Durumu:     Medine No :  12814   Üyelik T.:
23 Ekim 2010   Arkadaşları:0 Cinsiyet:   Mesaj :
7 Konular:
0  Beğenildi:0 Beğendi:0  Takdirleri:10  Takdir Et: 
	      |             
 
 ŞİRK-İ  EKBER TASAVVUF  
Kınayanın kınamasından korkmayan, tevhidi öğretme, şirki iptal etme  azminde olan, hiç tanımadığı ve hatta görmediği bir yabancının bile  cehennemden kurtulması için, hak olan tek ilahlı tek din İslam'ı  öğretmeyi ve öğretmeyi en mühim vazife bilen muvahhidlere selam olsun.    
Senelerdir okuduğum, tasavvuf terimi içeren dökümanlardan, enine  boyuna araştırma niteliği taşıyan kitaplara kadar nice bilir kişi  raporları,  ümmet nezdindeki islamın bünyesine bulaşan tasavvuf  mikrobunu tesbit etmelerine rağmen, kendi dinlerine bulaştırmasalar  dahi, ümmeti bu şirkten sakındırma sadedinde hiçbir gayret göze  çarpmamaktadır. Bu bilir kişiler -tasavvufçuların şerri  bulaşır  korkusuyla-  ondan kaçmayı çare sanmışlardır. Halbuki tanıdığı bu  mikroptan kaçmakla kendisini kurtarsa bile uyarıcı olmamak ve safını  belirginleştirmemek yüzünden kendi neslini bile koruyamayacaklardır. Tâ  ki apaçık tevhid safında yer aldığını ilan edip, şirke savaş açana  kadar.  
Sırtımızı yasladığımız dağ gibi ilahiyatçılar ordusu, küfrü tevil  etmeyi kendilerine meslek edinmişken, ağzına baktığımız muvahhidler sus  diyen olmadan dilleri tutulmuşken, canının derdine düşmüş gariplere,  elif cüzü öğrenen hacı anneye, cami avlusunda ezan bekleyen ak sakallı  dedeye merhamet eden bir alim bekliyoruz. "O, cehennemliklerin inancıyla  ölmüş" denmesin diye çırpınan bir can bekliyoruz. Kendisini cehenneme  yakıştıramayan milyonlarca insana şu şirkten vazgeçin diyecek, cennetin  yolunu gösterecek bir muallim arıyoruz. Yok mu ?   
İslam ümmetinin tevhidini şirke tahvil eden müşrikleri ilk rauntta  nakavt etmek gibi bir hayalimiz olmasa da küfrün ve şirkin karşısına  çıkacak cesaretimiz var elhamdulillah.  
Tevhidi bilen alimlerimizin çeşitli maslahatlarla, ağır devirde yol  aldığı ve  -kendilerince- bazı mefsedetlerin def'i için geri geri  gittiği şu mâkus zaman dilimi şeytanın tam kapasite çalışmasına zemin  hazırlamıştır. Galiba alimlerin sustuğu dönemde (… gün, ay ve  yıllar  boyunca) şirk üzere ölenlerin hiç kıymeti yoktur!!  
Şu tasavvufun tevhide aykırı şirkini, Kuran'a aykırı küfrünü,  sünnete aykırı bidatlarını, hülasa İslam'a aykırı bir din olduğunu  tesbit etmiş olmalarına rağmen, onu reddetmenin fazilet olduğunu  kavrayamadıklarından mı, elini taşın altına koyamayacak kadar kalem  tutan elleri kıymetli olduğundan mı nedir, bir türlü bu batılı reddedip,  yalın İslam'ı savunamamışlardır.   
İslam ümmetinin dağınıklığı her sahada olduğu gibi hakikatleri dile  getirenlerin ferdi gayretlerini yalnız bırakma sahasında da maalesef  yükselme yönündedir.   
