Konu Başlıkları: Muhammed Bin Abdülvahhab kimdir?
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16 Ekim 2011, 22:49   Mesaj No:1

kamer34

Medineweb Sadık Üyesi
kamer34 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:kamer34 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13038
Üyelik T.: 14 Aralık 2010
Arkadaşları:9
Cinsiyet:
Memleket:istanbul
Yaş:53
Mesaj: 871
Konular: 41
Beğenildi:6
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Muhammed Bin Abdülvahhab kimdir?

Muhammed Bin Abdülvahhab kimdir?

“Bismillahirrahanirrahim”

Muhammed bin Abdülvahabın soyu Suud hanedanının soylularına dayanmaktadır.
Muhammed b. Abdulvahh ab, Temim kabilesinin Vehbe kolunun Mişarife’den Ali oğlu, Süleyman oğlu, Abdulvahh ab oğlu Muhammed’dir.Muhammed b. Abdulvahh ab, Riyad şehrinin kuzey batısındaki Uyeyne kasabasında (m. 1703) yılında dünyaya gelmiş ve orada yetişmişti Muhammed bin Abdulvahab Uyeyne kasabasındaki hocalarından dersler alarak ve kendi çabasıyla kitaplar okuyarak eğitimini tamamlayınca, selef-i salihin yaptığı gibi ilim öğrenmek ve ziyaret etmek amacıyla komşu ülkelere yolculuk yapmaya karar verdi.

Muhammed bin Abdülvahab İbn-i Muflih, Şeyhul-İslam İbn-i Teymiyye ve İmam Ahmed bin Hanbel yoluyla. Abdurrahm bin Receb, İbn-i Kayyim ve Ahmed bin Hanbel fikirlerinden çokça etkilenmiş bu alimlerin kitaplarını okumuştur. Yine, Medine’de Muhammed Hayat Sündi’den ilim almaya başlamış Tarihçi Osman bin Bişr şu olayı rivâyet eder:

“Muhammed bin Abdulvahab birgün Peygamber-sallAllahu aleyhi ve sellem-’in kabri bulunan odanın önünde,kabrine yalvarıp ondan yardım dileyen insanların yanında geldi.Bunu gören Muhammed Hayat Sindî ona: “Buna ne dersin?” deyince, Muhammed bin Abdulvahab ona şu ayetle cevap verdi:

“Şüphesiz ki (putlara bel bağlayan) bunlar, tapmakta oldukları şey, yıkılıp yok olacaktır.Tapmakta oldukları (putlar) da bâtıldır. Vefatı m.1787). Muhammed bin Abdülvahabın fikirleri mücadelesi azmi yaşadığı zamana damgasını vurmuş ve günümüze kadar ünü yayılmıştır. Muhammed bin Abdülvahabın amacı açıktı: Tüm eski arınmışlığıyla Peygamber'in inancını yeniden kurmak. Bu uygulamada, Sufi din adamlarının İslam’a soktukları ermişlere tapınmanın ve öteki bozuklukların kararlı ve ödün vermez bir tutumla reddedilmesi gerektiğini kişinin sadece diliyle “la ilahe illAllah” diyerek Müslüman olunamayacığını kitaplarında uzun uzun anlatmış ve bu mantaliteye çok sert yanıtlar vererek hayretlerini ortaya koymuştur.

Muhammed bin Abdülvahab’ın harketini anlamaya ve fikirlerinin ne olduğuna geçmeden önce onun yaşamış olduğu toplumu,ogünkü dünya devletlerinin dinsel siyasal durumları ve bulundukları konjektörün nasıl olduğu hakkında bakmakda yarar görmekteyim.

Miladi18.yüzyılda dünyanın doğusuna genel olarak üç önemli devlet hükmediyordu.Bu üç devlet:
1. Osmanlı Devleti.
2. İran’daki Safevî Devleti.
3. Hindistan’daki Moğol Devleti.

