Elveda Çocukluğum 
  
Elveda Çocukluğum 
 
 
Duvarları kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, buram buram toprak  kokan bir evde geçti çocukluğumun en güzel yılları. Yoktu öyle  tavanlarında sallanan ışıltılı avizeler. Gaz kokulu, isli lambaların loş  ışığında; uyku basardı, minderler üzerinde. Öyle kuş tüyü yastıklarda  görülen kabuslar değildi gördüğüm, başımı koyduğum hasır yastığımda. 
 
 
Taşlardan yaptığım evlerin önüne çamurdan kuyular açıp, içerisine  saldığım kâğıttan gemilerle köyün en güzel derelerine geziler  düzenlerdim rüyalarımda. Ta ki, annemin ellerinde bir kucak dolusu  tezekle, gıcırdayan tahta sürgülü kapımızı, ayağıyla ittirme sesine  açardık gözlerimizi. 
 
 
Ayağıma taktığım lastiklerimle köyün meydanında şelale diyerek  avutulduğumuz, yerden fışkırarak çıkan kaynak suyuyla yüzler yıkanırdı,  elbisemin kollarını havlu yaptığım günlerde, aldırmazdım; çorabım  yırtık, topuğu delik lastik ayakkabılarıma, su dolmuş; varsın dolsun.  Annemin nasırlı elleriyle yaktığı tezeklerin közü, hiç sönmeyecek  sanırdım sac sobamızda. Sobanın üstündeki çaydanlık ve sağında solunda  kızaran sac ekmeğinin kokusu, kazındırırdı midemizi. Hele ekmeğin  arasına koyup da yediğimiz çökeleğin doyulmazdı tadına. 
 
 
Bilinir miydi hiç; Gemlik zeytini, Edirne peyniri, salamı, sosisi; O  zamanların adı yoksulluktu. Sofraların en görkemlisinde bile, masalarda  kurulup süslü tabaklarda yemekler yenilmezdi. Sininin etrafına dizilen  en güzel minderler üzerinde başlardı, bakır tastaki ayranı ve bir  yumrukta kırılan soğanın cücüğünü kapışmalar.
 
 
Köyün tepesinde tozu dumana katıp gelen dolmuşun korna sesleriyle  atılmaz mıydı kaşıklar? Ne de olsa şehir otobüsüydü; doluşmaz mıydık  etrafına? Arabadan inen esans kokulu şehirlilerin tepeden bakmalarıyla,  saklardık yaralı bereli ellerimizi... 
İçime kadar çektiğim esans kokusunu, annemin, arkasından girdiğim  ahırdaki benekli dananın yanında kaybediyordum. Elbette bizim de  esanslarımız vardı, dolaplarımızda, bayramı bekleyen misafir kolonyalar.  Elbette bize de gelecekti, şekeri bir dahaki seneye ertelenmiş  bayramlar. 
 
 
Biz, neyi yaşadık? Neyi gördük? 
Biz, bakır sinide bir tabağın  içerisine dalan beş kaşıkla, lokmamızı  böldük. Mersedes değildi belki, ama biz, bize sadık kalan kara eşeğin  yeni semeriyle övündük. Atının heybesi dolu çerçi Mehmet'ten, bir kilo  buğdayla takas ettiğimiz, tahta tarakla saçlarımızı ördük. Ha! .. Bir de  annemin yastık altında ütülediği cepli fistanım vardı şehir kokan,  bayrama saklayıp da giymeye kıyamadığım. Uyku gelir miydi artık, yarın  cebimin şekerle dolup dolamayacağını düşünmekten. 
 
 
Bayramın ilk sabahı el öperdik, önce babamın elindeki yoksulluğu. 
 
 
Aslında, arifeden başlardı babamın huzursuzluğu. Haklıydı da, çocuk bu  bilir miydi ki, cep delik cepken delik. Dedim ya, çocuk bu göremezdi ki  babanın  sakladığı mutsuzluğu, ama yanağımdan öperken, az da olsa  anlardım, gözlerinde ki umutsuzluğu. 
Camı kırık penceremizden uğuldayan rüzgârın sesine karışırdı birkaç  kelimesi, dolardı gözleri, konuşamazdı. Dudaklarının arasında kalırdı  birkaç hecesi. Damda biriken karlar eriyip tahta tavan arasından sızardı  minderlerin üzerine, ve biz acaba bunu mu düşünür; bilemezdik.. Oysa,  hep üzülerek geçermiş, babamın gecesi, gündüzü...
 
 
Bütün bunlar aklıma düştükçe, yüzüm al al oluyor, kızarıyorum. Sonra  içime bir rahatlık düşüyor. Kendimden bahsetmiyorum evvel zaman içinde  gördüğüm bir çocuk size anlattığım. Gizli gizli üzülen. Duvarları  kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, toprak kokulu bir evde,  yaşanamamış çocukluğunun ifadesiydi süzülen.  
 
Avuçlarımın arasından kayıp giden toprak kokulu anılarım 
...Ve anılarımdan çıkmayan çocukluğum. 
...Elveda hepinize. 
...Elveda çocukluğum... 
 
 
Müsade Özdemir