Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Tasavvuf-Tarikat (https://www.forum.medineweb.net/647-tasavvuf-tarikat)
-   -   ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye"" (https://www.forum.medineweb.net/tasavvuf-tarikat/20596-vequotvequottasavvuf-tevessul-reddiyevequotvequot.html)

kamer34 04 Ocak 2012 03:20

""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

İddia: Allah dostları ölünce kınından çekilmiş kılıç gibidirler. Daha çok yardım yapma imkanı elde ederler ve bir çok tasarrufta bulunurlar.

Allah dostlarından bazıları vardır ki, sadık müride, vefatından sonra hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yine Allah dostlarından bazılarının, rûhâniyeti vasıtasıyla ilahi emirleri takib ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o velî kabrinde meyyit olsun... Kabrindeyken mürîdini yetiştirir. Mürîdi kabrinden onun sesini işitir.

Allah dostlarından biri diyor ki:

“Müridim ister doğuda olsun ister batıda, hangi yerde olsa da yetişirim imdada”


Rasulullah (s.a.v)’de şöyle buyurmuştur:

“İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz”


Cevap: Allah (c.c), mü’minlere yakın olduğunu ve dua ettiklerinde de yalnız Allah’a dua etmeleri gerektiğini bildirmiştir.

Sahabeler bunu çok iyi anlamış ve Rasulullah’ı bizden daha çok sevdikleri halde bile onu aracı tayin ederek Allah’a dua etmemişlerdir. Onlardan herhangi birinin böyle şirk olan bir amel işlediğine dair sahih hiç bir rivayet yoktur. Hatta böyle yapmadıklarına dair deliller vardır.

“Müridim ister doğuda olsun ister batıda, hangi yerde olsa da yetişirim imdada”
sözü Kur’an’ı Kerimin çok sayıda ayetine açıkça aykırıdır.

Bu ayetlerden biride Allah (c.c)’un şu sözüdür.

“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilah mı var?... Ne kadar az düşünüyorsunuz!”(Neml: 62)


Ölüleri kabirleri putlaştıran bazı kimseler bu yaptıklarını meşru göstermek için Rasulullah (s.a.v)’e isnad edilen şu uydurma rivayeti delil olarak getirirler:

“İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz”

Bu söz hadis değil dini ifsad etmek isteyen zındıkların uydurmalarıdır. Bu uydurma sözler Allah’tan istendiği gibi Rasulullah’tan da istenebileceğini iddia edenlerin temel dayanağıdır.

Hadis alimleri bu sözün Rasulullah (s.a.v)’e atılmış bir iftira olduğunda ittifak etmişlerdir. Hiçbir hadis alimi böyle bir hadis rivayet etmemiştir ve güvenilir hadis kitaplarında da böyle birşey yoktur. Allah’u teala şöyle buyurmuştur:

“Her zaman ölümsüz diri olana dayan ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahından haberdar olarak o yeterlidir.” (Furkan: 58)

Fatiha suresinde “Yalnız senden istiânede bulunuruz.” anlamında iyyâke nestaîn,” (yalnız senden yardım isteriz) âyeti vardır. Bu ayet, yardımı tek bir yerden, yani yalnız Allah’tan dilememiz gereğini ifade eder.

O zaman yukarıdaki sözle bu âyet açıkca çatışmıyor mu?

Fatihayı her namazda okuyup bu anlamı hep zihnimizde diri tutmamızın bir sebebi yok mudur?

Temel görevi Kur’an’ı anlatmak olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in Kur’an’a aykırı bir sözü olur mu?

Sonra bu sözleri Hz. Muhammed (s.a.v)’den duyan yok. Onunla birlikte ya da ondan sonra yaşayanlardan böyle bir söz söylemiş olan da yok. Bunu nakletmiş sahih bir hadis kitabı da yok. Bunların hiç biri yok. Çünkü olmayan şeyin delili getirilemez.

Hz. Muhammed (s.a.v)’de ölmüştür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziyaret ettiğimizde ona salat ve selam getiririz. Yani Allah’ın rahmeti ve ebedi mutluluk onun olsun deriz. Böylece Allah’tan, Peygamberimize olan ikramını daha da artırmasını isteriz. Ama hiç bir duamızda Hz. Muhammed’den bir isteğimiz olmaz. Çünkü o zaman Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptığını biz Hz. Muhammed (s.a.v)’e yapmış oluruz ki; bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey olmaz.

Allah dostlarının ölünce daha çok tasarrufta bulunduğunu, yani daha çok iş çevirebildiğine ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunu iddia edenlerin Kur’an’dan ve Sünnetten bir dayanakları yoktur.

Her şeyi bilen Allah’ın kitabında, kabirlerinde yatan ölülerin iddia edildiği gibi tasarrufta bulunamayacağına dair açık âyetler vardır.

Allah’u Teâlâ ölümü uykuya benzeterek şöyle buyuruyor:

“Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.”(Zümer: 42)


Bu âyete göre Allah, ölülerin ruhunu, belli bir yerde, berzah aleminde tutmaktadır.

“Geceleyin sizi öldüren ve gündüzün ne yaptığınızı bilen odur. Sonra belirli süre doluncaya kadar gündüzün sizi kaldırır.” (En’am: 60)

Kıyamet’in kelime anlamı kalkıştır. Öldükten sonraki dirilme yataktan kalkışa, Sura üflenmesi de kalk borusunun çalınmasına benzer.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sura üflenmiştir. İşte o zaman kabirlerinden Rablerine doğru koşup giderler. “Yazık oldu bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? diyeceklerdir.”(Yasin: 51-52)

Kur’an’a göre ölüm bir uyku, kabir bir uyuma yeri, öldükten sonra dirilme de uykudan uyanmadan başka bir şey değildir. Hadis-i şeriflerde belirtilen kabir azabı da uykuda görülen kötü rüyalar gibi olmalıdır. En doğrusunu Allah bilir.

Uyuyan kişi, aradan ne kadar zaman geçtiğini anlamaz. Ölenin durumu da aynıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de biri ölen, diğeri uyuyanla ilgili iki örnek vardır.

Ashab-ı Kehf mağarada tam 309 yıl uyumuştu.(Kehf: 25)

Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" diye sordu. "Bir gün, belki de daha az kaldık" dediler.” (Kehf: 19)

Ölümle ilgili âyet de şudur:

“Şuna da bakmaz mısın? O, tavanları çökmüş, duvarları üzerlerine yıkılmış bir kente uğradı da “Allah burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra kaldırdı ve “Ne kadar kaldın?” diye sordu, o da “Bir gün, belki de bir günden az.” dedi. Allah buyurdu ki; “Yok, tam yüz yıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine baksana, bozulmamışlar bile. Bir de şu eşeğine bak. Seni insanlara bir ibret yapalım diye bunu yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl birleştirecek, sonra onlara et giydireceğiz.” Bunlar apaçık belli olunca şöyle dedi; “Ben artık anladım ki, Allah’ın gücü gerçekten her şeye yeter.” (Bakara: 259)

Yüz sene ölü kalıp dirilen de 309 sene uykuda kalanlar da "Bir gün veya bir günden az." kaldıklarını sanıyor.

İşte kabir hayatını anlamak isteyenler bu ayetlerden ders alabilirler.

Uyuyan kişi, vücudundan nasıl habersizse ölü de habersizdir.

Uyuyan kişinin ruhu gelip tekrar aynı bedene gireceği için bedeni diri kalıyor. Ölenin ruhu geri dönmeyeceğinden bedeni ölüyor. Ahirette yeniden yaratılan bedene gelen ruh kendini uykudan uyanmış gibi hissediyor ve "Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" (Yasin: 51-52) diyor. Beden toprakta çürümüş, yeniden yaratılmış, ama o bunun farkında değil. O, uyuyup uyandığını zannediyor. Aradan geçen zamanın da farkında değil. İşte ölüm bize bir uyku kadar, kıyamet de uykudan uyanmak kadar yakındır.

Uyku, hayatta bir kesinti değil, süreklilik için zorunlu bir dinlenmedir. Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem kıyametteki kalkışın da dünya hayatının devamı gibi olacağını bildirmektedir:

“Her kul, ne üzere öldüyse o şekilde diriltilir.” (Müslim, Cennet, 19, Hadis no 83-(2878)


Veda Haccında birisi bineğinden düşmüş boynu kırılmıştı. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

“Onu su ve sidr ile yıkayın, iki parça bez içinde kefenleyin, koku sürmeyin ve başını örtmeyin. Çünkü Kıyamet günü telbiye getirir durumda kaldırılacaktır.” (Buhârî, Cenâiz, 20.)

Bu hadis gerçekten düşündürücüdür. Burada o şahsın ölümünü ihramlı bir hacının uyuması gibi saymıştır. İhramlı koku sürünmez, uyurken başını örtmez. Uykudan kalkınca telbiye getirir.

Kabirdekilerle ilgili olarak Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.”(Fatır: 22)

Hz. İsa aleyhisselamın ahirette yapacağı konuşmayı veren şu ayet üzerinde düşünmek gerekir.

“...İçlerinde bulunduğum sürece onlara şahittim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.” (Mâide: 117)

Burada Hz. İsa’nın ümmetinden habersiz olduğu bildiriliyor. Artık onun için de bir hayat çeşidi hayal etmenin gereği yoktur.

Hz. İsa henüz hayatta iken Allah Teala ona şöyle demişti:

“Ey İsâ, ben seni vefat ettireceğim, seni bana yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim...” (Al-i İmrân: 55)


Büyük Peygamber Hz. İsa öldükten sonra ümmetinden habersiz oluyorsa, ölen bir velinin ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olması nasıl kabul edilebilir?

Herhalde şu âyet konuya nokta koyacaktır.

“Allah’ın bırakıp da Kıyamete kadar kendisine cevap veremiyecek olana dua edenden daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların duasından habersizdirler."(Ahkâf: 5)

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor:

“İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadakayı cariyesi, fayda veren ilmi bir eseri veya kendisine dua eden hayırlı bir evlad bırakanın ameli kesilmez" (Tirmizi, Ahkâm, 36) Müslim, Vasiyyet 14; Ebu Davud vesaya 14; Nesei, Vesaya 8.)

Ölümle birlikte insanın hesap defteri kapanır. İnsan ölünce yapacağı bir işi kalmaz. Kişi artık ne kendisi ne de bir başkası için hayır yada şerre sebeb olabilecek bir durumdadır... Bu genel kuraldan üç şey müstesna tutulmuştur:

Birincisi: Sadaka-i cariye. Yani, kişinin sağlığında müslümanların hizmet ve faydası için yaptırdığı yol, çeşme ve ev gibi yararlı herşeydir. Bu tür bir girişimde bulunan kişi ölmüş olsa da geride bıraktığı eseri İslam’a ve müslümanlara fayda vermeye ve böylece kendisi için ecir kazandırmaya devam edecektir.

İkincisi: Yararlanılan ilim. İslam ve müslümanlar için hayırlı olan ilim de sadaka-i cariye gibidir. Bu ilim her ne konuda olursa olsun yaptığı bir ilmi çalışmadan insanlar yararlanıyorlarsa faydalı ve hayırlı olmaya devam ettiği sürece bundan gelecek ecir kişinin defterine yazılacaktır.

Üçüncüsü: Hayırlı evlat. Ölen babası için dua eden ve hayır temennisinde bulunan salih bir evlattır. Ölümünden sonra da ecir kazanmaya devam etmek isteyen her mü’min bu üç hususa elinden geldiğince sarılmalıdır. Sadaka-i cariye ve ilim konusunda herkes imkan sahibi olmasa da salih bir evlat yetiştirmek her mü’min anne ve babanın elindedir.

Rasulullah (s.a.v)’e isnad edilen aşağıdaki sözlerde uydurmadır.

“Benim canımla (mevkim, makam) tevessül edin.”


“Benim yüzümün suyu hürmeti için Allah’a yalvarın. Çünkü Allah katında benim çok değerim vardır.”

Devamı olacak inşallah

bilinmez 04 Ocak 2012 15:23

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
yazınızın devamını bekliyorum,kaleminize sağlık güzel,bi paylaşım Allah razı olsun.Bu arada bi ihtarım olacak kanımca Kehf 25.Ayetindeki 309 YIL olayındaki ayeti biraz daha geniş araşatırın burda rakamsal bi yılı sadece Allah bilir ne kadar kaldıklarına dair bunuda kehf 26 ayette görüyüruz.300 ve üçyüze dokuz ekleyenler İDDA sahipleridir[Allahu alem]..

Esadullah 04 Ocak 2012 15:59

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Peygamber yanı başlarında ve zaten hepsi birer umman iken nasıl sahabenin bunu yapmadığı savunulurki Allah aşkına bu nasıl bir yaklaşım kardeşim, Peygamber varken kime tevessül ederki insan ?

Şimdi bakın Muhammed bin Abdulvahhab bu konuda ne demiş hemde kaynaklı ;

Muhammed bin Abdulvahhâb’a, bazı âlimlerin yağ­mur duâsı hakkında açıklama yaparken “Salih kullarla tevessül etmekte bir sakınca yoktur” sözlerinden ne kastettik­lerini, “bir mahlûktan yardım (istiğase) dilenemez” hükmüne rağmen, nasıl olup da İmâm Ahmed’in:

“Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile tevessül et­mekte bir beis yoktur” diyebildiğini sorarlar. O, ceva­bında şu açıklamayı yapar:

“Aradaki fark açıktır. Bazılarını Salih kullarla teves­süle izin vermeleri, bazılarının sadece Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile tevessüle izin vermeleri, âlim­le­rin çoğunluğunun da tevessülü yasaklayıp kerih gör­müş olmaları, fıkha taalluk ettiği için mevzumuzun dı­şında bir konudur. Her ne kadar bize göre doğru olan cumhu­run bunu mekruh görmesi olsa da, içtihadî meseleler­den birisinin muteber olmadığını ileri sürmek muteber değildir. Bu yüzden tevessül edenleri de reddedeme­yiz. Bizim inkâr et­tiğimiz şey, bir mahlûka hem de Allah’a edildiğinden daha fazla duâ ediliyor olması, şeyh Abdulkadîr ya da bir başkasının kabrine yönelip sıkıntıla­rın giderilmesi ve istekleri­nin verilmesi için saygı ile ondan istekte bulu­nulması­dır. Burada nerededir sırf Allah’a duâ etmek? Nerededir Allah’la beraber hiç kimseye duâ etmemek? Ama birisi çıkar duâ ederken “Allah’ım! Ben senden Peygamberlerin ya da Salih kullarının vesilesi ile şunu şunu istiyorum” diye duâ etse, sadece Allah’a duâ ettikten sonra, herhangi bir kabrin ya­nında duâ edi­yor olsa bile, bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir. (Muhammed bin Abdulvahhab tüm eserleri 3.kısım, s:68 Muhammed bin Suud İslâm fakültesinde Muhammed bin Abdulvahhab haftasında neşrolunmuştur.)diyor.

Muhammed bin Abdulvahhâb’ın bu sözleri, tevessü­lün ona göre de câiz olduğunu göstermektedir. Ona göre tevessül, cumhur ulemânın mekruh gördüğü bir şeydir. Ama mekruh, haram bile değildir. Nerede kaldı ki bazıları­nın dediği gibi bid’at ya da şirk olsun.


Şimdi gelelim şu çok savunduğunuz "iyyake nestağin" ayetine bunun açıklamsını daha evvelde yapmıştım , eğer sadece Allahtan c.c. isteyeceksek siz de şirk ehlisiniz çünki doktora, avukata, işe, okula gidiyorsunuz doktordan medet umuyorsunuz, avukattan yardım alıyorsunuz, öğretmenden öğreniyorsunuz Neden Sedece Allahtan c.c. İstemiyorsunuz....?


kamer34 05 Ocak 2012 05:55

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Şimdi gelelim şu çok savunduğunuz "iyyake nestağin" ayetine bunun açıklamsını daha evvelde yapmıştım , eğer sadece Allahtan c.c. isteyeceksek siz de şirk ehlisiniz çünki doktora, avukata, işe, okula gidiyorsunuz doktordan medet umuyorsunuz, avukattan yardım alıyorsunuz, öğretmenden öğreniyorsunuz Neden Sedece Allahtan c.c. İstemiyorsunuz....?

ALINTI
Bu sözcklere ancak gülerim. Burada konu manevi ruhlardan medet ummak olduğunu bilmem söylemem gerekirmi.
1- Biz müslümanlar tağutlardan tağutların mahkemelerinden medet ummayız bu sebepten dolayıda avukata falan ihtiyaç duymayız. Ancak ölüm ve müebbet hapis gibi ikrah gerektiren hallerin dışında. Çünkü biz müslümanlar tağutu inkar etmekle mükellefiz.


2- Biz müslümanlar asla yanlışın araksında durup onu savunmayız, bu yanlış ismi nekadar büyük olursa olsun kişilerden gelse bile. Şeyhim söylemişse bu doğrudur mantığını asla taşımayız.


3- Muhammed bin Abdulvahhabın genel fikirlerini bilenler o cümlenin kendisine ait olmadığını bilir. Kitap dipnotunu ve sayfa numarasını rica ediyorum. İbn-i Teymiyyenin buna benzer bazı fikirlerinin var olduğunu biliyorum. Fakat kesinlikle tasavvufdaki gibi tevessül mantığını tekfir ettiğinide biliyorum.


4- Asl olan düşüncenin kuran ve sünnete uygun düşmesidir. Ben Ahmed bin Hanbelin fikirlerini meselelere bakış açısını çok takdir ediyorum fakat bu şu anlama gelmez. Onun her söylediği tartışılamaz yada her söylediği kurana uygundur anlamına gelmez.


5- Körü körüne taklit edenlerin sonu tağuta kul olmaktan başka bir yere çıkmaz. Bunu iyi bilmek lazım.

kamer34 05 Ocak 2012 06:10

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
İddia:

Biz büyük zatlarla tevessül ederken, tıpkı hükümdarın has adamları ile tevessül edildiği gibi tevessül ediyoruz.

Hükümdar ile görüşmek istesen araya birisinin girmesi, bir kişinin seni hükümdara takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir hükümdarla veya bir bakanla pat diye görüşebilir misin? İşte bu zatlarda bizimle Allah arasında bir vesile, bir vasıta olmaktadır.

Bizim bu zatlara bakışımız, onların bize yardımcı olacağı yolundadır. Mesela bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar davayı kazanırlar. Bu zatlarda bizim avukatımızdır. Çünkü onlar hükümdara daha yakındır
Cevap:

Müşriklerde aynen iddia ettiğiniz gibi, Allah’tan ayrı olarak meleklerden, peygamberlerden ve salihlerden bazılarını şefaatçi ediniyorlardı.

Siz, gizli açık her şeyi bilen Allah Teâlâyı hakimle bir mi tutuyorsunuz?

“O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin işi başından aşacaktır.” (Abese: 34-37)

Durum böyle iken bu zatlar nereden fırsat bulacaklarda sizi savunacaklar.

Ensar’dan Ümmü’l-alâ diyor ki:

“Muhacirlere kur’a çekilince bize Osman b. Maz’un düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebu’s-Sâib! (Osman b. Maz’un radiyellahu anh’ın lakabıdır.) Allah sana rahmet eylesin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim." Bunun üzerine Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?”

Dedim ki, "Babam sana kurban ey Allah’ın Elçisi Allah ya kime ikram eder?" Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

“Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. VAllahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah’ın elçisi olduğum halde nasıl karşılanacağımı vAllahi bilmiyorum.”

Ümmü’l-alâ dedi ki, “VAllahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem.”
(Buhârî, Cenâiz, 3.)

Şimdi Allah'ın rasulunun bu beyanı ortada dururken kalkıp kendi şeyhlerine cennetin en üst makamlarını parselleyen zihinlere ne demeli.

Allah’ın Rasulü (s.a.v) ölen ashabının akibetini bilmediği halde, sizler bu zatların Cennete gideceğinden o kadar eminsiniz ki Allah’ın huzurunda sizi savunacağını söyleme cesaretini bile kendinizde gösteriyorsunuz!

Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah Teala için bu sözler nasıl söylenebilir.!

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki; insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız..” (Kaf: 16)

“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve herşeyden haberdardır.” (Mülk: 14)

Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah’ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avukatlığınızı yapacak olan zat, haşa, Allah’ın huzurunda onu hatırlatacak? Ya da Allah, haşa, yargılamada hata mı yapacak ki, bu zat ona engel olacak? Bu inanç şirktir! Ne kadar yanlış bir yolda olduğunuzu anlıyorsunuz değil mi?

Allah ile kul arasına vasıta koymak şirkin ta kendisidir. Zümer Suresinde buna dikkat çekilmektedir.

Allah’u Teala şöyle buyuruyor:

“İyi bilinmelidir ki, halis din Allah’ındır. Allah’ı bırakıp O’ndan başka dostlar edinenler “Biz onlara ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz” derler. Muhakkak ki Allah aralarında ayrılığa düştükleri konularda hükmedecektir. Şüphesiz ki Allah yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete erdirmez.” (Zümer: 3)

İbn-i Teymiyye diyor ki:

“Hükümdarlarla vatandaşları arasındaki aracılar gibi, Allah (c.c) ile kulları arasında aracılar olduğunu kabul ediyorsanız; nasıl ki vatandaşlar ya direkt olarak ihtiyaçlarını hükümdara aktarmayı saygıya aykırı gördüklerinden ya da aracıların, hükümdara kendileri için daha yararlı olur düşüncesiyle ihtiyaçlarını aracılara arzedip aracılar da bunları hükümdara iletiyorlarsa, Allah (c.c) ile kulları arasındaki aracıların da, kulların ihtiyaçlarını Allah’a ilettiklerini, Allah’ın da ancak onların aracılığıyla kullarını hidayete erdirdiğini ve onlara rızık verdiğini; halkın, ihtiyaçlarını bu aracılardan isteyip onların da bunları Allah (c.c)’tan istediklerini söylüyorsanız, bunu söyleyen, kafir ve müşriktir.” (İbn-i Teymiye/ Tevessül shf. 160, 161)

Esadullah bey buyrun Muhammed bin Abdulvahhabın en çok etkilendiği kişi ibn-i Teymiyyedir. Onun görüşüde aynen bu şekildedir.

İşte bu şekilde vasıtalara gerek yoktur. Çünkü Allah kuluna herkesten ve herşeyden yakındır.

Kim: “Halk ihtiyaçlarını saygı gereği direk olarak hükümdara iletemez. Hükümdarın, has adamlarının aracı olması gibi, salih zatların Allah ile kulları arasında ki aracılığı ile kullarını hidayete erdirir ve onlara rızık verir.” derse kafir ve müşrik olur. Bu kimse, yaradılmışı yaradana benzetmiş ve Allah’a denk varlıkların bulunduğunu kabul etmiştir. Halbu ki hükümdarlarla halk arasındaki aracılar şu üç şeyden birini yaparlar:

1-Halkın, hükümdar tarafından bilinmeyen durumunu onlara aktarırlar. Kim meleklerin, peygamberlerin v.b.nin haber vermediği sürece Allah’ın, kullarının durumundan haberdar olmadığını söylerse kafir olur.