Osmanlı Devleti:

Osmanlı Devleti (m.16.) yüzyılda görkemde zirveye ulaşmıştı. İslam dinini Avrupa’da fetihlerl yaymaya başladığında bu devlete gıpta ve hayranlıkla bakılmıştır. Ancak zayıflama ve güç kaybet-me belirtileri bu yüzyıldan sonra Osmanlı devletinde baş göstererek yavaş yavaş onu içten içe çürütmeye başlamıştır. Osmanlı devleti m.18.yüzyılda gerileme dönemine girince kendi içerisinde baş gösteren ayaklanmalara ve isyanlara karşı koyamaz hale gelmişti.

Çoğu zaman ıslahat isteyen-i “kafir” saymış bir türlü kendisini illeriki yüzyıllarada damga vuracak gelişmeleri gösterememiştir. Nitekim Osmanlı Devleti Muhammed bin Abdülvahhab’ın daveti ve ıslahata yönelik hareketini dinden çıkmak olarak kabul etmiş ve kendisi hakkında kafir olarak fetva vermiştir.. Bu durumu Muhammed bin Abdülvahab kendi kitaplarında sık sık şu cümlelerle dile getirmiştir.

Sağ elle yemek yemeyi inkâr eden sabah namazının sünnetini ve vitir namazını inkâr eden kâfir oluyor da, bütün İslâmiyeti inkâr eden onu yalanlayıp İslâmiyete inananı istihza (alay) konusu yapan kimse "lâ ilahe illAllah" dediği müddetçe müslüman kardeşindir dedikleri halde bunlar kalkıp bizi kanı ve malı helâl kâfirler sınıfından addederler.

Muhammed bin Abdülvahab kendi yaşamış olduğu toplumun alimlerinin düşünceleri arasındaki çelişkileri ortya koyarak sizler kim diliyle ”la ilahe illAllah” derse kafir olmaz dediğiniz halde beni ve davetime icabet edenleri kafir olarak damgalamak çelişki değilmidir? Diyerek o dönemdeki alimleri eleştirmiştir. Devamla Oysaki bizde "lâ ilahe illAllah" diyoruz neden bizi tekfir etmek için fetva veriyorsunuz halbuki sizin düşüncenize göre beni tekfir etmemeniz gerekmektedir diyerek o dönemde kendisine karşı ilmi hiçbir gerekçe olmadan bu fetvalar için bir yerlerden ferman aldıklarını adeta yüzlerine vurmaktadır..

Muhammed bin Abdülvahab ve ve tabileri, başlangıçta çok küçükken, neredeyse ilk nübüvet dönemindeki İslam topluluğunun büyümesine benzer bir biçimde hızla gelişti. O vefat ettiği zaman izleyicileri, Arabistan'ın çoğu topraklarını denetimleri altına almış bulunuyorlardı.Bunun sebebi daveti Kur'an'da ortaya konan tüm kişisel davranış kurallarına kesin bir biçimde uyulmasını istemek rasulun zamandaki islamiyetin ilk doğuşunu yol haritası olarak benimsemekten geçmekteydi. Dava Kur’an ve sünnet eksenli olarak başlandığında Allah’ın yardımı sayesinde çok kısa zamanda çok büyük kitlelere kabulunu gerçekleştirir.

Buna karşılık o dönem ki devletlerden bazıları yönetimindeki güçler, bid’at ehline, tasavvufçulara ve akılsız kimselere her türlü fikir hürriyeti tanımışlardı. Bu kimselerin halk nezdınde değerini yücelterek halkın onların evliya olduklarına inanmalarını sağlamıştır. Fakat Muhammed bin Abdülvahab ve ona biat edenler bırakın Müslüman muamelesi görmeyi insan muamelesi dahi görmezlerdi.

O dönemki İslam! Uleması Muhammed bin Abdülvahab’a savaş açan onu kötüleyen onun müvvahid askerlerinin kanlarını dökenler mallarını ve canlarını ve ırzlarını kendilerine helal görenleri bu İslam! Uleması mektuplar göndererek kendilerini tebrik ederlerdi. Onlara devlet nezdinde büyük görevler verilmekteydi kadılık vs.vs gibi. Bu durum Muhammed bin Abdülvahabın canını o kadar sıkmıştır ki içindeki sıkıntıyı şu cümlerle dile getirmiştir.

