Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Zekat-İnfak (https://www.forum.medineweb.net/212-zekat-infak)
-   -   Zekat ve zekat verilecek mala yönelik hükümler (https://www.forum.medineweb.net/zekat-infak/22372-zekat-ve-zekat-verilecek-mala-yonelik-hukumler.html)

enderhafızım 05 Temmuz 2012 13:59

Zekat ve zekat verilecek mala yönelik hükümler
 


Konu: Zekat ve zekat verilecek mala yönelik hükümler
Yazar: Dr.M.Şerafeddin KALAY

Zekât, lugatta: tahâret, yani temizlik, arınma anlamına geldiği gibi bereketlenme, nemâ bulma, artma anlamlarına da gelir. Zikri Hakim’de; “Nefsini temizleyen kişi kuşkusuz kurtuluşa ermiştir. (el-A’ lâ, 87/ 11). “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems 91/ 9) buyurmuştur.
Bu birinci anlamda kullanılıştır. İkinci anlamla ilgili olarak Rağıb el-Isfahanî; “Zekâtın aslı, Allah’ın bahşettiği bereketten meydana gelen artış, nemâdır,” der ve ekler: “Bu hem dünyevî mallara yönelik bir bereketlenme, bir artış olabileceği gibi, uhrevî bir artış da olabilir.” Sonra, ekinlerin bereketlenip artışının, nemâ bulup bollaşmasının bu kelimeyle ifade edildiğini zikrederek bunu dünyevî artış için misal gösterir.
İslam fıkhında ise zekât; “Nisab miktarı ve daha fazla olan, üreme kabiliyetli malların belli bir miktarını şartlarına uygun olarak, zekâtın almaya ehil olan kimselere Allah rızası için temlik yoluyla vermektir.” Zekât, mâlî bir ibadettir. Böyle bir ibadete İslâm Fıkhında “zekâtın” deyiminin kullanılış sebebi açıktır. Çünkü zekât, bir kazancı içine sızan görünmez kirliliklerden temizlediği gibi, şuurla zekât verme erdemine ulaşan insanın manevî dünyasını da arındırır, ona gönül huzuru verir. Aynı zamanda bir bağın budanışı gibi, malına bereket verir, canlılık kazandırır; yepyeni filizlenmelerle gönle coşku doldurur.
Fakirin sevinci, yüzünün gülmesi, zekâtı verene manevî haz tattırır, dünyalığındaki kem gözleri uzaklaştırır. Enîsü’l-Fukaha’da (sh. 131) şöyle der: “Şer’i Şerif’te bu ibadete zekât isminin verilmesi, zekâtı verilen malın bereketle nemâ bulması, zekâtı veren kişinin de mağfiretle temizlenmesidir.” Zekât bir farîzadır. İslamın beş temelinden biridir. Hicretin ikinci yılında, oruçtan önce farz kılınmıştır. 1 O günden bu güne kadar, hem zengin-fakir bütün cemiyet fertlerinin birbirine kenetlemede, kaynaştırmada, hem de nefsi terbiye, insan irâdesinin dünya malına yönelik hırsına galip gelmesinde, dolayısıyla huzur ve sükunda ciddî tesirleri olan bir ibadettir. Zekâtı, kısa bir yazı çerçevesinde bütün yönleriyle inceleme imkanı elbette ki mümkün değildir. Kardeşlerimizin bu konuda bilgilerini arttırmak veya tazelemek için kaynaklara dönmesini tavsiye ediyoruz. Biz gelecek satırlarda âciliyetine inandığımız; “Zekâtın malla ilgili şartları” üzerinde duracağız. Zirâ sık sık yanlış değerlendirmelere, zaman zaman da yanlışlar zincirine tanık oluyoruz.
Zekâtının malla ilgili şartları şunlardır:
1- Mal üzerinde mülkiyetin bulunması. (Dolayısıyla vakıf ve amme mallarına zekâtın düşmez.)
