nie kafir dendiği Kuranda adı geçen İdris,  Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr  ettikleri için  ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir olurlar. 
(İslam Ahlakı) 
  Bir Ayeti bile inkar etmek kafir eder zaten hadi çürüt asıl sendeki beyin yapısı değişmiyo ki Sahih hadisleri çürütürüm diosun yazık yazık evet dedin gibi cahille iştiare edilmez gerçekten hak çıktı ortaya öle sustun bir tek ilahımız var ALLAH minare lere mezarda Kuran okumalara inanmıyorum gerçekten gözüne perde inmiş ya 
Vehhabiliği kuran, Mehmed bin  Abdülvehhabdır. İngiliz casuslarından, Hempher’in tuzağına düşerek,  ingilizlerin (İslamiyet’i imha) etmek çalışmalarına alet oldu.  
[
İngiliz Casusunun İtirafları  kitabında, Vehhabiliğin kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Bu kitabı,  
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya  Üye Olmak için TIKLAYIN...] adresinden okuyabilir ve temin edebilirsiniz.]  
Eline  geçirdiği, ibni Teymiye’nin Ehl-i sünnete uymayan kitaplarını okumuş,  (Şeyh-i necdi) diye meşhur olmuştu. Düşünceleri, ingiliz paraları ve  ingiliz silahları karşılığında, köylüler ve Deriyye ahalisi ile reisleri  Muhammed bin Süud tarafından desteklendi. Sapık din adamı ibni  Teymiye’nin fikirleri ile Hempher’in yalanlarının karışımına 
Vehhabilik denir.  
Mirat-ül-Haremeyn kitabının basıldığı 1888 senesinde Necd emiri, Abdullah bin Faysal idi. Aşağıdaki bilgilerin çoğu 
Mirat-ül-Haremeyn’den alınmıştır: 
Mehmed’in  babası Abdülvehhab, iyi bir müslüman idi. Bu ve Medine’deki âlimler,  Abdülvehhab oğlunun sözlerinden, yeni bir yol tutacağını anlamış,  herkese, bununla konuşmamasını nasihat etmişlerdi. Fakat, Abdülvehhab  oğlu, 1738 senesinde Vehhabiliği ilan etti. İngilizlerin siyasi ve  askeri yardımları ile, Arabistan’a yayıldı. 
Vehhabilere inanan  Deriyye hakimi Abdülaziz bin Muhammed bin Süud ilk olarak 1791  senesinde, Mekke emiri şerif Galib efendi ile harp etti. Daha önce,  vehhabiliği gizlice yaymışlardı. Sayısız müslümanları öldürüp,  kadınlarını, çocuklarını ve mallarını almışlar ve işkence etmişlerdi. 
Abdülvehhab  oğlu, Beni Temim kabilesindendir. 1699 senesinde Necd çölündeki  Hureymile kasabasında, Uyeyne köyünde doğmuş, 1791’de Deriyye’de  ölmüştü. Önceleri ticaret için Basra, Bağdat, İran, Şam ve Hind  taraflarına gitmiş, çok zeki ve bozguncu sözleri ile (Şeyh-i Necdi)  adını almıştı. Dolaştığı yerlerde çok şeyler görmüş, şef olmak  düşüncesine kapılmıştı. 1713 senesinde, Basra’da tanıştığı ingiliz  casusu Hempher, Abdülvehhab oğlunun devrim yapmak arzusunda olduğunu  anladı. Bununla uzun zaman arkadaşlık yaptı. İngiliz Sömürgeler  Bakanlığından aldığı hile ve yalanları buna telkin etti. Abdülvehhab  oğlunun bu telkinlerden zevk aldığını görünce, yeni bir din kurmasını  teklif etti. Bu yeni dinin esaslarını ona bildirdi. Casus da,  Abdülvehhab oğlu da aradıklarına kavuşmuş oldular. 
