. Daha sonra gelen Kant ile „aklın gücü ve sınırı‟ problemi araştırılmakla Aydınlanmanın sarsılmağa başladığını, 19. yüzyılda doğacak irrasyonel akımların ve özellikle de romantizmin, bu felsefeyi ortadan kaldırdığını belirtmek gerekir. Sonuçta akıl ve ilerleme kavramları da iyiden iyiye tartışılır olmaya başlamıştır.

2. Aydınlanmanın Teorik Sorunları ve Önemli Filozofları

2.1. John Locke (1632-1704)


2.1.1. Hayatı : Ada Avrupası‟ndaki felsefenin Aydınlanmadaki en önemli temsilcisi olan John Locke, İngiliz Aydınlanmasının ilk temsilcisi ve 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin de kurucusu sayılmaktadır. Onun düşünceleri Aydınlanmanın klasik ilkeleri kabul edilir.

2.1.2. Eserleri

Ana eseri, bilgi konusunda yazmış olduğu “insan Zihni Üzerine bir Deneme”dir. Pratik anlamda yaptığı eğitim çalışmalarından edindiği tecrübelerinden yola çıkarak “Eğitim Üzerine Düşünceler” adlı kitabını yazmıştır. Hıristiyanlığın akla en uygun gerçek ve doğal bir din olduğunu savunduğu “Hıristiyanlığın Akla Uygun Oluşu” isimli kitap bir diğer eseridir. Devlet ve siyaset alanındaki birikimlerini ise “Hükümet Üzerine iki inceleme” adlı kitabında toplamıştır. Ayrıca “Hoşgörü Üzerine Mektuplar” isimli bir eseri de yine siyaset ve din konusunda yazılmış bir kitaptır.

2.2. Bilgi Teorisi

Her ne kadar Yeniçağ‟ın ana problemlerinden biri „bilgi‟ ise de bilgi teorisini felsefi bir disiplin olarak ilk defa kuran J. Locke‟dur.

2.2.1. Doğuştan Fikirler

Locke, kendi fikrini ortaya koyabilmek için önce rasyonalistlerin bu konudaki görüşlerini eleştirmektedir. Ona göre doğuştan fikirler bulunmamaktadır. Olsaydı, bebeklerin, aptalların ve cahillerin de doğuştan fikirleri olurdu. Ayrıca eğer ahlaki ilkeler doğuştan olsaydı, herkes doğuştan ahlaklı olacağı için, hiç bir ahlaki eğitime gerek duyulmazdı.

2.2.2. Duyumlar ve Çeşitleri

İnsan zihni doğuştan, üzerine hiç bir şey yazılmamış boş bir levha (tabula rasa) veya beyaz bir kağıt gibidir. Bu boş levhaya hangi izlenimleri gönderirseniz onları alıp kaydeder. Biraz büyüyünce, bütün bu fikirlerin sonradan kazanılmış değil, Tanrı‟nın kendi ruhuna kazmış olduğu şeyler olduğunu zanneder. Aklın ilkeleri, matematiğin sayı ve formları, aksiyomları hep böyledir. Ancak Locke, insan ruhunda bazı yetilerin bulunduğunu reddetmez, onun karşı çıktığı şey, zihinde hazır bulunduğu iddia edilen fikirlerdir. Çünkü Locke‟a göre, bütün fikirlerimiz, deneyden kaynaklanır; dolayısıyla bütün bilgilerimiz de deneye dayalıdır. Bu deneyler de duyumlara bağlıdır.

Locke, bütün tasavvurlarımızın kaynağı olan deneyleri, dolayısıyla da duyumları ikiye ayırır: Sensation (dış deney-dış duyum) ve reflexion (iç deney-iç duyum). Dış deneyin konusu, dışarıda bulunan algılanabilir nesnelerdir. İç deneyin konusu ise ruhumuzun içinde olup bitenlerdir, ruhun faaliyetleridir. Düşünmek, algılamak, inanmak, muhakeme etmek, şüphe etmek, bilmek, istemek hepsi de zihnimizin iç duyum faaliyetleridir. Buna göre Locke, zihinde oluşan bütün kavramların kaynağının dış ve iç deneyler olduğunu söylemektedir. İşte Locke‟a göre insan, dış duyum, iç duyuma gerekli malzemeyi verdiği andan itibaren düşünmeğe başlar. Yani dış deneyden bize dış duyumlar gelmedikçe düşünme gerçekleşmez.