2- Hükümdarlar, yardımcıları olmadan halkı yönetmekten aciz kaldıkları, düşmanlarını başlarından savamadıkları için onlara muhtaçtırlar. Her türlü eksikten münezzeh olan Allah, aczden dolayı ne bir yardımcıya nede bir dosta muhtaçtır.

3- Hükümdarın, halkın iyiliğini ve onlara karşı merhametli olmayı istememesi halinde, yardımcıları, halkın ihtiyaçlarını karşılamak için öğüt ve yüceltme yolu ile onların irade ve himmetlerini harekete geçirirler. Allah ise her şeyin Rabbi ve Hükümranıdır. O’nun kullarına şefkati, annenin, oğluna şefkatinden daha fazladır. İyilik yapmak isteyenin kalbindeki iyilik yapma arzusunu, şefkatini, şefaat etmek isteyenin kalbindeki şefaat duygusunu ve iyilikle şefaati bizzat yaratan O’dur.

Söyler misininiz, yaratan, besleyen, büyüten ve bize bizden yakın olan Allah mı bizi daha iyi tanır, yoksa bu zatlar mı?

Tabii ki, Allah tanır derseniz o zaman sizlere sorarız peki bu zatlar sizin neyinizi Allah’a tanıtacak?

Uyarı: Toplumumuzda çok önemli bir inanış şekli olan "ruhaniyyetten İstimdat" ya da günümüzün türkçesiyle (Evliyaların ruhundan yardım dilemek) kaynağını animizimden alır. "Animizim", ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inançtır.

DEVAMI VAR inşAllah........

kamer34 05 Ocak 2012 09:30

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

la diyebilmek Üyemizden Alıntı (Mesaj 150360)
yazınızın devamını bekliyorum,kaleminize sağlık güzel,bi paylaşım Allah razı olsun.Bu arada bi ihtarım olacak kanımca Kehf 25.Ayetindeki 309 YIL olayındaki ayeti biraz daha geniş araşatırın burda rakamsal bi yılı sadece Allah bilir ne kadar kaldıklarına dair bunuda kehf 26 ayette görüyüruz.300 ve üçyüze dokuz ekleyenler İDDA sahipleridir[Allahu alem]..

Bu uyarın için Allah razı olsun kardeş. Size katılıyorum islamda rakamsal bilgiler pek verilmez. Cehennem bekçileri içinde kafirler arasında tartışma çıkmış cenabbi Allah bu sayıların önemli olmadığını asıl anlaşılması gerektiği konun dışına çıkılmamasını emir buyurmuştur.

Geleneksel anlayışa göre takriben o rakam kabul edildiği için yazdım. İnşallah daha dikkat ederim
Allah’a emanet ol

bilinmez 05 Ocak 2012 12:25

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Sayın esedullah,sizin mürşidiniz bu değil mi...ve siz gavsın sayesinde mi,insan olmuşsunuz,veya insanlar size gavsın sayesindemi selam veriyor,veya siz gavsın çocuklarının köpeğimisiniz,kölesimisiniz...Bunları mürşidiniz diyor da...Rasulullah böyle bi çağrı yapmış mı ESDULLAH..Rasulullahın varisleridir diyorsunuzya bu insanlara..

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Kulların arasına giriyor,ama GAVSINI ALLAH LA BAŞ BAŞ BIRAK DİYOR..kÖLELİK RUHUNA İŞLEMİŞ BÖYLE Bİ ZİHNİYETİN..

Esadullah 05 Ocak 2012 13:20

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Uzun zamandır dinlememiştim Allah razı olsun ne kadar güzel sohbet ediyor Mübarek ,

Bu Sohbetin evvelini biliyormusunuz burda Dine Hizmet etmiş bir insanın Gavs diye belirttiği yani hizmetlerine rağman Münkirlik edenlere bir cevap var hem Tarikat içinden bakın kendi yolundaki münkielere değiniyor yani Hakkı savunuyor.Burda bir insana yapılan haksızlıklara karşı o insanlar övülüyor bir nevi methiye mecaz umarım anlamışsınızdır.İslama hizmet etmiş bir şahsın Ahdine Vefa göstermek ne güzeldir.Allah c.c. yoluna hizmet edene kölede olunur kapısında da yatılır.

Sonra bakın bütün müslümanları sevin diyor nereye bağlı olursa olsun İslamın amacı bu değilmi? Kuranın amacı bu değilmi?

Bakın gine ne diyor bizim görevimiz insanları birlik beraberlik te toplamaktır.N ekadar güzel değilmi amacımız bu değilmi ?

Bütün müslümanlar kardeştir diyor amenna va saddakna

Küfrün sonu felakettir diyor bunada amenna ve saddakna

Bu fitne zamanında tahriklere kapılmamak lazım , müslüman zeki olması lazım , feraset sahibi olması lazım diyor , Maşallah hak olanda bu değilmidir?

Müslüman Kendi nefsi ve arzularının peşine gitmemesi lazım diyor , doğru değilmi ?

Şeytana oyuncak olmayalım ona uymayalım , Amenna ve saddakna

Bu kadar güzel bir sobeti şirke nasıl bağladınız anlamadım


Ayriyeten KÖPEK kelimesi bu sohbette geçmiyor bu tip ithamları neden eklersiniz anlamıyorum bu vebaldir kardeşim vebal....

Esadullah 05 Ocak 2012 13:25

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

kamer34 Üyemizden Alıntı (Mesaj 150439)
Şimdi gelelim şu çok savunduğunuz "iyyake nestağin" ayetine bunun açıklamsını daha evvelde yapmıştım , eğer sadece Allahtan c.c. isteyeceksek siz de şirk ehlisiniz çünki doktora, avukata, işe, okula gidiyorsunuz doktordan medet umuyorsunuz, avukattan yardım alıyorsunuz, öğretmenden öğreniyorsunuz Neden Sedece Allahtan c.c. İstemiyorsunuz....?

ALINTI
Bu sözcklere ancak gülerim. Burada konu manevi ruhlardan medet ummak olduğunu bilmem söylemem gerekirmi.
1- Biz müslümanlar tağutlardan tağutların mahkemelerinden medet ummayız bu sebepten dolayıda avukata falan ihtiyaç duymayız. Ancak ölüm ve müebbet hapis gibi ikrah gerektiren hallerin dışında. Çünkü biz müslümanlar tağutu inkar etmekle mükellefiz.


2- Biz müslümanlar asla yanlışın araksında durup onu savunmayız, bu yanlış ismi nekadar büyük olursa olsun kişilerden gelse bile. Şeyhim söylemişse bu doğrudur mantığını asla taşımayız.


3- Muhammed bin Abdulvahhabın genel fikirlerini bilenler o cümlenin kendisine ait olmadığını bilir. Kitap dipnotunu ve sayfa numarasını rica ediyorum. İbn-i Teymiyyenin buna benzer bazı fikirlerinin var olduğunu biliyorum. Fakat kesinlikle tasavvufdaki gibi tevessül mantığını tekfir ettiğinide biliyorum.


4- Asl olan düşüncenin kuran ve sünnete uygun düşmesidir. Ben Ahmed bin Hanbelin fikirlerini meselelere bakış açısını çok takdir ediyorum fakat bu şu anlama gelmez. Onun her söylediği tartışılamaz yada her söylediği kurana uygundur anlamına gelmez.


5- Körü körüne taklit edenlerin sonu tağuta kul olmaktan başka bir yere çıkmaz. Bunu iyi bilmek lazım.

Siz benim yazdıklarımı okumuyormusun sevgili kardeşim Kitap ve sayfa numarasını kaynağı kırmızı yazdım görün diye , siz böyle o buna ait değil şu buna ait değil derseniz ortada eser kalmaz mazallah

Tasavvufta herşey (özel batıni haller hariç) Kurana ve Sünnete ve Şeriata asla ters değildir.Kimsede Mürşidi ni İlah görmez Amaç Allahtır c.c. Mürşid de yol gösterendir.Siz Abdulvahhab okur öğrenirsiniz biz Mürşidimizden ama Amaç aynıdır.Şimdi hal böyle olunca biz Şirk ehli sizde Takva ehli mi oluyorsunuz ?

en büyük TAĞUT nefsdir umarım bunu yıkar müslümanlar evvela yoksa nefislerine uyan ve harab olanlardan olurlarda Allah muhafaza sapıtanlardan olurlar Allah bizleri uzak tutsun inşaallah.....

bilinmez 05 Ocak 2012 13:47

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

Esadullah Üyemizden Alıntı (Mesaj 150471)
Uzun zamandır dinlememiştim Allah razı olsun ne kadar güzel sohbet ediyor Mübarek ,

Bu Sohbetin evvelini biliyormusunuz burda Dine Hizmet etmiş bir insanın Gavs diye belirttiği yani hizmetlerine rağman Münkirlik edenlere bir cevap var hem Tarikat içinden bakın kendi yolundaki münkielere değiniyor yani Hakkı savunuyor.Burda bir insana yapılan haksızlıklara karşı o insanlar övülüyor bir nevi methiye mecaz umarım anlamışsınızdır.İslama hizmet etmiş bir şahsın Ahdine Vefa göstermek ne güzeldir.Allah c.c. yoluna hizmet edene kölede olunur kapısında da yatılır.

elcevab..Sayın esedullah adam GAVSIN SAYESİNDE İNSAN OLDUĞUNU SÖYLÜYOR,niye önceden insan değil miydi veya gavsı olmyan insan değil midir.Daha sonra insanların gavasın BEREKETİYLE selam verdiklerini söylüyor,bu gavs nelere kadir miş.Ahde vefadan behsediyorsunuz sayın esedullah ahde vefa KÖLELİK,midir ki KÖLE OLMAY ÇAĞIRIYOR..Peygamberi örnek almışya gavsın soruyorum peygamber kime KÖLEM OL DEMİŞ,ve insanları köle olmaya çağırmış mı .

Sonra bakın bütün müslümanları sevin diyor nereye bağlı olursa olsun İslamın amacı bu değilmi? Kuranın amacı bu değilmi?

el cevab..müslümanları sevmek tabiki islamın prensipleridir.ama müslümsn ile insanları kendisine ve gavsına köle olmaya çağırmak sevgi değil,dir aşırılıktır.

Bakın gine ne diyor bizim görevimiz insanları birlik beraberlik te toplamaktır.N ekadar güzel değilmi amacımız bu değilmi ?

elcevab.islamın amacı insanları birlik beraberliğe değil,bu tür kölelik zihniyetinden kurtarmak ve onları hakikatle tanıştırıp sadece Allaha kul olmaya çağrıdır.yoksa ne olursan ol gel dini sizin tasavvuf inancınız temeline dayanır.ama islamda KABULDEN ÖNCE RED VARDIR,Laihe var sonra İLLAALLAH kabulu var.

Bütün müslümanlar kardeştir diyor
amenna va saddakna

EL CEVAB.ama müslümanlar bakın Allah ta öyle diyor,hucurat10 müminler ancak kardeştir.bütün insanlar değil ,yukarda bütün insanları birleştirmektir diyordunuz hani..

Küfrün sonu felakettir diyor bunada amenna ve saddakna

EL CEVAP.TABİKİ FELAKETTİR AMA KÜFÜR NEDİR ONU BİLİYORMUSUNUZ,küfür hakkı örtmek,gizlemek batılı hak gibi göstermektir.tasavvufta tamda bunu yapıyor.RABITA,ARACILI DUA,ZİKİR ADI ALTINDA,KAFA SALAMA,VİRD,HATME, Bunlar hep hakkı örtmedeki araçlarıdır bunların.

Bu fitne zamanında tahriklere kapılmamak lazım , müslüman zeki olması lazım , feraset sahibi olması lazım diyor , Maşallah hak olanda bu değilmidir?


el cevab..müslüman zaten zekidir çünkü müslüman ŞU AYETTE BASİRETLE HAKKI VE BATILI AYIRD EDER[MÜRSELAT 4]

Müslüman Kendi nefsi ve arzularının peşine gitmemesi lazım diyor , doğru değilmi ?

EL CEVAB.Kendi nefsinin peşine giden belli işte ortada...

Şeytana oyuncak olmayalım ona uymayalım , Amenna ve saddakna

El cevab.ne şeytana nede,şeytanın izinde giden zihniyetin...

Bu kadar güzel bir sobeti şirke nasıl bağladınız anlamadım

MÜRSELAT SÜRESİ ..4.hakı ve batılı ap açık ayırd edene..

Ayriyeten KÖPEK kelimesi bu sohbette geçmiyor bu tip ithamları neden eklersiniz anlamıyorum bu vebaldir kardeşim vebal....

kÖPEK DEMEMİŞ DOĞRU, BUNDA Bİ YANLIŞIM OLMUŞ ONU KABUL EDİYORUM,başka bi tasavvufun havariliğini yapn kişiden di bununla karıştırmışım...

Esadullah 05 Ocak 2012 16:48

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

la diyebilmek Üyemizden Alıntı (Mesaj 150474)
kÖPEK DEMEMİŞ DOĞRU, BUNDA Bİ YANLIŞIM OLMUŞ ONU KABUL EDİYORUM,başka bi tasavvufun havariliğini yapn kişiden di bununla karıştırmışım...

Açıkcası kardeşim yorum ve cevaplarınıza tebessüm ettim , Allah c.c. hayırlısını versin siz bir Futbol fanatiği gibi sarılmışsınız ve olumlu dahi olsa olayları kendi fikrinizce görmeye dalmışsınız....

Allah c.c. yar ve yardımcınız olsun vesselam veddua

kamer34 05 Ocak 2012 18:35

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Güzel abim konuyu lütfen dağıtmayalım. Sizin dipnot dediğiniz bu cümle değilmi (Muhammed bin Abdulvahhab tüm eserleri 3.kısım, s:68 Muhammed bin Suud İslâm fakültesinde Muhammed bin Abdulvahhab haftasında neşrolunmuştur.)diyor. Tüm eserleri sayfa 68 diyorsunuz bu demektirki bu söylem eserlerinden herhangi birinden alıntı yapılmıştır bende diyorumki hangi eseri olay bu.

Bakın gerek ibn-i Teymiyye gerek muhammed bin abdulvahab ne tevessülü nede tasavvufu sizin anladığınız manada yorumlamamışlardır.

Yukarıda ibn-i Teymiyyeinin konuyla ilgili görüşlerini aktardı ibn-i teymiyye sizi sizin gibi düşünenleri tekfir ediyor.

Aslında konumuz burada ne ibn-i Teymiyye nede muhammed bin abdulvahabdır. Konuyu siz oaraya çektiniz.

Sizin anlayışınızdaki tevessülün tanımını delilleri ile aktarmaya devam ediyorum. Bu düşüncenin islama göre tanımı açıkça görüldüğü şekilde ŞİRKtir.
Bu konuyla ilgili eğer illaki sizin için zaruret varsa inşallah muhammed bin abdulavahabında konuyla ilgili fikirlerini bulur ıkarırım inşallah

Bakın yahudiler “Ticarette aybı faiz gibidir dediler” bu düşünceyi yüce mevlamız kabul etmemiş ticaret helal faiz haramdır buyurmuştur.

Sizde ruhaniyetlerden yardım isteme ile doktora tedavi olmayı aynı görüyorsunuz.
Esadullah bey tevessül konusunu delilleri ile işliyorum inşallah sizden ricam konuyu farklı yerlere çekmeden sunulan delilllere cevap vermenizdir.
Teşekkürlerimi sunarım

Bakın gine ne diyor bizim görevimiz insanları birlik beraberlik te toplamaktır.N ekadar güzel değilmi amacımız bu değilmi ?
Alıntı
Elbetteki amacımız bu değildir. Müslümanın amacı Allah’a hiçbirşeyi ortak koşmamak tüm ibadetlerini sadece Rahman olan Allah’a sunmak ve insanları buna davet etmektir.

Tevhid ehli olamamış insan kalabalıklarını bir araya toplayıp güyya Allah’ı zikir ediyoruz demek biz müslümanların işi değildir.

Allah rasulu (sav) “Bizden olmayan bizim saflarımızdada yer alamaz buyurmaktadır.”
Önce müslüman olmak,önce müslüman olmak,önce müslüman olmak, konunun özü bu.
Selamun aleykum

Muvahhid25 06 Ocak 2012 11:28

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Abdulvahhabın Keşf-el Şubuhat Eserinde Tevessül Meselesi

Kelimelerin en güzeli Bismillahirrahmanirrahım ile başlarım Allaha (c.c.) Hamd, Rasulune Salat ve selam olsun.

Vehhabi Mezhebinin kurucusu ve Keşfel Şubuhat adlı eserin yazarı Abdulvahhabın eserinde tevessül ile ilgili görüşünün izahı ve verilen cevaptır. Okuyucudan istirhamım sabırla ve dikkatlice konuyu baştan sona okumalarıdır. Bu makalede Derdimiz Abdulvahhabın yolunda gidenler gibi, Abdulvahhabı direk tekfir değil sadece yazdıklarının orta noktasını bulma ve zamanımızda önemli bir husus olan Tevessül meselesine bakışını ve yanlışlıklarını tesbittir. Okuyucuya faydalı olmasını haktan niyaz ederim. Tevfik Allahtandır(c.c)



Abdulvahhab malum eserinde derki:

Zamanımızdaki müşriklerin bize hüccet olarak ileri sürdükleri fikirlere cevab olarak Allah'ın, kitabında zikrettiği şeylerden bazılarını burada zikredebileceğim.

Bâtıl ehline cevap iki yoldan yapılır,
1) Mücmel kısa Özlü...
2) Mufassal Uzun izahlı...
a) Mücmel Cevap : Bu, düşünen ve değerini bilen için muazzam bir şey ve faydası sonsuzdur. Allah buyurur ki

"Sana kitabı indiren odur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (Temeli) dir. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar."
(Ali'imran:3/37)
Sahih bir siyasetle Hz. Peygamber (S. A. V ) de şöyle buyurmuştur : "Müteşabihleri takip edenleri görürseniz ; işte onlar, Allanın "Kendilerinden sakınınız" dediği kimselerdir."
Meselâ ; bazı müşrikler ; "Dikkat edin !.. Allan'ın evliyalarına ne korku vardır, ne de mahzun olurlar...",
(Yunus: 10/62)
Şefaat haktır veya
Peygamberlerin Allah nezdinde şanları vardır,
Yahut manasını anlamadığını bir hadisi okurda bâtını manasından bir şeyler istidlal etmeye kalkışırlarsa ; cevap olarak de ki :
Cenabı Allah, kitabında, kalplerinde hastalık olanların Muhkemi bırakıp müteşabihe tabi olduklarını zikreder... Cenabı Allah da müşriklerin Allah'ın varlığına inandıklarını, fakat Meleklere, Peygamberlere velilere sarılıp ”işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatcılarımızdır” (Yunus: 10/18) diyerek küfre girdiklerini beyan eder.Halbuki bu ifade muhkemdir manasını kimse değiştiremez.
Kur'andan veya Hz. Peygamberin sözlerinden bana zikrettiğin ifadeleri ise (ey müşrik :..) anlayamıyorum. Fakat şunu biliyorum ki ; Allah kelâmı tenakuza düşmez... Peygamber (S. A. V.) in sözleri de; Allah'ın sözlerine muhalefet etmez.
Bu cevap (cahil muvahhid tarafından söylenecek) en güzel cevaptır. Fakat bunu, Allah'ın muvaffak kıldığı kimseden başka anlayamaz. Bunu ehemmiyetsiz kabul etme.. Zira Allah buyurur:
"Bu (haslete) sabredenlerden başkası kavuşturulmaz. Buna büyük bir hazza mâlik olandan başkası O eriştirilmez.
(Fusilet: 41/319


Birincisi bu ifadelerden anlaşılıyor ki şefaate inananlar şirk erbabıdır. Oysa abdulvehhabında yolunda gittiğini iddia ettiği ve dediklerini kabul ettiği ibni teymiye bu hususta derki:

Şefaat:


Rasulullah'm (s.a.v.) Kıyamet günü üç şefaati vardır:
1- Birinci şefaati mevkıf ehline yapacağı şefaattir. Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu İsa'ya (a.s.) ya*pılan şefaat müracaatlarından sonra en son olarak Rasulul-lah'a (s.a.v.) müracaat olunacak ve onun şefaatıyla mevkıf ehli arasında hükmedüecektir.
2- İkinci şefaati Cennet ehlinin Cennet'e girmeleri için yapacağı şefaattir. Bu iki şefaat O'na (s.a.v.) mahsus şefa*ati ardır.
3- Üçüncü şefaat ise ateş hak etmiş olanlar için yapıla*caktır. Bunu i£in hem O (s.a.v.) hem diğer peygamberler, hem de sıddıklar ve başka kimseler şefaat edecektir. Ateşi haketmiş olanların ateşe atılmaması, girmiş olanların çıkma*sı için şefaat olunacak, ayrıca Allah (c.c.) şefaat olmaksızın yalnızca kendi fazlı keremiyle Cehennem'den grup grup insanları çıkaracak, dünyalılardan bu kadar kimse girdiği hal*de Cennette yine fazla yerler kalacak, bu sebeple Allah (c.c.) Cennet için başka gruplar yaratıp onları da oraya ko*yacaktır.
Ahiret yurdunun içerdiği hesap, mükafat ve mücazat Cennet ve Cehennem ile bunların ayrıntıları semavi kitap*larda Rasulullah'tan (s.a.v.) nakledilen mesur haberlerde zik-redife gelmiştir. Rasulullar tan (s.a.v.) nakledilen ilmi mi*rasta da bunlara dair yeterli ve sadra şifa mevcuttur. Bunla*rı istiyen bulabilir. (İbn-i Teymiyye, Vasıtiyye Akidesi, Tevhid Yayınları: 22-23.)

Bu ifadeleriyle abdulvahhab sade ibni teymiyeyi değil bunca alimi sahabeleri hadislerde şefaatle alakalı gelen haberleri ve kuranda peygamberlerin hatta rabbimizin peygamberlerden başka dilediğine şefaat izni vereceğini belirten ayetleride inkardır. Bumudur Muvahhidlik? Yukarda kendisinin de belirttiği, Allah kelâmı tenakuza düşmez... Peygamber (S. A. V.) in sözleri de; Allah'ın sözlerine muhalefet etmez. Sözünü bizde ona sorarız bunca ayet ve hadis varken Allah kelamı tenakuza düşermi?


Rahmân’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır. (Meryem 87)

O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez. (Taha 109)


İkincisi yukarda yunus 18 ayetinden evvel ki ifade de: Cenabı Allah da müşriklerin Allah'ın varlığına inandıklarını, fakat Meleklere, Peygamberlere velilere sarılıp ifadesinde ayettede belirtilen tapınma ifadesini kast için demişse zaten şirktir buna kimse itiraz etmez. Ama bununla onların şefaat erbabı olmadıkları fikrini desteklemekse şefaatı inkarsa zaten kendisi açık nassı inkar etmiş demektir. Kastın bu olduğu da cümlenin gelişinden açıkça anlaşılmaktadır.
Üçüncüsü yunus 18 ayeti muhkemde yunus 62 ayetinin müteşabih olduğuna muhkem olmadığına delili nedir. Yunus 62 ayetinin manası değişebilirmi ki yunus 18 ayeti muhkem manası değişmez diyip yunus 62 ayetinin değişebileceğini vurgulayarak, en başta verdiği Aliimran 7 ayetine önce kendi ters düşmüş olmazmı?