Yeni bir din  kurmak için, önce Medine’de, sonra Şam’da, Hanbeli âlimlerinden okudu.  Necde dönünce köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara,  ingiliz casusundan öğrendiklerini ve Mutezile ve başka bid’at  fırkalarından aldığı bozuk düşünceleri de karıştırdı. Köylülerin çoğu  buna tâbi oldular. İslamiyet’i içerden yıkmak için, İngiltere’de  kurulmuş olan (Sömürgeler Bakanlığı), bu hâli, Necd şeyhi olan (Muhammed  bin Süud)a bildirdi. Çok para vererek ve siyasi, askeri yardımlar vaat  ederek, Abdülvehhab oğlu ile işbirliği yapmasını temin etti.  Arabistan’da hasebe ve nesebe çok ehemmiyet verirlerdi. Kendisi ise,  cahil olduğundan, Abdülvehhab oğlu 
Vehhabilik adını verdiği bu  sapık inancı yaymak için, Muhammed bin Süudu maşa olarak kullandı.  Kendisine (Kadı), Muhammed bin Süuda (Hakim) ismini taktı. Kendilerinden  sonra da, çocuklarının bu makama geçmelerini temin eden bir anayasa  yaptırdı. 
Abdülvehhab oğlu, önceleri Medine’de okurken,  Medine’nin salih, temiz âlimlerinden olan babası Abdülvehhab ve kardeşi  Süleyman bin Abdülvehhab ve kendisine ders okutan hocaları, bunun  sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık söylediği düşüncelerinden  bunun ileride İslam dinini içeriden yıkacak bir sapık olacağını  anlamışlardı. Kendisine nasihat verirler ve müslümanlara, bundan  sakınmalarını söylerlerdi. Fakat, korktukları çabuk meydana geldi.  Düşüncelerini Vehhabilik adı ile açıkça yaymaya başladı. Cahilleri,  ahmakları aldatmak için İslam âlimlerinin kitaplarına uymayan  yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıktı. (Ehl-i sünnet  vel-cemaat) mezhebinde olan doğru müslümanlara kâfir diyecek kadar  taşkınlık yaptı. Peygamberimizi ve başka Peygamberleri ve Evliyayı  vesile ederek, Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini  ziyaret etmeye şirk dedi. 
Abdülvehhab oğlunun, ingiliz casusundan  öğrendiğine göre, bir kabir başında dua ederken, meyyite karşı  söyleyen, müşrik olurmuş. Allah’tan başka bir kimse veya bir şey için,  yaptı demek, mesela, 
Falanca ilaçtan fayda oldu veya 
Peygamber efendimizi veya bir Veliyi vasıta yaparak istediğim oldu  diyen müslümanlar müşrik olurmuş. Abdülvehhab oğlunun, bu sözlerine  vesika olarak ortaya attığı şeyler, hep yalan ve iftira ise de, cahil  halk, doğruyu eğriden ayıramadıkları için sözleri, işsizlerin,  çapulcuların, bilhassa Deriyye hakimi Muhammed bin Süud’un hoşuna gitti.  Cahiller ve vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhab oğlunun sözlerine  hemen yanaştılar. Doğru yolda olan halis müslümanlara kâfir dediler. 
Abdülvehhab  oğlu, düşüncelerini kolayca yayabilmek için, Deriyye hakimine  başvurunca, o da topraklarını genişletmek ve kuvvetlerini arttırmak için  ve Londra’dan aldığı emirleri yaymak için, Abdülvehhab oğlu ile seve  seve işbirliği yaptı. Onun fikirlerini her tarafa yaymakta bütün gücü  ile uğraştı. İnanmayıp karşı duranlarla harp etti. Müslümanların  mallarını yağma etmek, canlarına kıymak helal denilince, çöldeki  vahşiler, soyguncular, Muhammed bin Süud’a asker olmak için yarış  ettiler. Süud oğlu ile Abdülvehhab oğlu el ele vererek, vehhabiliği  kabul etmeyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmek ve  mallarını almak helal olduğuna 1730 senesinde karar verip, 1738 yılında  vehhabiliği ilan ettiler. Buna göre, Abdülvehhab oğlu, otuziki yaşında  bozuk fikirleri yaymaya başlamış, kırk yaşında ilan etmiştir. 
Mekke-i mükerreme şafii müftüsü Esseyyid Ahmed bin Zeyni Dahlan, 
El-Fütuhat-ül-islamiyye kitabının 2.cüz 228.sayfasından başlayarak, 
Fitnet-ül-vehhabiyye başlığı altında bunların bozuk inançlarını ve müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatmaktadır. Bunun 234.sayfasında diyor ki: 
(Mekke’deki  ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak için, buralara kendi  adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, İslam âlimlerine cevap veremediler.  Cahil ve sapık oldukları anlaşıldı. Kâfir olduklarını ispat eden bir  karar yazılıp her tarafa gönderildi.) 