2.3. Fikirler ve Nitelikler Teorisi

İnsan, kaynağı dış deney ve onun yansıması olan iç deneyde bulunan iki tür düşünceye (tasavvur) sahiptir. Bunlar basit ve bileşik fikirlerdir. Basit fikirler, dış ve iç duyumla oluşurlar. Bunda zihnimiz pasiftir. Ancak bileşik fikirlerde zihin aktiftir. Zihin, basit fikirleri tekrar eder, sentez yapar, sonsuz şekilde birleştirir ve böylece, daha karmaşık fikirler elde eder. Bileşik fikirlerin, basit olanların birleştirilmelerinden oluştuğu daha önce belirtilmişti. Zihin, kendinde bulunan algılama, hafıza, ayırt etme, bir araya getirme, mukayese ve soyutlama gibi bir takım güçlerle basit fikirleri bileşik hale getirir. Buna göre, bileşik fikirler, basit fikirlerin değişmesinden başka bir şey değildir. Locke‟un ilk ve ikinci nitelikler teorisi de çok önemlidir. Duyumların bir kısmı gerçeği yansıtırken, diğer bir kısmı nesnelerin gerçek nitelikleri olmadığı için realiteyi yansıtmazlar, bunlar sübjektiftirler. Locke bunlardan ilkine birinci nitelikler, diğerine de ikinci nitelikler demektedir. Birinci nitelikleri ortadan kaldırırsak, nesnenin kendisi de ortadan kalkar. İkinciler ise tesadüfi olan ve belli bir takım ilintiler içerisinde nesneye bağlanabilen nitelikler olduğu için bu niteliklerin ortadan kaldırılmasıyla nesne yok olmaz.

2.4. Cevher ve Neden-Etki Düşüncesinin Oluşması

Locke‟da cevher tasavvuru bileşik bir fikirdir. Buna göre bir cevher, bir tek şeyde birleşmiş gibi gözüken bir takım basit fikirlerin bir araya gelmesidir.

2.5. Locke‟a Göre Nominalizm

Locke, bilgi bakımından dilin rolü üzerinde de durmaktadır. Ona göre kelimeler, tasavvurlarımızın birer işaretidir. Fakat sonradan bu kelimeleri başkalarının da tasavvurlarının hatta bizzat nesnelerin işareti haline getiririz. Demek ki genel kavramlar bazı özel varlıklardan çıkarılan fikirlerin soyutlanmasından ibarettir ve bu kavramlar eşyanın varlığına ait olmak yerine sadece zihnimizin eseridir. Locke‟un bu aşırı nominalizmi, aşırı gerçekçiliğe yol açar. Locke‟un kurduğu İngiliz nominalizmi ise, sadece „cins‟i değil, „ferd‟i inkar noktasına varmaktadır. Çünkü yaratıcısı hariç her şey ferdi değişmeye mahkum olmaktadır. Buradan da ilerde transformizm (türlerin değişimi) teorisi doğacaktır.

2.6. Bilginin Değeri Problemi

Locke‟a göre bilgi, fikirlerimizin ikisi arasındaki ilgi ve uygunluğun veya karşıtlık ve uyuşmazlığın algılanmasıdır. O halde bilgimiz, fikirlerimizle sınırlıdır. Öte yandan ruhun varlığını kabul etmemize rağmen, ne spiritüalizmin ne de materyalizmin ileri sürdüğü delillerin lehinde ve aleyhinde kesin bir bilgiye ulaşmamız mümkün olmayacaktır. Bu felsefenin Locke tarafından kurulduğu kabul edilir. Bu felsefeye çağının ünlü bilgini Newton başta olmak üzere hemen bütün İngilizler sahip çıkmışlar ve İngiliz felsefesi bu güne kadar da empirist kalmıştır denilebilir.

3 George Berkeley (1685-1753)

3.1. Hayatı ve Eserleri


Fransa ve İtalya‟ya seyahatler yapmış, bir misyoner kurulunun başkanı olarak Amerika‟ya gitmiş, buradaki çalışmalarında başarısız olunca İngiltere‟ye dönmüş ve piskopos olarak çalışmıştır. 67 yaşında Oxford‟da ölmüştür. Temel eserleri “Görme Kuramı”, “insan Bilgisinin ilkeleri Üstüne inceleme”, “Hylas‟ la Philonous Arasında Üç Konuşma”, “Alciphron”, “Siris”dir.