Bugün bırakın dünyaya nizam vermeyi, evinin içine nizam veremeyecek  kadar aciz müslümanların bu içler acısı durumunun sebebi, inancının  bünyesinde taşıdığı bulaşıcı mikroplardır. Bu mikropların hastalık  sebebi olduğunu söyleyemeyecek kadar mikroptan korkan tabipler bu  hastalıkla mücadele edemezler ve mücadele edilmeyen bu mikrop ümmetin  iflahını kesmiştir. Ümmet aklını başına almalı mikroptan korkan  tabipleri de, mikrop enjekte edenleri de terketmelidir ki ebedi hayatını  hüsran etmesin.  
Mikrobun varlığını biz nereden anlarız ? Bize göre mikrop nedir ?  
Öncelikle sağlıklı vücudun tanınması gerekir. İnançta sağlık sahih  kaynağa müstenid (dayalı) olmak anlamına gelir. İslamın kaynağı Kur'an   ve Sahih Sünnettir.   Bundan başka din adına bir inanç,  Kur'an ve sahih  sünnette bulunmayan bir din anlayışı, bir ibadet işittiğimizde, biliriz  ki bu, mutlaka sahih kaynağın muhalifi, düşmanı, bir mikroptur. Çünkü  Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: " Sözlerin  en güzeli Allah'ın kelamıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed'in (S)  yoludur. İşlerin en şerlisi dine sonradan sokulanlardır. Dine sonradan  sokulan her şey bid'at,  her bid'at sapıklık ve her sapıklık da  cehennemliktir.    
Bu gün İslam ümmetinin dağınıklığı, vurdum duymazlığı, gamsız,  gayesiz, büyülenmiş gibi garip gidişatları, ne kan abdesti bozar mı  ihtilafından ne şerbetle abdest alınıp alınmayacağından kaynaklanan  mezhebî ayrılıklar değildir. Toplumların mübtelası olduğu israf düzeni,  hayasızlığın teşviki ve yaygınlaşması mikrobundan da değildir. Bunların  hepsine zemin hazırlayan asıl sebep, gerçek alimlerin suskun,  deccallerin faal olmasıdır. Samimi Müslümanlara din diye mağara  hayatının gösterildiği, mücadele ruhunun köreltildiği gûya dinî  toplantılarla ümmetin pasifize edilmiş ve ediliyor olmasıdır.    
Tasavvuf bunun neresinde sorusunun tam yeridir.  
Önce kısa bir tanışma uygun olur sanırım.  
Etini sütünü kuzu kuzu teslim etmeyen Müslümanları koyunlaştırma  mesleğinin adı tasavvuftur.  Hatta saf koyunların saf yünlerini de  kullanmak, tasavvuf teriminin sırrına kadem basmaktır. Bu sırra kadem  basan hrıstiyanı, yahudisi, mecusisi, emperyalisti, kapitalisti,  komünisti ve her kimisi varsa, elini ayağını öptüre öptüre, camiye  hapsedilmeyi reddeden müslümanı dergaha hapsetmiştir.   
Dergâh mı ? Tezgah mı ?  
Bu dergahlardan geçen veya orada kalan Müslümanların, islami bilgisi  artmalı, din kardeşine sevgisi artmalı, dünyanın birçok yerinde ve  burnunun dibinde katledilen Müslümanlar için sancısı, çare arayışı  artmalı diye dört gözle bekleşirken bir de ne görelim! Milyonlarca bay  mürid –tasavvufî telkinatlar gereği- şeyhinin kerametlerini ezber  etmede; öyle ya hâfız (!) olacak ümmete kıraat edecek ki sevap kazana !  
Tıpkı okusun da adam olsun, memlekete fenni tekniği getirsin diye  Avrupa'ya gönderilen soytarıların, Şekspir bozması tiyatrocu olup,  Avrupanın modasından ve hayasızlığından başka işe yarar hiçbir şey  getirmedikleri ve Osmanlıyı  yıkacak yönetimlerin başını çektikleri  gibi, bu tasavvuf zâdeler de hem o zaman hem bu zaman avamın dinini  ineğe tapanların dinine çevirmişlerdir. Allah'tan başka kutsal tertemiz  bir inek de olsa koyun postunda oturan adam da olsa, şirk inancının  objesi olduğundan teşbihte hata yoktur.  