 
Hicaz’da bulunan dört  mezhep âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhab oğlunun kardeşi  Süleyman efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhab  oğlunun kitaplarını inceleyerek, İslam dinini yıkıcı, bozguncu  yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli  vesikalarla kitaplar yazarak, müslümanları uyandırmaya çalıştılar.  Süleyman bin Abdülvehhab’ın, kardeşine karşı yazdığı kitabın ismi, 
Savaık-ul ilahiyye firreddi alel-vehhabiyye’dir.  
Bu  kitaplar onları gafletten uyandıramadı. Müslümanlara karşı olan  düşmanlıklarını arttırdı ve Muhammed bin Süud’un müslümanlar üzerine  saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına sebep oldu. Bu adam, (Beni  Hanife) kabilesinden olup, Müseyleme-tül Kezzabın peygamberliğine  inanmış olan ahmakların soyundan idi. Muhammed bin Süud, 1765 senesinde  ölünce, oğlu Abdülaziz yerine geçti. Abdülaziz bin Muhammed bin Süud,  1803 senesinde, Deriyye camiinde, bir Şii tarafından, karnına hançer  sokularak öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Süud bin Abdülaziz vehhabilerin  şefi oldu. Arabları aldatmak, sapık inançlarını yaymak için  müslümanların kanını dökmekte, üçü de, birbiri ile yarışırcasına  çalıştılar. 
[Vehhabilerin ve mal, mevki ele geçirmek için  bunların arasına karışan cahil, vahşi kimselerin, Taif’de, Mekke ve  Medine’de ve diğer yerlerdeki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve  kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeyni Dahlan’ın  
Hulasat-ül-kelam kitabında ve Eyyub Sabri Paşanın 1879 senesinde basılmış olan 
Tarih-i Vehhabiyan ve 
Mirat-ül-Haremeyn  kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan  okuyabilirler. Bunların, Osmanlı devleti tarafından nasıl  cezalandırıldıkları ve birinci cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol  para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları da yazılıdır.] 
Abdülvehhab  oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allah’ı tevhidde halis olmak için ve  müslümanları şirkten kurtarmak için imiş. Müslümanlar şirk üzere  imişler. Yani müşriklermiş, yani puta tapan kâfirlermiş. Müslümanların  dinini tazelemek için, dinde reform yapmak için, ortaya çıkmış. Diğer  maddelerde bu sapık fikirlerini ve cevaplarını yazacağız. Burada önsöz  mahiyetinde yazıyoruz.  
Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için,  Ahkaf suresinin 5.âyet-i kerimesini, Yunus suresinin 106.âyet-i  kerimesini ve Rad suresinin 14.âyet-i kerimesini vesika olarak ileri  sürmüştür. Halbuki bunlara benzeyen, daha birçok âyet-i kerimeler  vardır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri  bildirmek için gönderildiğini, tefsir âlimleri sözbirliği ile beyan  buyurmuşlardır. 
Abdülvehhab oğlunun düşüncelerine göre, bir  müslüman, Peygamber efendimizden veya başka Peygamberlerden yahut  Velilerden, Salihlerden birinin kabrinin yanında veya uzakta iken bundan  (istigase) etse, yani sıkıntıdan, dertten kurtulması için yardım  istese, yahut o zatın ismini söyleyerek şefaat etmesini dilese, yahut  kabrini ziyaret etmek için gitmek istese, o müslüman müşrik olurmuş.  Allahü teâlâ, Zümer suresinin üçüncü âyetinde, puta tapan kâfirleri  bildirmektedir. Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek dua eden  müslümanlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i kerimeyi ileri  sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına, her şeyi Allahü  teâlânın yarattığına inanıyorlardı diyorlar. Hatta Ankebut suresinin 61.  ve Zuhruf suresinin 87. âyet-i kerimesinde mealen, 
(Bunları kimin yarattığını, onlara sorarsan, elbette Allah yarattı derler)  buyuruldu. Allahü teâlânın da böyle buyurduğunu söylüyorlar. Kâfirler  böyle inandıkları için değil, Zümer suresinin 3.âyetinde bildirilen, 
(Allah’tan başkalarını dost edinenler, onlar Allahü teâlâya şefaat ederek bizi yaklaştırırlar derler)  meali şerifini söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar.  Peygamberlerin, Evliyanın kabirlerinden şefaat, yardım isteyen  müslümanlar da, böyle söyleyerek müşrik oluyorlarmış. 