3.2. Felsefesi

Berkeley, Locke emprizmini esas alarak, idealizme, hatta spiritüalizme ulaşmış bir düşünürdür. Locke‟a göre, biz ancak fikirlerin kendi aralarındaki uygunluğunu biliyor, ama bunların zihnin dışındaki şeylerle, nesnelerle uygunluğunu bilemiyorduk. Bu anlayış, bir cisimler dünyasının varlığını ortadan kaldırmağa zemin hazırlamıştı. İşte Berkeley, bu düşünceden hareketle işi sonuna kadar götürür. John Locke‟da bulunan iç ve dış deneyden yola çıkarak kendinden sonraki filozoflardan Berkeley iç deney yoluyla spiritüalizme dış deney yoluyla da Condillac materyalizme ulaşmışlardır. Böylece Berkeley aşırı bir nominalizme ulaşmış, varlığın maddi olmadığını ileri sürmüş ve felsefesini ise bu ana çizgi üzerine oturtmuştur.

Berkeley‟in, açık seçik ve sağlam biçimde ortaya koyduğu idealizmin dayandığı prensip, nesnelerin özünün, yalnızca algılanmış olmalarına bağlıdır (sensüalizm). Berkeley‟e göre nesneleri, düşünceler olarak bilebiliriz. Ona göre nesneler düşünceden başka şey değildir. Kendisinin zihnimizdeki ideası dışında, maddenin gerçekliği söz konusu değildir. Aksine bunlar benim düşünceme bağlı değillerse ve benim algıladığım niteliklerin başka bir varlıkları söz konusuysa, onların var olduklarını algılayan bir manevi varlığın bulunması gerekir. Böylece maddi dünyanın var olduğu ne kadar kesinse, onları kapsayan ve destekleyen sonsuz ve her yerde bulunan bir manevi varlığın var olduğu da o kadar kesindir. Dolayısıyla Berkeley‟e göre dünya, Tanrı‟nın insanlarda uyandırdığı düşüncelerden başka bir şey değildir.

4. David Hume (1711-1776)

4.1. Hayatı ve Eserleri


İngiliz empiristlerinin üçüncüsü olan David Hume Ailesinin mali durumunu düzeltmek için bir ara ticaretle uğraştıktan sonra Fransa‟ya gidip dört yıl kaldı. Dönüşünde, ilk eseri olan “insan Tabiatı Üzerine inceleme”yi tamamlamıştır. Ancak yayınlanması fayda yerine zarar verdi. Çünkü fikirleri dini bakımdan mahzurlu bulunduğundan Edinburgh Üniversitesi ahlak profesörlüğüne tayini engellendi. İkinci eseri olan “Ahlak, Siyaset ve Edebiyat Denemeleri”, kendini düşünce ve edebiyat dünyasına tanıttı. Bir generalin sekreteri olarak Hollanda, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya‟ya yaptığı uzun bir Avrupa seyahatinden sonra, ilk eserini gözden geçirerek yeniden yayınlattı. İngiltere‟ye döndüğünde hukuk fakültesi kütüphanesine memur olarak görev aldı. Buradaki malzemeden de yararlanarak, ünlü “ingiltere Tarihi” kitabını kaleme aldı. Bu arada “Dinin Doğal Tarihi”ni de yazdı. Son olarak dışişleri bakanlığı müsteşar yardımcılığı görevinde bulunduktan sonra, emekli olup sakin bir hayat sürerek 1776‟da öldü. “Doğal Din Üzerine Konuşmalar” adlı eseri, ölümünden sonra yayınlandı.

4.2. Bilgi Teorisi

İngiltere‟de Bacon ile başlayan empirizm D. Hume‟da tepe noktasına ulaşmıştır. Hume, İngiltere‟nin yetiştirdiği en tutarlı ve en derin düşünürlerden biridir.

4.2.1. Fikirlerimizin Kaynağı ve Çeşitleri

Hume, Berkeley‟in ulaştığı sensualizm ve nominalizm noktasından hareket ederek, empirizmi sonuna kadar götürmüştür. Hume‟a göre fikirlerimiz temel olarak İzlenimler ve ideler (düşünceler) diye iki sınıfa ayrılırlar. İzlenimler, görürken, işitirken, sever veya nefret ederken, arzularken hissettiğimiz canlı duyumlardır (affectionlar). İdeler ise, izlenimlerden daha az canlı olan, hatırlama ve hayal gücü gibi bilincin dikkati kendi üzerine topladığı zaman fark ettiği zayıf duyumlardır. İlk bakışta kaynaklarından çok uzaklaşmış gibi görünen idelerimizin bile iyice araştırıldıklarında izlenimlerden çıkmış oldukları görülebilir. Bizdeki Tanrı fikri (idesi) de böyledir. insanda görülen „iyilik‟, „bilgelik‟ gibi niteliklerin sınırlarının sonsuz bir şekilde genişletilmesiyle Tanrı fikrine ulaşırız.