Davetini yaptığımız "tevhid akidesi" nin peygamberlerin (nebi ve rasullerin) yolu olduğunu, halkı kendisinden kaçındırdığımız / sakındırdığımız "Şirk" inde peygamberlerin (nebi ve rasullerin) insanları ondan kaçındırdıkları / sakındırdıklarını, bildikleri halde; bizimle savaşan Dehham bin Devvasa ve benzerlerine yazdıkları mektuplarda savaşları tebrik ediliyor ve onlara peygamberlerin makamı veriliyor. Hayret! Fakat bu Allah-u Teâlâ'nın büyük bir imtihanıdır.Bunu anlamayanlar nefislerine ağlaşırlar

Muhammed bin Abdülvahab Kur'an'ı noktasına, virgülüne kadar ciddiye alarak ve yeniden insan yaşamının her alanına uygulamaya çalışarak, bu tür bilinçsiz bir tutuculuğun sürdürülmesi olanağını ortadan kaldırdı. Genel de İslam ! bilginliğini ve uygarlığını devir almış olan Sünniler, dünyanın karmaşıklıkları ve çeşitli yolları hakkında, Muhammed bin Abdülvahab ve ilk izleyicilerini oluşturan Bedevilerden daha bilgiliydiler. Bu nedenle onun bu fikirlerinin devleti bölebileceği ve ilim yönünden zayıf olan Muhammed bin Abdülvahab’a biat edenler onlar için tam olarak pimi çekilmiş birer bomba gibiydiler.

Ancak Abdülvahab'ın ölümünden az sonra bu akım, Avrupa örneğine göre donatılmış ve eğitilmiş Mısır birliklerinin Arabistan Çölü'nün eski usul savaşçılarıyla kapışıp onları (1818'de) kesin bir yenilgiye uğratmaları üzerine, askeri alanda gerilemek zorunda kaldı. Fakat savaş alanında alınan bu yenilgi, Muhammed bin Abdülvahab akımını ortadan kaldıramadı. Tersine onun akımı, Suud ailesinin askeri ve siyasal yazgısına sımsıkı bağlı olmaktan çıkınca, Hindistan'daki ve Osmanlı İmparatorluğu'ndaki sofu ve ciddi, kafası işleyen insanları kendine çekerek etki alanını daha da genişletti.

Birçok ülkede, daha sonraki dönemlerin gizemci Sufi sofuluğu arasında kurulan ve öteden beri süregelen duyarlı denge, bir yandan Batı kuşkuculuğu, öte yandan da Vahabilerin öfkesi karşısında daha fazla süremezdi. Düşünce alanındaki, ezber yoluyla kuşaktan kuşağa güven içinde geçirilip herkesçe bilinen deyişlerin ardına sığınan uzlaşmaz tutum, Sünni bilginliğin bir özelliği durumuna gelmişti. Cehalet ve tutuculuk tüm zamanlarda olduğu gibi bu çağada damgasını vurmuştur.

Bunun yanında o dönemki devletlerin hakim olduğu bölgelerin tamamı insanlar arasında yaygınlaşan bid’at ve hurafeler tevhidin özüymüş gibi algılanmaya başlanmıştı. Bu sebeple çeşitli ülkelerde,salih kimselerin türbeleri-nin üzerine kubbelerin yapılması yaygınlaşmış, yalvarmak, yardım dilemek, kurban kesmek, adak adamak ve şefaat istemek gibi, Allah’tan başkasına yapılması caiz olmayan şeyleri, insanlar türbelerde yatanlara yapmaya başlamıştı. Çoğunlukla bu türbelerin yanında her türlü çirkin ve fena şeyler yapılmakta idi. Bu türbeler, o zamanki değişik eyaletlerde bizzat merkezi yönetimlerin desteğiyle yaygınlaşarak çoğalmıştı
Muhammed bin Abdülvahab bu durumu şöyle açıklamaktadır.

