|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi: 12 Temmuz 2007 (22:56), Konuya Son Cevap : 13 Ocak 2013 (18:09). Konuya 68 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
26 Ocak 2008, 18:35 | Mesaj No:31 |
Nigâh dâşt:
Nefsânî ve şeytânî havâtırdan korunmaktır.Gözü uygunsuz şeylere bakmaktan, aklı kötü düşüncelere dalmaktan muhâfaza etmek veHakk'ın tecellîgâhı olan kalbi dâimâ kontrol altında tutarak,mâsivânın orayı istîlâ etmesine mânî olmaktır. Tasavvufun bir hedefi de, kalbi menfî havâtırdan ve fâsid fikirlerden muhafaza etmektir. Kalbi bunlardan muhafaza etmek ise çok zor bir iştir.Buna muvaffak olan kimse tasavvufun gerçek semeresini elde etmiş olur. | |
26 Ocak 2008, 18:37 | Mesaj No:32 |
Yâd dâşt:
Kulun dâimâ Cenâb-ı Hakk'ın mânevî huzûrunda bulunmakta olduğunuhatırında tutması ve bu şuurla hareketlerine dikkat etmesidir.Buna "murâkabe" de denilir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz.Biz ona şah damarından daha yakınız."(el-Kâf, 16)buyurmaktadır. Bu sebeple ihsân duygusunu, yâni Cenâb-ı Hakk'ın, kulunu her an görmekte ve her hâlini bilmekte olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmemek îcâb eder. Hakîkaten bu duygu, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zîrâ bir insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteykenve kalbi Allâh ile berâberkennasıl günah işleyebilir? | |
26 Ocak 2008, 18:39 | Mesaj No:33 |
Vukûf-i zamânî: Her geçirilen saati "huzur" veya "gaflet " nokta-i nazarından muhâsebeye tâbî tutmak ve zamanı iyi değerlendirmektir. Sâlik, içinde bulunduğu vaktin kıymetini iyi bilmeli ve lüzûmsuz şeyleri terk edip zamânını en kıymetli şeye hasretmelidir. ............... Zamânı ne derecede değerlendirebildiği husûsunda da sık sık nefsini hesâba çekmelidir. Diğer bir mânâda vukûf-i zamânî, sâlikin her an kendi hâlinden haberdâr olması ve hâlinin şükür mü yoksa özür mü gerektirdiğini bilerek mûcibince amel etmesidir. Hakîkaten sâlik, her gece ve gündüz işlediği amellerini birer birer muhâsebe etmeli, sâlih amelleri kendine müyesser kılan Allâh'a şükredip daha ötelere varmağa gayret göstermeli, hataları için tövbe ve istiğfâr edip pişmanlıkla Allâh'a yönelmelidir. .................... Ömrün son derece kıymetli olan her ânını ve hâssaten Cenâb-ı Hakk'ın husûsî bir bereket bahşettiği müstesnâ demleri bir fırsat ve ganîmet bilmeli, bütün gücü ile mânevî uyanıklık içinde idrâk ve ihyâsı için gayret göstermelidir. .............. Velhâsıl her ân ve her hâlin muhâsebesini yaparak huzûrda geçirdiği ânına ve hâline şükredip, gafletle tükettiği zamanlar için tevbekâr olmalıdır. Bir başka ifâde ile kabz hâlinde istiğfâra, bast hâlinde ise şükre devam etmelidir. Bu sûretle her hâlükârda gafletten sakınan bir kimse, gereksiz mâzî endişesinden ve istikbâl telâşından kurtularak, yaşamakta olduğu hâlin ihyâsıyla meşgûl olur ki tasavvuftaki "Sûfî, ibnü'l-vakt olmalıdır." prensibi de bunu ifâde eder. | |
26 Ocak 2008, 18:42 | Mesaj No:34 |
Vukûf-i adedî: Zikrin adedine dikkat ve riâyet etmektir. Mürşid-i kâmiller, sâlikin mânevî hâline göre belli miktarda zikir verirler. Çünkü zikrin de umulan netîceyi hâsıl edebilmesi için, belli bir tekrar sayısı, tâbir câizse bir dozajı vardır. Bu sebeple sâlikin zikir esnâsında dikkatinin dağılıp gönlünün vesveseye düşmemesi için, mürşidinin söylediği ölçülere ve verdiği sayıya riâyet etmesi gerekir. Zîrâ zikirde her ne kadar evveliyetle keyfiyet mühimse de, zikrin kemmiyeti, yâni muayyen bir hudûdu ve ölçüsü olmadığı zaman bâzan zihnî ve kalbî huzursuzlukların görülmesi de muhtemeldir. Bu durum her şeyde olduğu gibi, zikirde de ifrat ve ölçüsüzlükten doğabilecek hatâların bir neticesidir. Bu sebeple zikri hem keyfiyet ve hem de kemmiyet itibâriyle en güzel bir sûrette îfâ etmeye gayret göstermelidir. Zîrâ zikirde sayıya riâyet, mücerred olarak sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde "kalbî zikri" derinleştirmektir. Bunun ise zikrin keyfiyetine mânî olmadığı gibi, aslında onu takviye eden bir şart olduğu açıktır. Hakîkaten zihin, muhtelif düşüncelerle dolu ve kalb de çeşitli endişelerle huzursuz bir hâlde iken yapılan zikirde, adede riâyet de çoğu zaman mümkün olmaz. Bu sebeple aklı dağınıklıktan koruyup, zikir esnâsında dikkati zikrin mânâsı üzerinde teksîf etmekle berâber, zikrin adedine de riâyet etmek, aynı zamanda bu işe gösterilen ciddiyetin bir ifâdesidir. | |
26 Ocak 2008, 18:45 | Mesaj No:35 |
Vukûf-i kalbî:
Kalbin dâimâ zikr -i ilâhî ile meşgul olmasıdır.Bu, ihsân duygusunun dâimî bir şuur hâline gelmesi demektir. Sâlik her fırsatta kalbini yoklamalı, onun ne hâlde olduğuna bakmalıdır. Zîrâ zikirde asıl matlûb , kalbin zikredilenden haberdâr olmasıdır. Zikir, ağızdan kalbe inmeyen kuru lafızların tekrarından ibâret değildir...................Bu sebeple zikir esnâsında murâkabe hâlinde olmalı, bütün dikkati zikredilene teksîf etmeye çalışmalıdır. Sâdât -ı kirâm hazerâtı , vukûf-ı kalbînin, yâni dikkati kalbe yöneltmenin zikirde şart olduğunu söylerler. ..................Zikrin gerçek muhtevâsını tadabilmek içinbütün varlığın ve husûsan kalbin de Allâh'a yöneltilmesi îcâb eder. Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb -ı Hak]وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا"Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O'na yönel." (el- Müzzemmil, 8) buyurur | |
26 Ocak 2008, 18:51 | Mesaj No:36 |
