Konu Başlıkları: Vefa
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01 Ocak 2008, 20:29   Mesaj No:6

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Vefa

Gerçek vefa, sarih ve zımnî olarak Allah'a karşı verilen sözlere sadık kalmaktır. Meselâ, "Ben, Allah'ın kuluyum, O da benim Mâbud'um.. Hazreti Muhammed'in (aleyhisselâm) ümmetiyim.. İslâm'ın müntesibiyim..." gibi ifadeler söz verme demektir.

İşte bütün bunlarda en derine ulaşma; yani, yukarıda da ifade edildiği gibi harem odasındaki şekli yakalama tam vefadır. Bu ölçüdeki vefanın tarifine girecek şekilde vefalı olabilen bir insandan da yer yer kusurlar sâdır olabilir. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Âdem hata etti, evlâtları da hata etti."; "Âdemoğullarının bütünü hatakârdır. Hata edenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir." şeklindeki beyanlarıyla bu tür vefazedelere çare ve reçete sunar. Evet, yanılmak ve hata etmek insanın tabiatında vardır. Bu açıdan bir insan, çok vefalı olmakla beraber yine de hata edebilir. Ancak, o insan eğer vefalı ise, bin kusuru da olsa, kusurlarına bakılmaz ve ettiklerine göz yumulur.

Değişik münasebetlerle misal olarak arz ettiğim, bir sahabi ile alâkalı hususî bir durumu müsaadenizle hatırlatmak istiyorum. Hem Bedir, hem de Uhud'a iştirak etmiş olan –ismini tasrih etmeyeceğim– bu sahabi, nebiz içmeyi bir türlü bırakmaz. Bu sebeple de, pek çok defa tecziye ve tedip edilir ve bir defasında –ihtimal– Halid b. Velid onun hakkında oldukça ağır konuşur. Bunu duyan Allah Resûlü'nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) canı sıkılır ve şöyle buyururlar: "Ona öyle konuşma; zira o, Allah'ı ve Resûlullah'ı çok sever."

Bu hâdiseden şu hakikatleri çıkarmak mümkündür:

1. İnsan, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü'nü sevdiği hâlde zaman zaman hatalara girebilir.

2. O zatın nebiz tiryakiliği vardır; bu sebeple de, yer yer düşüp kalkmaktadır. İhtimal, ileride Allah lütfedecek, o da o işten kurtulacak ve bir daha da nefsine uymayacaktır. Burada esas vurgulanmak istenen ve Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde durduğu hususa gelince; o, bu sahabinin Allah'ı ve Resûlullah'ı sevmesi ve onlara karşı ciddî bir vefa hissi içinde bulunmasıdır. İntisabın hayatî önem ifade ettiği bir dönemde o zat, Allah'a teslim olmuş, teslimiyetini devam ettirmiş ve Allah Resûlü de onun bütün kusurlarına göz yummuştur; hepsi o kadar.

Objektif olmayan, konuyla alâkalı benim de bazı müşâhedelerim olmuştur: İyi tanıyıp bildiğim, çok erken hak ve hakikate gözlerini açmış bir şahıs vardı. Bu zat, yürekleri hoplatacak hakikatlere şahit olmuş ve bu hakikatleri temsil etme ve düşünce aksiyonunun içinde, hatta önünde bulunmuş; lâakal öyle bilinmişti. Ne var ki, ben bir türlü onu, gönlüme göre koyduğum yerde bulamıyordum. Bazen beklenen ölçüde uyanık olmayabiliyor, çok defa yaya kalıyor ve hatta bazen gaflet diyebileceğim durumlara bile düşebiliyordu. Bazen aklımdan, "Onun ve benim gibi dikkatsizlerin Odetta gibi taş kesilmeleri gerekmez mi?" diye geçtiği de olurdu. Levsiyâtın her çeşidine açık böyleleri hep gayriciddî davrandıkları, çarşıda-pazarda günaha açık durdukları, dahası onun ızdırabını ruhlarında duymadıkları hâlde, nasıl oluyor da bu işin önünde görünebiliyor ve tokat yemiyorlardı?! Tokat yemeliydiler gibi geliyordu bana. Zira herkes idrak ve irfan seviyesine göre tokatlanır. Mukarrabîn, aklından geçen şeyden dolayı tokat yer; eğer aklından, birinin kusuruyla alâkalı bir şey geçse hemen ayağına bir iğne batar. Öyle ise bu insan, ön saflarda koştuğu hâlde nasıl oluyordu da tokat yemiyordu?