Abdülvehhab  oğlunun, bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, müslümanları kâfirlere,  müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakça ve gülünç bir şeydir. Çünkü,  kâfirler, şefaat etmeleri için putlara tapınıyorlar. Allahü teâlâyı  bırakıp, dileklerini yalnız putlardan istiyorlar. Allahü teâlânın  âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed aleyhisselama ve getirdiği  İslam dinine inanmıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allah’a ve Resulüne iman  ediyor, getirdiği İslam dinine inanıyoruz. Zaten buna iman ettiğimiz  için müslüman oluyoruz. İman edenler ile putlara tapan müşrikler hiç  mukayese edilebilir mi? Hiç birbirine benzetilebilir mi? Üstelik bu  müşrikler, Peygamber efendimize iman etmemekle kalmayıp, Ona ve iman  eden müslümanlara her türlü eziyeti yapmış, sayısız harpler etmişlerdi.  Biz, Peygamberlere, Evliyaya tapınmıyor, her şeyi yalnız Allah’tan  bekliyoruz. Evliyanın vasıta, vesile olmasını istiyoruz. Âlemlere rahmet  olarak gönderilen en sevgili kul, en büyük Peygamber Muhammed  aleyhisselamın şefaat etmesini istiyoruz.  
Kâfirler, putlarının  diledikleri gibi şefaat edeceklerine, her dilediklerini Allah’a mutlaka  yaptıracaklarına inanıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allahü teâlânın,  sevdiği kullarına şefaat için izin vereceğini, sevdiklerinin  şefaatlerini ve dualarını kabul edeceğini, Kur’an-ı kerimde bildirdiği  için, Kur’an-ı kerimde bildirilen bu müjdeye inandığımız, iman ettiğimiz  için, Allahü teâlânın sevgilisi olan yüce Peygamberimizden, sevgili  kulları Evliyadan şefaat ve yardım istemekteyiz.  
Kâfirlerin  putlara tapınması ile, müslümanların Evliyadan yardım istemeleri  birbirine benzetilemez. Bir müslüman ile bir kâfir, görünüşte hep  insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemektedir. Fakat, müslüman,  Allahü teâlânın dostudur. Sonsuz Cennette kalacaktır. Kâfir olan ise,  Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz Cehennemde kalacaktır. Görünüşte  birbirlerine benzemeleri, hep aynı olacaklarına senet olamaz. Allahü  teâlânın düşmanı olan putlara, heykellere yalvaran ile, Allahü teâlânın  sevgili Peygamberine ve veli kullarına yalvaranlar, görünüşte  benzeyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Peygambere  ve Evliyaya yalvarmak ise, Allahü teâlânın af etmesine, merhamet  etmesine sebep olur. 
(Allahü teâlânın sevdiği kulları hatırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder)  hadis-i şerifi meşhurdur. Bu hadis-i şerifi, aşağıda diğer maddelerde  tekrar bildireceğiz. Peygamberlere, Evliyaya yalvarınca, Allahü teâlânın  merhamet edeceğini, af buyuracağını bu hadis-i şerif de göstermektedir. 
Müslümanlar,  Peygamberlerin, Evliyanın ilah, mabud, Allahü teâlâya şerik, ortak  olmadıklarına inanır. Bunların, Allahü teâlânın aciz kulları  olduklarına, ibadete, tapınmaya, yalvarmaya hakları olmadığına inanır.  Allahü teâlânın sevdiği, dualarını kabul eylediği kulları olduğuna  inanır. Maide suresi, 35.âyetinde mealen, 
(Bana yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruldu. 
Salih kullarımın dualarını kabul ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhari’de ve Müslim’de ve Künuz-üd-dekaık’te bulunan hadis-i şerifte, 
(Elbet, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemin etse, Allahü teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz)  buyuruldu. Müslümanlar, bu âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere  inandıkları için, Peygamberi ve Evliyayı vesile yapmakta, onlardan dua  ve yardım beklemektedir. 
Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının,  heykellerinin yaratıcı olmadıklarını, her şeyi Allahü teâlânın  yarattığını söylüyorlar ise de, 
putların tapınmaya hakları vardır, onlar dilediğini yaparlar ve Allah’a da yaptırırlar  diyorlar. Putlarını Allah’a şerik, ortak yapıyorlar. Bir kimse, dünyada  başkasından yardım istese, bana elbette yardım yapar, onun her istediği  kesinlikle olur dese, bu kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun  istemesi ile kesinlikle olmaz. O bir sebeptir. Allahü teâlâ sebebe  yapışanları sever. Sebeple yaratmak Onun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak  için, bundan yardım istiyorum, dileğimi Allah’tan bekliyorum. Peygamber  efendimiz de sebeplere yapışmıştır. Sebebe yapışmakla, o yüce  Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birisinden yardım isteyen  kimse sevap kazanır. İşi olursa, Allahü teâlâya hamd eder. İşi olmazsa,  Allahü teâlânın kazasına, kaderine razı olur.  
Kâfirlerin puta  tapması, müslümanların Peygamberden, Evliyadan dua, şefaat, yardım  istemelerine benzemez. Aklı olan, doğru düşünebilen, bu ikisini  birbirine benzetmez. Birbirinden başka olduklarını iyi anlar. Zararı ve  faydayı yaratan, ancak Allahü teâlâdır. Ondan başkasının tapınmaya hakkı  yoktur. Hiçbir Peygamber, hiçbir Veli ve hiçbir mahluk, hiçbir şey  yaratamaz. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Yalnız Allahü teâlâ,  Peygamberlerinin, Velilerinin, salih kullarının, yani sevdiği kullarının  isimlerini söyleyenlere, onları vesile edenlere merhamet eder.  Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi ve sevgili Peygamberi haber  vermiştir. Bu haberlere uyarak müslümanlar da böyle inanmaktadır. 
Müşrikler,  kâfirler ise, putların bir şey yaratmadığını bildikleri halde, putları  ilah ve mabud biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi üluhiyyette  müşrik oluyor. Kimisi de, ibadette müşrik oluyorlar. (Putlarımız bize  şefaat edecektir. Allah’a yaklaştıracaktır) dedikleri için, müşrik  olmuyorlar. Putları mabud bildikleri için, putlara tapındıkları için  müşrik oluyorlar. 
Peygamber efendimiz, 
(Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır) buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte, 
(En çok korktuğum şey, âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır)  buyurdu. Bu hadis-i şeriflerin ikisini de Abdullah bin Ömer  “radıyallahü anhüma” bildirdi. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin,  zındıkların türeyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerin  müslümanlar için geldiğini söyleyeceklerini, Kur’an-ı kerime iftira  edeceklerini bildirmektedir. 
Müminler, Allahü teâlânın sevdiğine  inandıkları kimselerin mezarlarını ziyarete gidiyorlar. Allahü teâlânın  sevdiği kullarını vasıta, vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarıyorlar.  Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram da böyle yaparlardı. Peygamber  efendimiz, 
(Ya Rabbi, istediklerini vermiş olduğun kullarının hakkı için, hürmeti için senden istiyorum) duasını okurdu. Bu duayı Eshabına öğretir ve okumalarını emrederdi. Müminler de, böyle dua etmektedir. 
Hazret-i Ali’nin validesi olan Fatıma binti Esed vefat edince, Resulullah kabre koydu ve 
(Ya  Rabbi, bana annelik yapan Fatıma binti Esedi af eyle! Peygamberinin ve  benden önce gelmiş olan Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol  eyle) diye dua eyledi. Gözlerinin açılması için dua isteyen birisine, iki rekat namaz kılmasını, sonra 
(Ya  Rabbi, kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun Peygamberin Muhammed  aleyhisselamın hürmeti için, Onu vesile ederek, senden istiyorum. Sana  yalvarıyorum. Ya Muhammed “aleyhisselam”! Seni vesile ederek, duamı  kabul edip, dileğimi ihsan etmesi için Rabbime yalvarıyorum. Ya Rabbi,  duamın kabul olması için, o yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle) duasını okumasını emir buyurdu. 
Âdem aleyhisselam, yasak edilen ağaçtan yiyerek, (Seylan) yani Serendib adasına indirilince, 
(Ya Rabbi, oğlum Muhammed aleyhisselam hürmetine beni af et) duasını yaptı. Allahü teâlâ da, 
(Ey Âdem, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek, yerdekiler ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabul ederdim) buyurdu. 
Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı beraber götürüp, onu vesile ederek, yağmur duası yapmış, duası kabul olmuştur. 
Gözlerinin  açılmasını isteyen birisine, okuması emrolunan duada, (Ya Muhammed!  Seni...) demek, Evliyayı vesile ederken ismini söyleyerek yalvarmanın  caiz olduğunu göstermektedir. 
Eshab-ı kiramın ve Tabi’inin  hayatını bildiren kitaplar, kabir ziyaretinin ve ismini söyleyerek  şefaat istemenin ve meyyiti vesile kılmanın meşru ve caiz olduğunu  gösteren vesikalarla doludur. 
İbni Hacer-i Hiytemi’nin 
Minhac şerhi olan 
Tuhfe kitabına  haşiyeleri ile meşhur Muhammed bin Süleyman şafi’i, Abdülvehhab oğlunun  bozuk ve sapık bir yolda olduğunu, âyet-i kerimelere ve hadis-i  şeriflere yanlış manalar verdiğini, vesikalarla ispat etmiştir. 
Kitabında şöyle demektedir: 
(Ey  Abdülvehhab oğlu! Müslümanlara dil uzatma, sana Allah rızası için  nasihat ediyorum. Allah’tan başka yaratıcı olduğunu söyleyen varsa, ona  doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru yola çevir! Müslümanlara  kâfir denilemez! Milyonlara kâfir dememek için, bir kişiye kâfir demek  daha doğru olur. Sürüden ayrılan koyunun tehlikede olduğu muhakkaktır.  Nisa suresinin 
(Doğru yol gösterildikten sonra, Peygambere uymayan,  imanda ve amelde müminlerden ayrılan kimseyi, küfür ve irtidadda bırakır  ve Cehenneme atarız) mealindeki 115. âyet-i kerime, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmış olanların halini göstermektedir.) 
Kabir  ziyaretinin caiz ve faydalı olduğunu bildiren hadis-i şerifler, pek  çoktur. Eshab-ı kiram ve Tabi’in-i izam, Peygamber efendimizin mübarek  türbesini ziyaret ederlerdi. Bu ziyaretin nasıl yapılacağını ve  faydalarını bildirmek için kitaplar yazılmıştır. 
Bir Veliyi  vesile ederek dua etmek, ismini söyleyerek ondan yardım istemek, hiç  zararlı değildir. İsmi söylenen zatın, tesir edeceğine, istenileni elbet  yapacağına, gaybları bileceğine inanmak küfür olur. Müslümanlar böyle  inanmıyor ki, kötülenebilsin. Müslüman, Allahü teâlânın sevgili bir  kulundan, yalnız vesile olmasını, şefaat etmesini, dua etmesini ister.  İstenileni yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Maide suresi, 27.âyetinde  mealen, 
(Mütteki kullarımın duasını kabul ederim) buyuruldu.  Bunun için, sevdiklerinden dua istenir. Meyyitten, istekleri vermesi  değil, Allahü teâlânın vermesine vasıta olması istenir. Vermesini  istemek caiz değildir. Müslümanlar bunu istemez. Verilmesi için vasıta  olmasını istemek caizdir. 
İstigase ve 
İstişfa ve 
Tevessül kelimeleri de, hep vasıta, vesile olmayı istemek demektir. 
Her  şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Bir şeyi yaratmak için,  başka bir mahlukunu vasıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın âdetidir.  Allahü teâlânın bir şeyi yaratmasını isteyenin, o şeyin yaratılmasına  vesile olan sebebe yapışması lazımdır. Peygamberler hep sebeplere  yapışmışlardır. 
Allahü teâlâ sebebe yapışmayı övmektedir.  Peygamberler sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Dünyadaki olaylar,  hadiseler de, sebebe yapışmanın lazım olduğunu göstermektedir. Bir şeye  kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep yapan  ve insanın o sebebe yapışmasını sağlayan, o sebebe yapıştıktan sonra, o  şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna inanmak lazımdır. Böyle inanan  bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o  şeyi sebep yarattı demek değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple  yarattı demektir. Mesela (İçtiğim ilaç ağrımı kesti), (Seyyidet Nefise  hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su,  hararetimi giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesile ve vasıta  olduklarını göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanlar, yukarıda  bildirdiğimiz gibi inanmaktadır. Böyle inanana kâfir denemez. Vehhabiler  de, diri olandan, yanında bulunandan bir şey istemek caizdir diyor.  Birbirlerinden ve hükümet memurlarından çok şey istiyorlar. Vermeleri  için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden istemek şirktir, diriden  istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, birisi şirk  olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yoktur diyor.  