Mürşid-i Kamil Mâneviyat yolunda ilerleyen bir mümin, çok değişik tecellîlerle karşılaşır. Zîrâ insan kalbi okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bazen çok durgundur, bazen de korkunç dalgalı bir fırtına hâlindedir. Bu sebeple okyanusu geçip sâhil-i selâmete ulaşmak için geminin sağlamlığı kadar dirâyetli bir kaptana da ihtiyaç vardır. Eğer kaptan fırtınalar esnâsında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun derinliklerine gömüverir. Henüz yolun başındakilerde bu gibi tecellîler pek görülmez. Ancak bu deryada açıldıkça Rahmânî mi şeytânî mi olduğu bilinemeyen zuhûratlar, ferdden ferde değişen bâzı mânevî cilveler, inkıbâz, inbisât vs. tâbir olunan birtakım hâller kendini göstermeye başlar. İşte bunların tesbîti ve tedbîri için dirâyetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır. Her mümin bu istikâmete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır. Ümmete en büyük numûne şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kalbî hayâtını da titizlikle ve tâkat nisbetinde tatbîk etmeye çalışmalıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hakk'a teslîmiyetini, belâ ve sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nîmetler, derya gibi önünde akarken sergilediği istiğnâ, tevâzû ve mahviyeti, imkân nisbetinde hayata geçirmelidir. Bu sebeple kalbî inkişâf yolundaki engelleri aşabilmek için, peygamber vârisi olan âlimlerin, âriflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine tevâzû ve edeble mürâcaat edip, tavsiyelerini cân u gönülden tatbîke gayret etmelidir. ...................... Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nîmet bilmelidir. Çünkü nûrunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir delîl ise, nûr-i Muhammedî ile nûrlanmış velîler de Hazret-i Peygamber'in birer şâhidi ve vârisidir. Tasavvuf, kişide fıtraten -az veya çok- var olan mânevî istîdâdı inkişâf ettirmektir. Her gönül -tâbir câizse- altında petrol bulunan bir arâzî gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği mânevî bir istîdâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir. ...................... Bu istîdâdın inkişâfı için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için tâ mâdenin bulunduğu mıntıkaya kadar o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya çarpıp parçalanmaması için de sağlam olması îcâb eder. Bu demektir ki mânevî rehberliğine teslîm olunacak mürşidin muktedir ve dirâyetli olması da son derece mühimdir. Bunun da belli bâzı kıstasları vardır. Yeri gelmişken bu mühim meseleye bir nebze temâs etmek isteriz: Gerçek bir mürşid-i kâmili, sâhib olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür: Birinci vasıf: Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir. Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir. ................... Tıpkı karlı arâzîdeki bir şahsın, adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir hassâsiyetle basarak yürümesi gibidir. Bunun için mürşid-i kâmile "veresetü'l-enbiyâ", yâni peygamber vârisi denir. Tabiî ki, böyle bir bağlılığın muhtevâsında nefsânî bir hayat yaşanamaz. İkinci vasıf: Söz ve hâlleriyle Allâh'ı hatırlatmasıdır. Allâh'ın velî kulları esmâ-yı ilâhiyye tecellîlerine kâmilen mazhar olup, cemâlî sıfatları ahlâka inkılâb ettirdiklerinden etrafındakilere dâimâ Allâh'ı hatırlatırlar. Nitekim ashâb-ı kirâm: "- Allâh'ın velî kulları kimlerdir?" diye sorduklarında, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: ]اَلَّذِينَ اِذَا رُئوُا ذُكِرَ اللهُ عَزَّ وَ (Allâh'ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allâh Teâlâ'yı hatırlatan kimselerdir." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) buyurmuştur. ............................ İşte Allâh dostu bir mürşid-i kâmilin sîmâsının da muhâtabının gönlüne huzur vermesi, onu mânevî bir âleme taşıması, Allâh'ı ve âhireti hatırlatması îcâb eder. Çünkü onlar, Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın en mâruf isimlerinden ikisi "Rahmân" ve "Rahîm"dir. Allâh'ın velî kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, "Settâru'l-uyûb" dur. Bir velî de ayıp araştırmayıp bilâkis örter. Cenâb-ı Hak, Kerîm'dir; evliyâullâh da cömerttir ve ikrâm etmekten haz duyar. Cenâb-ı Hak Gafûrdur; velîler de hatâ ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halîm'dir; evliyâullâh da hilm sâhibidirler. | |
26 Ocak 2008, 18:56 | Mesaj No:37 |
Mürşid-i kâmil(-2) Kâmil mürşidler, Allâh'ın dostudurlar. Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalbleri Allâh'a yakındır. İbâdetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer insanların duâlarından daha makbûldür. Vücûdları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler. ..................... Samîmî bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın mânevî sıkletinden müteessir olur. Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun rûhuna huzûr bahşeder. Lâkin bir mümin için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'le berâberlik, hayâl ötesi bir güzelliktir. O peygamberler sultanının mânevî heybetine muhâtab olmanın şerefi karşısında bir müminin alacağı mânevî hazzı târif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den gelen mânevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi lâzımdır. Üçüncü vasıf: Mânevî tâyindir. Bir zâtı mürşid tâyin etmek üzere bir zümrenin toplanması yeterli olmaz. Bu vazîfe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e kadar uzanan sahih bir silsileden icâzetli bir mürşid-i kâmilin tensib ve tâyini ile olur. Böyle bir tâyin olmadığı zaman silsile orada kesilir. Bu sebeple bâzı mürşid-i kâmiller, salâhiyetli birini bulamadıkları zaman kendilerine halef olarak, yollarını devâm ettirecek birini bırakamazlar. Bâzen bir tane, bâzen de -Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri gibi- bir zuhûrât ile çok sayıda mürşid bırakırlar. Bunun hikmeti, Cenâb-ı Hakk'a âit bir keyfiyettir. Hülâsa, kalbin olgunlaşması ve mânevî hakîkatleri alıcı hâle gelmesi, bâzı temrinlerle mümkündür. Bunun için mânevî kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbîk etmek îcâb eder. Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Hak dostlarının rehberliğine ihtiyaç vardır. Her sâlik, mânevî inkişâf için kendisine rehber olacak bir mürşid aramalı, ancak terbiyesi altına gireceği mürşidde de bâzı vasıfların mevcûd olup olmadığına dikkat etmelidir. Mühim birkaç îkâz: Buraya kadar anlattığımız husûsiyetleri ile mürşid-i kâmiller, müstesnâ birer Hak dostu ve seçkin kullar olarak tebârüz ettiklerinden elbette ki, onlara karşı edeb ve hürmette kusur etmemek ve kendilerinden mânen istifâde etmek îcâb eder. Ancak bu edeb, hürmet ve istifâdeyi, olması gereken sınırların dışına taşırarak ifrat ve tefritlerin arasında boğulmamalıdır. Zîrâ bütün peygamberler de, sâlih zâtlar da, öncelikle hepsi birer kuldur. Cenâb-ı Hak, kendilerine ilim, hikmet, mârifet deryâlarından neleri nasîb etmişse, ancak onlara nâil olmuşlardır. Zaman gelir, gözlerine ve gönüllerine iki cihânın sırları açılır, zaman gelir bir adım ötesini göremeyebilirler. ......................................... Şeyh Sâdi Gülistan'ında rivâyet eder ki, bir kişi Hazret-i Yâkub'a: "- Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf'un gömleğinin kokusunu Mısır'dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken onu görmedin?" diye sordu. Yâkub -aleyhisselâm- da cevâben şöyle buyurdu: "- Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gerçekler, bize bazan ayân olur, bazan kapanır!" Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, birgün kendisine o an için bilmediği bazı suâller soran bir kimseye vahyin kesin olarak geleceğine istinâden, "inşâallâh" lafzını söylemeden: "- Yarın gel, cevabını vereyim!" buyurmuştu. Ancak ertesi gün ilâhî vahiy gelmedi ve bu hâl onbeş gün devam etti. Böylece âlemlerin kendisi hürmetine yaratıldığı o Varlık Nûru dahî âciz kaldı. Nihâyet ilâhî vahiy ancak: "(Rasûlüm!) Allâh'ın dilemesi olmadan (inşâallâh demeden) hiçbir şey için "Bunu yarın muhakkak yapacağım." deme!" (el-Kehf, 23-24) îkâzıyla birlikte gelmeye başladı. Bu ölçü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında bile tahakkuk ettikten sonra, onun muhtevâsının, bütün kullara ne derecede şâmil olduğunu iyi anlamak lâzımdır. Bu bakımdan, meselâ Allâh'ın sevgili bir kulu, duâ ettiğinde mutlaka kabul olacak veya bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifâ bulacak denilemez. Zîrâ bu hususlar, her iki tarafın ihlâsı yanında, bir de Cenâb-ı Hakk'ın murâdına muvafık düşmelidir ki, maksad hâsıl olsun. Ayrıca yapılan duâ ve ilticâların hepsinin kabulünün, hemen bu dünyâda değil, daha sonra, yâni âhirette de tecellî edebileceğini ve bunların da Hakk'ın irâdesine bağlı keyfiyetler olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. | |
26 Ocak 2008, 19:02 | Mesaj No:38 |
Mürşid-i kâmil(-3) Başka bir önemli husus da, hem peygamberlerin hem de evliyâullâhın farklı farklı meşreb ve tasarruflara sahip olmasıdır ki, birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir. Onun için hepsinden aynı meşreb ve tasarrufları beklemek doğru olmaz. Kur'ân-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi Musâ -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır'da yoktur; Hızır -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Mûsâ'da yoktur. Aynı şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlânâ olamayacağı gibi, Hazret-i Mevlânâ da bir Hazret-i Geylânî olamaz. Zîrâ her iki tarafa verilenler ve kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır. Ama elbette ki, hepsinde asıl gâye, kulluk ve mârifettir. Çünkü Rabb'e giden yollar, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çoktur. Diğer bir mühim husus ise, peygamberlerin dışında hiçbir kulun ilâhî teminat altında olmadığı hakîkatidir. Yâni bir kul zirvelerin zirvesine de çıksa, her an ayak kayması tehlikesi ile karşı karşıyadır. Nitekim bir zamanlar sâlih bir kimse olan Bel'am bin Baura, daha sonra nefsine uyarak ebedî hüsrâna uğramıştır. Bu hâdise Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildirilir: "Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir." (el-A'râf, 175-176) Kasas Sûresi'nde bildirilen Kârun'un misâli de böyledir. O da pek müstesnâ sâlih bir kul iken, sefil bir gâfil ve rezil bir âsî olarak ebedî saâdetini perîşân etmiştir. Cenâb-ı Hak, onu, dayanıp güvendiği ve sırtını yaslayarak böbürlendiği servetiyle beraber yerin dibine geçirmiştir. Dolayısıyla hangi mânevî makam, mertebe ve üstünlük olursa olsun, her hâlükârda kulların içindeki nefisler dâimâ pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz gönülleri hüsrâna uğratabilmektedir. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile: "Allâh'ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla başbaşa bırakma! Her hâlimi ıslâh eyle! Şüphesiz senden başka ilâh yoktur..." (Ebû Dâvud, Edeb, 100-101) şeklinde Hakk'a ilticâda bulunmuştur. Hak dostları da, dâimâ bu hadîs-i şerîfin muhtevâsı içinde yaşarlar ve hiçbir zaman "bizim işimiz tamam oldu" şeklinde bir vehme kapılmazlar. Zîrâ seyr u sülûklerini bitirseler de bu vehme kapılanlar, hep yarı yolda kalmışlardır. Ancak "daha olamadım" diyerek kendi noksanlarını görenler, acziyet içinde ve ilticâ hâlinde olarak hiç durmadan yol almışlardır. Öyle ki, peygamberlerin sertâcı olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahî, o kâbına varılmaz kulluk tezâhürlerine rağmen, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmayı hiçbir zaman terketmemiş ve O'nun bu hâlinin sebebini soran Hazret-i Âişe'ye: "- Yâ Âişe, şükreden bir kul olmayayım mı?" (Müslim, Münâfikûn, 79) buyurmuştur. Yine O Fahr-i Kâinât, ezvâc-ı tâhirâtın rivâyetine göre: "Rabbine hamdederek onu tesbîh et; ondan mağfiret dile! Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir." (en-Nasr, 3) âyetinden sonra her an bir öncekinden daha fazla hamd ve senâ ile meşgul olmuştur. O hâlde Hak yolunda kim hangi dereceye varırsa varsın, hiçbir zaman kulluk mes'ûliyetinden kurtulamaz ve amellerinde hiçbir şekilde eksiltme ve muâfiyet ihdâs edemez. Yâni farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helâller, mübahlar, müstehaplar ve diğer bütün ilâhî düstur ve mükellefiyetler, kulluk yolundaki herkesin omuzlarına konmuş olup ölüm vaktine kadar da alınmayacaktır. Onun için gerçek mürşid-i kâmiller, bütün bir ömrünü: "Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et." (el-Hicr, 98-9) emrine tâbî olarak yaşayabilme gayreti içinde olurlar. Böyle mânevî rehberler, halka karşı yaptıkları hizmetten dolayı en küçük bir talepte bulunmazlar. Hattâ Rablerine kullukları için bile bir karşılık beklemezler. Çünkü bilirler ki karşılık bekleyerek amel-i sâlih işleyenler, yaptıklarının değer ve derecelerini düşürürler. Bu itibarla Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma, kendileri oruçlu oldukları hâlde, iftarlıklarını bir akşam kapılarına gelen bir miskine, diğer akşam bir yetime, üçüncü akşam da bir esire vererek üç gün suyla iftar etmişler, ayrıca o kimselerin teşekkürlerine de: "- Biz, sizden teşekkür bekleyerek böyle davranmadık. Yegâne maksad ve niyetimiz, Rabbimizin rızâsıdır..." şeklinde mukabele etmişlerdir. Hâsılı gerçek mürşid-i kâmiller, örnek bir şahsiyet sergilemek sûretiyle peygamberlerin terbiye ve tezkiye vazîfelerini devam ettiren rûh dünyâsının zirveleridir. Aynı zamanda bu Hak dostları, Allâh'a ve onun ulvî sıfatlarına ârif olarak îmânlarında ihsân derecesine ulaşmış kimselerdir. Böylece kendilerine Hak katında ilm-i ledün, hikmet, mârifet vesâir nîmetler bahşedilmiştir. Lâkin hiçbiri bir sahâbe derecesinde değildir. Elbette sahâbe de peygamberlerin merbetesinde, peygamberler de Hazret-i Peygamber'in makâmında değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelince, o da, Hak Teâlâ'nın sadece kulu ve Rasûlüdür. Bu hakîkate binâen insanlara aşırı değer vermekten sakınmalı ve hepsine ancak bulundukları hâle göre muâmele etmelidir. Yâni Veysel Karânî ve hattâ İslâm hukukunu tedvîn eden İmâm-ı Âzam bile hiçbir zaman bir sahâbe derecesinde olamaz. Zaman zaman bazı gâfillerin, üstad belledikleri şahısları sahâbeden, hattâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den üstün tutarcasına bir saygı, ihtirâm ve -gûyâ- bağlılık sergilemeleri ise, hatâdan öte bir dalâlettir. Bu dalâlet, Cenâb-ı Hakk'ın taksimâtını tersine bir mübâlağa içinde hakîkatten uzaklaştıran garip bir ifrattır. Bunun içindir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylesi hâllere düşülmesi endişesiyle, gâfilâne medh ü senâlardan menetmiş ve övülecek hususlar şâyet nefsâniyete sebebiyet verecekse, medheden kişiyi kastederek: "Onun yüzüne toprak serpin!" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 5) buyurmuştur. Çünkü nefsi tahrik edecek iltifatlar, kalbin felâketine atılan imzâlardır. | |
26 Ocak 2008, 19:13 | Mesaj No:39 |
Tevessül Kulu, yaratılışındaki esas gâye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vâsıta bir vesîledir. Allâh'a yaklaşmak için bu vesîlelere sarılmaya da tevessül tâbir olunmuştur. Daha husûsî mânâda ise, duânın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esmâ-i hüsnâ, Kur'ân-ı Kerîm, sâlih ameller, peygamberler ve sâlih zâtlar vesîle kılınarak Allâh'tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O'na duâ ve ilticâda bulunmak demektir. Mâide Sûresi'nin 35. âyet-i kerîmesinde: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ "Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve O'na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın!.." buyurulmaktadır. Âyet-i kerîmede "vesîle" kelimesi, mutlak olarak, yâni hiçbir tahdid olmadan zikredilmiştir. Bu itibarla Allâh'a yaklaşmak için aranması gereken vesîleden maksat; namaz, oruç, cihâd ve benzeri sâlih amellerdir. Bazı müfessirler ise bu sayılanların yanısıra, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in ahlâkı ile ahlâklanmak gâyesiyle bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin de bir "vesîle" olduğunu ifâde etmişlerdir. ..................... Âlimler ve sâlihlerin, kulu Rabbinin yoluna tevcîh etmeleri, ruhbanlık mâhiyetinde bir faâliyet değildir. O, bir irşâd ve ikâzdır. Yürünecek yollarda yolculara rehberlik etmekten ibârettir. Buna mukâbil Hristiyanlıkta ruhbanlık vardır. Onlara göre ruhban, Allâh ile kul arasında zarûrî bir vasıta durumundadır. İslâm ise bunu reddeder. Yâni Allâh ile kul arasında bir üçüncü şahıs tasavvur olunamaz. Kul, Rabbine şahsen ve doğrudan her an yönelebilir ve O'na ibâdet edebilir. Hâl böyleyken ruhbanlıkta olduğu gibi mürşidlerin, mâneviyat yolunda ilerleyen mürîd ile Allâh arasına girdikleri farz olunarak, onların gördüğü bu vazîfeye karşı bâzı îtirazlar vâkî olagelmiştir. Hâlbuki ruhbanlık bir kimsenin râhib mevcûd olmaksızın, Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunamamasıdır. Bu, tahrif edilmiş Hristiyanlıkta mevcûddur. Ulemâ ve meşâyıhın icrâ ettikleri vazîfe, râhiplerinkiyle aslâ kıyaslanamaz. .......................... Bu husustaki tenkidler, tevessülün lügat mânâsını ön plana çıkarmaktan doğan yersiz ve yakışıksız sözlerdir. Böyleleri tevessülün hakîkî mâhiyetini gözardı ederler. Bu tip îtirazlar daha ziyâde gerçek mürşid-i kâmillerin hâllerine vâkıf olamayan, tasavvufî muhitlerin dışındaki insanlar arasından çıkmaktadır. Böyle düşünülmesine bâzen de tasavvufî metodları lâyıkıyla hazmedememiş olan bir kısım müntesiplerin hareketlerindeki yanlışlıklar sebep olmaktadır. Ancak bunu da haklı saymak imkânsızdır. Çünkü bir dâvâya mensûp olan kişinin acziyet, kifâyetsizlik ve bâzen de kötü niyeti sebebiyle, o dâvâya