Evet devamla der ki:

2) Mufassal cevap: Allah düşmanlarının Peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlere karşı bir çok itirazları vardır ki ; bu itirazlarla insanları bu hak dinlerden uzaklaştırmaya çalışırlar. Meselâ ; derler ki:
Biz Allah'a şirk koşmayınız. Hatta (aksine) Allah'tan başka kimsenin yaratmadığına, rızık vermediğine, fayda ve zarar vermediğine şehadet ederiz. O, Tektir. Şeriki yoktur. Yine Hz. Mubammed (S. A. V.) de meselâ Abdül Kadir veya başka birisinden fazla olarak kendi nefsine ne fayda, ne zarar temin edebilir. Yani bunların hepsi Allah'tandır. Fakat ben günahkârım. Salih, iyi insanların Allah nezdinde yüce şanları vardır. Ben de bunların vasıtasıyla Allah'tan istiyorum.
Bunlara cevap olarak önce söylediğimizi söyle :
Yani Hz. Peygamber (S. A. V.) in kendilerine harp açtığı kimseler de bu söylediklerinizi kabul ediyorlar. putlarının aslında hiç bir şey yapmaya muktedir olamadıklarını, ancak onlar vasıtasıyla şan ve Şafaatı beklediklerini söylüyorlardı. Ve Allah'ın kitabından bu mevzu ile ilgili âyetleri onlara oku...
Şayet derlerse ki : Bu âyetler puta tapanlar hakkında nazil oldu. Sâlih-iyi insanları nasıl olur da peygamberleri put yaparsınız ?

Buna cevap olarak ikinci bölümde zikrettiğimizi söyle...

İKİNCİ BÖLÜMDE ZİKRETTİĞİMİZİ SÖYLE DEDİĞİ YER:

Rasulüllah (S. A. V.) in kendileriyle savaştığı müşrikler de Allah'ın birliğine inanıyorlardı. Buna delil Cenabı Allah'ın şu ayetleridir :
"Deki ; size gökten ve yerden rızık veren kim ?... O kulaklara ve gözlere malik olan kim ? Ölüden diriyi kim çıkarıyor ? Diriden ölüyü.kim çıkarıyor ?:. İşi kim tedbir ediyor ? Derhal diyecekler ki : "Allah." De ki "O halde sakınmaz mısınız..."
(Yunus:10/31)
"De ki, o yer ve ondakiler kimindir, biliyor musunuz.?.. "Allah'ındır" diyecekler. Ohalde iyiden iyi düşünüp ibret almaz mısınız siz?... De ki; O yedi göğün rabbi ve o büyük arşın sahibi kim?.. (Yine) "Allah'ındır" diyecekler, sen de de : "Öyledir de sakınmaz mısınız ?..." De ki : Her şeyin mülkü elinde bulunan kimdir ? Ki daima o himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor : Biliyorsanız.. (Hepsi) "Allahındır" diyecekler. De ki; o halde nasıl aldanıyorsunuz?.
(Mü'minün:23/84-90)


Birincisi bunlara cevap olarak önce söylediğimizi söyle dediği yerin cevabını yukarda zaten verdik.
İkincisi : Şayet derlerse ki : Bu âyetler puta tapanlar hakkında nazil oldu. Sâlih-iyi insanları nasıl olur da peygamberleri put yaparsınız ?
Buna cevap olarak ikinci bölümde zikrettiğimizi söyle...

Diyerek ikinci bölümde verdiği ayetlere gelince kendisinin iddia ettiği gibi Müşrikler hiçte Allahı (c.c.) bir bilmiyorlardı ve ayetten de Allahı tek bildiklerine dair bir ifade direk anlaşılmaz. Allahı bilmek ayrı şeydir Allahı bir bilmek ayrı şeydir bunların ikisi aynı şey olmadığı açıktır. Eğer onlar Allahı bir bilselerdi Rabbimiz kuranda: Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu, yalancı bir sihirbazdır.” İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!” (Sad 4-5)
Buyurarak Kabe müşriklerinin puta tapanların Allaha denk tutarak Haşa başka Allahlarında var olduğuna inandıklarını ve çok Allahların tekbir Allah mı yaptı diyerek bunu açıkça belirtmiştir. Böyle bir durumda kuranda tezat olmadığına göre demek ki kendi iddiasını doğrulamak için velilere ve Salihlere tevessül edenleri puta tapanlarla aynı görerek ayeti kendine uydurmuş aliimran 7 ayetinde ki hastalığı sergilemiştir.
Konunun daha net anlaşılması için müşrik kelimesini anlamamız lazımdır. Müşrik malumunuz "Ortak (şirk) koşan" kimse demektir. Kelimenin kökünü "ortak koştu" manasını taşıyan eşreka mazi fiili meydana getirir. Bu kelime if'âl bâbındandır ve müşrik kelimesi de eşreka fiilinin ismi failidir. İslami ıstılahta şirk, Allah Teala (c.c.)'ya inanmakla birlikte, kudret ve kuvvette ona denk başka Allahların da var olduğunu kabul etmek demektir.Açıktan açığa, hiç bir engel tanımaksızın Allah(c.c.)'a ortak koşan, birkaç ilahın varlığını kabul edenler "zahirî müşrik" olarak isimlendirilirler. Mecusîler gibi. İslâm dininin esaslarını reddeden, "la ilâhe illallah" akidesini kabul etmeyen ve bunları açıkça ilan edenler de "hakiki müşrik" olarak isimlendirilirler. Yahudi ve Hristiyanlar "hakiki müşrik" grubuna dahil olmaktadırlar. Bilindiği gibi "la ilâhe illallah" akidesi, Allah (c.c.)'tan başka Allah olmadığı, O'nun ortağının, eşi ve benzerinin bulunmadığı esasına dayanır. Yahudi ve Hristiyanlar, bu esası kabul etmeyerek Allah (c.c.)'a şirk koşmuşlardır. Allah Teâlâ (c.c.). Yahudi ve Hristiyanların bu tutumları hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de:Yahudiler, “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah, onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar! Tevbe 30)

Bu kısa bilgiden sonra konuya devamla derki:



Şayet onlar. Kâfirlerin Allahı kabul ettiklerini söylerler de kendilerinin şefaattan başkasını beklemediklerini beyan ederek aralarında fark görmek isterlerse de ki :
Kâfirler de ayrı ayrıdır. Meselâ bazıları putlara ibadet ederler. Onlardan isterler. Bazıları Evliyadan medet umarlar. Allah bunlar hakkında şöyle buyurur : "Onların taptıkları da hangisi Rablerine daha yakın (olacak) diye bizzat vesile arayıp duruyorlar..."
(İsra: 17/57)
Bu verdiği ayettende açıkça anlaşılıyor ki Allahtan değil Allaha denk tuttukları yerine koydukları ilahlarına tapıyor ve istiyorlar oysa evliya veya peygamberlere müsebbibin Allah olduğunu bilerek ve Allahtan isteyerek onlara tevessül edenlerle nasıl bir tutup da küfürle itham ediyor. Aradaki fark gayet açıktır. Hem onun dediği gibiyse “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, ona ulaşmak için vesile arayın ve onun uğrunda cihad edin. Umulur ki, felâha kavuşursunuz.” (Maide, 5/35)
ayetinde de vesileler aramayı emrediyor bu ayeti nasıl anlayacağız? Kuranda tezat yoksa bu vesilelere teşvik nedendir? Bu ayette anlatılan vesile ibadetlerdir evliya, Salihlere peygamberlere tevessülü kast etmez demek ifadeyi daraltmak demektir. Eğer Allah sizin kast ettiğiniz gibi demek isteseydi bunu açıkça ibadetlerle vesile arayın diyemez miydi? Demek ki iki ayetin ortak noktası şudur Vesileleri vesilelikten çıkarıp, bizzat vesilelerden istemek şirk olur. Mesela; "Ey Kabe bana şunu ver.", "Ey Peygamber beni affet.", "Ey filanca, benim başımdan şu musibeti al." demek şirktir. İkisini birbirbiri ile karıştırmamak gerekir. Tevessül yani vesile ile Allah’tan istemek caizken, bizzat vesileden yardım ve talepte bulunmak şirktir.



Devamla diyor ki:
Bazıları da Hz. İsa'dan ve annesinden meded umarlar. Cenabı Allah (c.c) bunlar hakkında da şöyle buyurur :
"Meryem oğlu Mesih (İsa) bir peygamberden başka değildir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sadık bir kadındır. İkisi de (kul ve beşer olarak) yemek yerlerdi. Bak, biz âyetleri onlara nasıl apaçık anlatıyoruz. Sonra da bak onlar nasıl (hakikatten) çevriliyorlar ! De ki ; Allah'ı bırakıp da size bir zarar, ne de bir faide yapmıya gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz ? Halbuki (Her şeyi) işiten ve bilen Allah'ın kendisidir."
(Maide: 5/75-76)

Sonra şu âyetleri onlara oku :
"Allah Onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere "Bunlar mı size tapıyorlardı diyecek. (Melekler) "seni tenzih ederiz, râbimiz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı ve çoğu onlara îman edicilerdi" diyecekler...
(Sebe: 34/40-41)
"Allah :" Ey Meryem oğlu İsa, insanlara (Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edinin) diyen sen misin?., "dediği zaman o, (şöyle) söyledi: Seni tenzih ederim. Hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz. Onu söyledimse elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan her şeyi sen bilirsin. Ben ise senin Zâtında olanı bilmem. Şüphesiz ki gaypleri hakkıyla bilen sensin sen..."
(Maide: 5/116)
Bu âyetleri okuduktan sonra de ki: Gördün mü, Allah, putlardan, ve Salih-insanlardan meded umanları nasıl tefsir etmiştir ! ?.. Peygamber (s.a.v) de onlarla nasıl harp etmiştir


Buraya kadar verdiği ayetlerden çok net bir şekilde anlaşılıyor ki Allaha denk tutarak onlara tapan onlardan isteyenleri anlatıyor verdiği Hz. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerde belirtilen husus Hıristiyanların Hz. İsayı (a.s) Rab olarak görmeleri hususudur buda kitabı mukaddesten çok net anlaşılıyor kitabı mukaddeste Hz. İsanın (a.s) Rab olduğunu ifade eden ayetler:

Jn.10:30 Ben ve Baba biriz.» Jn.10:31 Yahudiler O'nu taşlamak için yerden yine taş aldılar. Jn.10:38 Ama yapıyorsam, bana iman etmeseniz bile, yaptığım işlere iman edin. Öyle ki, Baba'nın bende, benim de Baba'da olduğumu bilesiniz ve anlayasınız.» Jn.20:28 Tomas O'na, «Rabbim ve Tanrım!» diye cevap verdi. Col.2:8 Dikkatli olun! Mesih'e değil de, insanların geleneğine ve dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefeyle, boş ve aldatıcı sözlerle kimse sizi tutsak etmesin. Col.2:9 Çünkü Tanrılığın tüm doluluğu bedence Mesih'te bulunuyor.
Mt.28:18 İsa yanlarına gelip kendilerine şunları söyledi: «Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi.
Bu ifadeler yardımıyla çok net yukarda ki ayetlerde Rabbimizin neyi kast ettiği anlaşılmaktadır. Şimdi Ümmetin Salihlerini, sadıklarını, muttakilerini ki varlığını kuran söylemiştir böyle bir dalaletle itham etmek ve tekfir etmek üstelik bunların hepsinin Müslüman oldukları bilinmesine rağmen ne ile izah edeceğiz? Bu ayetleri ve kavramları saptırmak değil de nedir? Diğer bir husus kendisinin selefin yolunda olduğunu ve onlar gibi iman esaslarına inandığını söylemesine rağmen selefin itikatıyla bağdaşmayan bir itikat sergilemesi de ayrıca düşündürücüdür. Çünkü :Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam Ahmet (r.a)'a göre Şer'î İman; "İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân"dır. Yani, "dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel" Fakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri "fâsık ve âsi" saymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir. Nitekim İbni Teymiye bu hususta derki:


Ehl-i Sünnet'in usulünden biri de şudur: Din ve iman, hem söz, hem ameldir. Kalbin, dilin ve organların amelidir ve iman itaat ile artar, isyan ile azalır.
Bununla birlikte onlar (Ehli Sünnet) ehli kıbleyi, Hari*cilerin yaptığı gibi sırf isyanları ve günah-ı kebairleri (büyük günahları) sebebiyle tekfir etmezler. Aksine masiyetlere rağmen din kardeşliği devam eder. Nitekim Allah Sübha-nehu ve Teala kısas ayetinde şöyle buyurmuştur:
"Fakat kim (yani katil), kardeşi tarafından affedilir*se, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması (uy*gun diyeti istemesi, affedilenin de) güzele onu ödemesi ge*rekir." (Bakara: 2/178) "Eğer inanlardan iki grup vuruşurlarsa onların ara*sını düzeltin. Şayet biri ötekisine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık onların arasını ada*letle düzeltin ve adil olun. Allah adaletli hareketedenle*ri sever. Muhakkak müminler kardeştirler. Kardeşleri*nizin arasını düzeltin." (Hucurat: 49/9-10)

Onlar, fıskı, zahir olanları büsbütün imansız sayarak, ebedi Cehennem'de kalacağını da söylemezler.
Mutezile, böylelerini imansız sayarak sonsuza kadar Ce*hennem'de kalacakları görüşündedirler. Halbuki fasık, iman dairesi içindedir. Nitekim:
"Mümin bir köle azad etmesi gerekir." (Nisa: 4/92) (şeklindeki bir mümini hata ile Öldürene ceza takdir ederek onu iman dâiresinde sayan) ayette ve benzerlerinde bu du*rum söz konusudur.
"Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın ayetleri okundu*ğu zaman (bu ayetler) onların imanlarını artırır. (Enfal: 8/2)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Zina eden, zina ettiği zaman, mümin olduğu halde zi*na etmez.
"Çalan, çaldığı zaman, mümin olduğu halde çal*maz.
"Halkın gözleri önünde kıymetli bir şeyi yağma eder*ken, mümin olarak yağma etmez.
Bu sözlerde olduğu gibi, böyleleri mutlak mümin is*miyle anilmayabilirler. Bu bakımdan ehli sünnet bu gibi kimseler için "İmanı eksik mümin" veya "İmanı sebebiyle mümin, büyük günahı sebebiyle fasık" derler. Yani ona, ne mutlak "iman" ismi veriyor, ne de tamamen verilmezlik ediyor. (İbn-i Teymiyye, Vasıtiyye Akidesi, Tevhid Yayınları: 25-26.)


Peygamberimiz (s.a.s) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen "kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" söylediği halde, onu niçin öldürdün?" diye sormuş, "o bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi" cevabını alınca: "Onun kalbini yarıp ta (imanı var mı diye) baktın mı?" buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).
İbni teymiyenin izahından, Abdulvahhabın asıl kaynağı olan sözde yolunda gittiğini söylediği selefin itikadından farklı olarak aslında mutezilenin görüşünü benimsediği açıktır.



Evet Keşf-ül Şubuhatta devamla derki:

Derler ki: Haklarında Kur'an inen kimseler
Allah'tan başka bir ilâh olmadığına inanmazlar. Peygamberi yalanlarlar, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler, Kur'anı yalanlar ve onu sihir kabul ederlerdi... Halbuki biz ; Allah' tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (S. A. V.) in O'nun Rasûlu olduğuna şehadet ediyor. Kur'anı tasdik ediyor, öldükten sonra dirilmeye inanıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyoruz. Böyle» olunca nasıl olur da bizi onlar gibi kabul edersiniz ?..

Cevap: Rasûlüllah (S. A. V.) e bir meselede inanıp bir meselede inanmayanın kâfir olduğu hususunda bütün ilim adamları ittifak etmişlerdir. Kur'an'ın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmayan, Tevhidi kabul edip namazın farziyetini inkâr eden yahut tevhide ve namazın farz oluşuna inanıp zekâtın farz oluşuna inanmayan ya da hepsine inanıp orucun yahut haccın farz oluşuna inanmayan da ayrı hükümdedir. «
Hz. Peygamber (S. A. V.) zamanında hacca gitmeyenler olunca Cenabı Allah şöyle buyurmuştur:
"Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i hacc etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Küfreden ise: ALLAH, alemlerden müstağnidir."
(Ali'imran: 3/37)
Bunların hepsine inanıp öldükten sonraki dirilmeyi inkar edenin kâfir olduğu icma'ile sabittir. Onun kanı de helâldir. Yani bundan dolayı öldürülebilir. Allah buyurur :
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, bir de ALLAH ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz"(Nisa: 4/150-151) diyen ve böylece (küfür ile iman) arasında bir yol tutmaya yeltenen kimseler (yok mu) işte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler. Biz okafirlere hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamışızdır." ?
İnanılması gereken bazı şeylere inanıp bazılarına inanmayanın kâfir ve zikredilen cezaya müstahak olduğunu bizzat ALLAH izah ettiğine göre ; şüphe ortadan kalkmış olur.
Şu halde her şeyde Rasulullah'ı tasdik edip namazın farz oluşunu inkâr eden, kâfirdir, kanı helâldir. Bu, icma' iledir.
Yine her şeye inandığı halde öldükten sonra dirilmeye inanmayan, yahut Ramazan orucunun farziyetini inkâr edip diğer bütün şeylere inanan ; bütün mezheplere göre aynı hükümdedir. Kur'anı Kerim de bunlar için ayni ifadeyi kullanmıştır.
Yine her şeye inandığı halde öldükten sonra dirilmeye inanmayan, yahut Ramazan orucunun farziyetini inkâr edip diğer bütün şeylere inanan; bütün mezheplere göre aynı hükümdedir. Kur'anı
Kerim de bunlar için ayni ifadeyi kullanmıştır. Bilinmektedir ki Tevhid, Hz. Peygamberin bildirdiği en muazaam farzdır Namazdan, zekâttan, oruçtan ve Hac'tan daha muazzamdır. Nasıl olur da Rasûlüllah'ın bütün tebliğ ettiklerini yaptığı halde bu farzlardan birisini inkâr eden kâfir olur da,bütün peygamberlerin yolu olan tevhidi inkâr eden
'"kâfir olmaz ! ?.. Hayret!.. Bu cehâlet ne kadar acayiptir


Buraya kadar verilen cevapta zaten ehli sünnet inancında olduğu gibidir. Lakin madem kuranın bazısına inanıp bazısına inanmayanların kafir olduğuna inanıyor ve bunu ifade ediyor o zaman kendi ile çelişiyor demektir. Çünkü yukarda da izah ettiğimiz üzere şefaate ve tevessüle açıkça inanmadığı bellidir. Şefaat ayetleri kurandan değil midir? Kendiside bu ayrımı yapmış olmuyormu?

İşte bu çelişkilerinin asıl sebebi ise Şüphesiz tevhid, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa insan, müslüman sayılmaz. Diye inandığından kaynaklanmaktadır. Bu hususta derki:


(Tevhidi Kalple, dille ve âza ile tatbik etmek)
Geçen bölümlerden de anlaşılabilen, fakat çok önemli olduğu ve çok yanılmanın mevzuu bulunduğu için kendisine husûsî bir bahis ayrılmış olan pek mühim bir mesele ile sözlerimize son veriyor ve diyoruz ki :
Şüphesiz tevhid, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa insan, müslüman sayılmaz.
Mesela; bir kimse tevhidi bilse ve fakat onunla amel etmezse; Fir'avn, iblis ve benzerleri gibi kâfirdir, inatçıdır !. .
Bu meselede bir çok insanlar hataya düşerek ; "bu doğrudur. Biz de bunu anlıyor, hak olduğuna şehadet ediyoruz. Fakat tatbik edemiyoruz. Bu gün bizim memlekette bunu yapmak da mümkün oluyor." gibi özürleri beyan ederler. O miskin bilmez ki; kâfirlerin çoğu da hakkı bildikleri halde, bu gibi bazı özürler sebebiyle onu terk ederler. Allah buyurur: "Allah'ın âyetlerini çok az bir paha ile satmışlardır." ve "Onu (hakkı), oğullarını bildikleri gibi bilirler."
(Bakara: 2/146)
Birincisi: İşte ifadelerden açıkça anlaşılacağı üzere sözde selefin itikatına tabi olan abdulvehhab hem ehli sünnete hemde selefin itikatına aykırı hüküm vermiş ve doğal olarak ta şefaatı Tevessülü hafif görmüş ve bunlara inanlara tekfirde bulunmuştur. Bu konuya aydınlık getirmek için kısaca deriz ki:

İmanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.
a) Ehl-i Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen "aslî rükün"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan "zâid rükün" dür. Aslî rükün sayıları kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz. Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (en-Nahl, 16/106). "Kavl-i Meşhur" olarak şöhret buları bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-İslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta İmam-ı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-Kâri Şerhi, s. 76-77; Şerhu'l-Makâred, II, 182, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, s. 436438).
b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn" e göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde şer'; imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde mü'min midir, değil midir? bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar. Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir: "Allah işte bunların kalbine imanı yazdı" (el-Mücadele, 58/22); "İman henüz kalblerine girmedi" (el-Hucurât, 49/14 ve en-Nahl, 16/106 gibi). İmam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de budur. Özellikle, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'ârî ile İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî ve İmam Fahru'd-Din er-Râzî bu görüştedirler (Ali Arslan Aydın İslâm İnançları, I, 164-165).
c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam Ahmet (r.a)'a göre Şer'î İman; "İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân"dır. Yani, "dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel" Fakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri "fâsık ve âsî" saymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir. Ayrıca, abid ve zahid müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da uygulanacağını söylemişlerdir. Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiştir. Bu zevata göre şer'î imanın hakîkatı iki şekilde mütâlaa edilmektedir. Biri; er geç Cennete girme imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder. Diğeri ise, müslümanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren "Kemâl-i iman", yani imanın kâmil olmasıdır. Şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir. Sonuç olarak, yukarıdaki tarif gerçekte, "imanın aslını ve hakikatı"nın değil, "kemâl-i iman" yani iman olgunluğunun tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı hadisçilerin görüşü, Mu'tezile ve haricilerin katı görüşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın, a.g.e, I, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar).
d) Havâriç ve Mu'tezile ise Şer'î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi. Bunlara göre imanın hakikatı hem "fiil-i kalp, hem fiil-i lisan, hem de fiil-i cevârih" dir. Yani Şer'î imanın "üç rüknü" vardır. Bunlar; Resulullah'ın Allah Teâlâ'dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve şer'î hükümleri; "a) Kalp ile tasdik, b) Dil ile ile ikrar, c) Azalarla tatbik etmek"tir. O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında "kafir", Mu'tezile nazarında ise, "ne mümin ne de kafirdir", fakat imanın hakîkatından olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiği için "fâsık" sayılır. Bu esasa göre Mu'tezile, "günâh-ı Kebâûr" den, yani büyük günahlardan birini işleyen veya "vâcipler"den birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez. Bu gibiler için meşhur "el-Menziletü beyne'l-menzileteyn" tezini ileri sürer, bunların Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder. Bu görüşlerini isbat için bir çok nassları te'vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sünnet'in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir. Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece kat bir iddia olup, mesnetsiz ve akl-ı selimden uzaktır.
İman ile Amel Arasındaki Münasebet:
Yukarda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında "imanın hakikatı"; Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:
a. "İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı" (el-Mücadele, 58/22)
b. "İman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)..." (el-Hucurât, 49/14).
c. "... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde... " (en-Nahl, 16/106).
Peygamberimiz (s.a.s) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen "kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" söylediği halde, onu niçin öldürdün?" diye sormuş, "o bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi" cevabını alınca: "Onun kalbini yarıp ta (imanı var mı diye) baktın mı?" buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).
Aynı âlimlere göre "dil ile ikrar"da, yukarda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.
İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:
a. "Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı" (el-Bakara, 2/183). Bu ve benzeri ayetlerde (bk. el-Bakara, 2/153, 187; Âlu İmrân 3/59; el-Enfâl, 8/20, 27; en-Nûr, 24/21; el-Ahzâb, 33/70; el-Cum'a, 62/9). Önce "iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın haki katından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.
b. "İman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz" (en-Nisâ, 9/57). Bu ve benzeri ayetlerde (el-Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; el-Buruç, 85/ 11; el-Beyyine, 98/7; el-Ankebut, 29/7, 9, 58; el-Fâtır, 35/7; eş-Şûrâ, 42/22) salih amel imana atfediliyor ki; arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi, "ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir.
c. "Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse..." (Tâhâ, 20/ 112). Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel. ayrı ayrı şeylerdir.
d. "Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz..." (el-Hucurât, 49/9). Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.
Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir.
Yukarda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. (Fazla bilgi için bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî Şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, I, 249; Şerhu'l-Makâsıd, II, 187; Şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 248).
Bu izahlardan sonra Abdulvahhabın selefin ve İbni Teymiyenin yolunu benimsemediği açıkça anlaşılıyor tekrar toplu halde İbni Teymiyenin Şefaat ve Amel İman ilişkisini itakıtını verecek olursak:
İman-Amel ve Tekfir:
Ehl-i Sünnet'in usulünden biri de şudur: Din ve iman, hem söz, hem ameldir. Kalbin, dilin ve organların amelidir ve iman itaat ile artar, isyan ile azalır.
Bununla birlikte onlar (Ehli Sünnet) ehli kıbleyi, Hari*cilerin yaptığı gibi sırf isyanları ve günah-ı kebairleri (büyük günahları) sebebiyle tekfir etmezler. Aksine masiyetlere rağmen din kardeşliği devam eder. Nitekim Allah Sübha-nehu ve Teala kısas ayetinde şöyle buyurmuştur:
"Fakat kim (yani katil), kardeşi tarafından affedilir*se, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması (uy*gun diyeti istemesi, affedilenin de) güzele onu ödemesi ge*rekir." (Bakara: 2/178) "Eğer inanlardan iki grup vuruşurlarsa onların ara*sını düzeltin. Şayet biri ötekisine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık onların arasını ada*letle düzeltin ve adil olun. Allah adaletli hareketedenle*ri sever. Muhakkak müminler kardeştirler. Kardeşleri*nizin arasını düzeltin." (Hucurat: 49/9-10)

Onlar, fıskı, zahir olanları büsbütün imansız sayarak, ebedi Cehennem'de kalacağını da söylemezler.
Mutezile, böylelerini imansız sayarak sonsuza kadar Ce*hennem'de kalacakları görüşündedirler. Halbuki fasık, iman dairesi içindedir. Nitekim:
"Mümin bir köle azad etmesi gerekir." (Nisa: 4/92) (şeklindeki bir mümini hata ile Öldürene ceza takdir ederek onu iman dâiresinde sayan) ayette ve benzerlerinde bu du*rum söz konusudur.
"Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın ayetleri okundu*ğu zaman (bu ayetler) onların imanlarını artırır. (Enfal: 8/2)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Zina eden, zina ettiği zaman, mümin olduğu halde zi*na etmez.
"Çalan, çaldığı zaman, mümin olduğu halde çal*maz.
"Halkın gözleri önünde kıymetli bir şeyi yağma eder*ken, mümin olarak yağma etmez.
Bu sözlerde olduğu gibi, böyleleri mutlak mümin is*miyle anilmayabilirler. Bu bakımdan ehli sünnet bu gibi kimseler için "İmanı eksik mümin" veya "İmanı sebebiyle mümin, büyük günahı sebebiyle fasık" derler. Yani ona, ne mutlak "iman" ismi veriyor, ne de tamamen verilmezlik ediyor. (İbn-i Teymiyye, Vasıtiyye Akidesi, Tevhid Yayınları: 25-26.)
Şefaat hakkında ki görüşüne gelince:
Şefaat:


Rasulullah'm (s.a.v.) Kıyamet günü üç şefaati vardır:
1- Birinci şefaati mevkıf ehline yapacağı şefaattir. Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu İsa'ya (a.s.) ya*pılan şefaat müracaatlarından sonra en son olarak Rasulul-lah'a (s.a.v.) müracaat olunacak ve onun şefaatıyla mevkıf ehli arasında hükmedüecektir.
2- İkinci şefaati Cennet ehlinin Cennet'e girmeleri için yapacağı şefaattir. Bu iki şefaat O'na (s.a.v.) mahsus şefa*ati ardır.
3- Üçüncü şefaat ise ateş hak etmiş olanlar için yapıla*caktır. Bunu i£in hem O (s.a.v.) hem diğer peygamberler, hem de sıddıklar ve başka kimseler şefaat edecektir. Ateşi haketmiş olanların ateşe atılmaması, girmiş olanların çıkma*sı için şefaat olunacak, ayrıca Allah (c.c.) şefaat olmaksızın yalnızca kendi fazlı keremiyle Cehennem'den grup grup insanları çıkaracak, dünyalılardan bu kadar kimse girdiği hal*de Cennette yine fazla yerler kalacak, bu sebeple Allah (c.c.) Cennet için başka gruplar yaratıp onları da oraya ko*yacaktır.
Ahiret yurdunun içerdiği hesap, mükafat ve mücazat Cennet ve Cehennem ile bunların ayrıntıları semavi kitap*larda Rasulullah'tan (s.a.v.) nakledilen mesur haberlerde zik-redife gelmiştir. Rasulullar tan (s.a.v.) nakledilen ilmi mi*rasta da bunlara dair yeterli ve sadra şifa mevcuttur. Bunla*rı istiyen bulabilir. (İbn-i Teymiyye, Vasıtiyye Akidesi, Tevhid Yayınları: 22-23.)
Şimdide gelelim Tevessülün ve İstiğasenin hakikatına ve dinde olup olmadığına meselesine:
Tevessül, arapça bir kelimedir. Birini ve bir şeyi vesile ve aracı yapmak demektir. Meselâ çatıya çıkmak için merdiven, bir yere ulaşmak için çeşitli vasıtalar birer vesile; bizim de o maksadı elde etmek için bunları kullanmamız bir tevessüldür. Tabi ki burada söz konusu olan mânevî tevessüldür.
Nebîlere, velîlere, derecesine göre âlimlere ve sâlih kullara tevessül yapılıp yapılamayacağı öteden beri ulemâ arasında münâkaşası yapılan hususlardandır. Bu münâkaşa İbn-i Teymiye ekolüyle yeni buudlar kazanmış ve günümüze kadar da devam ede gelmiştir.

İstiğase ayrı, vesile ayrı bir şeydir. İstiğase yardım istemek anlamını ifade eder. Vesile ise gayeye vasıta olan şeydir.

Güneş ve ay gibi hizmeti çok da olsa, Ka'be ve Hacerü'l-esved gibi mukaddes de olsa cansız veya zevilukul olmayan bir mahluktan istiğase etmek caiz değildir.

Zevilukul olan kimseden istiğase etmek meselesine gelince, bakılır, kendisinden istiğase edilen kimse salih ve mü'min değilse, ister gaib olsun kendisinden istiğase etmek caiz değildir. Fakat salih bir kul olursa, huzurunda veya kabri başında olursa, şefaat dilemek maksadıyla ondan istiğase etmek caizdir.

Çünkü ölü olan kimse her ne kadar berzah alemine intikal etmiş ise de kendisine has bir hayatı vardır. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Peygamberler kabirlerinde diridirler" (İbn Mâce, Cenâiz 65)
Peygamberlerin, mezarlarında diri olduklarına bir delil de, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem), mirac sırasında Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlerin ruhlarıyla buluşması ve semada karşılaştığı her peygambere selam verdikçe, peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in selamını almasıdır. Yine Bedir savaşında ölmüş müşrikler hakkında da şöyle buyurdular: "Siz bunlardan fazla işitmezsiniz; ancak cevap veremezler."

İslam inancına göre, ölüm hiçlik değil, yokluk değil, sadece bir yer değiştirmektir, bu fani hayattan bakî bir hayata kavuşmaktır. Durum böyle olunca, ölüp öbür hayata geçmiş olan bir kimsenin ilk hayatı ile ikinci hayatı arasında ne fark var ki? Şimdi Allah için düşünelim; bizim çok sevdiğimiz bir yakınımız, sadece dünya hayatında iken mi hatırını sayıyoruz? Vefatından sonra artık gözümüzde değersiz bir varlık mı olmaktadır? Bunu hangi vicdan kabul eder? Peki Allah’ın en sevdiği elçisi Hz. Muhammed (asv)’i dünya hayatında iken -deyim yerindeyse- yere-göğe sığdırmazken, vefatından sonra onun üzerine çizgi çekmesi, öldü diye bütün bütün değerden düşürmesi, adeta en büyük dostunu en âdi bir konuma sokması mümkün müdür? Kaldı ki, ölümle insanlar Allah’ın huzuruna varıyorlar, daha da yakınlaşıyorlar. Nitekim, Kur’an’da Rabbimiz sık sık “bana döneceksiniz” diye buyuruyor.

Selefîcî kardeşlerimizin bir yanılgısı da ölü ile diri olanları ayırmalarıdır. Onlara göre, hayatta iken birinin vesile kılınması caizdir, fakat öldükten sonra vesile kılınması ise şirktir. Oysa, diri olanlarda zahiren görülen bir güç olduğu için onların vesile kılınması şirke daha müsait zannedilebilir. Kaldı ki,
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar.” (Al-i İmran, 3/169)mealindeki ayette ifade edildiği gibi, şehitler diridir. Peygamberler de diridir, çünkü, onlar şehitlerden çok üstündür. Şehitlik bir nevi velayettir. Şehitlerden daha üstün mertebede olan veliler de vardır. Kur’an’da şehitlerin özelikle söz konusu edilmesi, onların kendilerini ölü bilmeyecek derecede Berzah aleminde bir hayata mazhar olmalarındadır. Yoksa, bütün ölüler diridir, çünkü asıl olan ruhtur ve o da zaten -Allah’ın izin ve inayetiyle- bâkidir.


İslam dininde tevessül, yani Allah katında makbul bir şeyi vasıta kılarak Allah’tan bir şey istemek caizdir.

Mesela; "Allah’ım Kabe hakkı için beni affet" demek, "Peygamber hürmetine bana yardım et", "İmam Rabbani Hazretlerinin vesilesi ile beni şu musibetten kurtar." demekte İslam alimlerince hiçbir sakınca görülmemiştir. Bunu sakıncalı ve şirk görenler ehlibidat ve ateş olan Vehhabilik mezhebidir ki; sapkın ve ehlisünnetin dışında olan bir mezheptir.

Vesileleri vesilelikten çıkarıp, bizzat vesilelerden istemek şirk olur.


Mesela; "Ey Kabe bana şunu ver.", "Ey Peygamber beni affet.", "Ey filanca, benim başımdan şu musibeti al." demek şirktir. İkisini birbirbiri ile karıştırmamak gerekir. Tevessül yani vesile ile Allah’tan istemek caizken, bizzat vesileden yardım ve talepte bulunmak şirktir.

Vesile edilen şey Allah ile kul arasında kesif bir perde olup Allah’tan istemeyi engelliyor ise, bu vesile şirk unsuru oluyor. Yok vesile Allah ile kul arasında şeffaf bir perde olup Allah’tan istemek manasına kuvvet veriyor ise bu makbul ve caizdir. İşte Vehhabi zihniyeti bu hakikati kavramadığı için tevessülü şirk olarak kabul ediyor.
Vesile edilerek yapılan duaların makbul ve hak olduğuna dair ayet ve hadisler şöyle geçiyor:

Allahutealâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, ona ulaşmak için vesile arayın ve onun uğrunda cihad edin. Umulur ki, felâha kavuşursunuz.”
(Maide, 5/35)

“Dua edenler rabbına ulaşmak için bir vesile edindiler. Böylece kim (Allah’a) daha yakın olur diye ortaya çıkar. Bunlar, onun rahmetini umuyorlar ve onun azabından korkuyorlar. Şüphesiz ki onun azabı sakınması gerekli olan husustur.”
(İsra, 17/57)
Hz. Enes anlatıyor: Hz. Ömer, kuraklık ve kıtlık olduğunda -halkla birlikte- yağmur duasına çıktığı her seferinde Hz. Abbas’ı vesile yapar ve şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Biz daha önce Peygamberimizi vesile yaparak senden yağmur istiyorduk ve sen de bize yağmur veriyordun. Şimdi ise -Peygamberimiz aramızda yok- onun amcasını vesile kılarak senden yağmur istiyoruz, ne olur bize yağmur ver.” derdi ve hemen yağmur yağmaya başlardı.(Buharî, İstiska, 3).

İmam Ahmed ve Trimizî’nin bildirdiğine göre, Gözünden muzdarip olan a’ma bir adam Hz. Peygamber (a.s.m)’e gelerek kendisi için dua etmesini istedi. Hz. Peygamber (a.s.m), ona:

"İstersen senin için bunu tehir edeyim ki, ahiretin için hayırlı olur."(Tirmizî’de: istersen sabredersin); istersen sana dua edeceğim” dedi.


Adam, dua etmesini isteyince, Hz. Peygamber (a.s.m), ona güzelce abdest almasını, sonra iki rekat namaz kılmasını ve ardından da şöyle dua etmesini emretti:

“Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesila kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle/seni vesile ederek, Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur!”
(Tirmizi, Daavat, 119, Müsned, IV/138)

Adam -gidip söylenenleri yaptı- dönüp geldiğinde gözleri açılmıştı.(Tuhfet’u’l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi).


Şu bir gerçektir ki, insan, bir şekilde benimsediği kendi düşüncesinden kolay kolay sıyrılamaz, tarafsız konuya bakamaz. Karşı tarafın elinde dağ gibi bir delile çok zayıf bir emare gözüyle bakabildiği gibi, kendi düşüncesini destekleyen en zayıf bir emareyi sağlam bir delil olarak görebilir. Bu psikoloji ile bir meseleye bakanların zihnine, düşüncesinde olmayan her türlü şaibeden uzak elmas gibi bir hakikat gelse, kömür görünümüne bürünür ve abesiyete dönüşür. Bu sebeple, hakkı hak olarak görmek için hepimiz her zaman Allah’a yalvarmalıyız.

Vesile kavramına ilişkin bilgi ve yorumları serdettikten sonra, tevessül konusunu daha açık şekilde ve kısımlarına gelince:


1. Allah’a İsim ve Sıfatlarını Vesile Kılarak Yalvarmak

Bu tevessül şöyle misâllendirilebilir. “Allah’ım, Senin Rahmân, Rezzak vb. isimlerinin hakkı için beni şununla rızıklandırmanı veya bana şunları ihsan etmeni diliyor ve dileniyorum.” Bu duada Allah’tan istenenler, O’nun Rahmân ve Rezzak ismi vesile kılınarak istenmektedir.

Efendimiz (s.a.s) de pek çok hadîslerinde Cenâb-ı Allah’a isim ve sıfatlarını vesile kılarak tazarru ve niyazda bulunmuşlardır. Allah Resulü (s.a.s) çok sıkıntılı olduğu anlarda, “Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım! Sen’in rahmetinden medet bekliyorum.” (Tirmizi, Sünen, Hadis no: 3524) diye yalvarmıştır.

Bir diğer dualarında ise şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kul başına gelen bir sıkıntı ve üzüntü karşısında, ‘Allah’ım, ben Sen’in kulunum, bir kulunun oğluyum, bir cariyenin oğluyum, benim bütün her şeyim Sen’in elindedir. Sen, hakkımda istediğin hükmü verirsin; Sen’in verdiğin bütün hükümler benim için âdilânedir. Kendini bize tanıttırdığın bütün isimlerinin hakkı için, kitabında inzal buyurduğun bütün isimlerinin hürmetine veyahut kullarından birine talim buyurduğun isimlerinin hürmetine yahut da gayb ilmindeki bize açıklamadığın isimlerinin hürmetine, Kur’ân’ı kalbime bahar kılmanı, gönlüme ışık yapmanı, onun vasıtasıyla sıkıntı ve üzüntümü gidermeni diliyorum.’ derse, Allah onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve o sıkıntılar yerini sevinç ve feraha bırakır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 452; Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, X, 169)
2. Allah’a, Geçmişte Yapılan Salih Amelleri Vesile Kılarak Dua Etmek

Bu şekilde tevessül ile duaya örnek olarak, Allah Resulü (asv)’nden nakledilen, mağarada mahsur kalan üç adamın kıssası verilebilir. Hazreti Enes Allah Resulü’nden şöyle işittiğini anlatıyor:
“Üç kişi birlikte yürürken yağmura yakalanınca dağdaki bir mağaraya sığındılar. Dağdan kopup yuvarlanan bir kaya parçası, sığındıkları mağaranın ağzını kapattı ve onları mağaraya hapsetti. Birbirlerine şöyle dediler: ‘Allah için yaptığımız amelleri araştıralım ve o amellerle Allah’a dua edelim. Ümit edilir ki, Allah o amellerimizin hürmetine bizi bu sıkıntıdan kurtarır.’

"Biri yaşlı ve ihtiyar anne ve babası olduğunu, eşi ve küçük çocuklarından önce onları doyurmak için sabaha kadar başlarında uyanmalarını beklediğini ifade ettikten sonra, ‘Allah’ım, eğer biliyorsan ki bunu yalnız senin rızan için yaptım, mağaranın ağzını birazcık arala da gökyüzünü görebilelim.’ diyerek yalvardı. Allah da bunun üzerine mağarayı biraz açtı, o aralıktan göğe baktılar."

"İkincisi çok sevdiği bir amca kızından bahisle, onu çok sevdiğini, bir gün onunla yalnız kalarak evlilik dışı ilişki kurmayı talep ettiğini ve sonunda kızın direnmesi ve 'Allah’tan kork' demesiyle vazgeçtiğini anlattıktan sonra, ‘Allah’ım, eğer bunu Sen’in için yaptığımı biliyorsan, mağaranın ağzını biraz daha arala.’ diyerek yalvardı. Allah da bu duaya mukabil mağaranın ağzını biraz daha açtı."

"Üçüncü kişi de ücret mukabilinde işçi tuttuğunu ama işçinin hakkını almadan ayrılıp gittiğini, ancak o ücreti çalıştırarak nemalandırdığını, yıllar sonra o işçi yanına gelip de hakkı olan ücreti istediğinde sürülerle hayvanların ona ait olduğunu ve sonunda adamın o sürüleri götürdüğünü ifade ettikten sonra ‘Allah’ım, eğer bunları senin rızan için yaptığımı biliyorsan, mağaranın geri kalan kısmını da açıver.’ dedi. Akabinde Allah mağaranın geri kalan kısmını da açıverdi.”
(Müslim, Zikir, 27, Hadis no: 2743)
Anlaşıldığı üzere her üç mağara arkadaşı yaptıkları salih bir işi Allah’a arz ederek o amellerle tevessülde bulunmuşlardır.

3. Allah’la İrtibatının Kuvvetli Olduğuna İnanılan Birini Vesile Kılarak Allah’a Dua Etmek

Bu tarz tevessül şöyle izah edilebilir: Birisi salih bir zâta gider ve ondan mevcut sıkıntısını gidermesi için Allah’a dua etmesini istirham eder. Hadîslerden buna misâl olarak Hazreti Ömer (ra)’in naklettiği şu rivayet zikredilir: “Allah Resulü’nden şöyle derken işittim:
‘Tâbiînin en hayırlısı, Üveys adındaki şahıstır. Onun bir annesi vardır. Vücudunda da beyazlık vardır. Ona söyleyin de sizin için Allah’a istiğfarda bulunsun.’”
Diğer bir rivayette ise “Sizden kim onunla karşılaşırsa, sizin için dua etmesini istesin.” demiştir. (Müslim, Fedâilü’s- sahâbe, 55, Hadis no: 2542) İmam Nevevi bu hadisin şerhinde şöyle der: “Bu hadîsten, dua talep eden daha faziletli de olsa, salih zâtlardan dua istemenin müstehap olduğu anlaşılmaktadır.” (Ebu Zekeriyya en-Nevevi, ilgili hadisin şerhi)

Osman İbn Huneyf nakleder: Gözünden rahatsız olan bir adam Allah Resulü (asv)’ne geldi ve “Ey Allah’ın Resulü, bana afiyet ve sıhhat vermesi için Allah’a dua et.” Efendimiz,
“İstersen dua edeyim ya da istersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.”
Adam “Dua et” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (asv) ona mükemmel ve kusursuz bir abdest almasını ve şu dua ile yalvarmasını tavsiye etti:
"Allah’ım, rahmet peygamberi olan Senin peygamberin Muhammed’in hürmetine sana teveccüh ediyor ve senden istiyorum. Sen’inle bu ihtiyacımın giderilmesi konusunda Rabbime teveccüh ettim. Allah’ım, o Rahmet Peygamberi’ni benin iyileşmem için vesile eyle." (bk. İbn Mâce, İkâme, 189; Tirmizî, De’âvât, 118; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/138)
4. Dua Esnasında, Bekâ Yurduna İrtihal Eden Peygamber, Veli ve Diğer Salih Kulları Vesile Kılmak

Bu nevi tevessül de önceki üç türde olduğu gibi, İslâm bilginlerinin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Yani cumhur-u ulemanın kâhir ekseriyetinin genel görüşü budur. Buna göre bir peygamber, bir şehit veya velinin kabri ziyaret edildiğinde ziyaret edenle kabirde medfun olan zât arasında mânevî alışveriş söz konusudur. Karşılıklı istifade ve istifâza bahis mevzudur. Nitekim bu konuyu Allâme Fahreddin Razi şöyle izah etmektedir:

“İnsanın ruhu bedeni öldükten sonra ebedî olarak kalıcıdır. Bedenlerini terk eden ruhlar henüz bedenlerden çıkmamış ruhlardan pek çok yönden daha güçlüdürler. Şöyle ki ruhlar bedenlerini geride bıraktıkları zaman perdeler kalkar, onlara gayb perdesi ve âhiret menzillerine ait sırlar ayân olur. Ruh bedende, yani hayatta iken delille elde edilen bilgiler bedenden ayrıldıktan sonra zaruri / kesin bilgiye dönüşür. Beden kaybolunca bu ruhlar aydınlanır, nurlanır ve bir nevi kemale erer. Diğer taraftan henüz bedende olan ruhlar da bazı yönlerden bedenlerini terk etmiş ruhlardan daha güçlüdürler. Çünkü onlar talep etme / araştırma ve kazanma vesileleri olan tefekkür ve nazar sayesinde her gün yepyeni bilgilere ulaşırlar. Bu durum ölenlerin ruhlarında olmaz.