Bu soru belki elli defa zihnime takılmıştır. Neden sonra aklıma geldi ki: Bu insanı tanıdığım günden beri o, onca kusur ve gafletinin yanında Allah'a karşı öyle vefalıydı ki, bütün zorluklara rağmen hiçbir zaman boyunduruğu yere bırakmıyor ve bir kuvvet-i zahr gibi her zaman Hakk'a sahip çıkıyordu. Demek ki, Allah, elli bin kusuru dahi olsa kulunun vefasından dolayı "ma veddeake Rabbüke vemâ kalâ"[1] âyetinin ifadeleriyle o kulunu terk etmiyor ve onu yalnız bırakmıyordu. Zira Allah (celle celâluhu), vefalıların en vefalısıydı. Evet, Hak kapısındaki vefa, koruyucu bir sütre ve kalkandır; işte bu hakikat, o şahıs hakkında da tecellî etmişti. Esasen bu değerlendirme objektif görünmeyebilir ve benim şahsî değerlendirmem de sayılabilir; ama öyle olmuştu.

Vefa, bir mü'min vasfıdır. Bir hadis-i şerifte münafıkların özellikleri zikredilirken onların üç vasfından bahsedilir: "İzâ haddese kezebe ve izâ vaade ahlefe ve iza'tümine hâne- Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünü tutmaz. Emanete hıyanet eder." Hadis–i şerifteki "ve izâ vaade ahlefe"nin karşılığı "ve izâ vaade vefâ- "Söz verdiği zaman yerine getirir." ifadesidir. Yani, hulfu'l-vaad bir münafık sıfatı olduğu gibi, va'dinde vefa da kâmil mü'min sıfatıdır. Vefa kelimesi aynı zamanda "sıdk"ı ve kendisine bir şey emanet edildiği zaman emanete riayeti de tazammun eder. Bu itibarla o, hadis-i şerifte zikredilen üç hususun hemen hepsinde Allah ve Resûlü'nün bizden beklediği çok önemli durumu ihtiva eden şümullü bir kelimedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde mü'minlerin Allah'a verdikleri söz, "yûfûn"[2] veya ism-i fâil "Allah'a ahdettikleri zaman sürekli verdikleri sözü yerine getirme gayreti içindedirler."[3] şeklinde zikredilmektedir.

Va'de vefanın, –yukarıda da bahsedildiği gibi– Hak kapısının düğmesine henüz dokunanın yöneliş vefası.. koridora adımını atan birinin vefası.. salona ‘buyur' edilmeye karşı adım atmakla cevap verenin daha engin vefası.. salona girdikten sonra ‘Acaba hareme nasıl kabul ediliriz?' şeklinde düşünenin vefası.. ve hareme girdikten sonra da oradan atılmama heyecanını yaşama vefası.. gibi kendine göre dereceleri vardır. Üstad buna benzer bir derecelendirmeyi ‘ihdina's–sırata'l–müstakim' ifadesine bağlı olarak serdeder. Ona göre ‘ihdina's–sırata'l–müstakim'de, ‘bizi sırat–ı müstakime, yani şer–i şerifin yol olarak tayin buyurduğu şehrâha hidayet eyle.' ‘Hidayet ettikten sonra o yolda bizi sabit kadem eyle ki, o yol bizim Hakk'a ulaşmamız için bir yol olsun.' gibi mânâlar ve daha sonrasına ait mertebeler vardır. Evet, herkes kendi seviyesine göre vefasının mükafatını mutlaka görecektir. ‘Evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum – Siz bana karşı va'de vefaya dair verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de va'dimi yerine getireyim."[4] ayet–i kerimesi bu hakikati hatırlatır.