İslam dininin insanlar nezdinde tahrif olmasının birinci amili  tasavvuftur. İslamla hiçbir alakası olmayan inançlar önce tasavvufta  yerini bulmuş, sonra tasavvufa İslam kisvesi giydirilmiştir.  
Tarihi gelişim safhalarını tek tek ele almak bu risalenin boyutunu  aşar, fakat özetle belirtmek istediğimiz bir nokta var ki, toplumların  İslam’ı kabul etmeleri, birden bire bütün eski inançlarını terk ederek  olmamıştır. Hinduizm'in, Şamanizm'in öğretileri, nesilden nesile hikaye  edilmiş ve bir türlü kökü kazınamamıştır. Bu inançlardan İslam’a bulaşan  ölülerin ruhlarının diriler arasına geleceği, o ruhu memnun etme gereği  sayılabilir. Bunun yanı sıra bu dinlerin temelini oluşturan felsefî  yaklaşımlar İslam’ı anlamada etkili olmuştur ve Rasûlullah (sallallahu  aleyhi ve sellem) ın öğretisi, eski inançlarla birleşerek, insanların  kalplerinde sapma göstermiştir.  
Çok tanrılı Mısır ve Yunan mitolojisinden etkilenmeler de din  anlayışının bozulmasında  çok etkili olmuştur. Büyük ilahın yardımcısı,  küçük ilahlar olabileceği, dünyada olan biten işlerin birtek ilah  tarafından yapılmayıp yardımcıları olması gerektiği inancı da bir  yerlerden İslam’a sızmıştır. Sızmıştır kelimesi haddi zatında pek  iyimser kalmakta, zira hem hrıstiyanların, hem Yahudilerin hem bütün  putperestlerin çanına ot tıkayan İslam dininin ne çok düşmanı  olabileceği göz önünde bulundurulunca, kasten islamı tahrif etme  gayretlerinin varlığı daha kolay anlaşılacaktır. Bu gayret Müslüman  olduğunu iddia eden münafıklar tarafından içerden devam ettiği gibi  dışarıdan da sınırsız destek bulmuştur.  Bu gün bile müsteşrikler, (gûyâ  islamı araştıran, batılı kafirler) İslam’ı karalamak için ellerinden  geleni yaparken, tasavvufu övmekte, ayrılıkları, islamı tahrif etme  faaliyetlerini teşvik etmekte, her türlü bölücü unsuru,  değerlendirmektedirler.   
TASAVVUFUN İSLAMA SOKULDUĞU KAPI  
Kapı yapılır bir eve insan girip çıksın diye, bir de bakarsın ki,  haşerat da oradan girer hırsız da. Her ne kadar tasavvuf İslam’a  giremezse de, Müslümanların inançlarına girmiştir. Tasavvufun İslam’da  yeri olduğunu iddia edenler, tasavvufun içerisindeki islamî olan şeyleri  kastediyorlar. Halbuki tasavvufta islamilik vardır demek ayrı, islamda  tasavvuf vardır demek ayrı manaları ifade eder. Bunun örneği elmada su  vardır, demekle şarapta elma suyu vardır demek gibidir. İki cümle ayrı  manalar ifade etmektedir. Bu farkı önemsemek gerekir. Birçok tevhid ehli  ilahiyatçının ve hocanın tasavvufun şirkini reddederken “İslamda  tasavvuf vardır fakaaat” diyerek söze başlaması yanıltıcı bir  referanstır, buna dikkat etmek gerekir. İslamda tasavvuf yoktur.  Muhammed aleyhisselamın nübüvvetinin tarihi bellidir, İslam davetinin ne  zaman nerelerde yapıldığı vahyin kaç yıl devam ettiği ve Rasûlullah  (sallallahu aleyhi ve sellem) ın ne zaman vefat ettiği bellidir.  Tasavvuf itikadı ve amelleri bunun neresinde tebliğ edilmiş ki İslam’da  tasavvuf olsun…  
İslam dini Kur'an ve sahih sünnetten alındığı müddetçe Allah'ın  kıyamete kadar koruyacağını vaad ettiği dindir. Onun içerisine ne bir  şey katılabilir, ne de ondan bir şey çıkarılabilir. Onun üzerine atılan  necasetler onun muhteviyatını değiştiremez. Allah onu kıyamete kadar  koruyacağına göre onun içerisine ondan olmayan şey giremeyecektir,  tasavvuf ise zaten İslam peygamberinin öğretmediği, hatta men ettiği  şirklerle dolu ayrı bir din olduğundan İslam’a giremeyecek ve onu  bozamayacaktır. İşte bu yüzden ne peygamber zamanında ne de tabiin ve  tebei tabiin zamanında "Ben Allah'ım" diyen kimse çıkmamıştır. Bu  örnekler ve ilgili ayrıntı ileride gelecek.  