2- Mülkiyet altında olan malın aslî ihtiyaç duyulan mallardan en az nisab miktarı fazla olması. Zenginliğin anlamı da zaten budur. (Borçlardan, nisab miktarını geçmeyen mallardan zekâtın verilmek zorunda değildir.)
3- Nisab miktarını aşan bazı malların üzerinden tam bir hicrî yılın geçmesi. Buna fıkıhta “havlanü’l-havl” denilir. Bir malın üzerinden yıl geçmesiyle onun istikrarlı bir mal olduğu, gelip geçici olmadığı ortaya çıktığı gibi, bu süre içinde o mal da üreme imkanı bulur. Bu madde, bir sonrakiyle birbirini tamamlayıcı bir maddedir. “Bazı mallar” ifadesini ise bilerek kullandık, çünkü tarım mallarında bu yoktur. Yetişme süresi ne kadar olursa olsun hasad olan malın zekâtı verilir. Bir arazi, aynı yıl içinde birden fazla ürün de verebilir.
4- Malın ” nümüv” kabiliyetinin olması; bir başka ifade ile üreme, çoğalma kabiliyetinin bulunması, nemâlanabilmesi. Bir mal bir kaç türlü nemâ bulur, ürer: Ya gökten yağan yağmur veya kuyu, pınar, ırmak ve derelerden sulanarak, topraklardan gıdalanarak, güneşten faydalanarak. Böylece gelişir ağaç gibi çiçek açar, meyve verir veya ekin gibi başaklanıp çoğalır, nemâlanır. Ya da atlar, develer, sığırlar, koyun, keçiler. gibi kırların, merâların otlarıyla beslenir, çiftleşme yoluyla ürer. Bazı mallar da ticaretle ürer. Bu da ya alışveriş yoluyla kâr edilerek gerçekleşir. Ya da tezgahlar kurulup bu tezgahlar yoluyla imal edilir, satışa sunulur. Mal, imâlat ve satış, imâl edilen mallar içiçe girmiş bir şekilde nemâlanır. Bazı mallarda da, süratle ticarete girme, derhal kullanılabilir mala dönüşme kabiliyeti vardır. Daha açık bir ifadeyle; ihtiyaç duyulup satın alınan mala daima bedel olma kabiliyeti vardır.
İslâm hukukunda buna kısaca “semeriyyet vasfı” denilir. Dolayısıyla, üreme kabiliyeti veya semeriyye vasfı olmayan malların zekâtını verilmek zorunda değildir. 2 Birçok insanımızın, hatta bilim adamlarının “nümüv” şartını bilmediği, anlamadığı veya gözardı ettiğini görüyoruz. Halbuki bu şart zekâtın kelimesinin asıl anlamını taşıyan, neredeyse merkezini oluşturan bir şarttır. Nitekim Hidâye şerhi elİnâye’de zekâtın sebebinin “üreme kabiliyeti olan nisab miktarı mala sahip olmak”3 olduğu açık bir ifadeyle kayıtlıdır. Bu kayıt, araştırma yapıldığında her fıkıh kitabında rahatça rastlanabilecek bir kayıttır. Bu temel bilgilerden hareketle pratik hayatta sıkça karşımıza çıkan misaller vermekte fayda var. Buna göre; dükkanların, mağazaların, oturulan veya kiraya verilen evlerin, bunların içinde bulunan demirbaşların zekâtını verilmez.
