Konu Başlıkları: Sabır ve Namaz
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 14 Ocak 2008, 01:44   Mesaj No:17

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Sabır

SABIR

Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan, ne ruhu inkişaf etdirmeden, ne de yücelip benliğin sırlarına ermeden bahsedilemez. Sabırla insan, toprağa, ete, kemiğe bağlılıkdan kurtulur. Onunla yüce âlemlere ermeğe namzet bir kutlu olur. Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kapdırmış hakikat eri de, geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit’dir. En sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit...
Sabır, fıtratın sînesinde cereyan eden armoninin, insan tarafından sezilmesi, kavranması ve taklid edilmesidir. Evet, o, eşyâ ve hâdiselerin dilini anlama ve onlarla “diyalog”a geçme gayretidir. Bu dili anlayacağı âna kadar sebat gösteren, sonra da, varlığın zaman seli içindeki akışıyla, kendi davranışları arasında bir köprü kurarak tabiatla bütünleşen insan ne mübeccel; kâinatdaki bu ilâhî musîki ne ulvî ve bu ahengin sezilip görülmesi ne âlî bir temâşâdır...!
Sabır; zamanın, eşya üzerindeki te’sirinin kavranması ve vak’aların, zamanın, keskin dişleri arasında öğütülerek, şekilden şekile, hâlden hâle girmesinin idrâki demekdir. Zamanın bu sessiz eriticiliği ve değiştiriciliği karşısında, yerinde polat ve yerinde de buz olmasını bilenler, onun cereyan çizgisinde ayrı bir buûda yükselerek yok olmadan kurtulurlar. Bunu idrak edemeyenler ise, onun demir pençeleri arasında ezilir giderler.
Evet fıtrat, onu tanımayan ve yürüyüşünde ona ayak uyduramayan ayakları kırar, ruhları da çiğner geçer. Onu tanıyan, hareket ve davranışlarıyla onun ruhundaki sessiz infiâllere dem tutan ve ona yeni yeni Dâvûdî nağmeler kazandıranların elinde de balmumu gibi olur.
Ah, bu sırrı kavramayan ve bir türlü sabretmeye yanaşmayan aceleci yaramaz çocuklar..!
Evet, nice kendini bilmez ve fıtrat tanımaz kimseler vardır ki; yıllar yılı dolu dizgin gitmiş, fakat bir çuvaldız boyu mesafe alamamışlardır. Ve nice sessiz, gürültüsüz kimseler de vardır ki, derin nehirler gibi durgun ve hareketsiz görünmelerine rağmen, durmadan yürümüş; adım adım ilerlemiş önünü kesen karanlıkları teker teker tepelemiş ve karşısına çıkan engelleri en sezilmedik şekilde tozduman etmişlerdir. Sessiz, gürültüsüz; gösterişsiz ve âlâyişsiz... Tıpkı mercan gibi. Deniz derinliklerinde ızdırap görmüş; ızdırab yaşamış; kanda boğulmuş ve zeberced ufkuna ulaşmış mercan...
Tohum bu sessizlik ve sebat içinde taşı toprağı deler, gün-yüzüne çıkar. Tomurcuk, yüz defa bağrını güneşe açar ve yüz defa gecenin karanlıkları karşısında gerilime geçer, sonra varlığa erer. Ya yavru? Bir “rüşeym” halinde anne karnında belirip, karanlıkdan karanlığa intikâl eden yavru; onun serencâmesi hepden garib ve garib olduğu kadar da sabır ve teennî gamz etmektedir. Evet, şekillerin ve kalıpların her çeşidine gire gire, tam dokuz ay sonra, o gül-endam kametiyle dünyâya ayak basar.
Bir de, bu muhteşem kâinatların ve koca “kozmoz”un yaratılışına bakalım. Herşeyi, bir “ol!” deyivermekle varlığa erdirecek olan Kudret-i Sonsuz’un elinde, bütün mekân ve eşyanın, milyarlarca sene şekilden şekile, tavırdan tavıra intikâl etdikten sonra belli bir vaziyete gidip ulaşması, ne kadar manîdar ve ne çarpıcı bir dersdir!