Salih kimseler hakkında aşırıya giderek dua ve ibadetlerinde onları Allah'a ortak koşar; Rasullerin ve salih kişilerin kabirlerini, onların yaşadıkları yerleri mescid ve türbe haline getirir, kabir ve türbeleri üzerine kandiller yakar, onlar için kurban keser, onların hürmetine yağmur isteyip onlardan medet beklerler ve bu türbeleri bayram günlerinde ziyaret edip birer bayram yeri haline getirirler ve bu şekilde onların kendileri için şefaatçi olacaklarını zannederler.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine zarar da fayda da veremeyecek şeylere tapıyorlar ve: "Bunlar, Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar." (Yunus: 10/18)
"Allah'ı bırakıp O'ndan başka dostlar edinenler: "Onlara, sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." derler." (Zümer: 39/3)
"Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyler söylemeyin." (Nisa: 4/171)

Muhammed bin Abdülvahabın yaşadığı hicaz bölgeside bu hurafelerden nasibini almıştı. Hicaz Bölgesinde:Medine-i Münevvere’de Hz.Hamza ve Uhud şehitle-rinin kabirleri bulunmaktaydı.Buna ilave olarak Peygamber (sav)’in kabrini ziyaret edenler, yalvarıp yakarmak ve ona secde etmek gibi şirki şeyler yapıyorlardı.Cidde ve Mekke’de Hz.Hatice ve Ebu Talib, Taif’de ise Abdullah bin Abbas’ın kabirleri bulunmaktaydı.
Yemen’de:

Lehye, Hudeyde, Necran, Hadramevt, Şihr, Yafi’ ve Aden gibi Yemen’in bazı şehirlerinde cahil insanların bereket umdukları kabirler bulunmaktaydı.
Şam Diyarında:Şam, Halep ve diğer ücra şehirlerde kabirler bulunmaktaydı.
Irak’ta:Ebu Hanife, Ma’ruf Kerhi ve Abdülkadir Geylani’nin kabirleri bulunmaktaydı.Ayrıca Şia, Necef’te Ali b.Ebi Talib, Kerbela’da Hüseyin ile Musa Kazım’ın türbelerinin yanında şirk-i şeyler yapmaktaydırlar.

Genel olarak adı İslam olan her yerde türbe ve kabirler yaygınlaşmış, bununla da yetinilmemiş İslam’dan önceki ilk cahiliye devrinde olduğu gibi, insanlar cansız varlıklarla bitkileri bile kutsallaştırmışlardır. Bilakis kabirlerde yatanlara ibadet edenler öyle bir hale geldiler ki onların alimleri, bu kabirleri hac etme ve onların yanında bid’atlar düzenleme hakkında cahil halka kitaplar yazarak bu kitaplara “Yatırları hac etmek ve uyku, uyanık ve buna benzer hallerde Peygamber-sallAllahu aleyhi ve sellem-’den imdat dileme menasiki ” adını vermişlerdir.

Kötü bidatlarden biride “Mahmel/Hevdec” bid’atı idi.
O zamanki devlet geleneğinde valileri tarafından devenin üzerine kurulmuş ve içerisinde Kabenin örtüsü bulunan bir hevdeci her yıl Mekke’ye göndermeyi adet haline getirmişlerdi. Kabenin örtüsünü taşıyan deve çeşitli süslerle süslenir, davullar ve zurnalar eşliğinde tören alayı şeklinde Mekke-i Mükerreme’ye gelirdi. Bazı insanlar bu örtüye tazim göster-menin de ötesinde ona bereket ummak amacıyla el-yüz sürer ve onu öperdi.Bütün bunları uyulması gereken bir farzmış gibi gösterdiler.Nitekim bazı cahiller, bu hevdecin haccın farzlarından birisi olduğunu zannederlerdi.