Üretim çiftliklerinin, fabrikaların, nakliye gemilerine zekât düşmez. İş tezgahlarının, torna makinalarının, matbaa makinalarının, triko, çorap makinalarının, plastik, boya vb. madde üretiminde kullanılan makinalarının, fırın dönerlerinin ve bu anlamdaki bütün âletlerin zekâtını verilmez. Binmek için kullanılan arabaların, kullanılan bilgisayarların, kameraların zekâtı verilmek zorunda değildir. Çünkü misal olarak saydığımız bu gayrı menkuller veya makine ve âletler, her ne kadar değerli ve üretim sağlayan mallar ise de kendi bünyesinde üreyen mallar değildir. Dolayısıyla üzerine zekât düşmez. Ayrıca, bir çoğu aslî ihtiyaç duyulan mallardır. Eğer bu mallar, alım-satımı yapılan ticarî mallar olsaydı, yıl sonunda zekâtının verilmesi gerekirdi. Çünkü böyle bir mal, ticarî hayata girmekle üreme kabiliyeti kazanmış olur. Daha açık bir ifadeyle, torna tezgahları, triko makinaları, bilgisayar ve parçalarını satan bir mağaza, bir oto galerisi sattığı malların zekâtını vermek zorundadır.
Bir kimsenin ihtiyacından fazla olarak ikinci veya üçüncü bir evi olsa, hatta bu evleri kiraya verse bile onların zekâtlarını vermek zorunda değildir. Çünkü üreme kabiliyeti yoktur. Evlerden alınan kira birikmiş veya diğer gelirlerle birleşerek nisab miktarını aşmışsa bu gelirin zekâtı verilir. Bu noktada şöyle bir soruyla karşı karşıya geliyoruz: “Ben evi olmayan, kirada oturan bir kimseyim. Bir miktar biriktirdiğim param var. Bu para, nisab miktarından fazla olduğu için zekât vermek zorundayım. Diğer taraftan mağazası, iş atölyesi, hatta fabrikası, binlerce tonaj tutan gemisi bulunan bir kimse, borcu olduğu gerekçesiyle zekâtını vermiyor. Gerçek o ki, bu kişinin borcu mal varlığından düşülse bile, kalan mal varlığı benim on katım veya yüz katım olur. Ben zenginim de o zengin değil mi?” Bu sorunun cevabı şudur: Evet o da zengin. Zengin olduğu için kurban kesmek zorundadır. Şartları uyuyorsa hacca gitmek zorundadır. Sadakayı Fıtr’ı içinde bulunduğu maddî duruma göre vermelidir. Ancak bu malların zekâtını vermek zorunda değildir.
Zekâtta aranılan, derinliğine inip düşünülünce gerçekten bir çok ibretler alınacak incelikler vardır. Bunlardan biri de böyle bir sorunun içinde gizlidir. Atölye veya fabrika kuran bir kimse, sonuçta kendi kârını hesap ederek hareket ediyor olsa bile toplum için, bir üretimin, bir iş sahasının gayreti içindedir. Ekonomiye canlı bir katkıda bulunacaktır. Aynı şey, dev tonajlı nakliye gemileri için de geçerlidir. Onunla toplumun ihtiyaç duyduğu eşya gelipgidecektir. Bu tür yatırımlar, büyük masraflı ve ciddî risk taşıyan yatırımlardır ama toplumun ihtiyaç duyduğu yatırımlardır. Yatırımı yapan kişi, zaten büyük bir masrafa girmiş, büyük bir risk üstlenmiştir. Yatırımın değeri büyük olduğu için kırkta bir (1/40) veya diğer bir ifadeyle % 2,5 gibi küçük bir oran olsa bile bir fabrikadan veya dev bir gemiden zekât alındığı zaman, hele de üretim başlayıp fabrika kâr etmeye başlamamışsa bu zekât o iş yerinin kapanmasına yol açabilir.