4.2.2. Sebeplilik ilkesinin Eleştirisi


Bütün fikirlerimizin kaynağının duyum olduğunu gösterdikten sonra Hume, fikirlerin birbirini belli bir sıraya göre takip ettiklerini ve aralarında bir bağıntı olduğunu ifade etmektedir. Bu sıra ve bağıntı Hume‟un, kendisinin bulduğunu düşündüğü çağrışım yasaları olan, fikirlerimizin bağlı oldukları bazı ilkeleri gerektirir. Bunlar benzerlik, aykırılık, zaman ve mekanda yakınlık ve sebeplilik (sebep-sonuç) ilkeleridir. Hume‟a göre bu ilkelerden hiçbirisi ve özellikle de sebep-sonuç ilişkisi a priori değildir. Bu kanaatiyle o, rasyonalistlerin nedensellik ilkesinin doğuştan olduğu görüşünü eleştirmektedir. O halde sebeplilik ne doğrudan doğruya, yani sezgisel olarak bilinir ne de vasıtalı olarak ispat edilebilir. O halde bizdeki sebeplilik fikrinin kaynağı ne olabilir? Hume‟a göre bunun kaynağı, „alışkanlık‟tır. O halde tabiat kanunu, olaylar arası reel bağıntı iddialarını değil, olgular arasındaki tekrarlanması çok muhtemel olan ilişkileri kavramaktır.

4.2.3. Bilgi-Cevher ilişkisi

Hume‟a göre de „varlık algılanmış olmaktır‟. Hakikat de ancak algılar arasında kurulan doğru bağlantılardır. Bu bağlantılar ise sadece benzerlik, sebeplilik vb çağrışım kanunlarıyla kurulabilir. Onda, canlı izlenimlerin soluk fikirlere dönüşmesi, hafıza olur. Hatırlama ise eskiden öğrendiklerimizin yeniden ortaya çıkarılmasıdır. Yanlış hatırlama da herhangi bir fikrin, aslında hiçbir ilgisi olmayan bir izlenime bağlanmasından doğmaktadır. D. Hume, cevher kavramını da bu anlayış çerçevesinde inkar eder. Descartes, hem sonsuz, hem sonlu cevherlerin metafizik olarak bilinebileceğini, Locke, cevherlerin var olduklarını, ancak bilinemeyeceklerini, Berkeley ise, maddi cevherleri tasavvur bağlamlarına geri götürüp, ortadan kaldırarak, sadece ruhi cevherlerin bulunduğunu iddia etmişti. Hume, ruhun cevher oluşunu da kaldırarak Berkeley‟i tamamlar. Onun yaptığı, Berkeley‟in maddi cevhere karşı kullandığı kanıtları, ruha uygulayarak, ruhun da bir cevher olamayacağı kanaatine ulaşmaktır. Hume, böylece hem spiritüalizm‟den hem de materyalizmden kurtulmuş olur.

5. Etienne De Condillac (1715-1780)

Grenoble‟da doğdu. Gözlerinin ve bünyesinin zayıflığından dolayı on iki yaşlarına kadar okuma-yazmayı öğrenemedi. Bu yüzden yetenekleri de geç fark edildi. Daha sonra bir tarikata mensup olmasına ve papazlık cüppesi giymesine rağmen, papazlık yapmamıştır. Condillac, “Ġnsan Bilgisinin Kaynağı Üzerine Deneme”, “Sistemler Üzerine inceleme” ve “Duyumlar Üzerine inceleme” gibi önemli eserler yazmıştır. Condillac, Fransız aydınlanmasının temellerini, bilgi teorisi ve psikoloji bakımından işleyenlerin başında gelmektedir. Condillac‟ın bilgi teorisi, her şeyi deneyden, hatta duyumdan türetmiş olmak hususunda yapılmış en köklü denemedir. Felsefesi, açık ve sade olması sebebiyle çok etkili olmuş, bir ara okullarda Descartes‟ın yerini almış, Fransız İnkılâbı ve Napolyon devrinde öğretim için resmi felsefe sayılmıştır. Condillac, bütün ruhi olayları (düşünce, irade, içgüdü, duygu vb.) duyu organlarımızın sağladıkları duyumlardan türetmeğe çalışmıştır. Condillac‟a göre bir duyumda hep iki yön vardır. Biri tasarım, diğeri de duygu ile bundan doğan bir istemedir. Bundan dolayı duyumlardan hep iki sıra ruh hali gelişir. Sonuç olarak, bütün fikirlerimiz bize duyulardan ve özellikle de dokunmadan gelmektedir. Condillac, en aĢırı sensualisttir ama sanıldığı gibi materyalist değildir. Çünkü madde, Condillac‟a göre, duyum alamaz; dolayısıyla düşünemez, bölünebilir ve yer kaplayan bir şeydir. Buna karşılık ruh ise, birliklidir; duyum ve düşünce için bu birlik şarttır. Sonuçta her materyalist sensualist olmakla birlikte her sensualist materyalist değildir. İşte Condillac‟ı bu çerçevede düşünmek gerekir.