îtiraz etmek nasıl doğru değilse, bu meselede de şahısların kusurunu dâvâlarına izâfe etmek doğru değildir. Böyle şahsî kusûrları onların temsîl etmek iddiâsında bulundukları yüce değerlere atfetmek, mantıken de doğru olamaz. Nitekim bugün aklı başında hiç kimse, müslümanların kusurlarından İslâm'ı mes'ul tutamaz. Yukarıda da îzâh etmiş olduğumuz üzere hakîkî mürşidler, gerçekte ulemânın, zâhirî ilimlerin tâliminde yaptığı rehberliğe benzer bir vazîfeyi, mâneviyat yollarında îfâ ederler. Bu, kul ile Allâh arasına girmek değil, insanları mürşid-i kâmilin tecrübe ve dirâyetine istinâden Allâh'a giden yolda îkâz ve irşâd edip onları muhâtaralardan kurtarmak ve yollarını selâmetle kat edebilmelerini sağlamak gayretinden ibârettir. Nasıl ki, bir yolculuk esnâsındaki bineğimiz gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkı ile tezyîn eden bir muallim demektir. Hattâ bâzı mürîdler -nasîb ve istîdâdları varsa- sür'atle terakkî ederek, bidâyette kendisine yol gösterip önünde ufuklar açan mürşidini, nihâyette geride bırakabilir. Zâhirî bir kıyaslamaya göre Şems-i Tebrizî ile Hazret-i Mevlânâ misâlinde olduğu gibi. [SUP]............................[/SUP] Yâni mürşid-i kâmiller bütün ehemmiyet ve kıymetine rağmen aslâ gâye değil, ancak bir vâsıta hükmündedirler. Gerçekten tevessül, bir mânâda, olgun ve tecrübeli bir mümin demek olan mürşid-i kâmili rehber edinerek, ayakların kayması kuvvetle muhtemel bulunan ince yollardan sâlimen geçmek için onların rehberliğine mürâcaat edip irşâd ve feyizlerinden istifâdeye çalışmaktır. Diğer bir mânâsıyla da tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk'ın sevdikleri hürmetine O'na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretidir. Yoksa Hak Teâlâ'nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir. İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-: "Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i vesîle edininiz!.." buyurur. İmâm Cezerî -kuddise sirruh- da: "Duâlarınızın kabulü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle ittihâz ediniz!.." buyurmaktadır. Sahâbe-i kirâmdan Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh-'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: Bir âmâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek: "- Yâ Râsûlallâh! Allâh'a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!.." dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Âmâ ise: "- Yâ Rasûlallâh! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!" deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: "- Git abdest al! Sonra iki rek'at namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et: "Allâh'ım! Rahmet peygamberi olan Nebin Muhammed'le (O'nun hürmetine) Sen'in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum... Yâ Muhammed! İhtiyâcımın verilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!.. Allâh'ım! O'nu bana, şefaatçı kıl!.."" (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV. 138) Hâkim'in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ziyâdesi de bulunmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, I, 707-708) Öte yandan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in de kendi duâlarında çoğu zaman: بِحَقِّ نَبِيِّكَ وَالاَنْبِيَاءِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِى "Peygamberinin ve benden evvelki peygamberler hakkı için (dileğimi kabul eyle!)" cümlesini zikrettiği rivâyet edilmiştir. (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 257) Diğer bir hadîs-i şerîflerinde Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp: "- Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen'den beni bağışlamanı istiyorum." dedi. Allâh Teâlâ: "- Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed'i sen nereden bildin?" buyurdu. Âdem -aleyhisselâm-: "- Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde "Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü'r-Rasûlullâh" cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!" dedi. Bunun üzerine Allâh Teâlâ: "- Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!" buyurdu." (Hâkim, Müstedrek, II, 672) Diğer taraftan İslâmî an'anede duâ, hamdele ve salveleyle başlayıp yine onlarla nihâyete erdirilir. Salvele, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- hakkında Cenâb-ı Hakk'a bir duâ ve niyâzdır. Peygamberimiz için yapılan duânın (salavâtın) reddedilmeyip kabul edileceği yolunda bir inanış ve kanaat mevcuddur. Duâlarımızın başını ve sonunu salât ü selâm ile süslemek de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Böylece iki makbûl ve kabulü muhakkak olan duânın arasına kendi duâlarımızı sıkıştırmak, onların da kabulünü sağlamak düşüncesiyledir. Nitekim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazdan sonra Allâh'a hamdetmeden ve O'nun peygamberine salât ü selâm getirmeden duâ eden bir kimse gördü. Bunun üzerine: "Bu adam acele etti." buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle buyurdu: "Biriniz duâ edeceği zaman önce Allâh Teâlâ'ya hamd ü senâ etsin, sonra Peygamber'e salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin." (Tirmizî, Deavât, 64) ............... Kulun duâsında merâmını, başta peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullâh ile Hak katında yüksek mevkîleri bulunan sâlihlerin Cenâb-ı Hak nazarındaki hatırı hürmetine istemesi, Allâh Teâlâ'nın sevdiklerini vesîle kılarak bu duygularla yalvarıp ilticâda bulunması da merhamet-i ilâhiyyeyi celbedip duânın müstecâb olmasındaki mühim müessirlerden biridir. Ancak duâ, yalnız Allâh Teâlâ'yadır. Bu yüzden duâda Allâh'ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allâh Teâlâ'dan istemelidir. Duâda Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği zâtları zikretmek, sâdece Allâh'a yapılan duânın kabulüne sebep olması için mürâcaat edilen bir usûldür. | |