Peygamber-sallAllahu aleyhi ve sellem-’in doğum gününü kutlamak ve bu merasimlerde gerçek İslam’ın özünden tamamen uzak olan işlenen bid’atlar, bu bid’atlardandır.bu tarz bidatlar ibn-i teymiyyenin sıratel müstakim adlı eserindede geniş yer almaktadır. Bu bidatler çağlar boyu büyük halk kitleleri tarafından nesilden nesile aktarılmıştır.

Muhammed Hamid Fakki bu konuda şöyle der:
“O dönemlerdeki yöentimlerin İslam dinine verdiği önem, camileri süslemek, Kur’anları yaldızlarla süslemek,Delâilul-Hayrât kitabı ile (Bûsîrî’nin) Kaside-i Bürde’sinin basımını yenilemek ve buna benzer şeyler yapmaktan ibâretti.”

Muhammed bin Abdulvahab’ın Davetinden Önce Necd Bölgesinin Durumu:
Osmanlılar hicri 11.yüzyılda gerileme devrinin baş-langıcı olan 4.Mehmet zamanına kadar Ahsa bölgesine hükmetti.Berrak bin Ğureyr al Hümeyyid başkanlığındaki Beni Halid hicri 1080 (miladi 1669) yılında Türk garnizonunu bölgeden çıkararak Ahsa’ya hakim oldular.Beni Halid, en güçlü oldukları bir dönemde Kuveyt ve Necd bölgesinin bazı beldeleri ne kadar nüfuzlarını genişlettiler.

Muhammed bin Abdulvahab’ın Davetinin Merhaleleri:

Muhammed bin Abdulvahab’ın önce Uyeyne, sonra Hureymila, daha sonra da Dir’ıyye’de yaşamıştır.Hureymila’yada yaşadığı zaman davetini açıktan yapmaya, cahil insanların söz ve fiillerde işledikleri bid’at ve şirk içeren şeyleri inkar edip reddetmeye başladı.
Ancak babası, halkın galeyana gelip kendisini öldürmelerinden korktuğu için onu bu işten engellenmek istedi.Bunun üzerine Muhammed bin Abdulvahab bu dönem içerisinde araştırmaya ve ilim öğrenmeye yöneldi. Bu arada babası ölene kadar “Tevhîd” adlı kitabı yazdı. Ancak çok geçmeden Hureymila halkıyla kasaba yönetimin bölünmesi sebebiyle emniyet ve güven ortadan kalkmış, kendisi de kasabadaki can tehlikesi olduğundan buradan hicret etmiştir.

Nitekim Muhammed bin Abdulvahab Kabirlerin üzerine bina edilen kubbeleri yıkmak gerektiğini söylemiş Cübeyle kasabasın da bulunan Hz. Ömer’in kardeşi Zeyd b. Hattab’ın kabri üzerine bina edilen kubbeyi bizzat kendi elleriyle yıkmaya başlamış, ardından da arkadaşları devam etmişlerdir.

Muhammed bin Abdulvahab Uyeyne kasabasındaki Zib adındaki ağaç ile Dir’ıyye kasabasındaki Karyuh adındaki ağacı bizzat kendi elleriyle kesmiştir.İşte bu olaylar merkezi sistemin canını sıkmış kendisinin derhal oradan sürülmesini gerektiren bir bildiri gönderilmiştir.

Muhammed bin Abdulvahab’ın yaptığı bu icraatlar, bütün insanları dehşete düşürmüştür. İnsanların alışık olmadıkları bu şeyler onların iki kısma ayrılmalarına sebep oldu:Bir kısım insanlar, bunlara iman edip ikrar ettiler. Diğer bir kısım ise inkar edip bunlara savaş açtılar.İnkar edip bunlarla savaş açanlardan birisi de Beni Halid’in Urey’ir ailesinden Ahsa kaymakamı Süleyman bin Muhammed bin Ğureyr idi.