İkinci mesele ise şudur: Ruhların bedenleriyle olan ilişkisi şiddetli bir aşka ve tam bir sevgiye benzer. Bu sebeple, dünyada elde etmek istediğin her şeyi bu bedenini rahat ettirmek ve ona iyilik etmek için yaparsın. İnsan öldüğünde ve ruhu bedenini terk ettiğinde o muhabbet ve aşk kaybolmaz. Böylece ruhlar geride bıraktıkları bedenlerine meyilli ve müncezip olarak kalırlar. Bunların üzerine şunu bina edebiliriz: İnsan, kâmil ve etkili bir ruha sahip bir zatın kabrine vardığında ve orada bir süre durduğunda onun nefsi/ruhu o topraktan etkilenir. Ölen zatın ruhunun o toprakla olan ilişkisi malumunuzdur. İşte ziyaret esnasında canlı bedenin ruhu ile orada yatan zatın ruhu o toprak vesilesiyle karşılaşırlar. Sanki cilalanmış aynaya benzeyen bu iki ruh ışıklarını birbirine aksettirmeye başlarlar. Ziyaret edenin ruhunda hâsıl olan ilim, mârifet, fazilet, Allah’a boyun eğme ve kadere teslimiyet gibi güzellikler oradaki meyyitin ruhuna akseder. Diğer taraftan o meyyitin ruhundaki parlak ve kâmil ilimler de nur olarak ziyaret eden kişinin ruhuna akseder. Böylelikle bu ziyaret hem ziyaretçi hem de ziyaret edilen hakkında büyük bir menfaate ve güzelliğe vesile olur. Kabir ziyaretinin meşruiyetindeki asıl hikmet de budur. Burada zikrettiğimizden daha ince, daha esrarengiz sırlar da hâsıl olabilir; ama eşyanın hakikatlerini kuşatıcı şekilde bilmek Allah’a mahsustur.” (Kevseri, Makâlât, s.383-384)

Aynı şekilde Sa’duddin Teftâzânî de dünyada iken aralarında muârefe olan kişiler arasında kabir ziyareti anında mânevî alışveriş olacağından söz eder ve şöyle der: “Kabirleri ziyaret faydalıdır. Dünyada hayır yörüngesinde yaşamış olan şahsiyetlerin ruhlarından iyiliklerin celp edilmesi ve birtakım musibetlerin defedilmesi konusunda yardım istenebilir. Zîrâ insanın ruhu bedeninden ayrıldıktan sonra bedeni ve onun defnedildiği toprakla sımsıkı bir alâkası olur. Hayatta olan kişi o toprağı ziyaret ettiğinde iki ruh arasında bir mülâkat ve karşılıklı bir feyiz alışverişi olur.” (Teftazânî, Şerhu’l- mekâsıd fî ilmi’l- kelâm, Pakistan, 1981, II/ 43)

Sözün tam burasında Allâme Kevserî der ki: “Büyük imamın bu meselede vardığı sonuç böyledir. Acaba bu imam da tevhid ile şirki ayırt edemeyen kimselerden midir? Tuh böyle tahayyül edenlerin yüzüne!” (Makâlât, s.385)

Tevessüle dair bazı ölçü ve prensipleri şöyle özetleyebiliriz:


a. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey O’nun kudret elindedir. Hakiki anlamda bütün işleri evirip çeviren O’dur. O’ndan başka Hâlık, Mûcid ve Müdebbir yoktur. Nebiler ve veliler ise kendilerinden yardım istenilen ve O’nun inayetine davetiye anlamında birer vesile-sebeptirler.

b. Bizim Allah’a ve Peygamber Efendimiz (asv)’e yönelik sevgimiz ve muhabbetimiz, O’nun dışındaki her şeyden bize daha sevimli olmalıdır. Allah’tan ötürü Efendimiz (asv)’i, velileri, şehitleri, sıddîkleri vs. severiz.

c. Hakiki anlamda Allah’ın dışında medet ve yardım edecek hiç kimse yoktur. Her ne kadar o yardımlarını yaratıklarının eliyle veya vasıtasıyla bize ulaştırıyorsa da bütün yardım ve medetler O’ndandır.

d. Bizler, dua ederken, “Nebinin hakkı için, onun yüzüsuyu hürmetine veya filan veli kulunun hürmetine” dediğimizde, bu ifadelerle Allah’a daha yakınlaşmayı ve o zatların Allah katındaki mevkilerinin hürmetine dualarımızı kabul etmesini istiyoruz.

e. Tevessülün cevazı konusunda yaşayan biriyle vefat eden biri arasında ayrım yapmak, yani yaşayan biriyle tevessülü kabul edip de bekâ yurduna intikal edenlerle tevessülü reddetmek temelsiz bir iddiadır. Kaldı ki peygamberler ve şehitler bu dünyadan irtihal etmiş olsalar da, belirli bir hayat mertebesinde yaşamakta ve dünya ile alâkaları devam etmektedir. Dünya ile irtibatlı olan peygamber ve şehitleri vesile kılmakla bedeni ile hayatta olanı vesile kılmanın ne farkı olabilir ki?

f. Hakikatte tevessül, Allah’ın belirlediği ve takdir ettiği neticeler için yerine getirilmesi gereken sebeplerden sadece biridir. Hakiki tesir Allah’tan olmakla birlikte, Allah, varlık âleminde sebeplerle sonuçlar arasında bir mukarenet (birliktelik, yakın sebeplilik) kılmıştır. Buna göre tevessülün hükmü diğer sebeplerden farklı değildir. Zîrâ Allah’ın bir hastalığın iyileşmesini ve şifa bulmasını yahut herhangi bir ihtiyacın giderilmesini veya rızık genişliğine kavuşmayı salih kullarından birinin duasına bağlamış olabilir. (Abdullah el-Humeyri, et-Teemmül fi hakikati’t-tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.50 vd)

Sonuç olarak, kendisiyle tevessül edilen şahıslar, esas gaye ve maksat yerine geçirilmemeli ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir yetkilerinin bulunmadığı unutulmamalıdır. Bütün bunlarda İlâhî iradenin esas olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu kıstaslara uyularak yapılacak bir tevessülün, şirkle ilgisi yoktur. Ancak her masum düşüncenin kötüye kullanımı mümkün olduğu gibi, bunu da suistimal eden bir kısım cahiller bulunabilir. Bu, meselenin özüne zarar vermez. (Prof. Dr. Mesut Erdal, “Kur’ân'da Vesile Kavramı ve Tevessül Meselesi” isimli makalesinde (bk. Yeni Ümit Temmuz-Ağustos-Eylül 2010 Sayı :89 Yıl :23)

Bunca nassın ve delillerin ardından tekrar Abdulvahhabın şu sözlerini hatırlatırız:




Cevap: Rasûlüllah (S. A. V.) e bir meselede inanıp bir meselede inanmayanın kâfir olduğu hususunda bütün ilim adamları ittifak etmişlerdir. Kur'an'ın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmayan, Tevhidi kabul edip namazın farziyetini inkâr eden yahut tevhide ve namazın farz oluşuna inanıp zekâtın farz oluşuna inanmayan ya da hepsine inanıp orucun yahut haccın farz oluşuna inanmayan da ayrı hükümdedir. «
Hz. Peygamber (S. A. V.) zamanında hacca gitmeyenler olunca Cenabı Allah şöyle buyurmuştur:
"Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i hacc etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Küfreden ise: ALLAH, alemlerden müstağnidir."
(Ali'imran: 3/37)
Bunların hepsine inanıp öldükten sonraki dirilmeyi inkar edenin kâfir olduğu icma'ile sabittir. Onun kanı de helâldir. Yani bundan dolayı öldürülebilir. Allah buyurur :
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, bir de ALLAH ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz"(Nisa: 4/150-151) diyen ve böylece (küfür ile iman) arasında bir yol tutmaya yeltenen kimseler (yok mu) işte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler. Biz okafirlere hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamışızdır." ?
İnanılması gereken bazı şeylere inanıp bazılarına inanmayanın kâfir ve zikredilen cezaya müstahak olduğunu bizzat ALLAH izah ettiğine göre ; şüphe ortadan kalkmış olur.
Şu halde her şeyde Rasulullah'ı tasdik edip namazın farz oluşunu inkâr eden, kâfirdir, kanı helâldir. Bu, icma' iledir.
Yine her şeye inandığı halde öldükten sonra dirilmeye inanmayan, yahut Ramazan orucunun farziyetini inkâr edip diğer bütün şeylere inanan ; bütün mezheplere göre aynı hükümdedir. Kur'anı Kerim de bunlar için ayni ifadeyi kullanmıştır.
Yine her şeye inandığı halde öldükten sonra dirilmeye inanmayan, yahut Ramazan orucunun farziyetini inkâr edip diğer bütün şeylere inanan; bütün mezheplere göre aynı hükümdedir. Kur'anı
Kerim de bunlar için ayni ifadeyi kullanmıştır. Bilinmektedir ki Tevhid, Hz. Peygamberin bildirdiği en muazaam farzdır Namazdan, zekâttan, oruçtan ve Hac'tan daha muazzamdır. Nasıl olur da Rasûlüllah'ın bütün tebliğ ettiklerini yaptığı halde bu farzlardan birisini inkâr eden kâfir olur da,bütün peygamberlerin yolu olan tevhidi inkâr eden
'"kâfir olmaz ! ?.. Hayret!.. Bu cehâlet ne kadar acayiptir



VE SON OLARAK DERİZ Kİ ABDULVAHHABIN İFADESİNE GÖRE MADEM NASLARIN BAZISINI KABUL EDİP BAZISINI KABUL ETMEMEK KÜFÜRDÜR O HALDE BURAYA KADAR VERİLEN BİLGİLER IŞIĞINDA KEŞF-EL ŞUBUHATTA GEÇEN BU GÖRÜŞLER VE ABDULVAHHAB HAKKINDA KARARI SİZ VERİN.VESSELAM VEDDUA

bilinmez 06 Ocak 2012 11:58

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

Esadullah Üyemizden Alıntı (Mesaj 150500)
Açıkcası kardeşim yorum ve cevaplarınıza tebessüm ettim , Allah c.c. hayırlısını versin siz bir Futbol fanatiği gibi sarılmışsınız ve olumlu dahi olsa olayları kendi fikrinizce görmeye dalmışsınız....

Allah c.c. yar ve yardımcınız olsun vesselam veddua

sayın esedullah,hakikatler insanın tebessüm etmesinide sağlar,ben sizin ha bire şeyhlerinizin açıklamalarına MECAZ,kılıfını bulup sözlerini tevil etmenize tebessüm edemiyorum,ne den mi diyeceksiniz,cahiliye üzerine olan bu kadar yığınla insanın olduğu yurdum insanın bu haline tebessüm etmek gelmiyor içimden ,ÜZÜLÜYORUM vallahi...

Şimdiye kadar hiç bir alimtarafgirliğine girmedim,sadece yaptığım şudur,hak ile batılın ap açık ortaya çıkmadaki tebyin dir.Kitaplarını okuduğum her kimse kuran ve pıratiği olan rasulullahın hayatıyla okur[bakarım],VE KİM OLURSA OLSUN VARSA EKSİĞİ,HATASI,ŞİRKİ,KÜFRÜ,çekinmedende her yerde dede açıklarım usulunce,dileyen inanır,dileyen inanmaz...uzgn

Esadullah 06 Ocak 2012 13:09

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

la diyebilmek Üyemizden Alıntı (Mesaj 150565)
sayın esedullah,hakikatler insanın tebessüm etmesinide sağlar,ben sizin ha bire şeyhlerinizin açıklamalarına MECAZ,kılıfını bulup sözlerini tevil etmenize tebessüm edemiyorum,ne den mi diyeceksiniz,cahiliye üzerine olan bu kadar yığınla insanın olduğu yurdum insanın bu haline tebessüm etmek gelmiyor içimden ,ÜZÜLÜYORUM vallahi...

Şimdiye kadar hiç bir alimtarafgirliğine girmedim,sadece yaptığım şudur,hak ile batılın ap açık ortaya çıkmadaki tebyin dir.Kitaplarını okuduğum her kimse kuran ve pıratiği olan rasulullahın hayatıyla okur[bakarım],VE KİM OLURSA OLSUN VARSA EKSİĞİ,HATASI,ŞİRKİ,KÜFRÜ,çekinmedende her yerde dede açıklarım usulunce,dileyen inanır,dileyen inanmaz...uzgn

Son sözünüz doğru evet dileyen inanır dileyen inanmaz zaten bizde Kuran ve Sünnete ters herşeyi silip atıyoruz kardeşim her nekadar sizi ikna edemesekte , bizde insanların durumlarına çok üzülüyoruz Müslüman zaten kardeşine üzülen ve duacısı olan değilmidir...

Size daha evvelde dedim isterseniz sizi bizzat kendisi ile yada onun talebelerinden birisi ile görüştürebilirm ki o zaman gerçekten Hakkı savunduğunu anlarsınız kardeşim , bu konuda size elimden gelen yardımı yapmaya hazırım eğer aklınızdaki sorular cevaplanacaksa ben buna hazırım , daha evvel ulaşılamıyacağını söylemiştiniz bu sayede size fırsat doğdu buyurun....

Muvahhid25 06 Ocak 2012 15:26

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

kamer34 Üyemizden Alıntı (Mesaj 150516)
Bakın gerek ibn-i Teymiyye gerek muhammed bin abdulvahab ne tevessülü nede tasavvufu sizin anladığınız manada yorumlamamışlardır.

Yukarıda ibn-i Teymiyyeinin konuyla ilgili görüşlerini aktardı ibn-i teymiyye sizi sizin gibi düşünenleri tekfir ediyor.

birde kardeşim İbni Teymiyenin Gerçek Tasavvuf Erbabını övdüğünü bizler biliyoruz hatta tasavvufta ki Fena kavramı üzerinde bile Ehli sünnetin bir çok Mutasavvıfı gibi düşündüğü de aşikar yayınladığım makalede ifadeleride aşikarken nasıl olurda tasavvufçuları tekfir ettiğini söylersiniz mesela İbni Teymiye Kulluk Risalesinde 1 Risalede Fena hakkında der ki:
Hiç kuşkusuz fena üç çeşittir:
1 - Enbiya ve kâmil evliyaların fenası.
2 - Enbiya ve salihlerden kasîdinin (bir kast taleb edenlerin) fenası.
3 - Münafık, mülhid, müfsid ve müşebbihlerin (Allah (c.c)'ı mahluka bezetenlerin) fenası.
Birinci gruba girenlerin fenası:
Bunların fenası, Allah (c.c)'tan başka hiç bir şeyi istememektir. Başkalarını (irade etmekten) istemekten kurtulmaktır. O kadar ki, bunlar sadece Allah (c.c)'ı sever ve yalnız O'na kulluk eder. Sadece O'na tevekkül eder (O'nu kendine vekil tayin eder) ve güvenir. Allah (c.c)'tan başka hiçbir şeyden istimdat (yardım ve destek) dilemez. Bu, Ebu Yezid'in ifade ettiği ve kastettiği manadır. O şöyle ifade etmiştir bu manayı:
"O'nun irade ettiği şeyden başka hiçbir şeyi murad etmiyorum."
Yani, mahbubunrazı olduğu muradını (sevgili Allah (c.c)'ın) murad ettiğinden başka hiçbir isteği yok). Elbette ki, böyle bir murad, dinin emrettiği, istediği muraddır. (Bu da dînî iradeyi murad etmekten başka bir şey değildir) Böyle bir istek sahibi kimse, dinin istediklerini ister, istemediklerini ise reddeder.
Kulu yücelten, kemâle erdiren şey; Allah'ın irade ettiği, dilediği, istediği, razı olduğu ve sevdiği şeyden başkasını istememek, dilememek, sevmemek ve O'nun razı olduğundan başka hiçbir şeye razı olmamaktır.
Bu da Allah'ın farz ve müstehab olarak emrettiği şeylerden başkası değildir. Melekler, Rasuller ve salih kullar gibi, Allah (c.c)'ın sevdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez.
Böyle bir hal, Yüce Allah'ın anlattığı şu haldir:
"O gün ki ne mal bir fayda verir, ne de oğullar. Ancak Allah'a selim bir kalple gitmek müstesna" (Şuara: 26/88-89)
Diyorlar ki:
"Selim bir kalp Allah'tan başka şeylerden selim olan bir kalpdir".
Yani, Allah'a kulluktan başka veya Allah'ın iradesinden başka her şeyden selim olmak, kurtulmuş olmak.
Mana birdir. Bu manaya, ister "Fena" ismi verilsin, isterse verilmesin. (Bu manayı "Fena" kelimesiyle izah et, istersen de başka başka kelimelerle), netice değişmez.
Çünkü, bu mana: İslam dininin hem evveli hem de sonu, hem bâtını ve hem de zahiridir.