Her  müslüman, imanın, İslam’ın şartlarına, farzların farz olduklarına ve  haramların haram olduklarına inanmaktadır. Her müslümanın, yaratıcı,  yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allah’tan başkasının yaratmadığına inanmış  oldukları da meydandadır. Namaz kılmayacağım diyen bir müslümanın,  şimdi veya burada kılmayacağım veya kılmış olduğum için kılmayacağım  demek istediği anlaşılır. Ben hiç namaz kılmak istemiyorum demek istiyor  diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünkü, söz sahibinin müslüman olması,  ona küfür, şirk damgasını vuracak dilleri kesmektedir. Kabir ziyaret  eden, meyyitten yardım, şefaat isteyen, şu işim olsun diyen bir  müslümana, küfür, şirk damgasını basmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu  sözleri söyleyenin veya kabir ziyaret edenin, ya Resulallah, bana şefaat  et diyenin müslüman oluşu, bu sözlerinin ve işlerinin caiz ve meşru  olan imanla ve düşünce ile olduğunu göstermektedir. 
Yukarıdaki  bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Abdülvehhab oğlunun inançları  ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur. Bununla beraber,  bozuk yolda olduğunu, müslümanlara iftira ettiğini ve İslamiyet’i içten  yıkmaya çalıştığını vesikalarla ispat eden çok sayıda kitap yazılmıştır. 
Zebid müftüsü Seyyid Abdurrahman, vehhabilerin bozuk yolda olduğunu göstermek için 
(Arabistan’ın  doğu tarafından kimseler çıkar. Kur’an-ı kerim okurlar. Fakat, Kur’an-ı  kerim boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıktığı gibi dinden  çıkarlar. Yüzlerini kazırlar) hadis-i şerifi yetişir buyuruyor.  Başı, yanakları tıraş etmeyi, Abdülvehhab oğlunun kitapları emir  etmektedir. Diğer sapık fırkaların hiçbirisinde böyle bir emir yoktur.  
hadi ALLAH ıslah etsin... sana gelince kamer  tammını al ok ordan bir kesit alma böle al  
Mesnevi’de Niçin Müstehcen Örnekler Verilmiştir?
 Mevlâna  ne şehvet düşkünüdür ne de şehvet  düşmanıdır. O her konudaki itidalini  cinsellikte de muhafaza eden bir  üsluba sahipti. Peki ama Mesnevisi’nde  niçin cinsel örnekler vermekte  ve müstehcen kavramları kullanmaktadır?
 Mevlâna’nın  müstehcenliği tasvip ettiği  söylenemez. Şehvetin dizginlenmediğinde,  şehvet tutkusunun aşırıya  kaçtığı noktada insanları ne tür bir rezil  duruma düşüreceğine işaret  etmek için bu tür örnekleri vermek zorunda  kalmıştır. Şüphesiz ki  şehvetperestliğin sakıncalarını anlatmak için  cinsellikle örnek vermek  kadar normal bir şey düşünülemez. Nitekim  Mesnevi’nin 5, cildinde yer  alan 1333 nolu beyitle başlayan hikayesinde  şehvet düşkünü bir kadının  akıbetinin ne derecede berbat bir sonuçla  karşı karşıya geldiğini  anlatır. Şehvetin nefse nasıl hakim olduğunu ve  kişiyi ne durumlara  düşürdüğünü vurgulayarak okuyucuya ibret dolu  mesajlar vermeyi amaçlar.  
 Günümüzde  de şehvet belasından nice yuvaların  yıkıldığı, depresyon illeti ile  karşı karşıya gelen insanların bu tür  telkin verici öğütlerden yoksun  kalınca cinayetlerle, intihar ve eroin  krizleri ile hayatları sona eren  birçok dramatik olayların yaşandığı  inkar edilemez bir gerçektir. 