26 Ocak 2008, 19:17 | Mesaj No:40 |
Teberrük TEBERRÜK ..:: 1 ::.. Teberrük, esâsen bereket istemek anlamındadır. Bir şey vâsıtasıyla bereket ve feyze nâil olmayı ifâde eder. Gıdâ Bakıyyesi ile Teberrük Evliyâullâh'ın tegaddî eylediği (gıdalandığı) yiyeceklerin bakıyyesini yiyip içmek, rûhta tasarruf için başvurulagelen vâsıtalardan biridir. Bazılarının sandığı gibi bu keyfiyet de, mesnedsiz ve bid'at kabîlinden değildir. Zîrâ bunun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hayâtında birçok kereler gerçekleştiğine dâir hadis ve siyer kitaplarında çeşitli misâller yer almış bulunmaktadır. Muhtelif zaman ve mekanlarda ve hâssaten Tebük Seferi'nde sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in gıdâlarının mübârek bakıyyeleri ile bereket bulmuştur. Tebük'te susuzluk hâli vâkî olunca, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, parmaklarından az bir şey su akıttırmış, sonra baş parmağından pınar misâli sular akmış; kırbalar suyla dolmuş, teberrüken ondan içilmiş ve ordunun su ikmâli onunla yapılmıştır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in parmağından akan bu su, şüphesiz zemzemden de şifâlı ve efdaldir. Çünkü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nûrlu ellerinden ve mübârek cism-i şerîfinden akmıştır. Bazı hadîs-i şerîflerin beyânı vechile, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman içtiği kaptaki bakıyyesinden diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana gelir ve hiç eksilmezdi. Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağındaki çocuğa kâbına erilmez bir incelik ve nezâketle: "- Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?" buyurdular. O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya sezâ şu büyük cevâbı verdi: "- Yâ Rasûlallâh! Senden bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!" Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19) Esmâ binti Ebî Bekr şöyle anlatıyor: Ben, Abdullâh bin Zübeyr'e hâmile iken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanına hicret etmiştim. Medine'ye vardım ve Kubâ'da konakladım. Orada Abdullâh doğdu. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e geldim. Onu kucağına aldı ve bir hurma istedi. Hurmayı ağzında biraz çiğnedikten sonra bir parçasını Abdullâh'ın ağzına koydu. Abdullâh'ın midesine inen ilk lokma bu oldu. Ona duâ etti ve Allâh'tan bereket taleb etti.[SUP]1[/SUP] Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i misâfir ettiği günlerde yemek pişirir ve -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gönderirdi. Yemeğin kalan kısmı geri geldiğinde, Âlemlerin Efendisi'nin parmaklarının dokunduğu yerleri sorar ve araştırırdı. (Müslim, Eşribe, 170-171) Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- da, Hendek savaşı öncesinde büyük hendeklerin kazıldığı o zor zamanlardaki bir hatırasını şöyle nakleder: ___________________ Biz hendek kazarken çok sert bir kayaya rastladık. Ashâb, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelip, durumu arz edince Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizzat hendeğe indi. Kazmayı eline alıp indirince o sert kaya kum gibi dağıldı. Bu mûcizevî tecellî cereyân ederken gördük ki, Allâh'ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açlıktan karnına taş bağlamış. Zîrâ orada kaldığımız üç gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Bunun üzerine: "- Yâ Rasûlallâh! Eve kadar gitmeme müsâade buyurunuz." dedim. İzin verdi. Eve gittim ve zevceme: "- Ben Rasûl-i Ekrem'in hâline dayanamıyorum. Evimizde yiyecek bir şey yok mu?" dedim. Zevcem: "- Biraz arpa ile bir keçi yavrusu var." dedi. Ben oğlağı kestim, âilem arpayı öğütüp ekmek yaptı. Eti de tencereye koyduk. Ekmek pişmek üzere ve tencere taşlar üzerinde kaynamakta iken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gidip: "- Biraz yemeğimiz var. Bir-iki kişiyle bize buyurunuz." diye ricâ ettim. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Ne kadar yemeğiniz var?" diye sordu. Olanı söyledim. "- Hem çok, hem de iyi! Âilene; biz gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmemesini, ekmeği de fırından çıkarmamasını tenbih et." buyurdu. Ashâbına da: "Kalkınız!" emrini verdi. Muhâcirler ve ensâr hep birlikte kalktılar. Bunun üzerine âileme gidip (yemeğin azlığı ve zâhiren kâfî gelmeyeceği endişesiyle o an için küçük bir şaşkınlık yaşayarak): "- İşte Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhâcir, ensâr ve bunlara katılan diğerleriyle berâber geliyorlar." dedim. Âilem: "- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hazırlığımızın ne kadar olduğunu sormadı mı?" dedi. "- Evet, sordu." dedim. "- Öyleyse müsterih ol." dedi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelenlere: "- Giriniz, sıkışmayınız." buyuruyor, ekmek kesiyor, üzerine et koyuyor, etin suyunu da bunun üstüne döküyordu. Nihâyet bütün ashâb doydu. Yemekten bir miktar da arttı. Âileme hitâb ederek: "- Bunu ye ve komşularına ikrâm et. Çünkü açlık ortalığı kapladı." buyurdu." (Buhârî, Megâzi, 29; Müslim, Eşribe, 141) Eşyâ ile Teberrük Sevilen zâtı hatırlatan bir eşyânın, sevende o zâtı düşündürüp duygulandırarak râbıtasını kuvvetlendirdiği bir hakîkattir. Bu, insan tabiatinde mevcûd olan bir husûsiyetin îcâbıdır. Fakat bu his ve tavırda aşırılığın putçuluğa kadar varabildiği de târihî bir gerçektir. [SUP]1[/SUP] Diğer taraftan çok sevilen bir şahsın, kendisini hatırlatan eşyasını da muhabbet şümûlünde bulundurmak, beşerî ve tabiî bir temâyüldür. Mühim olan bunu aşırı derecede ileriye götürmemektir. Gerçekten mücerred mefhûmlar, müşahhas varlıklara hâl ve keyfiyetler olarak akseder. Eşyâdaki hâl