İkinci gruba girenlerin fenası:
Allah (c.c)'ın dışındaki bütün varlıklardan "fena" bulmaktır. Mahlukları müşahede etmekten uzaklaşmış olmaktır. Bu hal birçok salikte meydana gelen bir haldir. Hiç şüphe yok ki, bunların kalpleri Allah (c.c)'ın zikri ile, O'na kulluk ve sevgi göstermeye o kadar çok bağlanmıştır ki, bağlandığı ve zikrettiği Allah'tan başkasını görememektedir. Göremediği için de, Allah (c.c)'tan başkasını hatırlamaz. Hatta belki düşünemez bile.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:
"Musa'nın anasının kalbi, evlat derdinden başka her şeyden boş olarak sabahladı. Eğer vaadimizi tastik edenlerden olması için kalbine sabır vermeseydik, az kalsın onu açığa vuracaktı" (Kasas: 28/10)
Bu ayet hakkında diyorlar ki:
"Musa'yı hatırlamaktan dolayı, ondan başka herşeyi unutmuştu".
Bu hal, kendini sevgi, korku veya ümid gibi şeyler istila eden kimselerde sık sık olan bir haldir. Bu hallerde insan kalbi, o sevdiği, korktuğu veya ümitlendiği şeyden başka ne varsa yüz çevirir. Öyle ki, istiğrak (dalıp mestolma) halinde sevdiğinden başka hiçbir şeyi müşahede ve idrak edemez olur.
Bu şekildeki fena hali, sahibinin üzerinde artıp kuvvetlendiği zaman; onun varlığında kendi varlığını,onu müşahededen kendini müşahedeyi, onu seyretmekten kendini seyretmeyi, onu hatırlamaktan kendini hatırlamayı, onu tanımaktan, bilmekten kendini bilmeyi unutur, her hali yok olur gider (yani fenaya erişir). Hatta her şey, kulun bizzat kendisi ve bütün diğer varlıklar varlıklarını sürdüğü halde, onun idrakinden silinir gider. Ve sadece ezeli ve ebedi olan varlık baki kalır ki, O da Yüce Allah'dır.
Murad, yani niyet, kast, kulun hafızasında ve müşahedesinde (görüşünde) Allah (c.c)'tan başka ne varsa, hepsinin yok olması, fena bulmasıdır. ve kulun da mahlukatı müşahede etmekten ve hatırlamaktan fena haline gelmesidir.
Bu hal insanda kuvvetlendiği zaman, seven kişi zaaf içine girer, iyiyi kötüyü, yaratığı, yaratanı birbirinden ayırd etmesi fevkalade zorlaşır. Artık mahbubun sevilmesi lazım gelenin bizzat kendisi olduğunu vehmetmeye, zannetmeye başlar. Bir bakıma kendisini ilahla birleşik görmeye başlar. Anlatıldığı gibi...
Birisi denize düşer, onu sevenlerden birisi de arkasından denize bırakır kendini.
Denize düşen arkasından denize atlayana sorar:
"Ben düştüm. Seni benim arkamdan suya atan sebep nedir? "
Cevap verir atlayan:
"Seni ben sandım. Çünkü kendimi sende kaybetmiştim, yok etmiştim"
Bu konuda böyle inanan bir kimsenin ayağı kaydı ve helak (yok) oldu. Onlar fena bulmayı birleşme zanettiler. Sevenle sevileni bir görmeye başladılar. Bir başka deyimle, halikle mahluk bir vücuda birleşiktir zannına kapıldılar, ikisinin varlığı hakkında bir fark görmediler. Bu azim bir hata, müthiş bir yanılmadır. Çünkü, kesin bir gerçek vardır ve bu gerçek;
Hâlık(Hâlkedici) olan Yüce Allah, mahlûkuyla(halkettiği varlıkla) birleşmez.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
"O'nun misli, benzeyeni yoktur. O bütün söylenenleri işitir ve bütün yapılanları mutlak bilir" (Şura: 42/11)
O birdir ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey varlığını sürdürmek için O'na muhtaçtır. Doğmamış ve doğurulmamıştır. O'na denk olacak hiçbir şey yoktur.
Hayır, hayır...
Hayır hiçbir şey, bir başka şeyle birleşemez. Ancak istihale geçirebilir,Varlıkları değişebilir. Varlıklar değişime uğrayarak iki şeyi birbirine bağlar yahut birleştirir ve üçüncü bir şeyi meydana getirirse, bu olabilir. Böyle bir sonuçda da, ortaya çıkan üçüncü şey, ne birincidir, ne ikincisi. Ne biridir ve ne de öbürü. Su ile sütün, su ile şarabın birleşiminde olduğu gibi...
Fakat murat ile mahbub, murat ile mekrin, yani sevilmeyen, nefret edilen birleşebilir. Bunlar irade ile kerahat (istek ile çirkinlik) çeşitlerinde ittifak edebilirler (birleşebilirler). Biri diğerinin sevdiğini sevebilir ve bir başkası öbürünün nefret ettiğinden nefret edebilir. Razı olduğuna razı olur, kızdığına kızar. Şiddetli davrandığına şiddetli davranır, tiksindiğinden tiksinebilir. Dost edindiğini dost, düşman saydığını düşman sayabilir. Ama bütün bu fenaların hepsinde eksiklik vardır.
Ebu Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve muhacir ve Ensar'dan önce gelip geçen bütün büyük evliyalar bile arz ettiğimiz bu fena biçimine düşmediler. Nerede kaldı Rasuller düşsün. Onlar böyle bir fena durumuna asla düşmemişlerdir. Bütün bu hallerin sahibi olduğu gibi iddialar ashabı kiramdan sonra oraya çıkmıştır. Bu kabil, kalbe arız olan iman hallerinden, aklı terketmek yahut kaybetmek, hayırla şerri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırd edememek gibi haller sahabelerden sonra ortaya çıkan arızalardır.
Hiç şüphe yok ki sahabeler (Allah onların hepsinden razı olsun) akli bakımdan herkesten daha üstün, daha (kâmil) ileri idiler. İmanları, akıllarını kaybetme, baygınlık geçirme, kendinden geçme sorhoşluk veya delilik gibi hallere düşmeyecek kadar sağlamdı.
Bu işlerin başlangıcı, tabiîn devrinde ve Basra'da aşırı ibadetle meşgul olan kimseler arasında zuhur etti. Bunların içinde Kur'an-ı Kerim'i dinlediği zaman bayılıp düşen kimseler vardı.
Ebu Cüheyri Darırî veBasra Kadısı Ebu Evfa oğlu Zerare gibi adamlar vardı.
Aynen böyle, sûfiyenin şeyhlerinde de, kendisine fena hali, onunla iyiyi kötüden ayırd etme gücünün zayıfladığı sarhoşluklara müptelâ insanlar vardır.
Bu kimseler bu sarhoşluk ve kendini kaybetme zamanlarında bir takım sözler söylediler, fakat bu halden ayılıp kendilerine geldikleri zaman sarhoşken söyledikleri sözlerden ötürü tevbe ve istiğfar ettiler.
Mesela: Ebu Yezid'i Bestami, Ebu Hasan en-Nuri, Ebu Bekri Şibli gibiler hep böyledir.
Ebu Süleyman-ed-Darani, Ma'ruf-u Kerhi, Fudayl bin Iyaz ve Cüneyd-i Bağdadi ve daha bir çokları böyle değildir. Bunlar seyri sülük halinde iken akılları başlarında iyiyle kötüyü birbirinden ayıracak şuurda idiler ve onun için asla şeriata aykırı sözler söylemediler. Aklı şaşırtan bu çeşit bir fena haline hiç duçar olmadılar. Hayır, bin kere hayır. Onlar, sarhoşluk içinde saçmalamadılar.
Bunlar kitap ve sünnetin hidayeti ile hidayetlenen (doğru yolu ile beslenen), kalplerinde Allah sevgisinden, Allah'ı istemekten, O'na kulluk etmekten başka bir şey bulunmayan, (düşünmeyen ve yapmayan) büyük kâmil mü'minlerdir.
Çünkü, onlar her hallerinde içinde bulundukları durumu çok iyi, şuurlu bir biçimde müşahede etmişlerdir. Böyle olmaları onların (müşahede ettiklerinden iyisini ve kötüsünü ayırd edecek kadar) ilim sahibi olduklarını gösterir elbette.
Daha başka bir deyimle, bunlar, bütün mahlukatın Allah (c.c)'ın emri ile kaim ve O'nun diriltmesiyle hareket ettiğini ve bütün yaratılmışların Allah (c.c)'ı tesbih ve dua eder olarak müşahede ederler. Böylece mahlûkatın (yaratıkların) bu hallerinde, kendilerinde basiret ve tezekkür hasıl olmakta ve bu müşahede ettikleri şeyler onların kalplerinde dinin ihlasını, Allah (c.c)'a tevhidin sadeleşmesini, şeriksiz ve eşsiz olan Allah (c.c)'a, sadece O'na kulluk etmelerini sağlamlaştırır ve kökleştirir.
Bu Kur'an-ı Kerim'in tanımladığı, davet ettiği gerçek iman sahiplerinin ve üstün ve kâmil irfan ehlinin yerine getirdiği bir gerçektir. Son nebi, sevgili Rasulümüz Muhammed (s.a.v.) bunların önderi ve en kâmilidir (en üstünüdür). Bundan ötürüdür ki, semavata uruç ettiği (yükseldiği) ve çeşitli alametler gördüğü, rabbinin ona çeşitli biçimlerde münacaatlardan vahyeylediği ve Mekke insanlarının içinde sabahladığı halde, durumu hiç değişmemiş ve kendisinde reddedilmesi gereken bir fena ve sarhoşluk gibi bir hal zuhur etmemiştir (görülmemiştir). Hiçbir sarhoş edici şartta kendisini kaybetmemiştir. Fakat baygınlık geçiren Musa (a.s.) böyle değildir. O bile dayanamamıştır harikuladeliklere.
Fena hali dedikleri üçüncü şekil fenaya gelince:
Bu Allah (c.c)'tan başka hiçbir varlık müşahede etmemek, halikin vücudunu mahlûkun vücudu sanmaktır. Elbette ki böyle bir hal, Allah (c.c) ile kul arasındaki farkı olduğu gibi kaldırmaktadır. Allah (c.c) ile kulu birleştirmektedir.
Bu "hulûliye", yahut "Vahded-i Vücud" sapık telakkisine düşenler, zındıkların ve dinsizlerin en kötüsüdür.
Sahabe ve hidayet kılavuzu (doğru yolun öncüleri) din imamları ve sünnetin hidayeti üzerine müstakim olan alimler bu çeşit fenadan beridirler.
Eğer bunlardan birisi:
"Allah (c.c)'tan başka hiçbir şeygörmüyorum veya Allah (c.c)'tan başkasına bakmıyorum" ve benzeri şeyler söylerse; söylediği ispat edilebilirse, onların bu sözlerden muradı (kastı), söylemek istediği:
"Allah (c.c)'tan başka Rab, O'ndan başka müdebbir ve hâlık, O'ndan başka kendim için ilâh görmüyorum. Sevgi, korku ve ümid itibariyle Allah (c.c)'tann başkasına nazar etmiyorum O'ndan başka bir kudret kabul etmiyorum", demektir. Çünkü göz, kalbin kapıldığı, takıldığı, şeye nazar eder ona bakar.
Bir kimse bir şeyi sever veya ümitlenir veya ondan korkarsa, ona iltifat eder ve elbette ona yönelir.
Kalbte ona sevgi, ondan ümitlenme ve korkma, o şeye nefret ve kalbe ait diğer hallerden her hangi bir ilgi olmadığı zaman, kalp ona iltifat etmeyi, ona bakmayı asla istemez ona nazar etmeyi kastetmez. Sadece onu (muvafıkan) üstünkörü görür belki.
Kalbin meyletmediği şeylere bakan göz, sadece bir eşyaya bakar gibi bakar fakat aslında görmez. (Bu kalbinde ilgisi olamayan bir perde ve benzeri şeylere bakmış gibi haldir).
Büyük alimler ve salih Müslümanlar. Tevhid-i Rabbaniyi tecrit ve dinin tamamında ihlası gerçekleştirme konusunda öyle şeyler zikrediyorlar ki...
Kul Allah (c.c)'tan başka hiçbir şey en küçük bir iltifat göstermeyecek, nazar etmeyecek (bakmayacak), korkmayacak, ümitlenmeyecek.
O kadar ki, kalbi bütün yaratıklardan azade olacak, müstağni kalacak,
Böyle bir insan, mahlûka (yaratığa) Allah (c.c) nuru ile bakar,
Böylece hak ile (hakkın yardımı ile) işitir, görür, hak ile görür, hak ile tutar ve hak ile yürür,
Yaratıklardan Allah (c.c)'ın sevdiğini sever, sevmediğini de sevmez (kin ve nefret ettiğine kin ve nefret eder),
Allah (c.c)'ın dost (edindiğini) saydığını dost, düşman (edindiğini ) saydığını düşman (edinir) sayar.
Yalnız Allah (c.c)'tan korkar ve Allah (c.c)'tan korktuğu için dünyada hiçbir şeyden korkmaz.
Dünyada bütün işlerinde Allah (c.c)'a ümit bağlar, Allah (c.c) için dünyaya ümid bağlamaz.(Yani Allah (c.c)'ı bırakıp dünyaya umut bağlamaz.)
İşte bu, kötülükten yüz çeviren, muvahhid, müslim, mü'min, enbiya ve Rasûllerin marifetini, hakikatini ve tevhidini gerçekleştirebilen, kalb-i selimin ta kendisidir.Gerçek tevhid budur.


Üçüncü gruba girenlerin tevhidi ise:
Yani, vücudda yok olmak, vahded-i vücud tevhidi ise, Firavun'un ve onun yolunda gidenlerin tevhididir. Yahudi "karamita" teşkilatlarının ve bu teşkilatın yolunda giden, Hallaç, Muhyiddin Arabi, İbni Fariz, İbni Sebin ve Afif Telemasani'nin ileri sürdüğü vahded-i vücudu kendilerine din edinen ve kabul eden insanlar gibi...
Allah (c.c)'ın Rasulü'ne tâbi (bağlı) olanların fenası ise:
Bu çeşit fena övülen, methedilen cinsden bir gerçektir. Böyle bir halle hallenen kişi, Allah (c.c)'ın övdüğü, sevdiği muttaki evliyalarından kurtuluşa eren cemaatından ve galib gelen, zafer kazanan askerlerinden olur.
Yukarıda geçen sözler ile meşayih (büyük alimler) ve salihler (hâşâ) "Allah (c.c)'ı mahlukattan görüyorum" demek istemiyorlar. Çünkü Allah (c.c) yer gök ve onun içinde olan herşeyin Rabbidir.
Böyle bir sözü ancak; dalâlet ve fesadın en son derecesine düşmüş insanlar söyleyebilir. Bu da, ya akıl bozukluğundan veya itikad bozukluğundan gelir. Böyle kimseler, ilhad (dinsizlik) ile delilik arasında bocalayan kimselerdir.
Din yolunda kendisine uyulan büyük alimler, ümmetin selefinin önde gelen imamlarının ittifak ettiği, birleştiği şeyler üzerinde ittifak etmiş, buluşmuşlardır.
Bu ittifak ettikleri (birleştikleri) şey, Yüce Allah'ın yaratıklardan ayrı olduğu gerçeğidir. O'nun zatından yaratıkların da hiç bir parça bile yoktur. Yaratıklardan hiçbirisi de O'nun zatında mevcut değildir. Ezeli olanı, kadim olanı sonradan var edilmiş olandan ayırd etmek, halikı mahlûktan, temyiz ve tefrik etmek ve haliki ait olduğu eşsiz ve benzersiz yere oturtmak her mümin insan için farzdır. Ve bu söz büyük din önderlerinin söylediği en büyük gerçektir. Onlar kalplere musallat olan arızalardan ötürü pek çok gerçek sözler söylemişlerdir. Mesela:
İnsanlardan bazılar zaman zaman mahlukatın vücudunu görür, somut varlığını müşahede eder, fakat onun mücerredini, soyutunu, iç yüzünü göremez, müşahede edemez, idrak edemez. Çünkü kalbinde farkları görücü, birbirinden ayırıcı hassa tefrik ve temyiz etme gücü yok olmuştur. Aslı göremediğinden, gerçeğe nüfuz edemediğinden, surette, görüntüde kaldığından, görebildiğini yerin ve göğün sahibi zanneder. Güneş ışığını gören ve bu gördüğünü güneş zanneden insanın durumunda olduğu gibi.
Onlar bazen hem fark hem de vahdetten (birlikten) bahsediyorlar. Fena kavramı hakkında birçok sözler bulunduğu gibi bu konuda birçok yazılı ibareler vardır...

şimdi tasavvufun bu manevi uç meselesi hakkında bile bu fikirde olan bir insan Tasavvufçuları nasıl tekfir eder. Sakın onun Hululiyyecilere karşı sözylediği ifadeleri siz bütün tasavvuf erbabına dedi diye anlamış olmayasınız.vesselam

kamer34 06 Ocak 2012 17:40

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Üçüncü gruba girenlerin tevhidi ise:
Yani, vücudda yok olmak, vahded-i vücud tevhidi ise, Firavun'un ve onun yolunda gidenlerin tevhididir. Yahudi "karamita" teşkilatlarının ve bu teşkilatın yolunda giden, Hallaç, Muhyiddin Arabi, İbni Fariz, İbni Sebin ve Afif Telemasani'nin ileri sürdüğü vahded-i vücudu kendilerine din edinen ve kabul eden insanlar gibi...
Allah (c.c)'ın Rasulü'ne tâbi (bağlı) olanların fenası ise:
Bu çeşit fena övülen, methedilen cinsden bir gerçektir. Böyle bir halle hallenen kişi, Allah (c.c)'ın övdüğü, sevdiği muttaki evliyalarından kurtuluşa eren cemaatından ve galib gelen, zafer kazanan askerlerinden olur.
alıntı
Dünyada tarikatçılara laf anlatmak kadar zor birşey yoktur
bakın sayın abim tasavvufçuların anladığı veya kast ettiği manadaki allah inancı selef alimleri tarafından tekfir edilmiştir bu cümleleri iyi anlayın lütfen

Muvahhid25 06 Ocak 2012 17:47

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

kamer34 Üyemizden Alıntı (Mesaj 150600)
Üçüncü gruba girenlerin tevhidi ise:
Yani, vücudda yok olmak, vahded-i vücud tevhidi ise, Firavun'un ve onun yolunda gidenlerin tevhididir. Yahudi "karamita" teşkilatlarının ve bu teşkilatın yolunda giden, Hallaç, Muhyiddin Arabi, İbni Fariz, İbni Sebin ve Afif Telemasani'nin ileri sürdüğü vahded-i vücudu kendilerine din edinen ve kabul eden insanlar gibi...
Allah (c.c)'ın Rasulü'ne tâbi (bağlı) olanların fenası ise:
Bu çeşit fena övülen, methedilen cinsden bir gerçektir. Böyle bir halle hallenen kişi, Allah (c.c)'ın övdüğü, sevdiği muttaki evliyalarından kurtuluşa eren cemaatından ve galib gelen, zafer kazanan askerlerinden olur.
alıntı
Dünyada tarikatçılara laf anlatmak kadar zor birşey yoktur
bakın sayın abim tasavvufçuların anladığı veya kast ettiği manadaki allah inancı selef alimleri tarafından tekfir edilmiştir bu cümleleri iyi anlayın lütfen

birincisi benim tarikatçı olduğumu nerden çıkardın ikincisi kardeşim İbni Teymiye Selefimidir buyur tekfir etmemiş tam tersine fenayı gayet güzel izah etmiş kardeşim.vesselam

kamer34 06 Ocak 2012 17:48

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Dördüncü ve son bölüm
İddia:

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, zira onlar diridirler.”(Bakara: 154)

Şehitler ölmediklerine göre savaşa katılırlar. Onalrın hayatlarını tam olarak anlayamazsak bile bir bölümünü anlayabiliriz.

Şehitler kendilerine sığınan insanları korurlar, insanların dünya ile ilgili işlerine yardımcı olurlar.



Cevap:

Allah (c.c) şehitler hakkında şöyle buyuruyor:

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, zira onlar diridirler, ama siz bunu anlayamazsınız.”(Bakara: 154)

Şehitlerin bir hayatı olduğu doğrudur ama Allah Teâlâ, “Siz bunu anlayamazsınız.” dediği halde şehitlerin hayatını anlaşılabileceği nasıl iddia edilebilir?

Eğer anlayabileceğimiz gibi olsaydı, Hz. Hamza’nın şehit olmasına Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem o kadar üzülür müydü?

Madem Şehitler çağrılınca geliyorsa, Hz. Muhammed (s.a.v) zaman zaman onu çağırır ve ondan bazı şeyler isterdi ve bizim için de bu davranışı delil olurdu.

Allah (c.c)’ın “anlayamazsınız.” dediği bir konuda akıl yürütmek, her şeyi bilen Allah’a karşı haddi aşmaktır.

Allah Teâlâ müslüman orduları şehitlerle değil, meleklerle destekler. Bedir savaşında bu olmuştur:

“Doğrusu siz Bedir’de düşkün bir durumda iken Allah size yardım etmişti. Allah’tan sakının ki şükredebilesiniz. O gün sen müminlere şunu diyordun: Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?” Evet, yeter. Eğer sabreder ve sakınırsanız onlar da hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size, nişanlı beş bin melekle yardım eder. Allah bunu size, sırf bir müjde olsun ve böylece kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Yoksa zafer, ancak güçlü ve Hakim olan Allah katından olur.”(Al-i İmrân: 123-126)

“O gün Rabbin meleklere şunu vahyediyordu: “Ben sizinleyim, haydi inananlara destek olun; ben inkar edenlerin kalplerine korku salacağım. Haydi vurun boyunların üstüne! Vurun onların her parmağına.”(Enfal: 12)

Bedir savaşına katılanlardandan Ebû Davud el-Mâzinî diyor ki:

“Bedir’de müşrik erkeklerden birini vurmak için peşine düşmüştüm. Daha kılıcım boynuna inmeden başı yere düştü. Anladım ki, onu bir başkası öldürdü.” (Ebû cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîr’ut-Taberî Beyrut 1412/1992, c.3, s. 423-424.)

Bedir savaşında Ebu Cehil, Abdullah b. Mes’ûd’a şöyle demişti:

“Bana öldürücü darbeyi sen mi vurdun yani? Bana bu darbeyi vuran, bütün gayretime rağmen mızrağımın ucu, atının tırnağına yetişmeyen kişidir.(Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Cami’ li Ahkâm’il-Kur’an, Beyrut 1408/l988, c. III, s.125.)

Kurtubi, yukarıdaki ayetle ilgili olarak şunu söylüyor:

“Düşman karşısında direnen ve Allah rızasını gözeten her ordunun yanına melekler gönderilir ve onlarla birlikte savaşırlar.”
(Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Cami’ li Ahkâm’il-Kur’an, Beyrut 1408/l988, c. III, s.125.)

Şehitlerin hayatını anlayamayız. Böyle bir konuda konuşmak için ya Kur’an’a ya da sahih hadislere dayanmak gerekir.

Geçmiş peygamberlerin veya eskiden şehit olmuş müminlerin ruhlarının Hz. Muhammed ile veya ashabıyla birlikte savaşa katıldıklarına dair tek bir delil yoktur.

Şehitlerle ilgili olarak şöyle buyuruluyor:

“...Onlar Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah kendilerine bol bol verdiği için sevinçlidirler. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Al-i İmran: 169-171)

İkramı bol olan Allah, kendi yolunda ölenleri diğer ölülerden ayırıp özel olarak ağırlıyor. Bunların savaşa gönderildiğini kabul etmek için delil gerekir. Böyle bir delil olmadığına göre şehitlerin savaşlara katıldığını kabul edemeyiz. Çünkü ayetlere göre savaşa katılanlar meleklerdir.

bilinmez 06 Ocak 2012 17:59

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
sayın kamer 34,açtığınız konu olması gerekenden farklı mecralarada kaydı birazda ben ve esedullahın sayesinde oldu hakkınızı helal edin,ayrıca bi konuyu ele alırken İSLAMDA MEŞRU OLAN KISMINIDA DETAYLI vermemiz gerekir biraz daha güncellemmemiz lazım kanaatindeyim,sitede karşı çıkan arkadaşlarca sanki toptan redçiymişiz gibi algılanmış,fıtrat boşluk kabul etmediği için gayri meşru olanı verdiğimizde reddiyelerle ,meşru olanınıda detaylı vermemiz lazım kanaatindeyim ,yani islamda bu yönde ıslahadi bi metod olmalı yapılan gayri meşru fiilleri ayıklayıp meşru kısmıyla insanlara iletmek gibi...saygılar.

kamer34 07 Ocak 2012 01:18

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Ölümlerinden sonra ve gıyaplarında melek ve peygamberlere dua etmek, onlar aracılığıyla istekte bulunmak ve bu durumda şefaat etmelerini dilemek, - onlardan şefaat talep etme anlamında - heykellerini dikmek; Allah'ın teşri buyurduğu, bir peygamberi onunla gönderdiği veya bir kitabı onunla indirdiği hiçbir din yoktur.

Böyle birşey müslümanların ittifakıyla ne vacib, ne de müstehabtır.
Ne sahabeden, ne de hakkıyla onlara tâbi olanlardan biri böyle bir şey yapmış ve ne de müslümanların müctehid imamları böyle bir şeyin yapılmasını istemiştir.

Her ne kadar halk içinde ibadet ve zühd sahibi kimselerden bazıları bunu yapıyor ve bu konuda birtakım hikâye ve rüyalar anlatıyorsa da, aslında böyle şeylerin hepsi şeytanın eserlerindendir.

Bu âbid ve zâhidlerden kimileri, ölüye (istekte bulunma anlamında) dua, onunla şefaat istemek ve ondan istiğasede bulunmak konusunda kasideler dizer, ya da peygamber ve salihlere medhiyeler söylerken bu gibi şeyleri de bu medhiyeler arasında zikrederler.

Bunların hepsi Müslüman imamların ittifakıyla, bunlardan hiçbiri meşru, vacib ve müstehab olan davranışlardan değildir.

Her kim ne vacib, ne de müstehab olmayan bir şeyle ibadet eder ve onun vacib ya da müstahab olduğuna inanırsa, sapıktır, bid'at ehlindendir. İşlediği bu bid'at, iyi bid'at değil, din âlimlerinin ittifakıyla kötü bir bid'attir.

Allah'a, ancak vacib ya da müstahab olan bir fiille ibadet edilir.

Ne yazık ki birçok kimse, bu tür şirklerde yarar ve maslahatların bulunduğunu söylemekte, ya akıl veya zevk ya da taklit ve rüyalarla bu söylediklerini delillendirmeye çalışmaktadır.

Bunlara iki yoldan cevap verilir:

Birisi: Nass ve icma delilidir.

Diğeri ise: Kıyas, hiss-i selim ve iddialarındaki zararı açıklamaya itibar etmektir. Çünkü ondaki zarar, sandıkları maslahattan çok daha ağır basmaktadır.
Birinci hususa gelince, onlara şöyle cevap verilir:

İslâm dininde zorunlu olarak ve tevatür ile İslâm ümmetinin selefi ve müctehid imamlarının icmaıyla bilinmektedir ki, bu ne vacib, ne de müstahabtır.

Yine bilinmektedir ki, ne Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), ne de ondan önceki peygamberlerden herhangi biri meleklere, peygamberlere ya da salih kimselere dua edin veya ölümlerinden sonra, ya da gıyaplarında onlarla şefaat dileyin diye bir tavsiyede bulunmamıştır, bir kimse:

Ey melekler! Allah katında bana şefaat edin; Allah'tan isteyin; dileyin ki bize yardım etsin, bize rızık versin veya bizi hidayete kavuştursun, dememiştir.

Aynı şekilde hiçbir kimse, peygamber ve salihlerden ölen ne; Ey Allah'ın peygamberi!

Ey Allah'ın Resulü! Benim için Allah dua et; benim için Allah'tan iste; bağışlanmamı dile; Allah'tan dileki günahlarımı bağışlasın; beni hidayete kavuştursun; bana yardım etsin, ya da bana sıhhat ve afiyet versin, dememiştir.
Yine hiçbiri:

Günahımdan, rızkımın azlığından veya düşmanın bana hâkimiyet kurmasından sana şikâyet ediyorum. Ya da:

Bana zulmeden falanı sana şikâyet ediyorum, dememiştir. Bunları söylemedikleri gibi:

Sana misafir olarak geldim; sana komşuyum; sana sığınanları korursun; sen, kendisine sığınılanların en hayırlısısın, dememiştir.
Yine onlardan hiçbiri, böyle bir şeyi kâğıda yazıp mezarın başına asmamış, ya da falana sığınıyorum diye bir not yazarak o notu götürüp, sığındığı yerde çalışan birine vermemiştir.

