|  Durumu:    Medine No :  11916  Üyelik T.:
02 Mart 2010  Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:56 Mesaj :
487Konular:
102  Beğenildi:11 Beğendi:0
 Takdirleri:10 Takdir Et: 
	  Konu Bu  
				Üyemize Aittir! |   Vay gerici vay! Sen daha avrupalı olamadın mı? 
   Vay gerici vay! Sen daha avrupalı olamadın mı? VAY GERİCİ VAY! SEN DAHA AVRUPALI  OLAMADIN MI?   Bir tatil dönemiydi. Amsterdam Schipool Havaalanından, her zaman olduğu gibi iki saat kadar  gecikmeyle havalanan Türk Hava Yollarına âit uçak  Yeşilköy havaalanına inmişti. Pardon, resmî adıyla Atatürk  Havalimanına. Üzerinde ne yazarsa yazsın, herkes Yeşilköy havaalanı  diyordu. Resmiyetle, daha doğrusu devletle-halk arasındaki uyumsuzluğu  gösteriyordu bu adlandırma bile. Halk öyle diyordu, devlete  rağmen.  Yolcuların ekserisi, el kapılarında  çalışan işçilerimizdi. Çoğu "iki-üç seneliğine" diyerek geldiği Hollanda'yı  mesken tutmuştu. Tutmuştu tutmasına ama, yine de her  sene veya yıl aşırı gelmeden, görmeden edemiyordu anavatanı. Yok canım, o Anavatanı değil, onu ne yapsınlar görüp de,  memleketlerini. Yolcuların içinde, parmakla gösterilecek kadar tek-tük  Hollandalı turistler de vardı. Bu turistlerin içinde de bir karı-koca. Bu  Hollandalı çift, araştırmalar, yorucu incelemeler ve ciddî okumalar sonucu  İslâmiyet'i seçmişler, müslüman olmuşlardı. Avrupa bu:  Nice müslüman Avrupalılaşmış, müslümanlığını unutmuş, gâvurlaşmıştı. Nice müslüman da  müslümanlığı, Türkiye'de ne olduğunu bilmediği,  tanımadığı, yanlış tanıdığı müslümanlığı Avrupa'da  öğrenmiş, Avrupa'da müslümanlaşmıştı. Avrupa'da herkes  din değiştiriyordu. Aynen böyle bu karı-koca Hollandalılar da din  değiştirmişler, müslüman olmuşlardı. Hayret, ama  olmuştu işte. Türk ve Marokan'lara -Faslılara burada  Marokan deniyordu- rağmen müslüman olmuşlardı. Türk ve Marokanların en az % 90'ı "aman ha, sakın müslüman olmayın!" diyorlardı. Yok, yok dilleriyle değil;  halleriyle, yaşayışlarıyla diyorlar ve ekliyorlardı: "Müslüman olursanız ne  değişecek? Bakın biz, size özeniyoruz; sizi, sizin yaşantınızı üstün ve güzel  görüyoruz. Bizim dinimiz daha güzel olsa, size benzemek ister miyiz? Bizim  halimize mi imreniyorsunuz? Hem görmüyor musunuz müslümanım diyenler değil mi pis kahvelerden dışarı  çıkmayan? Hırsızlığın çoğunu müslüman gençler yapmıyor  mu? Ya esrar ticaretini?"  Evet, böyle söylüyordu Hollanda'daki  göçmenlerin çoğunluğu; tabii, halleriyle. Dilleriyle söylenir mi bu mahrem, ama  herkesin bildiği sırlar? Buna rağmen hidâyet bu ya.  Arayan belâsını da, Mevlâ'sını da bulurmuş. Bu Batılı çift de Mevlâ'sını  bulmuştu.  Onlar, müslüman olduktan sonra, bir kâfir ülke olduğu için, kendi  vatanları olduğu halde Hollanda'yı sevmemeye başladılar. Onlar, içinde  yaşadıkları toplumun yaşam tarzını, örf-âdetleri terk ediyorlardı bir-bir.  Öğrenmeye görsünler İslâm'ın emir ve yasaklarını; hemen hayatlarına geçirmeye  çalışıyorlardı. Meselâ, adam, bir gün eve geliyor, hanımına müjde veriyordu:  "Hanım, öğrendim ki, sigara İslâm'da yasakmış, ben de hemen bıraktım" diyordu.  Câhiliyye alışkanlıklarını, hemen terk ediveriyorlar,  yerine İslâm'ın güzelliklerini koyuveriyorlardı. Hanım, mini eteklerini,  mayolarını toplayıp çöpe atmıştı daha ilk günlerde. Şimdi de okumuş, öğrenmişti:  Hz. Peygamber rahat koltuklarda, tahtlarda oturmamıştı. Sünnete uygun olsun diye  evinin koltuklarını çöpe atıvermiş, evine minder döşetmişti. Aslında çöpe  attığı, koltukları değildi sadece. Koltukların temsil ettiği Batı uygarlığı ve  yaşayışı çöpe atılıyordu böylece. Zâten bıkmıştı Batı  hayatının monotonluğundan. Makineleşmekten, eşyaya esir ve kul olmaktan  kurtulmanın tadını, lezzetini yaşıyordu. O bir kez "lâ" demişti, hayır demişti,  reddetmişti tüm ilâhları ve hayatında egemen olan tüm hâkimiyetleri. Tüm değerleri, anlayışları, örf ve âdetleri. Hepsinin üzerine  bir çizgi çekmiş, "lâ ilâhe" demişti. Sonra da "illâ Allah."  