Tasavvufta İslam vardır cümlesine gelince bu genel manada yanlış  olsa da nisbî olarak doğru sayılabilecek bir cümledir. Tasavvufta  islamın tevhid öğretisi iptal edilmiştir, fakat islamın tavsiye ettiği  bazı güzel ameller vardır. Bu durum bir fıçı necasetin içerisine bir  kepçe su dökmeye benzer ki bu fıçıda su vardır demek o necis fıçının  temiz olacağı manasına gelmez.  
İslamî literatürde birr, takva, olarak isimlendirilen Allah'tan  saygı ile korkma, sadece Allah'ın rızasını arama, dünyayı geçici bilip  gerektiği kadar önem verme, insanlara faydalı olma, kalbini ve amelini  güzelleştirme olarak tarif edeceğimiz bu terimler İslamîdir. Bunlar  sahabeden, tabiinden ve sonrakilerden birçoğunun, peygamberden öğrendiği  şekilde yapa geldiği işlerdir.  
Kalbin ve bedenin salih amellerini kendisine kalkan edinip, bir  yığın bid'at, hurafe ve şirki İslam'a bulaştıran müşriklerin Allah'a  inanması da ibadet etmesi de boşunadır. Şayet son peygamberin tebliğ  ettiği tevhidi ve şeriatı kabul edip şirkten vazgeçmek gerekli  olmasaydı, nice papazlar bir çok şeyhden evvel cennete girerdi. Çünkü  kalpleri temiz, amelleri salih nice müşrikler vardır fakat onların yeri  şirklerinden dolayı ebedi ateştir.  
Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır.  
Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz.  Müşriklerin bütün amelleri  kaybolup gitmiştir…  
Tevhidden şirke, şeriattan küfre, sünnetten bidata kaçışlarını  örtbas etmek için sürekli geveledikleri muhabbetullah (Allah aşkı),  sünneti seniyye ifadeleri kendilerine ve etraflarındakilere telkin  ettikleri bir uyuşturucudur. Müşriklerin bu aldanma ve aldatmacasını  Allah şu ayetle reddetmiştir.  
(Ey! Muhammed) De ki : Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…(al-i imran 31)  
 O halde Allah'ı sevmek peygamberine uymakla mümkün oluyormuş.  Burada bir anekdot  düşmek sanırım yerinde olur. Bir kişi bana falanca  şeyhi gördüğünden bahsetti ve " Ben şeyh efendiyi gördüm, dört dörtlük  sünnete uyuyordu." dedi. Bu iddiası üzerine ona sordum. Bana bir tek  hadis söyler misin ?" Cevap çok ilginç "Ben hadis bilmem ki ! peki  kardeşim bir tek hadis bilmezsin de dört dörtlük sünneti ne biliyorsun,  yani sünnetin hepsini ! bir tek hadis bilmeyen adamın söylediği “şeyhi  gördüm dört dörtlük sünnete uyuyordu” sözü yalancılık mıdır, cahillik  midir, ayrı bir konu, asıl korkunç olan şu ki bu sözler halk arasında  pervasızca yayılıyor.  