Ahsa kaymakamının Uyeyne kaymakamına siyasi bir nüfuza benzer bir nüfuzuvardı.Bu sebeple Ahsa kaymakamı, Uyeyne kaymakamına bir mektup yollayarak Muhammed bin Abdulvahab’ı Uyeyne-den çıkarmazsa, Ahsa’daki tarlalarından elde edilen mahsullerin yıllık gelirini kendisinden kesmekle tehdit etti.
Muhammed bin Abdulvahab’ın davası gittikçe büyüdü artık onun yaşamış olduğu toplumlarla kendi tevhid-i düşüncesi arasında fark netleşmiş saflar belirginleşmişti. Onun zamanındaki meselelere karşı tekfir ettiği konuları şu şekilde sıralayabiriz.

Tevhid anlayışı, şefaat, kabir ziyaretleri, kabirlerin üzerine türbe ve kubbe gibi şeyler bina etmek, bid’atler, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, tekfir, kital (savaş), içtihad ve taklid.

Allah tan başka ilah tanımaz, vasıtasız ibadet etmek gerekir. (Bu bütün Müslümanlar için geçerlidir) Farzları mazeretsiz terk etmek dinden çıkarır. İslam'a daha sonra yeni bir takım ilahlar eklemiş olan yenilikleri reddeder, tasavvufi düşüncelere, sofilerin vahdet-i vücud görüşlerine, riyaziyat hayatlarına, tekkelere karşı çıkar. Peygambere bile ibadet derecesinde saygı göstermeyi, peygamberden ve velilerden yardım ve şefaat dilemeyi reddeder. Ölüleri ziyaret etmeyi, türbe yapmayı, kandil yakmayı, onların adına sadaka vermeyi kabul etmez.

Muhammed bin Abdulvehhab yaşadığı toplumun hastalıklarından birinide şöyle özetler.Dilleriyle “la ilahe illAllah” demekle iman hakikatının gerçekleşmeyeceğini tevhidi bozucu amellerdende uzak durulması gerektiğini vurgular.O dönemin şeyhül islam makamının dini meselerdeki tutarsızlığını (çelişkilerini) o şu cümleleri ile açıklıyordu.

Halbuki beri tarafta Kelime-i Tevhidi / La ilâhe illAllah'ı dilinden düşürmeyen böyleleri açık olarak; öldükten sonra dirilmeyi inkârla; şeriata karşı cephe alışları (ile birlikte) ne de olsa yine bunlar madem ki "La ilâha illAllah" diyorlar müslümandır" zannedilir.

Dillerinin ikrarından başka Kur'anın başından sonuna kadar her hükmünü inkâr eder, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in yolunu benimsemezler. Şeriata karşı olduğu tesbit edilen geçmişlerin yolunu İslâmdan üstün kabul ederler.
Kur’an vahyine muhalif düşünce sahibi sözde alimler! geçmişleri söyledikleri kitapları ortada olduğu halde insanlar onların fikirlerini adeta şeriatın önüne koymuşlardır.
Tıpkı günmüzdeki Mevlana taifesi gibi ibn-.i Arabi taifesi gibi.
Yine o dönemin yasalarının tağut olduğunu onların muhakemelerine muhakeme olmak tağuta muhakeme olma kapsamına girdiğini bundan dolayı kendisinin vahiy şeriatinden başka muhakeme kabul edemeceğini söylemesi hasımları tarafından şiddetle red edilmiş kendisi bu tutumundan dolayı o zamanki ulema tarafından kınandığını Muhammed bin Abdulvehhab şu cümleleriyle dile getiriyor.

Halbuki birisi bir hasmının Allah-u Teâlâ'nın Şeriatına göre mahkeme edilmesini istese onlara göre bu adam en kötü bir işi işlemiş kabul edilir.

Buna karşılık Osmanlı devleti yönetimindeki güçler, bid’at ehline, tasavvufçulara ve akılsız kimselere her türlü fikir hürriyeti tanımıştı.Bu kimselerin halk nezdınde değerini yücelterek halkın onların evliya olduklarına inanmalarını sağlanmıştır. Bu anlayış hikmeti ilahi tevhide davet eden müvvahidleri tekfir etmiş dışlamış malı kanı canı kendilerine helal kılınmışır.Muhammed bin Abdulvehhab yaşadığı bu ağır ithamı şöyle özetlemektedir

Halbuki bizde "lâ ilahe illAllah" diyoruz. Bize ne diye kâfir diyorsunuz? dediğimizde onlar:Müslümanı tekfir eden kâfir olur. Cevabını verirler.