6. MATERYALiST FELSEFE VE TEMSiLCiLERi

6.1. ingiliz ve Fransız Materyalistleri


Descartes‟ın cevher düalizmi bir taraftan Berkeley‟in savunduğu gibi spiritüalizmin uç noktalara varmasına yol açtığı gibi, bir yandan da Condillac‟la beraber sensüalizmin ileri noktası olan materyalizme neden olmuştur. Bu akımda ana konu ruhun maddi olduğu iddiasıdır. İngiltere‟de yaşayan John Toland (1670-1720) maddeyi bir aktif cevher, kuvvet ve enerji olarak kabul etmiştir.
David Hartley (1704-1757) isimli bir başka İngiliz düşünürü „beyin yoksa düşünce de yoktur‟ diyerek tam bir materyalizm ortaya koymuştur. Bir ilahiyatçı olmasına rağmen materyalizme ulaşan bir başka İngiliz düşünürü ise Joseph Priestley‟dir. Oksijen gazını ilk defa keşfeden Priestley, ruhun maddi olduğu konusunda kendine göre çeşitli deliller ortaya koymuştur. kaynağı maddi olmayan hiçbir fikrimiz yoktur. İnsan ruhu da maddeden meydana gelmiştir.

18. yy Fransız materyalistlerinden en meşhuru Julien De Lamettrie‟dir (1709-1751). “Ruhun Doğal Tarihi” isimli eserindeki düşünceleri yüzünden Fransa‟dan ayrılarak Hollanda‟ya sığınmış, “Makine insan” adlı kitabından dolayı ise buradan da kaçıp Prusya‟ya sığınmak zorunda kalmıştır. Lamettrie, Descartes‟ın „makine hayvan‟ teorisinden yola çıkarak, insanın da bir makineden ibaret olduğunu kabul etmiş, ancak aralarında bir derece farkı olduğunu ileri sürmüştür. Lamettrie‟ye göre her bilginin kaynağı duyulardır. İnsanın hayvandan tek farkı düşünebilmesidir.
Fransız materyalizminin diğer ünlü düşünürü, Henri Baron d‟Holbach‟dır (1713-1789). “Tabiat Sistemi” isimli eseri materyalizmin kutsal kitabı sayılmaktadır. D‟Holbach‟a göre evreni Tanrı veya tesadüf değil, zorunlu ve değişmez kanunlar yönetir. Bütün evreni anlatmak için madde ve hareket yeterlidir. Ruh diye bir şey söz konusu değildir, o sadece beynin bir niteliğidir. Dolayısıyla düşünce de beynin bir fonksiyonudur. Ölümsüz olan fertler değil sadece maddedir.

6.2. Ansiklopedistler Fransız aydınlanmasının asıl lideri olan François Marie Voltaire (1694-1778),

hukuk öğrenimi görmüştür. “Mektuplar” isimli eseri dini dogmalara saldırı mahiyetinde olduğu için yasaklanıp yakılmıştır. Bütün hayatı hapis ve sürgünlerle geçmiştir. “Felsefe Sözlüğü” adlı kitabında kendi hayat felsefesini yazmaya çalışmış, “Tarih Felsefesi” isimli eseriyle de bu terimi ilk kez kullanan kişi olmuştur. Bilgi teorisi bakımından, bütün fikirlerimizin kaynağının dış deney olduğunu iddia ederek Locke‟dan daha ileri gitmiştir. Ben bir bedenim‟ önermesi Descartes‟ın „düşünüyorum o halde varım‟ önermesi kadar kesin bir bilgidir. Diğer yandan Voltaire Fransız aydınlanmasında özel bir yeri olan ansiklopedi çalışması içerisinde yer almıştır. Ansiklopedinin ilk cildi 1751 yılında yayınlanmış ve 1780 yılında otuz beş cilt olarak tamamlanmıştır. Ansiklopedi, bilgi açısından empirist ve sensüalist, metafizik bakımdan septik ve materyalist, sosyal yönden ise ihtilalci bir görüşe sahiptir. Ansiklopedinin kurucuları arasında ayrıca Rousseau, d‟Holbach, d‟Alambert ve Diderot bulunmaktadır.