Esasen çok derinlemesine sezip sistemleştiremediğim bir hakikat yer yer vicdanıma aksediyor; ama tam evirip çevirip ifade edemiyorum. Şöyle diyebilirim: Vefa öyle yüce bir vasıftır ki; kul, bir hamlede onunla Hakk'a muhatap olma seviyesine yükselir; yükselir de böyle birinin Cenâb-ı Hakk'a karşı olumlu bir tavrı ne teveccühlere vesile olur ve ona: "Sizin şartınız, Benim şartım..." "Siz bir lâzımı ortaya koyun, Ben de koyayım..." denir. Allah (celle celâluhu) ile kul arasında mukaveleye benzeyen böyle bir teveccühte Cenâb-ı Hak, kuluyla âdeta mükâleme ve muamelede bulunuyor gibi onu teşrîfen ve tekrîmen terakki ettirerek çok yüksek bir pâyeye ulaştırmaktadır. Tabir caizse burada, ilâhî teveccühle kulun yönelişinin buluşması söz konusudur. Zira Allah, bunu "evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum" tabiriyle ifade etmektedir.

Söz buraya gelmişken vefayla alâkalı bir şey daha arz etmek istiyorum: Vefa, dosta ait bir sıfattır. Dost, dostunu asla terk etmez. Dostluğun devamı da ancak vefaya bağlıdır. Vefasızlıktan müşteki bir şair şöyle der:

"Dost bî-vefa, felek bî-rahm, devran bî-sükûn,
Dert çok, derman yok, düşman kavî, tali' zebûn."

Şimdilerde ben bunu değiştirdim ve şöyle söylüyorum:

"Dert çok, derman daha çok; düşman şimdi zebûn, tali' daha kavî..."

Mehmet Âkif de başka olumsuzluklarla beraber vefasızlıktan şöyle dert yanar:

"Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emanet lafz-ı bî-medlul;
Yalan râyiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl!
.................................................. ..............................
Beyinler ürperir, yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harâb iman serâb olmuş."

M. Âkif ilk mısrada önemine binaen vefayı zikretmektedir. Şairlerin eserlerinde bazen vefayla beraber sıdkın da ifade edildiği görülür. Zira sıdk, vefanın bir buududur. Sadık, vefalı olur. Zaten vefalı olmayan da sadık ve dost olamaz.

Aslında, insanın göstermiş olduğu vefa, dönüp dolaşıp yine kendisine gelir. Meselâ, her ezandan sonra mü'minler, "Allahümme Rabbe hâzihî'd–daveti't–tâmmeh ves's–salâti'l–kâimeh" diye başlayan ezan duasını okurlar. Bu dua, "Allahım! Efendimiz'in derecesini insanın ulaşabileceği noktaların en zirvesine ulaştır. Öyle ki, alttan bakanlar takdirle başları dönsün. Yandan bakanlar oranının makam-ı hamd olduğunu görsün. Kendisi onun Livâü'l-Hamd olduğunun şuurunda olsun. Ve oraya koşanlarda ‘Elhamdülillah' deyip kurtulsunlar." demektir. Bu şekilde, her ezandan sonra bu duayı yapan ve her fırsatta salât u selâm getiren bir mü'mine –inşâallah– Allah Resûlü de ötede gereken vefayı gösterecektir.

Sözlerimi şu duayla noktalamak istiyorum: Yâ Rabbi! Pekçok günah işledim. Nihayet tasmalı boynumla Sana geldim. Eğer, elde olarak veya olmayarak yer yer günah işlemek bir düşmek ve çamura batmaksa, hâlimi öyle arz etme ve şefaat dileğimi hâlimle ortaya koyma yolunu seçtim. Vefalı olamasam da, vefana güvendim. Sıdk u emanet bilmesem de, rahmetinin enginliğine yürekten iman ettim. Sermayesiz bir müflisim.. "ci'tü bi bidâatin müzcâtin feevfi lî ya Vefiyy"[5] deyip vefana sığındım. Sen Yusuf değil, hem onun hem de hepimizin Rabbisin; Yusuf, hâllerini arz edip eşiğine baş koyanları boş çevirmemişti...

[1] Duhâ sûresi, 93/3
[2] Ra'd sûresi, 13/20; İnsan sûresi, 76/7
[3] Bakara sûresi, 2/177
[4] Bakara sûresi, 2/40
[5] "Değersiz bir sermaye ile geldim. Ey vefa sahibi Rabbim, vefana sığındım, bana vefanla muamele etmeni bekliyorum!"


Fethullah Gülen
Alıntı ile Cevapla