ve keyfiyet tecellîsinin Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen en canlı misâli şudur: Yûsuf -aleyhisselâm-'ın gömleği Yâkûb -aleyhisselâm-'a götürülmek üzere Mısır'dan yola çıkarıldığı zaman, Kenan ilindeki Yâkub -aleyhisselâm- onun kokusunu almış, gömleği âmâ gözlerine sürdüğü zaman da görmeye başlamıştır. [SUP]2[/SUP] Eşyâ ile gerçekleşen bu tesir de, mürşid-i kâmilin sâliki belli bir kıvamda tutmak için kullandığı vâsıtalardan biridir. Zîrâ bu akislerle hemhâl olmak, râbıtayı kuvvetlendirir. Bu aynı zamanda hediyeleşme sünnetinin de bir ifâdesidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Sâide mahallesinde ashâbı ile birlikte bulunurlarken Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh-'e: "- Ey Sehl, bize su verir misin?" buyurdu. Bunun üzerine o, bir bardak su ikrâm etti. Sehl, bu bardağı ömrü boyunca saklamış olmalı ki Ebû Hâzim -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır: "- Sehl bu bardağı çıkarıp bize gösterdi, biz de ondan su içtik. Daha sonra Ömer bin Abdülaziz, Sehl'den bu mübârek bardağı kendisine bağışlamasını ricâ etti. O da hediye etti." (Buhârî, Eşribe, 30) Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh- anlatıyor: Kadının biri Peygamber Efendimiz'e bir hırka getirdi. "- Yâ Rasûlallâh! Bunu size hediye etmek istiyorum." dedi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun hediyesini kabul etti ve üzerine giydi. Ashâbdan biri: "- Yâ Rasûlallâh, bu ne güzel bir elbise, bana hediye eder misiniz?" dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, "olur" deyip hırkayı hemen ona verdiler. Hazret-i Peygamber oradan ayrıldıktan sonra, ashâb-ı kirâm o adamı ayıplayarak şöyle dediler: "- Hiç de iyi bir şey yapmadın. Allâh Rasûlü onu ihtiyacı olduğu için almıştı. Sen de onu istedin. Biliyorsun ki âlemlere rahmet olan Efendimiz'den bir şey istenildiğinde, asla geri çevirmez." Bunun üzerine adam: "- Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu giydiği için onunla teberrük etmek istedim. Umuyorum ki onunla kefenlenirim." dedi. (Buhârî, Edeb, 39) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- der ki: "Mekke'de Kureyşlilere, serîr üzerinde uyumaktan daha hoş bir şey yoktu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne'ye geldiği ve Ebû Eyyûb'un evine indiği zaman, ona: "- Ey Ebû Eyyûb! Sizin bir serîriniz yok mu?" diye sordu. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh- da: "- Yok vallâhi." dedi. Ensârdan Sa'd bin Zürâre, bunu haber alınca, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e direkleri saç ağacından yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş ve hasır ile kaplanmış bir serîr gönderdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evine taşınıncaya kadar onun üzerinde istirahat etmiş, kendi evine taşındığında da vefâtlarına kadar o serîri kullanmıştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefât ettiğinde bu serîrin üzerine konularak yıkanıp kefenlenmiş ve bu serîr üzerinde iken cenâze namazı kılınmıştı. ____________________ Halk, ölülerini taşımak üzere onu, bizden isterler ve onunla teberrük ederlerdi. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'in cenâzesi de onun üzerinde taşınmıştı." (Belâzürî, Ensâbu'l-Eşrâf, I, 525) Buna benzer diğer bir hâdise de şöyledir: Sahâbenin en çok hadîs rivâyet edeni olan Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, dâimâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanında bulunur, O'nun her hâl ve hareketini tâkib ederdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, birgün Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "- Yâ Rasûlallâh! Sizden pek çok hadîs işitiyorum fakat onların birçoğunu hâfızamda tutamıyorum." diye dert yandı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebû Hureyre'ye: "- Örtünü yere ser!" buyurdu. O da serdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona duâ etti ve mübârek elleriyle bir şey avuçlayıp ridânın içine atıyor gibi yaptı. Ardından: "- Ridânı topla." buyurdu. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, bu emri yerine getirince Allâh Teâlâ ona öyle kuvvetli bir hâfıza ihsân etti ki işittiği hiçbir şeyi unutmaz oldu. (Tirmizî, Menâkıb, 46) Firâs adlı bir sahâbî vardı. O da Peygamber Efendimiz'e âit bir eşyâya sâhip olmak istiyordu. Birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanına geldiğinde, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü ve tabağı kendisine hediye etmesini ricâ etti. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tabağı ona hediye etti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, zaman zaman Firâs'ın evine gider: "- Hele şu mübârek tabağı bir getir." derdi. Habîbullâh Efendimiz'in mübârek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 202) Ebû Cuhayfe -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öğle sıcağında Bathâ'ya çıktı. Abdest aldı, öğle ve ikindi namazını ikişer rek'at olarak kıldı. Önünde kısa bir mızrak vardı... O arada baktım insanlar kalkmışlar, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in mübârek ellerini tutuyorlar ve yüzlerine sürüyorlardı. Ben de bir elini tuttum ve o mübârek elini yüzüme sürdüm. Bir de ne göreyim, mübârek eli kardan daha soğuk ve miskten daha güzel kokulu idi. (Buhârî, Menâkıb, 23) Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in haccını anlatırken ashâb-ı kirâmın Rasûlullâh Efendimiz'in saçları ile teberrük için nasıl birbirleriyle yarıştıklarını şöyle bildiriyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şeytan taşlamayı tamamladıktan sonra kurbanını kesti ve tıraş oldu. Berber sağ taraftaki saçları tuttu ve tıraş etti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Talhâ'yı çağırdı ve bu saçları ona