7. Alman Aydınlanmacılığı

Alman aydınlanma hareketi 17. yy‟ın ikinci yarısında görülmeye başlanmıştır. Alman aydınlanma felsefesinin 17. yy‟daki ilk önemli temsilcisi Christian Thomasius‟dur (1655- 1728). Ona göre bilginin değeri insanı ve hayatı aydınlatmasıyla ölçülebilir. Felsefenin hayata etki etmesi için herkes tarafından anlaşılabilen bir dille anlatılması gerekir. Bundan dolayı Thomasius Almancanın felsefe dili olmak için yeterli olduğunu ve Latincenin kaldırılması gerektiğini savunur. Bu hareket daha sonra Kant ile en üst noktaya ulaşacaktır.

Chiristian Wolf (1679-1754)

Alman aydınlanmasının en önemli temsilcisidir. Wolf‟a göre felsefenin teorik bakımdan açık ve seçik bilgiye ulaşmak ve pratik bakımdan da insanın mutluluğunu sağlamak gibi iki amacı vardır. Bir rasyonalist olan Wolf, rasyonel bir bilginin dedüktif hale gelebilmesi için, bütün bilgilerin akıldan mantıksal olarak türetilebileceği yüksek bir ilkenin bulunması gerektiği kanaatindedir. Bu ilke ona göre „çelişmezlik ilkesi‟dir. Çelişmezlik ilkesi sadece düşünmenin değil bütün nesnelerin de kanununudur. Wolf‟a göre biz her bilgi objesini, biri düşünce yolu diğeri de duyu algısı olmak üzere iki bakımdan düşünürüz. Asıl olan düşünce yoludur. Rasyonel psikoloji ruh hakkında akla dayalı düĢünceler üretirken, empirik pisikoloji de bu tasavvurların doğru olup olmadığını deneyle kontrol eder. Böylece bilginin akla ve deneye dayalı olan farklı iki yolu, bizi farklı hakikatlere ulaştırırlar. Wolf, Leibniz‟in ölümünden önce yayınlamadığı eserlerini, bir sistem dahilinde toplayıp yayınlamasıyla da tanınır. Bu bakımdan Wolf, Leibniz‟le birlikte anılarak, onun sistemine Leibniz-Wolf sistemi adı verilmiştir.

8. AYDINLANMANIN BAZI PROBLEMLERi

8.1. Din


Aydınlanmanın dine yaklaşımı, Fransız ihtilalini hazırlayan dini uygulamalardan bağımsız düşünülemeyeceği gibi, o dönemde Hıristiyan mezhepleri arasındaki çatışma da dikkate alınmalıdır. Buna bağlı olarak Aydınlanma filozofları mezhepler arası çatışmayı önleyecek bir takım tezler ileri sürmüşlerdir. Buna göre, Leibniz Katolik, Protestan ve Kalvinizm arasında bir uzlaşma sağlamak, hatta bu mezhepleri birleştirmek için bir teolojik proje öngörmüşse de bu proje gerçekleşmemiştir. Diğer yandan Hobbes, çatışmayı önlemek için güçlü bir devlet projesi öne sürmüş, Locke ise hoşgörüye dayalı, liberalizmi öne çıkaran bir devlet yapısı öne sürerek, „hür devlete hür kilise‟ anlayışıyla dinin bir vicdan işi olması gerektiğini savunarak bunu sağlamaya çalışmıştır. Buna göre devlet din işlerine karışmayacak, hiçbir mezhebin yanında yer almayacak, inançlar serbestçe teşkilatlanabilecek ve din bir vicdan işi olarak kalacaktır. Dolayısıyla Locke, laik devleti vurgulayan bir filozoftur. Aydınlanmanın genel din anlayışı „doğal din‟ veya „akıl dini‟dir. Akıl dini demek, insanın yaratılışında yerleşik olan doğal inançlara dayalı din anlayışıdır ve tarihi dinden farklıdır. Aydınlanmanın din anlayışına göre tarihi dinler bozulmuş ve akla aykırı olan dinler iken, doğal din insanın özüne ve akla uygun olan dindir. Locke ve Wolf vahyi aklın üstünde görmelerine rağmen aynı zamanda akla uygun olarak kabul ederler. Çünkü onlara göre Tanrı‟nın gönderdiği vahiy, aklın kendiliğinden bulamayacağı bilgileri içerir. Ama bu bilgiler akla da aykırı değildir. Dinin akla uygunluğu ilkesi sonuna kadar götürüldüğü takdirde dini vahye bağlamaya gerek kalmaz ve bu noktada doğal dine ulaşılır. Bu da deizm olarak adlandırılmıştır. 16. yy‟da terim olarak ortaya çıkan deizm, ateizmin zıddı olarak Tanrı‟nın varlığına inanma ideali şeklinde anlaşılmıştır. Zamanla Kilise öğretisine bağlı olanlar, teizm kavramını kullanmış ve bu iki terim birbirinden farklılaşmıştır. Etimolojik olarak farklı olsa da anlam bakımından her iki terim de Tanrı‟yı kabul etmek anlamına gelir. Ancak teizm, evreni her an yöneten bir Tanrı‟yı kabul ederken deizm, evreni yarattıktan sonra geri çekilen ve evreni kendi kurallarıyla işlemek üzere bırakan bir Tanrı‟ya inanmaktadır.