Ehl-i Kitab ve müslümanlar içindeki bid'at ehlinin yaptıkları bu gibi şeyleri yapmıyordu.

Nitekim Hıristiyanlar kiliselerinde, müslümanlar arasında çıkan bid'at ehli de peygamberlerle salih kimselerin kabirlerinde ve gıyaplarında bu tür şeyleri yapmaktadırlar.

Oysa İslâm dininde zorunlu olarak Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu ümmete böyle şeyleri teşrî buyurmadığı mütevatir nakil ve müslümanların icmaıyla bilinmektedir.

Aynı şekilde daha önce gelen peygamberler de, bu gibi şeylerden hiçbirini teşri buyurmamışlardır.

Ne peygamberlerinden Ehl-i Kitaba ve ne de Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'den müslümanlara böyle bir nakil vardır.
Hattâ ne sahabeden, ne de hakkıyla onlara tâbi olanlardan biri böyle bir şey yapmıştır. Müslüman müctehidlerden de bunu hoş karşılayan olmamıştır.

Ne dört imam, ne de bir başkası. İmamlardan hiçbiri, ne hacc ibadetinde, ne de başka bir ibadette Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kabri başında

Peygamber'den şefaat etmesini, ümmeti için dua etmesini ya da ümmetin başına gelen dinî veya dünyevi bir musibeti kendisine şikâyet etmeyi hoş karşılamış değildir.

Nitekim Ashab, Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, vefatından sonra nice belâlarla karşı karşıya kalmışlardır; bazen kuraklıkla yüzyüze gelmiş, bazen yemek için yeterli gıda maddesi bulamamış, bazen güçlü düşman ordusu ve korkuyla karşı karşıya gelmiş, bazen de günah ve vasiyetlere maruz kalmışlardır. Ama onlardan hiçbiri ne Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, ne Hz. İbrahim 'in ve ne de peygamberlerden herhangi birinin kabrine gidip:
Kuraklığı veya düşmanın kuvvetini ya da günahların çokluğunu sana şikâyet ediyoruz. Yahut:

Ümmetine rızık vermesi veya onlara yardım etmesi ya da günahlarının bağışlanması için Allah'tan istekte bulun, dememiştir. Aksine, müslüman müctehidlerden hiçbiri bu gibi sonradan ortaya çıkmış bid'atleri hoş karşılamamışlar.

Bu tür şeyler, müslüman müctehidlerin ittifakıyla ne vacib, ne de müstahabtır.

İbn-i Teymiyye

kamer34 07 Ocak 2012 01:50

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Ama aracı ile, yararların gelmesi ve zararların uzaklaştırılmasını kastediyorsa, meselâ kulların rızkı, yardım görmeleri, hidayete ermeleri konularında bir aracı kastediyorsa; kulların, bu konulardaki isteklerini bu aracıdan isteyeceklerini ve bu konularda kendisinden istekte bulunmayı söylüyorsa, bu, en büyük şirk olup Allah bununla müşrikleri kâfir saymıştır.
Çünkü onlar, Allah dışında dost ve şefaatçi edinmişlerdi; onlarla yarar celbedeceklerini ve zararlardan korunacaklarını sanıyorlardı.

Şefaat, Allah'ın izin verdiği kimsenindir. Hattâ Allah şöyle buyurmaktadır :

"Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra da arşa istiva etti. Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçi olanınız yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"(32 Secde 4)

"Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkanları onun (Kur’an) la uyar. Onlar için O’ndan başka veli ve şefaatçi yoktur. Belki sakınırlar." (6 En'âm 51)

"Müşriklere de ki: "Allah dışında ilah olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız bakalım. Onlar, başınızdaki belayı ne giderebilirler ve ne de başka birine aktarabilirler."
"İmdada çağrılan bu ilahların Allah'a en yakın olanları dahil olmak üzere hepsi Allah'a yaklaşmanın yolunu ararlar. O'nun rahmetini diler ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur." (17 İsrâ 56-57)

"Müşriklere de ki; "Allah dışında ilâh olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız bakalım. Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar bir şeye sahip değildirler. Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları olmadığı gibi onların hiçbiri Allah'ın yardımcın da değildir."

"Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez. Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca biribirlerine "Rabb'iniz ne dedi?" diye sorarlar. Cevap verenler "O gerçeği söyledi, O yüce ve büyüktür" derler." (34 Sebe' 22-23)

Seleften bir grup şöyle demektedir:

"Bazı kavimler Mesih'e, Üzeyr'e ve meleklere yakarıp dua ediyorlardı, îşte bunun üzerine Allah onlara, meleklerle peygamberlerin zararı üzerinden def'edemeyeceklerini ve onu değiştiremeyeceklerini, aslında kendilerinin de Allah'a yaklaşma çabası içerisinde olduklarını, rahmetini umduklarını ve azabından korktuklarım açıklamıştır."

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği insanoğlunun: "Allah'ı bırakıp da bana kul olun" demesi düşünülemez. Fakat kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre: "Rabbaniler olun" der."

"(Hiçbir rasul) melekleri ve nebileri rabler edinmenizi size emretmez. Sizler müslüman olduktan sonra, kafir olmanızı mı emredecek(ler)?" (3 Âl-i İmrân 79-80)

Allah, melek ve peygamberlerin rab edinilmelerinin küfür olduğunu açıklamaktadır.
Her kim melek ve peygamberleri dua edilen aracılar kılar, onlara tevekkül ederse, menfaatlerin celbini ve zararların giderilmesini onlardan isterse, meselâ: Günahların bağışlanmasını, kalblerin hidayete ermesini, zorlukların giderilmesini ve ihtiyaçların yerine getirilmesini onlardan beklerse, müslümanların icmaıyla o kâfirdir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Rahman (olan Allah) çocuk edindi" dediler. O, (bu yakıştırmadan) yücedir. Hayır, onlar (melekler) ikrama layık görülmüş kullardır.

"Onlar sözle (bile olsa) O'nun önüne geçmezler ve onlar O'nun emriyle yapıp-etmektedirler.

"O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilmektedir; onlar şefaat de etmezler; (kendisinden) hoşnut olunandan başka. Ve onlar, O'nun haşmetinden içleri titremekte olanlardır.

"Onlardan her kim ki: "Gerçekten ben, O'nun dışında bir ilahım" diyecek olsa, bu durumda biz onu cehennemle cezalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırmaktayız."(21 Enbiyâ 26-29 )

"Mesih (İsa), Allah’a kul olmaktan asla çekinmez. Yakın melekler de... Kim Allah’a kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, (Allah) onların hepsini huzurunda toplayacaktır." (4 Nisa 172)

"Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp-göçüverecekti."

"Rahman adına çocuk öne sürdüklerinde (ötürü bunlar olacaktı)
"Rahman (olan Allah)'a çocuk edinmek yaraşmaz."

"Göklerde ve yerde olan (herkesin her şeyin) tümü. Rahman (olan Allah)'a, yalnızca kul olarak gelecektir."

"Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak da saymış bulunmaktadır."
"Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız tek başlarına' geleceklerdir." (19 Meryem 88-95).

"Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine ne zarar ve ne de yarar dokunduramayan putlara tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır" diyorlar. Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." (10 Yûnus 18)

"Göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiç bir şeyle yarar sağlamaz; ancak Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin verdikten sonra başka." (53 Necm 26)

"O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (2 Bakara, 255 )

"Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettir. O, bağışlayandır, esirgeyendir."(10 Yûnus 107)

"Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. Deki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını onlar kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini onlar tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler."(39 Zümer 38)

Kur'an'da benzeri âyetler pek çoktur.

Peygamberler dışında - ilim ve din büyüklerinin - peygamber ile ümmeti arasında; ümmete tebliğ eden, onlara hocalık yapan, onları eğiten ve peşinden gidilen aracılar olduklarını söyleyen de bu sözünde isabet etmiştir.

Bu âlimler icmâ ettiklerinde, icmâları kesin hüccettir. Onlar, sapıklık üzere icmâ etmezler. Bir mes'elede aralarında anlaşmazlık çıktığında onu Allah ve Resulüne havale ederler. Çünkü onlardan hiçbiri masum değildir. Aksine, Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) hariç, insanlardan herkesin sözleri içinde kabul ve reddedilecek olanları vardır.

Nitekim Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

"Alimler, peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler, ne dinar, ne de dirhem miras bırakırlar. Onlar ancak ilmi miras bırakırlar. Her kim ilmi alırsa, bol bir pay almıştır"(Buhârî, İlm 10; Ebû Dâvud, İlm 1; İbn Mâce, Mukaddime 17)

ibni Teymiyye

bilinmez 09 Ocak 2012 13:20

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

sayın esedullah,şeyhiniz bu videosunda,gavsın çocuklarının kölesi olmanın farz,vacib olduğunu söylüyor,size soruyorum bu bu farz ve vacipler hangi dinin farzlarıdır,vacipleridir...

lisam 11 Ocak 2012 12:38

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
F Â T İ H A


Dinin özünü öğrenmek istiyorsan; işte Fâtiha.

Yalnız Allah'a kul ol; denilmeden ruhuna elfâtiha!



Fâtiha; Anlam ve Mâhiyeti
Fâtiha Sûresinin Diğer İsimleri
Fâtiha Suresinin Düşündürdükleri
Fâtiha Sûresinin Kısa Tefsîri
Fatiha Suresinin Lisan-ı Hali


Fâtiha; Anlam ve Mâhiyeti

Fâtiha, açmak, açıklığa kavuşturmak, açılacak şeylerin başı, sıkıntı ve meşakkati gidermek, başlamak anlamındaki "feth" kökünden türemiş bir isim olup karşıtı "hatime"dir. Bir şeyin evveli, baş tarafı, başlangıcı, giriş" manasında kullanılır. "Fâtihatü'l-Kitab" tamlamasının kısaltılmış şekli olan bu Fâtiha'ya, Allah kelamının başında bulunduğu, yahut namazda ilk okunan sure veya tümüyle ilk inen sure olarak Fâtiha suresi denilmiştir. Bir bakıma Kur'an'ın önsözü olduğu için "açıcı" anlamına gelen Fâtiha adı almıştır.

Fâtiha Sûresinin Diğer İsimleri
Fâtiha suresi, Mekkî'dir ve yedi ayettir. Mekke devrinin ilk yıllarında ve tamamı bir defada inmiştir. Besmele'nin sureden olup olmadığı ihtilaflıdır. Surenin yirmiden fazla adı vardır. Kitab’ın özünü, İslâm'ın temel esaslarını özlü bir biçimde içerdiğinden ona Ümmü'l-Kur'an (Kur'an'ın anası, özü) ve El-Esâs denilmiştir. O, Allah'ı hamd ve sena ile tevhidin temeli uluhiyyeti, dingününden bahsederek ahireti, kulluk göstergesi olan dua ve ibadeti, nimet verilenlerden bahsederek nübüvveti, onların yolunda kalma duası ile hidayeti, gazaba uğramış sapıklar ve yollarından uzak kalma isteği ile tevhid düşmanlarından ayrılmayı ve tüm bunlar hakkında Allah'ın yardımını isteyerek kaza ve kadere rızayı işlemektedir.

Sure, hem Mekke ve hem de Medine'de iki sefer indiğinden, her namazda en az iki kere okunduğundan ve sürekli tekrarlanan bir sure olduğundan Es-Seb'ul-Mesânî (tekrarlanan yedili) ismi ile anılmaktadır. Onun bu ismi 15/Hicr suresi, 87. âyetinde tescil edilmiştir. Fâtiha suresi, ihtiva ettiği bu temel esaslarıyla saadet için yeterli olduğundan El-Kâfiye (yeten), maddi-manevi tüm hastalıklar için şifa kaynağı olduğundan Eş-Şâfiye (şifa veren) isimleri ile de anılmıştır. Hazine anlamına gelen Kenz, Duâ, Şükür, El-Hamd (halkın dilinde Elham) gibi isimler de verilmiştir.


Fâtiha Suresinin Düşündürdükleri

Hz. Peygamber'e bir bütün olarak inen ilk sure olan Fatiha suresi, bizlere en güzel dua ve yakarış örneği sunmaktadır. O, kulun yaratıcısına sunduğu en özlü bir dilekçedir. Şöyle ki, besmele ile dilekçenin sunulduğu makam belirtilmekte; Hamd ile o yüce makamın sahibi övülmektedir. Rahman ve Rahim kelimelerinin verdiği ümit ile dingününün sahibi ifadesinin verdiği korku arasında yüce huzura çıkıyor, tüm âcizliğimiz ve güçsüzlüğümüzle kul olarak kendimizi takdim ediyoruz. Daha sonra isteklerimizi arzediyor ve "âmin" (duamızı, dilekçemizi kabul buyur) diyerek imzalamış/mühürlemiş oluyoruz.

Fâtiha suresi, Kur'an'ın bir özetidir. Tevhid, âhirette ceza ve mükâfat, sadece Allah'a ibadet, sırat-ı müstakim yani hidayet ve saadet yolu, geçmiş toplulukların ibret alınacak kıssalarını konu edinen Kur'an'ın bu ilk suresinde bütün bunlara temel teşkil eden hususlar vardır. Böylece her namazda Fâtiha'yı okuyan bir müslüman, namazın her rekâtında Kur'an'ın bir özetini okumuş olmakta, Kur'an'a tabi olacağına dair Allah'a söz vermektedir.

Surenin fazileti ile ilgili birçok rivayet mevcuttur. Bunlardan birisi şöyledir: "Bu surenin benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da vardır." (İbnü'l Cevzi Zâdü'l-Mesiri, I, 10; Kurtubi, El-Câmiu' li Ahkâmu'l-Kur'an, I, 108). Namazda okunması sebebiyle bir ismi de "Es-Salât" olan Fatiha hakkında bir hadis-i Kudsîde şöyle buyrulmuştur: "Namazı kulumla aramda ikiye ayırdım. Bir yarısı benimdir, diğer yarısı kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul: "Hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır" dediği zaman Allah: "Kulum bana hamd etti, senada bulundu" der. Kul: "Allah, Rahman ve Rahimdir" deyince, Allah: "kulum beni övdü" der. Kul: "Dingününün sahibi, hükümdarıdır" dediği zaman, Allah: "Kulum beni yüceltti" der. Kul: "Ancak Sana kulluk/ibadet eder, yalnızca Senden yardım dileriz" dediği zaman, Allah: "Bu benimle kulum arasındadır, artık kulum ne isterse verilecektir" der. Kul: "Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil" dediği zaman Allah: "İşte bu, yalnızca kulum içindir; kulumun isteği yerine gelecektir" der." (Müslim, Salât 38, 40; Ebû Dâvud, Salât 132).


Fâtiha Sûresinin Kısa Tefsîri

"Andolsun ki biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'an'ı vermişizdir." (15/Hicr, 87) ayetinde Fâtiha suresi anılmıştır. Surenin kısa tefsirini verelim: "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (1/Fâtiha, 1) Er-Rabb: Mâlik, mutasarrıf demektir; yalnız Allah'ın adıdıdr. El-âlemîn: âlem'in çoğuludur. Allah'tan başka bütün varlıklardır. Hamd yalnız O'nadır. Her şeyde mutlak rububiyet O'nadır. O bütün kâinatın terbiyecisi, hâkimidir. Azamet, şeref, ululuk, yaratıcılık, O'na aittir. Hamdi O'na has kılarak, O'nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu, övülmeye layık olan yegane gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz. O'nu övmekle, O'ndan kaynakla-nan her şeyi de kabul etmiş, övmüş ve ona rıza göstermiş oluyoruz. Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak yaratılışımıza, O'nun Peygamberlerinin yegane önderler oluşuna, kitabının yegane düstur oluşuna rıza ve boyun eğmiş oluyoruz. Tüm hamdler, övgüler Allah'a, Rabbe, Rahmana, Rahime, Dingününün sahibine, yegane mabudadır. Hamd âlemlerin Rabbinedir. Çünkü O'dur insan, cin, melek ve bizim bilemediğimiz başka canlı cansız âlemlerin sahibi, onların rızık vericisi, koruyucusu, yöneticisi, yetiştiricisi, eğiticisi. Herşey yaratıldığı en güzel fıtratında kalabilmek için O'nun Rabliğine muhtaç. O'nun terbiyesine ve eğitim-öğretim ilkelerine muhtaç. Âlemlerin her zerresinde O'nun terbiyesi, düzenlemesi var. O'nun çekip çevirmesi ile herşey yerli yerinde duruyor, ahenk ve uyum içinde varlığını sürdürmekte.

"O, Rahman ve Rahimdir."
(1/Fâtiha, 2). Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Hamd, Rahman ve Rahim olan zatadır. Çünkü birbiriyle içiçe, birbirine muhtaç bir şekilde ve O'nun kudretini izhar etme adına yaratılmış olan tüm âlemler O'nun rahmetiyle en güzel bir biçimde yaratılmışlar ve varlıklarını da en sağlıklı bir şekilde O'nun rahmeti ile sürdürebilmektedirler. Dünyada bütün yaratıklara, mü'min-kâfir bütün insanlara merhamet eden; ahirette yalnız mü'minlere merhamet edip bağışlayan O'dur.

"Din gününün sahibidir"
(1/Fâtiha, 3). Mâlik; sahip demektir. Melik şeklinde okunabilir; o zaman hükümdar anlamına gelir. Din, bu ayette ceza (ödül ve ceza) demektir. O'ndan başka kimsenin hükmünün geçmediği Dingünü, ahirette hesaba çekilme günüdür. O günde amellere ceza ve mükafat vermek sadece O'na mahsustur. En güzel isimler ve sıfatlar O'nundur. Rahman ve Rahim isimlerini anarken O'nun engin rahmeti içerisinde kaybolmuş, gevşemiş, sonsuz bir umuda kapılmış olabiliriz. Bu yüzden umut ve korku dengesini yakalayabilmemiz için "dingününün sahibi"ni hatırlıyoruz. Hamdimiz ve hamdimiz doğrultusunda gerçekleştireceğimiz davranışlarımızdan o gün sorgulanacağımızın bilinç ve ürpertisi içerisinde dingününü hatırlıyor, o günün yegane sahibinin huzurunda duruyoruz.

"Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz"
(1/Fâtiha, 4). Yalnız Sana kulluk ve itaat eder, ancak Sana boyun eğeriz; zira Sen her türlü yüceliğe layıksın. Senden başka hiçbir güç kulluğa ve ihtiyaçlara cevap veremez. Dilediğimiz herşeyi yalnızca Senden dileriz; zaten Senden başka yardımcı da bulunmaz. "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz." Din, bu iki cümle üzerinde oturmaktadır. Kur'an'ın sırrı Fatiha ise, Fatiha suresinin sırrı da bu iki cümledir. Bu itiraf, kul ile Rab arasındaki canlı bağlantıdır. İbadet, müslümanın Allah'ın ölçülerine uygun olarak yaptığı her kutlu eylemin adıdır. İbadet, bir kulluk göstergesi ve yaratılış gayesidir. İlk ayetlerle ulaştığımız ruhi hazırlık ve dilimizle yaptığımız hamdü senalardan sonra, şimdi de tüm herşeyimizi O'na has kılıyor, O'na adıyoruz; "Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbı Allah içindir." (6/En'âm, 162) Bu adağımızda kalabilmek, sözümüzde durabilmek için O'nun yardımını diliyoruz. Çünkü biz ne kadar gayret edersek edelim, O'na yaraşır bir şekilde kullukta bulunamayız. Hatta O'nun yardımı olmadan hiçbir şey yapamayız. İşte bu yüzden O'nun yardımına başvuruyoruz. Ama sadece O'nun yardımına. "Sadece Sana ibadet ederiz" derken, şirk kokusu taşıyan tüm herşeyden uzak kalacağımızı; "Sadece Senden yardım dileriz" derken de, kendi güçsüzlüğümüzü itiraf ederek kendimizi O'na havale ediyor, yegane güven kaynağımızın Allah olduğunu ilan ediyoruz. Önce kulluğumuzu sunuyor, sonra yardımını istiyoruz. Kul olarak biz, bize düşenleri yapmaya çalışıyor, sonra da O'na sığınıyor, tevekkülümüzü sadece O'na has kılıyoruz. Ancak bundan sonra isteklerimizi sıralıyoruz:

"Bize hidayet et; bizi doğru yola ilet"
(1/Fâtiha, 5) Bizi Kur'an yoluna, İslam yoluna ilet. Sana yaklaştıracak, bize hürriyetimizi kazandıracak yolu. Sen kimi dilersen onu hidayete erdirirsin. Bizi dosdoğru yolunda iman üzere sabit kıl, cennete gidenlerden eyle. Sırat-ı müstakim, yani doğru yol hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.): "Doğru yol Allah'ın kitabıdır, İslâm'dır." buyurmuştur. (Tirmizî, Fezâilü'l-Kur'an 14; Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 1) Biz, sırat-ı müstakimde olduğumuz için Allah'a hamd ederken; o yolda devamlı kalabilmek için Allah'ın yardımına, hidayetine muhtaç olduğumuzu beyan ediyoruz. Zaten suredeki tüm cümleler istimrarı (devamlılığı) ifade etmektedir. Hamdler sürekli O'na, ibadet ve tâatler de kesintisiz O'nadır. Hidayet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, âlet, araç, akl-ı selim, Peygamber ve Kitaptır. Müstakim yolda kalabilmemiz kesintisiz olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı olmak, Peygambere bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda sapmadan kalmak için de önemlidir. Öte yandan, müslüman daha ileriye, en ileriye taliptir. Zarardan kurtulmak için mü'minin iki günü birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidayet yolunda mesafe katetmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde, ön safta yer almaya gayret etmelidir. İşte duamızla biz, hidayetimi-zin artırılmasını da istiyoruz Rabbimizden.

"Nimet verdiğin kimselerin yoluna" (1/Fâtiha, 6). Yani peygamberler, sıddıklar, şehidler, salih mü'minlerin yoluna ilet (bkz. 4/Nisa, 69). Onlar ne güzel arkadaştır, ne güzel mü'minlerdir. Zaten en büyük nimet; dindir, hidayettir, Kur'an'dır, risalettir, kullukta sadâkattir, O'nun yolunda salih kullardan olup, fi sebilillah şehid olarak ölebilmek, daha doğrusu ölümsüzleşebilmektir. İşte tüm bunlara erenlerin yolunda olmayı istiyoruz. Tabii ki, onların yolunda olmak için gerekenleri yaparak bu isteğimizdeki samimiyetimizi ortaya koymalıyız.

"Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil."
(1/Fâtiha, 7). Yani yahudiler ve hıristiyanların (Tirmizî, Tefsir 2; 5/Mâide, 60, 77) veya İslâm'dan sapanların yoluna değil. Gazaba uğramışlar, yahudiler başta olmak üzere her toplumun âsileri ve azgınlarıdır. Sapanlar ise, hıristiyanlar ve cehalet içerisinde helak olan herkestir. Bilerek azgınlık gazab sebebi; bilgisizce azgınlık ise dalalet sebebidir. O halde, güçlü bir ilim donanımı ile sağlıklı ve sağlam bir iman sahibi olup sergileyeceğimiz salih davranışlarla gazabdan ve azabdan kurtulmaya çalışmalıyız. Yahudi ve hıristiyanlar: Kitabla, Peygamberle, mucizelerle; bütün bunlara rağmen sapanlar. Dinde ifrat ve tefrit uçurumlarına yuvarlananlar, aşırı gidenler. İlim adamlarını dinlemeyen birincilere karşılık; onları kutsayan ve putlaştıran ikinciler. Yanlış yorumlarla, dinin emirlerini değiştirip eksilten yahudilere karşılık; dinin emirlerini çoğaltıp ruhbanlığı hortlatan hıristiyanlar. Dinde atmalar yapanlara karşılık; katmalar yapanlar. Ahireti dünyaya değişen maddeci bilimcilere(!) karşılık; maddeden tamamen el etek çeken ruhçu cahiller. Onların özellikleri Kitabımızda çokça anlatılır ki, yahudileşme ve hıristiyanlaşma temayülü gösterilmesin. Zira bu eğilim, ümmet için şirk ve küfür eğilimi gibi tehlikeli sapmalardır. Gazaba uğradığı ve dalalette olduğu için onları helak ettiğin gibi bizi de helak etme. Doğru yoldan sapan azgınlardan değil; Rasülünün dosdoğru yolundan gidenler kıl. Bizi hevâ
ve hevesine uyan, büyüklenen, haktan sapan münafıklardan ve kâfirlerden ayır, onlardan duaların en güzeli ile Sana sığınıyor, Sana dua ediyor ve yardımını bekliyoruz. Âmin; duamızı kabul et.
Bu surede Allah'tan nelerin istenmesi gerektiği, ayrıca istemenin usûl ve âdâbı da öğretilmektedir. Buna göre, istemenin şartları, önce ne istediğini bilmek, sonra ona gerçekten ihtiyacı olduğunu belirtmek, daha sonra da onu elde etmek için yapılması gerekeni yapmaktır. Böylece gerçek dua, nimeti hayal ve arzu etmek değil; o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fatiha suresi, mü'min insana kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde hidayetle ibadetin önemini ve ebedî nimetin elde ediliş yöntemini bildirmektedir. Böylece sureyi okuyan mü'min, sadece Allah'a kul olduğunu ifade ve ikrar ettikten sonra, kendisiyle yaratıcısı arasında hiçbir aracı bulunmadan doğrudan doğruya O'na seslenir. Ebedî saadete ve nihayetsiz nimetlere ulaştıran doğruluk ve dürüstlük yolunda ilahi lutfa nail olmuş iyilerin izini takip ederek ilerlerken; gazaba uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için Allah'tan hidayet ve yardım ister.
Allah'la kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen Fatiha suresi, Allah-insan ilişkisinin mahiyetini ortaya koyar ve bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüle-ceğini öğretir. Ayrıca, sözkonusu ilişkinin tek taraflı olarak kulun gayretiyle değil; mutlaka Allah'ın hidayet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Surenin ilk yarısı, kulun Allah'a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah'tan isteklerini dile getirir.

Bütün tefsirlerde besmele'nin başandaki "be" harfinin iltisak (Allah ile insan arasında ilişki ve bağlantı) anlamı taşıdığına önemle dikkat çekilmiştir. Bu bağlantının bir tarafında ulûhiyyet ve rubûbiyyet; diğer tarafında insaniyet ve ubûdiyet makamı vardır. Fatiha suresinin de bu şekilde iki bölümden oluştuğu görülür. Övgü ve ta'zim cümlelerinden meydana gelen ve ulûhiyyete dair olan ilk bölümde Allah'ın insanlara yönelik iltifatının en çarpıcı ifadeleri olmak üzere "Rabb" (yapıp yaratan, yetiştirip geliştiren, terbiye eden), Rahman ve Rahim isimleriyle, O'nun mutlak hâkimiyet ve hükümranlığının ahirette de devam edeceğini belirten "maliki yevmi'd-din" ifadesi yer almıştır. Bütün bu nitelikleri dolayısıyla hamd (her türlü övgüler, güzellikler, yetkinlikler) O'na mahsustur.

Dua ve niyaz üslubunun hakim olduğu ikinci bölümde insanların Allah'a bağlılıklarının temel unsurları olmak üzere "ibadet" ve "istiâne" kavramları yer almaktadır. Ulûhiyyet bölümünde ifade edildiği üzere, insanların bu dünyadaki inanç ve amellerine göre ahiretteki durumlarını Rahman ve Rahim olan Allah'ın şaşmaz adaleti belirleyeceği için yalnız O'na ibadet etmek ve sadece O'ndan yardım dilemek (istiane) gerekir. İnsan bu beyanı ile kulluğunu, tevhid inancını, tevekkül ve teslimiyetini, ihlas ve kararlılığını Allah'a arzetmiş olur. Bu seviyeye ulaşan bir iman ve aynı ölçülerle düzenlenen bir amel ve hayat çizgisi "sırât-ı müstakim" dir. Ömür boyunca bu çizgiyi takip etmenin zorluğu sebebiyle insan, bu yolda sürçebilir ve sonuçta kötülüklere rıza göstermeyen Allah'ın öfkesine mâruz kalmış olan sapmışların yoluna kayabilir. "Bizi doğru yola ilet" sözleriyle başlayan dua cümleleri, bu büyük tehlike karşısındaki aczinin ve kendi kendine yeterli olmadığının bilincine varan insanın âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah'a sığınarak hidayetiyle kendisini desteklemesi şeklindeki niyazını ifade etmektedir.

Suredeki ifadeler çoğul sigasıyla olup müslümanlar için toplum hayatının ve toplumsal dayanışmanın önemini, cemaat ve ümmet şuuruyla birlik ve beraberlik içinde "sırat-ı müstakim" üzere hareket etmeleri gereğini ortaya koyar. Bu amaca yönelik olarak cemaatle kılınan namazda imamın kıraatinin aynı zamanda cemaatin kıraati yerine geçmesi Fatiha'daki bu kapsamlı ifade özelliğinden dolayıdır.

Fâtiha suresi, önce Allah'ı en belirgin nitelikleriyle tanıtmakta ve insanı sağlam bir imanla O'na yöneltmekte, yaratıcıya ve yaratılmışlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi dinin ve dindarlığın temeli olarak belirlemektedir. Surenin, insanoğlunu yaratıcısıyla ve diğer insanlarla uyum içinde yaşatmak şeklindeki evrensel hedefi gerçekleştirmeyi gaye edindiği dikkate alınırsa, onun Kur'an'ın ve dinin özü olduğu daha iyi anlaşılır.

Bir yoruma göre, Bakara suresi, Fatiha suresinin açıklamasıdır. Başta Al-i İmran suresi olmak üzere diğer bütün sureler de Bakara suresinin tefsiridir. Nitekim Fatiha'da Allah'tan hidayet istenir; onu takip eden Bakara suresi, bu Kitab'ın muttakileri hidayete erdirmek amacıyla gönderilmiş olduğunu bildiren ayetle başlar. Fatiha'nın Kur'an'ın bir özeti olduğu kabul edilirse, onun bütün Kur'an sureleriyle ilişkili bulunduğunu düşünmek mümkün olur.

O yüzden, surenin asıl tefsir ve açıklaması Kur'an'ın kendisidir. Fatiha'yı iyice anlamak isteyen Kur'an'a yönelsin, O'nu okuyup anlamaya çalışsın. Zaten Kur'an Ümmü'l-kitab'daki "Bizi hidayete eriştir" duasına verilen bir cevaptır. Fatiha ise o cevabın özeti. Allah'ın evrendeki yasası ise, bir şeyin önce özetini çıkarmak, sonra onu açıp detaylandırmaktır. Büyük bir ağacın tohumları gibi. Fatiha işte o büyük ağacın tohumu mesabesindedir. Çekirdek, ağaç demek değildir; ama çekirdeksiz de ağaç olmaz. Çünkü gövdesi, dalı, yaprağı, meyvesi ve tüm özellikleriyle ağaç o çekirdekte gizlenmiştir. Ne var ki, insan çekirdekle yetinmez; çünkü çekirdek onun ihtiyaçlarına cevap vermez. Öyleyse o çekirdeği gönlümüze, zihnimize ekip meyvelerini dermeye bakalım.

Fatiha'nın Kur'an'daki en büyük sure olduğu, Bakara suresinin son ayetleriyle birlikte "iki nur" diye anıldığı ve geçmişte hiçbir peygambere benzerinin verilmediği, şifa niyetiyle okunduğu takdirde tesirinin görüleceğine dair hadisler vardır. Fatiha'nın faziletiyle ilgili rivayetlere hadis mecmualarının yanında, tefsir kitaplarında da geniş yer verilmiştir. Bu surenin her türlü hayırlı faaliyetlerin başında veya sonunda, çeşitli vesilelerle tertip edilen meclislerde, merasimlerde, kabirlerde vb. yerlerde dua niyetiyle okunması, zamanla müslümanlığın en köklü şiarlarından biri haline gelmiştir.


Fâtiha Sûresinin Lisan-ı Hali

1- Fâtiha önsözdür, Kur'an'ın mukaddimesidir. Vahye açılan kapıdır. Başlangıçtır Fatiha, anahtardır, giriş, sunuş ve sonuçtur. Dilekçedir, duadır, sözleşme, anlaşma ve antlaşmadır, Rab'la kulun diyalogudur.
  1. 2- Fâtiha suresi, tüm özellik ve güzellikleriyle, Kur'an'ın özetidir. Hz. Ali der ki: "İlimler hazinesi Kur'an, Fatiha suresinde; Fatiha da besmelede özetlenmiştir."

    3- İnsan, cin ve meleklerin, canlı cansız tüm âlemlerin Rabbi Allah da, ey küçük âlem olan insan, senin Rabbin kim? Düşünce ve davranışlarında seni yönetip terbiye eden kim?

    4- Bu sure ile Rabbimiz, bizim kendisini nasıl övüp şükredeceğimizi, dua edeceğimizi öğretmiştir. Öyleyse Fatiha'yı dualarımızın başında ve sonunda dilimizden eksik etmeyelim.

    5- Tüm övme ve övülmeler Allah'a hastır. O'nun nizamının hakkıdır tüm övme ve övülmeler. Peki nasıl olur da hamdi, övgüyü sadece Allah'a has kılan bir mü'min, söz ve davranışlarıyla Allah'ın nizamından başka herhangi bir düzeni, bir düşünceyi, bir sistemi övüp medhedebilir?

    6- Dingününde, yani kıyamet gününde güven içerisinde olmak istiyorsan, dingününün sahibi olan Allah'ın dininden hiç ayrılma. Ne yaparsan yap, yaptığının karşılığını göreceksin o günde.

    7- Kulluk; ibadet, boyun eğmek, bağlanmak demektir. Peki ey müslüman, tüm hareket ve davranışlarında sen kime bağlısın, kime boyun eğiyor ve kime kulluk ediyorsun? Şayet Allah'ın emirleri doğrultusunda, Allah içinse tüm yaptıkların, gerçek bir kulsun sen. Değilse...

    8- Allah'ın yardımı olmadan, layıkıyla O'na ibadet de edemeyiz. O'nun yardımına layık olmak ise kul olmaya bağlıdır. Kul olmayanlara, gerektiği gibi kulluk yapmayanlara gelmez Allah'ın yardımı.

    9- Müslüman da olsa her insan yanılabilir, yoldan çıkabilir. Onun için sürekli sırat-ı müstakimi, yolların en doğrusunu Allah'tan istemeli ve o yolda devamlı kalmayı dilemeliyiz.

    10- Dosdoğru yola ulaştıran düstur, içerisinde hiç şek şüphe olmayan ve muttakiler için hidayet rehberi olan Kur'an'dır. Sırat-ı müstakim, ancak Kur'an'a sarılmakta ve onu yaşamakta-dır. Cennetin yolu sırat-ı müstakimde olmaya; sırat-ı müstakimde olmak ise, salih amellerin adamı olmaya bağlıdır.

    11- Bunca günah ve hatalarımız, bizde Rabbimizde istemeye yüz bırakmamıştır. Onun için biz de başta peygamberler olmak üzere ümmet olarak "biz" diye dua ettik. Ümmet dini olan İslam'da ben-sen yok, biz; fertler yok, cemaat vardır. Öyleyse her Fatiha okuyuşumuzda ümmetin bir ferdi, islam'ı yaşama ve yaşatma konusunda İslam'ın bir şubesi olduğumuzu unutmayalım.

    12- Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihler kendilerine nimet verilenlerdir. Öyleyse onların yolunda, onları örnek alarak nimetlere ehil kişiler olmaya gayret etmeliyiz. Şu geçici dünyada bunca nimetler içerisinde yüzen kâfirler bizi aldatmasın. O nimetler geçicidir, cennet nimetleriyle karşılaştırma bile yapılamaz. Onların ahiret nimetlerinden alacakları hiçbir şey yoktur.

    13- Allah'ın lanet ve gazabına uğramış, azabını haketmiş tüm lanetlilerin gidişat ve yollarından uzak duralım, sonra da Fatiha'yı okuyalım. Lanetlenmiş yollarda yolumuzu kaybettiğimiz durumda Fatiha okumak anlamsızdır.

    14- Müslüman! Her Fatiha'yı okuyuşunda Rabbinin huzurunda durduğunu, Rabbinle konuştuğunu ve Rabbinden istediğini unutma. O'na yaraşır kul olmaya çalış.

    15- "Fâtiha'sız namaz olmaz" hadisine göre namazda Fatiha okumak vaciptir. Hanefiliğin dışındaki diğer mezheplere göre ise farzdır. Buna göre bir günde 40 rekâtlık namazda kırk kere Fatiha'yı tekrarlıyoruz. Namaz bizi hazırlayan, yetiştiren mektep olduğuna/olması gerektiğine göre, Fatiha'sız namaz; namazsız da hayat olmaz. Aslında tekrar sanılan bu her bir okuyuş, bizi değişik bir açıdan hesaba çeken bir uyarıdır. Fatiha'ya uymayan her yanlış söz ve davranıştan uzaklaşmak için yeni bir alarm ve ikazdır.

    16- Fatiha'nın sonunda, okuyan ve dinleyenin "âmin" demesi sünnettir. Âmin, duamızı kabul buyur Allah'ım, demektir. (1)


    1- İslam Ansiklopedisi, T.D.Vakfı Y. c. 12, s. 252-253; Ali Akpınar, Namaz Duaları ve Sureleri, s. 77 vd.
    Fatiha İle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

    Buhari, Tefsir I/1, 15/3; Fezailu'l-Kur'an 9; Tıb 34
    Müslim, Salat 38, 40; Selam 66
    Tirmizi, Fezailu'l-Kur'an 1; Mevakit 69, 115, 116
    Nesai, İftitah 25, 26
    İbn Mace, İkame 11
    Ebu Davud, Edeb 52; Tıb 19
    Müsned, II, 285; III, 450; V, 114
    Darimi, Salat 36; Fezailu'l-Kur'an 12.
    Kütüb-i Sitte M. Terc. Ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 17 s. 20

Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 34-46
Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 39-42
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1 s. 27-33; 67-71; 140-142 (25-142)
Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 62-63 (57-78)
Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 15-129
Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 17-33
Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s.
El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 31-66
Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 15-18
Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 1-2
Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. c. 1, s. 29-39
Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 6-11
Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 1, s. 13-18
El-Esas fi't-Tefsir, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 35-53
Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 5-13
Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1, s. 61-83
Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 1, s. 61-109
El-Câmiu li-Ahkâmi'l Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 1
Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 11-29
Sorularla Fatiha Suresi, Z. Durmuş-Ali İçipak, Yenda Y. s. 208-223
Fâtiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 39-49; 309-311
Fâtiha Üzerine Mülahazalar, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
Fâtiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 232-237
Fâtiha'nın Kırk Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
Fâtiha Suresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.
Fâtiha ve En'am Sureleri Tefsiri, Suat Yıldırım, Nil A. Ş.
Fâtiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 11-18
Besmele ve Fâtiha Tefsiri, Ebulleys Semerkandi, Sezgin Neşriyat
Ahkam Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1 s. 9-12; 23-46
İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2 s. 158-160
İslam Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 12 s. 252-255
İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 13-14
Kur'an Mucizeleri, Haluk Nurbaki, Mayaş Y. s. 134-137
Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 131-134
Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 84-86

lisam 11 Ocak 2012 12:47

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
burda fatiha tefsirini verdim sadece kuranda salihlerle berarber olun sadıklarla beraber olun ifadeleri çok fakat günümüz zamanına baktığımızda cahil bir müslüman topluluğun kabul görmüş kuranında övmüş olduğu model insanları hayatlarında ve kalplerinde nereye koyması gerektiğini bilemediği için elbette tevessül konusunu anlamamak eleştirmek çok basit olur fatihada sizde bende daima fatihada nimet verdiklerinin yoluna ilet diye 40 defa niyaz ediyoruz burda farkında olmadan bir bakımada inancımıza darbeler vuruyoruz ki allah muhafaza etsin bizleri kuranı kerimi en iyi anlayan hz. rasulullah sav efendimiz ve sahabeleriydi ve onlarında bu güne kadar gelen varisleridir.tevessülü günlük hayatımızda ilmine bilgisine güvendiğimiz büyüklerimize her konuda gidiyoruz doktora bile gidiyoruz eğer kalbimizde en ufak allaha karşı itikat bozukluğumuz olsa burda tevessülün yardım istememiz elbette küfür olacak ben inanıyorum ki siz burda sadce tevessülü böyle zannedenlere karşı yazdınız gerçek olan elbette herşeyi sebbeler üzerine yaratan yaratıcı onu bilmemiz tanımamız kulluğu bilib teslim olarak yaşamak gerekir bizlerde diyoruz ki paylaşımlarınızda inşallah allah cc karşı iman ettiğimiz hususlarda daha dikkatli paylaşımlarımız olursa daha doğru bir yardımlaşma olacak allaha emanet olun

bilinmez 11 Ocak 2012 13:47

Cevap: ""Tasavvuf/Tevessül/Reddiye""
 
Alıntı:

lisam Üyemizden Alıntı (Mesaj 154303)
burda fatiha tefsirini verdim sadece kuranda salihlerle berarber olun sadıklarla beraber olun ifadeleri çok fakat günümüz zamanına baktığımızda cahil bir müslüman topluluğun kabul görmüş kuranında övmüş olduğu model insanları hayatlarında ve kalplerinde nereye koyması gerektiğini bilemediği için elbette tevessül konusunu anlamamak eleştirmek çok basit olur fatihada sizde bende daima fatihada nimet verdiklerinin yoluna ilet diye 40 defa niyaz ediyoruz burda farkında olmadan bir bakımada inancımıza darbeler vuruyoruz ki allah muhafaza etsin bizleri kuranı kerimi en iyi anlayan hz. rasulullah sav efendimiz ve sahabeleriydi ve onlarında bu güne kadar gelen varisleridir.tevessülü günlük hayatımızda ilmine bilgisine güvendiğimiz büyüklerimize her konuda gidiyoruz doktora bile gidiyoruz eğer kalbimizde en ufak allaha karşı itikat bozukluğumuz olsa burda tevessülün yardım istememiz elbette küfür olacak ben inanıyorum ki siz burda sadce tevessülü böyle zannedenlere karşı yazdınız gerçek olan elbette herşeyi sebbeler üzerine yaratan yaratıcı onu bilmemiz tanımamız kulluğu bilib teslim olarak yaşamak gerekir bizlerde diyoruz ki paylaşımlarınızda inşallah allah cc karşı iman ettiğimiz hususlarda daha dikkatli paylaşımlarımız olursa daha doğru bir yardımlaşma olacak allaha emanet olun


sayın lisam,yardım derken sadece Allahın edebileceği yardımı kullarından istersek doğru olmayıp insanı islami daireden çıkarmaya götürür,hayır diyorsanız fatihadaki Yalnız senden yardım isteriz,dedikten sonra namazdan çıkıp sadece Allahın yardım edebileceği durumlarda velevki peygamber olsun kullardan talep etmek namazda dahi yalan söylediğimize işaret etmez mi.

İnsanların arasındaki birbirlerinden yardım etmeleri,iş güç ve verdiğiniz doktor örneğinde olduğu gibi hastalanınca doktora gideriz ama doktor bize şifa verdi dersek burda doktoruda rab edinmiş oluruz.doktor bi sebebtir,ilaç bi sebebtir,ama bu sebeblere gidildiği halde günü gelmedende şifa bulan olmamıştır.şifayı verenin Allah olduğunu unutursak Allah a şifa konusundada ortak koşmuş oluruz.yani şifadada meşru olan haktır.

Başka bi konuda örneğin siz ölmüş bi doktorun kabrine gidip veya ona rabıta edip,yetiş ya doktor deyip ondan yardım edmesini ister misiniz.bizim münazara ettiğimiz ve meşru olmayan dediğimiz ve insanı islam dininden uzaklaştıran YARDIM şekli bu yöndedir diyor ve delillerini kuran ve rasulullahtan veriyoruz.Bazı insanlar kendilerince Allahın velileri,veya peygamber varisi veya mürşit veya gavs dedikleri kişiler özelde onları bağlasada genelde toplumsal bi islamı yansıtamadığı gibi rasulullahın mekek dönemindeki müşriklerin nasıl ki atalarının ölmüş salih olanların putların yapıp ve her bir puta ayrı bir misyon yükleyip bu putları ARACI kılıp Allaha yakınlaştırma ve yardımda aracı kullanıyor gibidir,ve ne gariptirki her kabilenin PUTUDA AYRIYDI,bir diğer kabile ,başka bi kabilenin aracı kıldığı puta yönelmediği gibi başka kabilenin putunada itibar etmiyordu,aynı cahiliye bu günde az bir farkla şu an mevcut..Bu mekkedeki salih[mürşit],saydıkları atalarının putlarının örneğin,biri Şifa,biri bereket,biri,şefaat, vs adında 360 özellikte put vardı kimin ne ihtiyacı varsa,o özellik yüklenen puta yöneliyor ve yardım[ARACI] kılıyordu.

Daha sonra rasulullah bu müşrik toplumu LAİLAHE İLLALLAHA ÇAĞIRINCA,hepsinin en çok şaşırdığıda şu cümleleri di,sen bizi TEK BİR İLAHA MI çağırıyorsun,evet mekke müşrikleri bunu diyordu halktan tutun otoriteyi elinde bulunduran üst düzey yöneticilerine kadar hepsi bunu diyordu ve hatta yönetim kadrosu rasulullaha ,biz 360 dan fazla bi putla bu halkı zor durduruyorken sen sadece bir tene diyorsun bu akıl alacak iş değil.

ve bizde rasulullahı örnek almış kuran müminleri olarak bu tür şirk yönelişinde olanları rasulullahın çağırdığı gibi TEK İLAHA ÇAĞIRIYORUZ,bu çağrıyı yapmaktan ve bu çağrıya uymaktan onur ve şeref duyuyoruz...

Bırakın diyoruz kendiside muhtaç olan kullardan yardım ,şefaat,vb istekleri ve bu kullar rasul dahi olsa her kulun muhtaç olduğu tek ilahtan istemek TEVHİDİN aslıdır..Rasullerde böyle yapmıştır veli dediklerinizde peygamber varisyse böyle yapsın ve sizide böyle yönlendirsinler o zaman..


SAAT: 10:52

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306