 Halka her konuda irşadlık görevini üstlenen Mevlâna şehvet belasına dikkat çekmek için Mesnevisinde bu konulara da yer verir.
 Dünya  edebiyatında bu tür eğitici-öğüt verici  hikayeler mevcuttur. Bu  yadırganacak, eleştirilecek bir husus değildir.  Mevlâna, münevver bir  eğitimci olarak halkı bu hususta bilgilendirmek,  şehvetin zararlarının  boyutuna ilgi çekmek için bilgilendirmek  maksadıyla Mesnevisinde birkaç  yerde müstehcen konulara yer verir.  Eşekle sevişen kadın (Cilt 5, 1333.  beyit), kumandanla zina eden cariye  (Cilt 5, 3881-3890 nolu beyitler)  örnekleri bu konuda şehvetin  zararlarına dikkati çekmek için verdiği  örnek hikayelerdir. 
 Hikâyelerden birisi şudur : 
 Çiftlik  sahibi bir kadın, evin hizmetçisinin  günün belirli saatlerinde çardağa  girip kapıyı kilitleyerek uzun süre  orada oyalandığını görür. Merak  ederek bir gün takip eder ve kapı  deliğinden içeriyi gizlice gözetler.  Gördüğü şudur, hizmetçi yere  oturma pozisyonunda eğilmiş ve eşek üstte  sevişiyorlar. Şaşkınlıkla  orayı terk eder. İçinde dizginlenemeyen bir  şehvet ateşi yanar.  Hizmetçi çıkınca gizlice kendisi çardağa girer.  Soyunup bacaklarını  açıp eşeğin üzerine abanmasını sağlar. Sonra acı bir  feryat ile can  verir. Oysa hizmetçi eşek ile kendi organı arasına  tampon vazifesi için  içi oyulmuş (delikli) kabak koymuştur. Şehvetin  azgınlığıyla kadın  kabağı görmemiştir. Haram yollu bir şehvet için  canından olmuştur. 
 Mevlâna, şehvet için şöyle der: 
 “Şehvet meyli, şehvet arzusu gönlü sağır gözü kör yapınca, eşeği bile hoş gösterecek kadar azgındır.” (Mesnevi Cilt 5 beyit 1365 )
   Mevlâna, şehvet fitnesine dikkati çekmeyi murad  eder. O, cinselliğe  karşı değildir. Helalin arzulanmasını ve Allah’ın  nimetlerinden meşru  yollardan yararlanmayı anlatmaktadır. 
 “Cinsellik  soyu sopu üretmek için gerekli  olmasaydı, Hz. Adem bu arzuyu taşıdığı  için utanır da kendisini hadım  ederdi. Şehvetin azgınlığı şeytanın  suyudur. “ (Mesnevi Cilt 5 beyit 957’)
 Mevlâna  cinsel ahlâk konusunda tavsiyelerde  bulunurken doğaldır ki cinsel  temalara değinmek zorundadır.  Namussuzluğu anlatmak için başka ne tür  bir ifade kullanacaktır ki.
 “Kim  başkasının karısına göz dikerse iyi bil ki o  kimse karısına karşı  kavatlık etmiştir. Çünkü bir kötülüğün cezası  aynı akıbete uğramak  gibidir. Suçun cezası, o suçun aynısıdır. Sen  başkasının karısını  kendine çektin mi, sen de onun gibi hatta ondan  daha beter deyyussun.“ (Mesnevi Cilt 5 Beyit 3999)
 Görüldüğü  üzere Mevlâna, onur ve namus ahlâkını  önemsetebilmek ve bu hususlarda  halkı bilinçlendirmek amacıyla bir  eğitim metodu olarak müstehcen  tabirler kullanarak tavsiyeler  vermektedir. Haya ve edeb çizgisine  insanları çekebilmek için cinsel  ihtirasların felaket tablolarını  örneklerle açıklamaktadır. Şehvetin  zararlarına, kontrolüne örnek olması  için hikayelerinde bu konulara yer  verir.
 
 
 evet sizin gibiler kılıf alır bunları ebu cehil melekleri gördü iman etmedi senden bişe beklemiyrm ben ne yazsam yazıyım bildini okursun hala sordum sorulara cevap vermiyorsun sen mi akıllsın okadar Evliya geçmiş Mevlana'dan sonra da kimse bişe dememiş sen mi gördün Evliyalardan üstünsün