18. yy‟ın en önemli deisti John Toland‟a göre doğal dinin rahibi bilim, kahramanları ise insanlık tarihinin büyük eğitimcileridir. Schaftesbury (1671-1713), din konusunda daha köktencidir. Schaftesbury‟de temel kavram, „enthusiams‟tır. Bu, doğruya, iyiye, güzele karşı bir hayranlık duyma, ruhun kendisini aşarak tümel doğrulara yükselmesi demektir. Din de insan hayatının yücelmesi demektir. Dinin kaynağı evrenin güzellik ve mükemmelliği olup bu güzellik ve yetkinliği yaşamak, bizde bir hayranlık ve coşku yani „enthusiams‟ duygusu yaratır. Böylece biz Tanrı‟yı kendi yarattığı eserinde bulabiliriz. Fransız düşünürleri aydınlanmadaki dini akımın en sert temsilcileridirler. Deist tanrı anlayışının asıl önemi ahlak için tek güvenilir dayanak olmasındadır. Voltaire sadece bu sebepten dolayı “eğer Tanrı olmasaydı biz onu icat etmek zorunda kalacaktık. Fakat tabiat bize O‟nun varlığını haykırmaktadır” demektedir. Diderot, başlangıçta “Tanrı eğer kendisine inananların düşündükleri gibiyse, böyle bir Tanrı‟nın olmaması daha iyi olurdu” derken, sonraları Tanrı‟yı tamamen düşüncesinin dışında bırakarak “tabiat, kendi kendine işleyen bir makine gibidir” der.

Fakat buna rağmen Diderot‟u ateist saymak doğru değildir, çünkü o, Tanrı‟nın yerine tabiatı yerleştirmektedir. Bu bakımdan onu bir panteist saymak daha doğru olacaktır. D‟Holbach ise materyalizmini ateizme kadar götürmektedir. Ona göre Tanrı, tabiat güçlerinden korkmanın sonucu olarak ortaya çıkarılmıştır. D‟Holbach, temelinde din ve Tanrı bulunan her düşünceye karşıdır. Çünkü ona göre “Tanrı, insanoğlunun sefalet ve bozukluğunun ana kaynağıdır.” Hume da dinin insan ruhunda oluşmasında korku ve ümitler bulunduğunu iddia eder. Bunlar insanda yüksek varlıklar tasavvuru oluşturmuş ve zamanla insan bunlara tapınmaya başlamıştır. Din anlayışı konusunda bir başka düşünür Alman Lessing‟dir. O da akıl vahiy uzlaştırması yapar. Vahiy Tanrı‟nın insanı eğitmek için kullandığı bir vasıtadır. Vahiy olmasaydı akıl da vahyin gösterdiği gerçeği biraz geç de olsa bulabilirdi.

Ona göre Tanrı insanı üç safhada yetiştirmektedir.

1- Eski Ahit safhası ki bu insanlığın çocukluk dönemidir. Burada Tanrı‟nın kanunlarına uyana mükafat uymayana da ceza verileceği söylenmiştir.
2- Yeni Ahit safhası. Burada hem insan hem din gelişmiş ve iyilikler öbür dünya için yapılmıştır.
3- Bu henüz gelmemiş bir safhadır. Ama bu safhada iyilik, sırf iyilik olduğu için yapılacaktır.