İslâm, toplumu düşündüğü gibi ferdi, ferdi düşündüğü gibi toplumu da düşünür. Olaylara tek açıdan değil, birçok açıdan bakar. Unutmamamız gereken, hak ve gerçek nizamı koyanın bizi bizden iyi tanıyan Rabbımızın olduğudur. Bu fabrikaların, iş yerlerinin çalışması, gemilerin, tırların durmadan hareket etmesi, sahiplerine gelir sunduğu gibi, içinde bulunduğu topluma da direk veya dolaylı yollardan çok şey kazandıracaktır. Bir fabrikanın ayakta tuttuğu nice kasabalar, nice şehirler vardır. Dolayısıyla bu fabrika veya iş yerlerinin ürettiği mallardan, sağladığı gelirlerden zekâtın alınması, fakire el uzatmayı temin edecek, fabrikaya zarar vermeyecektir. Arzu edilen yardım, ekonomideki canlılık varlığını koruyacaktır. Fabrikanın kendinden alınacak zekât ise onu çökertecek, teşebbüsleri önleyecek, dolayısıyla sahibine zarar verdiği gibi, çalışan işçilerine, çevresinde ondan faydalanan topluma da zarar verecektir. İslâm’ın istediği; ekonominin Allah’ın koyduğu helâl ve hayırlı çerçevenin içinde canlılığını koruması, bereketlenmesidir. Sıkça karşılaştığımız bir başka soru da şudur: “Bir âileye 34 oda yeter. 510 odalı villası olanları, fazla dairesi olanları görüyoruz. Bu odalar ve dâirelerin zekâtını verilmeli değil mi?” Bu sorunun değişik bir şekli ve cevabını zekâtla ilgili yazılmış bir kitapta gördüm. Tez olarak hazırlanmış bu kitap, isimlerle netleştirerek;”Anadol” marka bir otomobilin araba ihtiyacı için yeterli olduğuna, dolayısıyla “Mersedes”in ihtiyaçtan fazla olduğuna işaret ediyor, Anadol’un o günkü değerinin, Mersedesin değerinden düştükten sonra aradaki farkın zekâtının verilmesi gerektiğini ısrarla savunuyordu. Elbette ki bu cevap, ihtiyaç fazlası evlerin, odaların da zekâtınının verilmesini de gerektirir. Hatırladığım kadarıyla zaten buna da işaret ediyordu. Ancak bu tip cevaplar, konuya bir açıdan bakışın getirdiği kusurlu cevaplardır. Görüldüğü gibi zekâtın verilmesini gerektiren sebep, sadece ihtiyaç fazlası olması değil, aynı zamanda o malın üreme kabiliyetinin olmasıdır. Böyle bir mal, yerine göre lüks veya fazlalık olsa bile üreme kabiliyeti olan bir mal değildir. Dolayısıyla zekâtı, verilmek zorunda değildir.
Bu tür mallar edinme konusunda İslam’ın genel tavrı, insanları dünyaya bağlayıcı mallara düşkün olmamaya, hem kişinin kendisinde hem de sahip olduğu eşya konusunda sadelik ve tevâzuya davet ve teşviktir. Ancak teşvik ayrı bir olaydır, zorlama ve mecburiyet ayrı bir olaydır. İnsanın bir işi gönüllü yapması, o kişiye de mutluluk verecektir. Zorlama, baskı, tedirginlik, huzursuzluk ve sıkıntı verir. Günümüzde bu tip zorlamaları yaşıyor, insanı ne derece huzursuz ve güvensiz ettiğine tanık oluyoruz. Eğer zorlanması gereken konu gerçekten buna değecek bir konu ise mükellef kişi, biraz düşününce bunu anlayacak, belli bir şuura erişince asıl sebebini kavrayacak ve onu zorlamaya lüzum kalmadan gönüllü olarak yapacaktır. Dolayısıyla doğruyu yaptığı için de sevap hanesini çoğaltacaktır.Bu derece zorunlu olmayan konularda teşvik olmalı, ama zorlama devreye girmemelidir. Zarurî olmadıkça insanların hayal ve ümit dünyalarına sınır konulmamalıdır. Günümüzün ciddi sıkıntılarından biri de budur.