Sadece bununla iktifa etmezler. Daha da ileri giderek bizimle ahitleşen kimselerin ahitlerinden dönmelerinde büyük sevap olduğunu birisinin yanında bize ait bir emanet veya yetim malı varsa o emanetimizi yemelerinin yetim malı olsa da caiz olacağına dair fetva verirler.

Muhammed bin Abdulvahab İislam! Ulemasının insanlara dini yönden bakış açılarını eleştirerek böyle bir bakış açısının islam dini ile bağdaşamaycağını şu şekilde anlatır.
Bu küfre kayanlar arasında gördüklerimden ve okuduklarımdan hiç birinin küfrü "lâ ilâhe illAllah" deyip İslâm'ın başka prensiplerine riayet ve kabul etmeyen Bedevilerin ki kadar değildir.

Muhammed bin Abdulvehhab'ın davetinden önceki durumunu Necid halkının islam ile ne kadar alakadar olduklarını adeta ortaya koyan bu cümleler onların islama bakış açılarının ne kadar kur’an vahyine uygun olup olmadığını anlamamızı sağlamaktadır. O dönemin yanlış anlayışlarından birinide Muhammed bin Abdulvehhab'ın şu sözlerinden anlamaktayız.

Bilinmesi gerekli bir husus daha söz konusudur:
Zamanımız âlimlerine (!) göre bir kimse "La ilâhe illAllah" derse malı ve canı heder edilmeyeceği gibi tekfirde edilmez ve onunla savaş yapılamaz.

Halbuki beri tarafta Kelime-i Tevhidi / La ilâhe illAllah'ı dilinden düşürmeyen böyleleri açık olarak; öldükten sonra dirilmeyi inkârla; şeriata karşı cephe alışları (ile birlikte) ne de olsa yine bunlar madem ki "La ilâha illAllah" diyorlar müslümandır" zannedilir.

Aslında konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum Muhammed bin Abdulvehhab'ın bu cümlelerinden o dönemin alimlerinin genel düşüncelerin ne kadar islam olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Şimdi burada Muhammed bin Abdulvehhab'ın kendi sözlerinden anlaşıldığına göre onun dönemindeki devlet yönetimi şeyhül islam makamı onu tekfir etmişlerdir. Gerekçelerine baktığımızda.

Müslümanı tekfir eden kafir olur. Cevabını verirlerler. Bunlar
Muhammed bin Abdulvehhab'ın kendi sözleri. Yani O halde Muhammed bin Abdulvehhab onları tekfir ettiği için yada o toplumu tekfir ettiği için,onlara göre o toplumda müslüman olduğuna göre bu söz Muhammed bin Abdulvehhab'a geri dönmüştür Osmanlı alimlerinin iddiası bu.


Son söz: Muhammed bin Abdulvehhab kendi dönemindeki tüm toplumlara bakış açısını kuran vahyine göre alıgılamış bir müslüman gözüyle yeryüzünün dine bakış açısını şu cümlelerle özetlemiştir "Ne yazık ki bu inkâr hastalığı çok azı müstesna yeryüzü insanın çoğuna sirayet etmiş bulunmaktadır."

Günümüzde şöyle sapkın bir anlayış mevcuttur kim “la ilahe illAllah” derse bu kişi tekfir edilmez müslüman olarak kabul edilir. Bu sebeple çok kitap okumuş ve çok kitaplar yazmış bazı kitap yüklü merkepler de kişinin dili “la ilahe illAllah” diyenlerin küfürlerine şirklerine kör ve sağır olmuş durumdalar.Aşağıya Muhammed bin Abdulvehhabın kendi sözlerinden alıntı yapıyorum kendi zamanın alimlerinin bu meselelere bakış açılarını ortaya koymaktadır.

