Konu Başlıkları: Kibir
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Ocak 2008, 22:31   Mesaj No:4

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Kibir

GÜNAHLARIN İLKİ


Yüce Rabbimiz Hz. Adem a.s.’ı yarattığı zaman meleklere, “Adem’e secde edin” buyurmuş, İblis dışındaki bütün melekler bu ilâhi hitabın gereğini yerine getirirken o bundan kaçınmıştı. Kur’an-ı Kerim, bu başkaldırı ve sapmayı “diretti, kibre saptı ve kâfirlerden oldu” (Bakara, 34) ifadeleriyle anlatır.
Varlık aleminde Yüce Allah’a karşı işlenen ilk günah olması dolayısıyla şeytanî özelliklerin başı olan kibir için İmam Şafiî, “onda her olumsuzluk mevcuttur” der. (Beyhakî, Şuabu’l-İman)
Sözlükler, “kibir”i “böbürlenmek, kendisinde olmayan özellikleri varmış gibi göstermeye çalışarak büyüklenmek, büyüklük taslamak, kendisinde bir büyüklük vehmetmek” ifadeleriyle açıklıyor.

Semerkand okuyucularının hatırlayacağı gibi, fıtrat, Yüce Allah’ın bütün mahlukata hakim kıldığı “yaradılış yasası” anl----- geliyor. Yukarıdaki ayette İblis’in sergilediği tavrın “küfür”le neticelenmesinin sebebi olarak anılan iki durum, “ilahî buyruklara direnme” ve “kibre sapma”, fıtratı tahrip eden tavırlardan olmaları dolyayısıyla birer “arızî durum”dur.
İNSANA DÜŞMAN BİR TAVIR
“Büyüklenmek” şüphesiz sadece İblis’e mahsus bir tavır değil. Tarih boyunca kendisinde olmayan özellikler vehmeden pek çok “ekâbir”, bu “iblisçe” tavırları sebebiyle kınanmış, lânetlenmiş ve helâk olmuşlardır. Kur’an’ın bu konudaki beyanları gerçekten çarpıcıdır.
Fıtrata yabancı olduğu ve yabancılaştırdığı için şeytanî bir özellik olarak anılmayı hak eden kibir, insanın hakikati kabul ve iman etmesini engellemesi sebebiyle “insana düşman bir tavır” olarak tasbit edilmelidir. Kur’an-ı Hakim bu noktayı şöyle dile getirir:
“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler onu yol edinirler. Çünkü onlar ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’raf, 146)
Allah’ın ayetlerinden yüz çevirenlerin hemen tamamı hakkında Kur’an’da kullanıldığını gördüğümüz bu özellik, kimi zaman da –Firavun örneğinde olduğu gibi– kişiyi, kendisinde ilâhlık özellikleri vehmetmek gibi uç noktalara kadar götürebilmektedir. Ki, bu amansız hastalığın böyle durumlarda sadece sahibini helâke götürmekle kalmayıp, kitlelerin de dünya ve ahiret hayatlarının mahvına sebep olduğu tarihin sıkça müşahede ettiği olaylardandır.
Yazıya girerken kibirin, “insanın, kendisinde bir büyüklük vehmetmesi” hali olduğunu söylemiştik. Bu şu anlama geliyor: Aslında insanda, büyüklük hissine kapılmasını haklı kılacak herhangi bir özellik bulunmamaktadır. Çünkü atası topraktan yaratılan insan, bir damla sudan üremektedir. Kendisine, aslında hiçbir zaman sahip olamayacağı özellikler atfetmekle, elim bir azapla noktalanacak acıklı bir sonu kendi eliyle hazırladığı ve başkalarını da azaba sürüklediği için “çok zalim”, aynı zamanda yaptığı işin ne anlama geldiğini fark edemeyecek kadar da “çok cahil”dir. (Ahzab, 72)
Dolayısıyla, yaradılışında “zayıflık” bulunan (Nisa, 28) insanın, aslında hiçbir zaman ulaşamayacağı bir takım özellikleri kendisinde vehmetmesi, sonunun hüsranla biteceği daha baştan belli olan bir maceraya atılması demektir. Yüce Kitabımız bu çarpıcı gerçeği şöyle ifadelendiriyor:
“Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah’ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde asla erişemeyecekleri bir büyüklük (hevesin)den başka birşey yoktur.” (Mü’min, 56)
Şu halde insandaki büyüklenme hissi, kuruntudan ve asla sahip olamayacağı kimi özellikler kendisinde mevcutmuş vehmine kapılmaktan başka hiçbir temele dayanmamaktadır. Bu özelliği sebebiyle kibir “şeytanî” bir tavırdır ve asla gerçekçi değildir.
MÜMİN ve KİBİR
Yükselmenin kibirle değil tevazuyla olacağını Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in haber vermesiyle şuuruna yerleştiren müminin kalbinde kibirin zerresi bile olmamalıdır. Zira Efendimiz, büyüklüğün sadece Allah Tealâ’ya mahsus olduğunu şu kudsi hadiste (manası Allah Tealâ’dan, lafızları Efendimiz’den olan hadis) ifade buyurmuştur:
“Kibriya ridam, izzet izarımdır (bunlar bana mahsus sıfatlardır). Bu ikisinden herhangi birisi konusunda benimle çekişen, bana ortaklığa yeltenen kimseyi cehenneme atarım.” (Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud)
Efendimiz s.a.v’in, “Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez” (Müslim, Ahmed b. Hanbel) buyurmasındaki hikmeti burada aramalıdır. Zira böyle bir durumdaki kişi, münhasıran Yüce Allah’a ait olan bir sıfatta O’na ortaklık etmeye kalkışmış olmaktadır.