Dayatmalar, zorlamalar, belli kalıp ve standartlar içinde insanları mahkumlara çevirmeler, birbirini kovalamaktadır. Neredeyse insanların iç dünyalarına girip düşüncelerine gem vurulacak, yasaklar getirerek hayal ve ümitlerini sınırlanacaktır. Bunu kendisine prensip eden rejimler, milyonlarca insanı mutsuz ettikten, ahlaktan şahsiyetten hatta insanlıktan çıkarttıktan sonra çöküp gitmiştir. Kalanlar da çökmeye mahkumdur. Çünkü fıtrata terstir. İslâm, haram işleyene, haram mal kazanana müdahale eder. Başkasının hakkını gasbedene, hürriyetini sınırlayana, hane mahremiyetini hiçe sayana karışır. Karışmamız da gerekir. Bunlar yapılması zarurî şeylerdir. Ancak bir kimseye “şu kadar odadan fazlaya oturma”, şu kaliteden fazla arabaya binme”, şu kaliteden yukarı dolap, çamaşır makinası, tezgah alma, kullanma. Fazlası lükstür,” diye müdahalede bulunulamaz, “alırsanız zekâtını da alırız” diye kayıt getiremeyiz. Çünkü onu belli bir ödemeye mecbur bırakmada ciddî bir zorlamadır.
Lüksün sınırlarını tayin ise zordur ve cemiyette huzursuzluğa sebep olur. Bu konuda mütevazî olmaya, israftan kaçmaya, dünya malına tamahkâr olmamaya, başka mü’min kardeşlerin elinden tutucu olmaya teşvik edebiliriz. Bu huzur ve saadet getirir. Nitekim sahabilerden çok değerli, asil atı, develeri olanlar olmuştur. Hz. Ali’nin “Usayfir” adlı çok kıymetli bir devesini 20 deve karşılığında sattığı bilinmektedir. Kendisine veya benzerî bir durumda diğer sahâbîlere; “son derece kıymetli bir ata veya deveye sahipsin, sıradan bir binek sana yeterlidir. Aradaki farkın zekâtınını vermen gerekir,” denmemiştir. Günümüzde de öyle yarış atları vardır ki, değeri 510 mersedese eşittir. Yukarda zikredilen mantığı bu bir at için de yürütüp sahibinden zekât isteyemiyoruz. Bu tür varlığı olan insanları, sadakaya, hayır işlemeye, gönlünü fakirlere ilim talebelerine açmaya teşvik edebiliriz. Ancak, üreme kabiliyeti olmayan mallardan, demirbaş eşyadan, üretim için hazırlanan atölyelerden, fabrikalardan zekâtın alamayız. Bunlardan alınan zekât, hem zengine, hem fakire, hem ülkeye zarar verir. Zekât, bunların ürettiği mallardan alınır. Böyle olduğunda, kazanacağı mânevî kârı da hesap eden bir çok üretim müessesi, severek zekâtın verecektir. Hedef, Allah rızası için zekâtın verenleri çoğaltmak, iktisâdî hayatı canlandırmak, iş sahasını çoğaltmak, yarınlara güven duyulur hale getirmek, zengin, fakir uçurumunu zaman süreci içinde azaltmak, insanları zenginfakir birbirine kaynaştırmak, aynı sevgi ve dayanışma yumağı içinde bir bütün haline getirmektir.
“Kul, mü’min kardeşine yardım ettiği, elinden tuttuğu sürece, Allah da onun yardımındadır.”(Hadis-i Şerif). s


1-Zekâtın lügat manası için bakınız: Lisânü’l-Arab, İbn Manzûr 14/ 358, Sıhah, Cevherî 6/, 2368), Müferedât, Râğıp el-Iffahânî (sh. 213-214), Enîsü’l-Fukahâ, Kâsım el- Konevî (sh. 131)
2-Bedâyıu’s-Sanâ’iy, Kasânî (2/ 9-16)
3-El-İnâye, el-Bâburtî (2/ 112)
4-El-Muvatta’, İmam Mâlik (2/ 652)
5-Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074). Ayrıca, Sünen-i
5-Ebî Davud ve Tirmizî’de de nakledilir.


SAAT: 11:39

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306