Bilinmesi gerekli bir husus daha söz konusudur:
Zamanımız âlimlerine (!) göre bir kimse "La ilâhe illAllah" derse malı ve canı heder edilmeyeceği gibi tekfirde edilmez ve onunla savaş yapılamaz.

Halbuki beri tarafta Kelime-i Tevhidi / La ilâhe illAllah'ı dilinden düşürmeyen böyleleri açık olarak; öldükten sonra dirilmeyi inkârla; şeriata karşı cephe alışları (ile birlikte) ne de olsa yine bunlar madem ki "La ilâha illAllah" diyorlar müslümandır" zannedilir.

Halbuki birisi bir hasmının Allah-u Teâlâ'nın Şeriatına göre mahkeme edilmesini istese onlara göre bu adam en kötü bir işi işlemiş kabul edilir.
Kısacası;

Dillerinin ikrarından başka Kur'anın başından sonuna kadar her hükmünü inkâr eder, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in yolunu benimsemezler.
Şeriata karşı olduğu tesbit edilen geçmişlerin yolunu İslâmdan üstün kabul ederler.
Buna rağmen mademki dilleriyle ikrar ediyorlar (sadece dilleriyle şartlarıyla yerine getirmeden "La ilâha illAllah" diyorlar) Yine onlar müslüman (!) kabul edilir. Bunların böyle bir inanç içerisinde olduklarını âlimleri de kabul eder. Hatta:

Dilleriyle ikrardan başka hiç bir şeyi olmayanlara âlimleri; "Bunlarda İslâmi yaşantı yoktur" derler. Bu görüş halk arasında yaygındır. Aslında böyle bir görüş Allah ve Resulünün beyan ettiklerini inkâr ettirir.

Hatta bu konuda Allah ve Resulünü tasdik edenlere tekfir yaftasını yapıştırmaktan (tekfirci demekten) geri kalmazlar.Onlar: "Bir müslümana kâfir diyen kimse kâfir olur demek suretiyle yanlış bir hükme varırlar."
Onlara göre;

"Müslüman, yaşantısı itibarıyla İslamdan hiç bir görüntüsü olmayan, sadece diliyle (şartlarını yerine getirmeden) "La ilâha illAllah" diyen kimsedir.
Bu kişi ilmi, akidevi ve âmeli olan bütün halleriyle İslâmdan ve onu anlamaktan uzak olsa da diliyle ikrarı müslüman olmasına Kifayet eder ."

Bu mesele çok mühim bir meseledir. Çünkü küfür ve İslam gibi önemli iki hususuda ilgilendiriyor. Eğer onların iddialarını kabul edersek, Allah-u Teâlâ'nın Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem'e indirdiğini inkâr etmiş oluruz. Bu hususta Kur'an, sünnet ve icmayı anlatmıştık.

Bu meseleyi böyle anlamak Kur'an ve Rasulullah'ın hükmünü açıkça inkâr etmektir. Ne yazık ki bu inkâr hastalığı çok azı müstesna yeryüzü insanın çoğuna sirayet etmiş bulunmaktadır.
Muhammed bin Abdulvahhab

Not:Dileyen bu konularala ilgili Muhammed bin Abdulvahhabın TEVHİD-KEŞF EL-ŞUBUHAT- MUHTASAR-ES SİYRE kitaplarına bakabilir.
__________________
Kimin Ne Dediği Değil / Allah'ın Ne Dediği Önemli.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi kamer34 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
“..Allah’ın velileri kimlerdir..?” Allah(c.c) Kara Kartal 14 6073 17 Mart 2012 01:37
“İbn-i Teymiyye/ve/vahdeti-vücut “ Tevhid Ve Şirk Konuları Esadullah 6 3208 16 Mart 2012 19:24
""Velayet..Şirki"" Tevhid Ve Şirk Konuları kamer34 0 1786 06 Mart 2012 18:05
"Seyyid Kutub kimidir...?" Alimler(Rh) bilinmez 42 14605 20 Şubat 2012 22:31
""Tasavvuf/Büyüklerinin/Şirkleri""... Tasavvuf-Tarikat hiranur86 52 18637 08 Şubat 2012 20:11