verdi. Sonra berber sol taraftaki saçları tuttu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, "kes" dedi, o da kesti. Bunları da Ebû Talhâ'ya verdi ve: "- Bunları insanlar arasında taksim et." buyurdular. (Müslim, Hacc, 326) Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördüm, berberi onu tıraş ediyordu. Ashâbı da âdetâ onun etrafında pervâne olmuşlardı. Bir tek saç telinin dahî yere düşmemesini, muhakkak birisinin eline düşmesini istiyorlardı. (Müslim, Fezâil, 75) Nitekim sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hem eşyâları hem de saç ve sakalının mübârek telleriyle teberrük hâli yaşarlardı. Savaşlarda bile bu teberrük heyecânını taşımışlardır. Bunun güzel misâllerinden biri de Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-'ın, Hazret-i Peygamber'in saçlarından birkaç mübârek teli sarığında saklamasıdır. Rivâyet olduğuna göre Hâlid -radıyallâhu anh-, Yermük savaşında bu sarığı kaybetmişti. Askerlerine sarığın bulunmasını emretti. Fakat aramalarına rağmen bulamadılar. Hazret-i Hâlid, tekrar aramalarını emretti. Sonunda sarığı buldular. Baktılar ki gâyet eski bir sarık imiş. Sahâbî, bu eski sarık için Halid -radıyallâhu anh-'ın bu kadar ısrarına hayret etti. Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh-, şunları söyledi: "- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, saçlarını kestirmişti. Ashâb, o saçları kapıştılar. Ben de saçından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle bir bereket oldu ki, onunla girdiğim bütün savaşlar, zaferle netîcelendi. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e muhabbetimdir." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 349) Ashâbın gözleri önünde cereyân eden bu hâdiseler, maddeye dahî duyguların sirâyet edebildiğinin diğer bir delilidir. Mühim olan -lâyık olduğu haddi aşmamak kaydıyla- o in'ikâstan feyz alabilecek bir gönül uyanıklığına sâhib olmaktır. Ashâb-ı kirâmdan sonra selef-i sâlihîn de -Allâh kendilerinden râzı olsun- teberrükle ilgili bu nevî tatbikatları, kendi dönemlerinde devam ettirmişlerdir. İmâm Ahmed bin Hanbel ile İmâm Şâfiî Hazretleri arasında geçen şu hâdise buna ne güzel bir misâldir: İmâm Şâfiî'nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman anlatır: Birgün İmâm Şâfiî bana: "- Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel'e götür ve sonra da cevabını getir." dedi. Ben de mektubu aldım ve Bağdat'a gittim. Sabah namazında Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Onunla birlikte sabah namazını edâ ettim. İmâm Ahmed bin Hanbel mihraptan ayrılınca mektubu kendisine takdîm ederek: "- Bu, Mısır'dan kardeşin İmâm Şâfiî'nin sana göndermiş olduğu mektuptur." dedim. Bana: "- Mektup neden bahsediyor, biliyor musun?" diye sordu. Ben de: "- Hayır." diye karşılık verdim. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine: "- Ey İmâm! Hayrola! Mektupta ne yazıyor?" dedim. O da bana: "- İmâm Şâfiî rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i görmüş. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona: "- Ahmed bin Hanbel'e bir mektup yaz ve benden de selâm söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan, "Kur'ân mahluktur(!)" demesi istenecek. Sakın bu isteğe boyun eğmesin! Allâh, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp yükseltecektir." buyurmuş." Ben: "- Yâ İmâm! Bu, senin hakkında ne büyük bir müjdedir." dedim. Bunun üzerine İmâm Ahmed bin Hanbel, sevincinden üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi. Ben de mektubun cevabını aldıktan sonra Mısır'a döndüm. Mektubu İmâm Şâfiî'ye takdîm ettim. Bunun üzerine İmâm Şâfiî bana: "- Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki, Câmi minberlerinde binbir îtinâ ile muhâfaza edilen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sakal-ı şerîfleri de asr-ı saâdetten günümüze kadar gelen feyizli bir meltem gibi ümmete bir rahmet olmaktadır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e olan aşk ve muhabbet sebebiyle O'nun azîz hâtıralarına gösterilen hürmet de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e duyulan gönül râbıtasını kuvvetlendirmektedir. Nice peygamber âşığı müminler, bu azîz hâtıraların bereketinden istifâde etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun, hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsûr senelik ihtişâmı, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gâzî'nin meşhûr bir rivâyete göre, misâfir kaldığı bir evde, odada Kur'ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han'ın mukaddes emânetleri büyük bir tâzim ile İstanbul'a getirip, kırk hâfız tâyin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur'ân-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti'nin dillere destan büyüklüğünün temel mânevî sâiklerindendir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hırkasının ve Topkapı Sarayı'ndaki mukaddes emânetlerin bugün İstanbul'da müminlerin ziyâretine açık tutulması da, milletimiz ve İslâm dünyâsı için bir şeref ve teberrük vesîlesidir. | |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Konuyu değerlendir | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Ölüm nedir, ölümden korkmalı mıdır?Ölümü hatırlamanın fazileti nedir? | Belgin | Ölüm-Ahiret-Sırat-Mizan-Kader | 1 | 05 Mayıs 2022 12:25 |
Din Kardeşliği Uhuvvet ve Tasavvuf Kardeşliği Nedir ? | Esadullah | Muhtelif Konular | 5 | 15 Şubat 2016 14:03 |
TASAVVUF NEDiR,NERDEN NE ZAMAN ÇIKMIŞTIR.. | bilinmez | Tasavvuf-Tarikat | 3 | 06 Şubat 2014 07:08 |
zekat nedir, sadaka nedir, infak etmek nedir | iblissavar | Zekat-İnfak | 3 | 31 Mart 2012 22:26 |
Tasavvuf nedir nasıl anlamak lazımdır | tevhit06 | Tasavvuf-Tarikat | 0 | 18 Şubat 2009 22:27 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|