Varlık âleminde herşey, ama herşey sabırlı bir bekleyiş, bitmeyen bir azim ve direnişle, hedefine doğru adım adımdır. Acele etmeden; fıtratda carî kanunları gözeterek ve yön-yol değiştirmeden...
Ah, aceleci insan! Sabırsızlık gösteren sadece sensin. Sensin, eşya arasındaki tertibe riayet etmeyen! Sensin, yükselirken mesafelere tahammülü olmayan ve tırmanmada birkaç merdiveni birden atlamak isteyen! Sensin, sebebleri gözetmeden netice bekleyen! Sensin, olmayacak kuruntulara gömülerek hayâlden sırça saraylar kuran! Sonra da yalancı vehmin ve aldatıcı ümniyelerin altında tükenip giden! Sensin, düşünmeden konuşan, konuşduklarına pişmanlık duyan ve birbirini ta’kib eden pişmanlıklardan ders almayan, uslanmayan! Bir bilsen; bu halinle, ne kadar sevimsiz ve ne kadar uğursuzsun..! Keşke, herbiri beliğ bir hatib ve herbiri bir dil olan çevrendeki hâdiselerden ders alarak, eşyâ arasında bulunan tertibe riayet etmeyi; sebeb ve neticelerin hakkını gözetmeyi ve hayâlinle değil; imanın, azmin ve iradenle var olmayı bilseydin...!
Sen, sabretdiğin kadar var ve Hakk’ın katında da sabrın kadarsın. Kitabı’nın güzel diye parmak basdığı en güzel haslet ve en güzel huyları, ârızasız ve ara vermeden yaşamadaki sabrın ve azmin kadar... Ve çirkin diye tesbit etdiği sevimsiz şeyler karşısında da dayanma gücün ve sebatın kadar... Nihayet, tepeden inme başa gelenler karşısında, tavrını değişdirmeden:
“Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ;İkisi de cana safâ, lütfun da hoş kahrın da hoş”
gerçeğine dilbeste, yürekliliğin ve hoşnutluğun kadar...
Bütün yükseltici şeyleri, ara vermeden sürekli olarak yaşama; alçaltıcı şeylere karşı devamlı teyakkuz ve direnme; nihayet, beklenmedik anda ve beklenmedik şekilde, seni ırgalayan ve örseleyen umum belalara karşı yılgınlık göstermeden dayanma; evet, işte acılardan acı ve neticesi itibariyle de zülâllerden zülâl sabır budur!
Kol kanat verip yerinden ayrılmama... Mum gibi eriyip gitme; yine yerinden ayrılmama...
Nerdesin azim, nerdesin irade! Nerdesin civanmertlik ve nerdesin yiğitlik! Durmadan yön ve yol değiştirme bizi şaşkına çevirdi. Hergün ayrı birşeye dilbeste olma bizi bitirdi. Ve durmadan mihrabdan mihraba koşma, bizi kıblesiz hâle getirdi...
Bir Hakk dostu; “beni bir kedi irşâd etdi” der. Avını beklediği delik önünde, sabahlara kadar gözünü kırpmadan bekleyen bir kedi... Ya sen, insanoğlu! Tavrını değiştirmeden, nazarını ayırmadan ne kadar bekledin ebedî mihrabında..? Evet, kaç defa düzenin bozuldu; hizmetin hebâ oldu da, gönül koymadan darılmadan yeni başdan deyip yürüdün yoluna..? Ve kaç defa, kapılardan kovuldun, diyar diyar sürüldün de, dönüp yine başını koydun sevgilinin eşiğine..? Yoksa sen, senden evvel gelip geçenlerin hâlleri batına gelmeden cennete gireceğini mi sandın? Oysa onlara öyle ezici sıkıntılar, öyle kımıldatmaz ızdırablar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, Nebi (sav) ve maiyetindeki inananlar: “Ne zaman Allah’ın yardımı?” dediler. Bil ki, O’nun yardımı yakındır. Sabredip kulluğunu sürdürenlere; canını dişine takıp günahlara karşı koyanlara; bin defa düzeni bozulduğu hâlde ümit ve azmini yitirmeyenlere.
Evet “Cânân yolunda, dağdağa-i câna düşmeyenlere; Girdik reh-i sevdaya, gayrı bize birşey lazım değil” diyenlere...
Alıntı ile Cevapla