Oysa belirttiğimiz gibi, kuluk yükselişi kibirle değil, tevazudadır. Efendimiz s.a.v., bu ilginç durumu şöyle ifade ediyor: “Hiçbir sadaka malı eksiltmez. İnsan (kendisine yapılan haksızlıkları) affettikçe Allah da onun izzet ve şerefini artırır. Kim de Allah için tevazu ederse Allah onu yükseltir.” (Müslim)
Diğer dinler, felsefî, sosyal ve ahlâkî anlayışlar ne derse desin, insanın da, onun elindekilerin de gerçek sahibi olan Yüce Allah’ın son elçisi s.a.v. “sadaka vermekle malınız eksilmez” diyorsa öyledir. Keza insanın yükselişinin de ancak büyüklenmemekten ve tevazudan geçtiğini haber veriyorsa, buna da bütün kalbimizle inanır ve insan hakkındaki tek doğrunun bu olduğunu tasdik ederiz.
"SECDE ET, YAKLAŞ"
İlk anda çelişkili gibi görünse de bu durum, “Secde et ve yaklaş” (Alak, 19) ayeti ile de bir başka şekilde ifade edilmiştir. Bedenimizdeki en önemli kısmın başımız olduğunda şüphe yok. Hemen bütün hayatî organlarımız başımızda olduğu gibi, bedenimizin diğer uzuvlarına göre başımız en yüksekte bulunmaktadır. İşte insan, bedeninin bu en hayatî ve en yüksek noktasını ve bu noktanın da bütün güzelliğinin simgesi olan yüzünü en aşağı noktaya, ayaklarının altına gelen zemine indirdiği zaman, evet ancak o zaman Yüce Yaratıcı’ya yaklaşmaktadır.
Burada mekânla ilgili bir yaklaşmanın kastedilmediği açık olduğuna göre, bir mertebe yükselişinden söz ediliyor demektir. Bir başka deyişle insan, Yaratıcısı karşısında alçaldıkça mertebe olarak yükselmekte, küçüldükçe gerçek anlamda büyümektedir. Efendimiz s.a.v. de bu gerçeği, “Kulun Rabb’ine en yakın olduğu durum, secde durumudur” (Müslim) şeklinde ifade eder. Bu temel gerçeğin farkında olan bir mümin, kalbinde kibire nasıl yer verebilir?
BU BÜYÜKLENME NİYE?
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz bir gün ashabına, Hz. Nuh a.s.’ın oğluna tavsiyede bulunurken, “seni şirkten ve kibirden sakındırırım” dediğini anlattı. Orada bulunanlar, şirkin ne olduğunu bildiklerini, ancak kibirden kastın ne olduğunu anlamadıklarını söylediler ve eklediler: “Bizlerin güzel bir elbise, gösterişli ayakkabı giymesi midir, güzel bir binite sahip olması veya kendilerinhe ikramda bulunduğu arkadaşlarının bulunması mıdır?” Efendimiz s.a.v. bunların hiç birisinin kibir olmadığını söyledi ve ekledi: “Kibir, hakkı kabul etmemek ve insanları hakir görmektir.” (Buharî, el-Edebü’l-Müfred, 1/192)
Bu hadis ışığında meseleye baktığımızda, mümin için kibir sebepleri konusunda şunları tesbit edebiliyoruz: En basitinden en önemlisine kadar herhangi bir meselede haksız olduğu, yanlış yaptığı ortaya çıktığında, bir kimsenin bu durumu kabullenmesi halinde küçüleceğini, itibar kaybedeceğini düşünerek hakkı kabule yanaşmaması, kibirli olduğunun göstergesidir.
Bu türlü bir kibire düşme tehlikesi özellikle ilim sahipleri için söz konusudur. Özellikle ilmin kendilerine yüklediği sorumluluğun idrakinde olmayan, gösterişi ve şöhreti seven ilim adamlarının bu hastalığa yakalanmaları kolay olmaktadır. Oysa Kur’an, “Kulları arasında ancak alimler Allah’tan hakkıyla korkar” (Fâtır, 28) buyurarak gerçek ilim adamlarının temel bir özelliğinin altını çizmektedir.
Burada bir de amel-ibadet ehli için kibre düşme tehlikesi bulunduğunu belirtmemiz gerekiyor. Çok ibadet eden ve güzel ameller işleyen bir kimsenin, “diğer insanların yapamadığını yapıyorum” hissine kapılması ve böylece kendisini diğer insanlardan üstün görmesi, kibir hastalığına yakalanmasını kolaylaştıran önemli bir husustur.
İmam Gazalî rh.a., İhyâ’nın 3. cildinde bu noktayla ilgili önemli uyarılarda bulunmaktadır.
Bir diğer kibir sebebi de dünyalık (makam, mevki, para, şöhret) sahibi olmak, soy-sop ve beden güzelliği gibi hususlardır. Oysa bunların bir kısmına sahip olmakta kişinin hiçbir inisiyatifinin bulunmadığı, bir kısmının da gelip geçici şeyler olduğu düşünüldüğünde, imtihan esprisini gözden kaçırmayan kimseler için kibire ve gurura kapılacak bir yön bulunmadığı kolayca anlaşılır.

Sahabe’den Abdullah b. Selâm r.a. birgün başının üzerinde taşıdığı bir demet odunu satmak için pazara gitmişti. Onun böyle birşeye ihtiyaç duyacak kadar düşkün olmadığını bilenler şaşkınlıklarını gizleyemez ve bu durumun sebebini sorarlar. Verdiği cevap şudur:
“Kalbimden kibir duygusunu tamamen silmek için böyle yapıyorum. Çünkü ben Rasulullah s.a.v.’ın, ‘Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez’ buyurduğunu işittim.”
(Tirmizî, Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, 1/291)<!-- / message -->
Alıntı ile Cevapla