Bir tek hadis bilmeyen adamın gördüğü şeyhin sakallı sarıklı olması  onun gözüne göre dört dörtlük sünnettir. Kalp akçeyi altın zanneden  bilgisizin ceplerini sarrafın önüne dök de gör bakalım kaç kuruş eder.  Kalpazanlar sahte para basmaktan vazgeçmeyeceğine göre eline para alan  adam gözünü açmalı. Bir sarıkla sakalla şeyh olanlar bu saltanattan  vazgeçmeyeceğine göre de mürid olmak için değil Müslümanlığı kaptırmamak  için halk gözünü açmalıdır. Tevhidi bilen alimler de irşad etmeli ki  mürşid kılığına giren müşrikler halkın inancını ifsad etmesin.  
TASAVVUFUN PİRLERİ SÜPERMENDİR  
Biz peygamberin yolundan gidiyoruz diyen ifsad edicilere bir soralım  hele. Niçin müşrikleri seviyor ve onları kayırıyorsunuz ? mesela "Enel  Hak" diyen bir Hallacı Mansur'u, “Bu elbisenin (kendi elbisesini  kastediyor)içinde Allah'tan başkası yok diyen” Nesimi'yi, “sizin  taptığınız benim ayağımın altında” diyen Arabi'yi niçin çok seviyorsunuz  ? Ayağının altında altın varmış da halk parayı seviyormuş da gibi küfre  kılıf arayan ilahiyatçıların kulakları çınlasın, geçsinler bu ayakları,   biraz sonra göreceğiz bu zırvaların te'vil edilemeyeceğini.  
Sünnete uyduğunu iddia eden tasavvufçulara soralım, "sizin meşhur  evliyanızın hangisi gibi, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir  gün kalkıp "Ben Allahım" diye (hâşâ) nâra attı ? hangi sahabe "bazen ben  Allah'a ibadet ederim, bazen Allah bana ibadet eder dedi ?   
Hangi sahabe veya tabiin şeyhinin kabrinden yardım istedi veya ilim  tahsil etti veya hangisine gaibten vahyler geldi?  Rasûlullah  (sallallahu aleyhi ve sellem) in vefatından sonra Ebu Bekr radıyallahu  anh Ömer radıyallahu anha : "Bizimle gel rasulullahın yaptığı gibi Ümmü  Eymen'i (radıyallahu anha) ziyaret edelim" dedi. Ziyaretine gittiler,  yanına varınca kadıncağız ağladı. Kendisine : "Niye ağlıyorsun? Allah'ın  kendi nezdinde hazırladığı, Rasulullah(sallallahu aleyhi ve sellem)  için daha hayırlıdır" dediler. Kadın onlara: "ben de biliyorum ki  Allah'ın yanındaki Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için elbette  daha hayırlıdır. Ancak ben semadan vahyin kesilmesine ağlıyorum".  Cevabını verdi. (Ümmü Eymen) bu sözüyle onları da ağlattı ve ümmü  Eymen'le beraberce ağladılar.      
O sahabe ne şeyhinin bakışlarından feyz ile bilgileniyordu, ne onu  rabıta ederek manen yükseliyordu, ne de ölülerin kabrinden ilim tahsil  ediyorlardı. Onlar Kur'an-ı Kerim ve peygamberin sünnetini bilenleri  arayıp buluyor, dizlerinin dibinde dinliyor, bilmediğini soruyor ve  öğrendiklerini öğretmek için çalışıyorlardı. Muaz bin Cebel genç yaşta  ölüm döşeğinde iken etrafında talebeleri ağlaşıyordu. Niçin  ağlıyorsunuz, ben nasıl olsa bu emaneti sahibine vereceğim deyince  talebeler: "Biz senin ölümüne değil, seninle birlikte giden ilme  ağlıyoruz" demişlerdi. Hepsi de onun kabrinden ilim öğrenilemeyeceğini  biliyordu. Ya kabirlerde şeyhinden ilim tahsil etmeye devam ettiğini  iddia eden tasavvufçulara ne demeli ? Zira tasavvuf kitapları bu  zırvalarla dolu.  