Lessing “Bilge Nathan” adlı eserinde Selahaddin Eyyübi ile Nathan‟ı konuşturmakta burada Sultan bu Yahudi bilgesine üç semavi dinden hangisinin en doğru olduğunu sormaktadır. Nathan da ona şöyle bir hikaye anlatmaktadır: Zengin bir ailede yöneticilik, babadan oğula geçen bir yüzükle belirlenirmiş. Yüzük hangi oğulda kalırsa yönetici o sayılırmış. Babalardan biri üç oğlundan üçünü de aynı derecede sevdiği için bu yüzüğe denk iki yüzük daha yaptırıp her oğluna bir yüzük bırakmış. Baba ölüp de hangi oğlunun yönetici olacağı konusu gündeme gelince, hangi yüzüğün hakiki olduğu bilinemediğinden, hangisinin hükümdar olacağı da tespit edilememiş. Lessing bu hikaye ile üç büyük dinin doğruluk bakımından eşit olduğunu, dolayısıyla da üç büyük tarihi dinin arasında bir hoşgörü ortamının bulunmasının daha iyi olacağına işaret etmektedir.

8.2. Ahlak

Aydınlanmanın ahlak probleminde çıkış noktası, Thomas Hobbes‟un „bencillik ahlakı‟ olmuştur. 18. yy‟da Hobbes‟a karşı çıkanların başında Shaftesbury gelmektedir. Hobbes‟un düşüncelerini kabul eden bir düşünür olan Bernard de Mandeville, bencillik esasına dayalı ahlakını meşhur „Arı Masalı‟ adlı eserinde anlatır. Bu masala göre, bir zamanlar, hem zenginliğin hem bilim, sanat ve teknikte ileriliğin, hem de ahlaki sefaletin yaşandığı bir arı toplumu (kovanı) varmış. Ancak bu arılar bencil varlıklar olduğundan toplumda ahlaki bir gerilik söz konusuymuş. Ahlak eğitimcileri de bu durumdan hep yakınır, Tanrı‟ya dua ederlermiş. Tanrı, ahlak eğitimcilerinin dualarını kabul edip, bu arı toplumunu bencillikten uzaklaştırıp tamamen dürüst, namuslu, erdemli hale getirmiş; ama artık bencillik olmadığı için çalışma ihtiyacı duymayan arıların toplumunda yoksulluk, sefalet ve gerilik alıp başını gitmiştir. Böyle olunca da arılar kitle halinde başka toplumlara göçe başlamıştır. Bu masalda denilmek istenen şudur: İnsan, yaratılışı gereği bencildir. Bu da doğal bir eğilimdir. Bencilliği tamamen ortadan kaldırırsanız belki ahlaklı bir toplum oluşturursunuz. Ama medeniyet ve refah bakımından da geri kalırsınız. Helvetius da Mendeville gibi düşünerek insanın, özünde bencil bir varlık olduğunu kabul eder. Erdem ise bencilliğin toplum yararına şekil kazanmasıdır. Bunu sağlayan ise eğitimdir. Materyalist Lamettrie ise mutluluğu duyguların, hazların tatmininde bulur. Bu anlayış ilkçağ‟dan bu yana var olan hedonizmdir (hazcılık). Faydacı (utilitarist) mutluluk ahlakının kurucusu olan Jeremy Bentham ise düşüncelerinin temelinde „mümkün olduğu kadar çok sayıda insanın, mümkün olduğu kadar çok mutlu olması‟ anlayışı vardır. Çok sayıda insan mutlu olursa, biz de bunlar içinde mutlu oluruz gibi bir anlayışı sergilemektedir. Empirist David Hume‟a göre, iradeyi belirleyen „zihni‟ unsurlar değil, „ahlaki duygu‟dur. Bunun temelinde de sempati vardır. Hume‟a göre sempati ise başkalarının iyiliğine yönelik duyguların genel adıdır.

8.3. Genel Olarak Aydınlanmanın Sonuçları

Aydınlanma esas motif olarak aklı hayatın yegane ve sarsılmaz temeli yapmış, aklın her yerde ve her zaman aynı olduğunu iddia etmiştir. Aydınlanma felsefesi, insanın sadece bu dünyadaki mutluluğunu öne çıkarmıştır. Öbür dünya ile olan bağını büyük ölçüde zayıflatmıştır. Bu anlayış giderek maddeci ve hedonist (hazcı) bir ahlak ve hayat felsefesini gelişmesine neden olmuştur. Yirminci yy‟da yapılan iki dünya savaşının arkasında da bu anlayış yatmaktadır. Aydınlanma dini akla dayandırmış, doğal dini vahiy dininin yerine geçirmek istemiştir. Böylece teist inançlar yerine deist, ateist ve gitgide nihilist anlayışlara zemin hazırlamıştır.

alıntıdır
Alıntı ile Cevapla