Ebu Hureyre'yi bu güne dek 1400 küsur sene taşıyıp getiren ilim onun  4 sene tahsil ettiği ilimdir. Bu dört senenin bereketi uğraşılan ilmin  Kur'an ve sahih sünnet olmasındandır. Halbuki 20 sene şeyh efendinin  hizmetinde bir mürid manevi irşad feyzle olur, rabıtayla olur  hikayeleriyle oyalanıp durur da, sünnet diye de bir yığın bidatı  öğrenir, ne abdestin rüknünü bilir ne namazın erkanını, ne alışveriş  ahkamından haberi vardır ne feraizden ne cihad vardır şeyhin gündeminde  ne iman ki müridine bir nebze bulaşsın. Varsa yoksa genişleyen  saltanatın bekası, akın akın gelen kalabalıkların ağızlarında  geveledikleri kerametler! Ve şeyhin ağırlığından ezilmiş koyun postundan  daha ezik bir ümmet!     
Silsile-i sâdat'ın başı dediğiniz Ebu Bekir (radıyallahu anh) 'ğavs'  değildi ki kendisinden yardım istensin. Ali (radıyallahu anh) ğavs  değildi ki imdat diyenin yardımına gelsin. Osman (radıyallahu anh)  evinde mahsur iken susuzluktan takati kesilmiş bir yudum suya muhtaçtı  da ancak Allah'tan yardım istiyordu. Şimdi sorarım size silsile-i  sadat'ın başı diye ismine sığındığınız kimseler ğavs değilmiş de size ne  oluyor, babası ölüp de posta konan her  çocuk ğavs üniforması giyiyor!  Abdul Kâdir Geylanî'yi imdada yetişenlerin en büyüğü "Ğavs-ı A'zam"  seçen kimdir? Eskiyen şeyhleri kutup, evtab, ebdal  yapan kimdir? İmam  Ebu Hanife sizin inandığınız gibi inanmıyordu bu isimleri bilmiyordu ve  Allah'tan başka bir ilahı olmadığı gibi Allah'ın kendisine böyle  yardımcılar edindiğine de inanmıyordu ve hatta onun zamanında bu  inançlar İslam ümmetinin inancına bulaşmamıştı. İmam Malik sünnette  delilini bulamadığı bir meselede gayrına iltifat etmeyecek kadar sünnete  bağlı idi. İmam Şafi de tasavvufun şirkinden, küfründen, bidatından  beridir. İmam Ahmed bin Hanbel Kur'an Allah kelamıdır dediği için  zindanlarda işkence görüyordu bu tasavvufçular ise Kur'an zahiri  ilimdir, avamı ilgilendirir, biz ilmin bâtınına talibiz diyerek Kur'an-ı  Kerimin şerî ahkamını bidata ve şirke dönüştürmekte, fenafillah  mertebesine eriştiğini zannedenlerse ibadetleri hepten terk etmekte,  haramları helal saymaktadır. Fenafillah Allah'a ulaşma ve onda kendini  kaybetme demektir. Bu terim İslamî değil sadece tasavvufîdir. Hindû  putperestlerin Nirvana’ya ulaşmaları aynen bunun gibidir.  
Kendisini Allah'ın kulu bilen ve tevhidi en güzel kavrayan sahabe bu  tasavvufçular gibi süpermen değildi ve kendi canını kurtaramıyordu,  peygamber dahi haince şehit edilen 70 kurrâ sahabinin pusuya  düşürüleceğini bilmiyor, onlara yardım edemiyor ve oturup ağlıyordu.  Peygamberin yardım edemediği yerde  şeyhler kelebek gibi uçuyorlar bu  hangi din ? Taif'te taşlanan peygamber uçamadı, taşlardan kaçamadı.  Amcası Hamza’ya saplanan mızrağa yetişemedi. Ciğerparesi oğlu İbrahim  vefat ederken, ölüm meleğinin torbasına elini atıp İbrahim'in ruhunu  alarak, bırak biraz daha yaşasın diyemedi, hem ağlıyor, hem de Ey  İbrahim gidişinle bizi hüzünlendirdin" diyordu . Bunların hepsini  yaptığını iddia eden şeyh ve ona inanan mürid,  ne kadar Rasûlullah  (sallallahu aleyhi ve sellem) in dinindendir, diye sormak elbette  hakkımızdır.
     |