Sadece Allah vardı, artık hayatlarında; tek egemen güç olarak. Artık, tüm  kulluklardan, esirlik ve tutkulardan kurtulmuşlar; sadece, ama sadece Allah'a  kul olmaya çalışıyorlardı. Teslim olmuşlardı Allah'a ve başkasına teslim  olamazlardı artık.   Sevemiyorlardı kendi ülkelerini  artık, tüm yaşama biçimiyle reddediyorlardı Batı hayatı ve düzenini. İslâm'ın  hâkim olduğu yerleri gezmeye, görmeye can atıyorlardı. Ne güzel olmalıydı İslâm  ülkeleri... Müslümanlar herhalde çok rahat yaşıyorlardı, müslümanca yaşıyorlardı Türkiye'de, Maroko'da (Fas'ta). Oralar İslâm ülkesiydi; ya Hollanda?  Hollanda öyle değildi. Görmek istiyorlardı Türkiye'yi; câmilerini, Osmanlıyı, insanlarını, her şeyini. Ama bir konu  kafalarını çok kurcalıyordu: Bir müslüman olarak onlar  müslümanların ülkesine hayranlık hisleri taşırken,  nasıl oluyordu da Türkiye Avrupaya hayran olabiliyor,  bütün gücüyle gâvurlara benzemeye çalışıyor ve  kâfirlerin birliğine katılmak istiyordu, niye iki milyar müslüman ümmet birliği oluşturmaya çalışmıyor, bunu bir  türlü anlamıyorlar, anlayamıyorlardı.  Bu düşüncelerle binmişlerdi uçağa.  Tatillerini bir İslâm ülkesinde geçireceklerdi. İşte uçak havaalanına inmiş,  Türk yolcular, vatanlarına kavuşmanın heyecanıyla alelacele koşturur adımlarla  iniyorlardı uçaktan. Nihayet onlar da indiler. Pasaport kontrolünden sonra,  herkesin girdiği kuyruğa onlar da girdiler. Valizleri kontrolden geçecekti.  Demek ki gümrük memurunun önündeydiler. Memur, karşısında sarışın uzun sakallı  bir adamla, tepeden tırnağa örtünmüş bir kadını görünce, mırıldanmaya başladı  kendi kendine: "Yâhu, ne biçim insanlardı bunlar?  Avrupa'nın göbeğinde yaşıyorlardı, hâlâ Avrupalı olamamışlardı." Küçümseyici  gözlerle, biraz alaylı, biraz da acıyan bir bakışla sakallı erkeğe sormuştu:  "Kaç yıldır Hollanda'da çalışıyorsun?" Adam anlamamıştı soruyu. Nereden anlasın  Türkçe bilmiyordu ki... Cevap vermemişti doğal olarak. Memurun suratı daha bir  asılmıştı şimdi. Sorusuna bile cevap vermemişti karşısındaki. "Küstah sakallı,  ne olacak?!" diye geçirdi içinden. "Ben biliyorum"  diyordu. Basınımız ve yöneticilerimiz gerici diye bunlara diyorlar işte. Hem  öyle gerici, mürtecî ki, onca yıldır Avrupa'da  çalışmış, hâlâ Batılı olamamıştı. Böyle geçiriyordu içinden memur. "Kim bilir"  diye düşündü, "kim bilir, kara ses mi ne, onun müridlerindendir belki de..." "Aman, bana ne canım? Ben  kendi işime bakayım" dedi ve düşüncelerinden sıyrıldı. Valizi açtı, içinde  birkaç çamaşır, üç-beş kitap vardı. Hah, bulmuştu. Bu kitaplar yasak kitaplar  olmalıydı. Bunlar suç âleti olabilirdi. Tipinde adamın suçlu hali vardı zâten. Sorularına da cevap vermemişti. İlk el attığı kitap  Arapça bir kitaptı. Herhalde yasak bir kitap olmalıydı. Olsa olsa, bir örgüt elemanıydı bu. İrtica  örgütü elemanı. Kim bilir Anıtkabiri bombalamaya geliyordu belki de.  Adam; kendine ve kitaba tuhaf tuhaf bakıldığını  görünce biraz anlamıştı durumu: Se harfini fazlaca  peltek çıkararak bozuk bir şiveyle: "Hadis, hadis, Muvattâ" diyor, kitabın konusunu ve adını söylüyordu.  Gümrükçü bir şey anlamamıştı. Yolcunun suratına çarpar gibi valizin içine attı  kitabı. Baktı diğer suç âleti olan kitaplara; bir Kur'an ve birkaç Hollandaca kitap. Daha bir sormaya devam  etti. Karşısındaki adam, Hollandaca ve İngilizce konuşunca, memurun tipi  değişiverdi birden: Tüh, kazmayı taşa vurmuştu. Karşısındaki bir turistti;  Türk vatandaşı değil. Kendilerine ne kadar  kurs vermişler, anlatmışlar, anlatmışlardı: "Turistlere güzel davranılacaktı.  Bitli turistlere, hippilere bile. Türk misafirperverliği gösterilecek, nâzik olunacak. Onlar memleketimize döviz getiriyorlardı.  Onlar Avrupalıydı, vs. vs." Halbuki şimdi bir turiste  biraz kaba davranmıştı. Hemen pasaportlarını istedi. Turist olduklarından emin  olunca, özür diledi, acele işlerini bitirip başından savdı. "Gâvurlar amma da  Türk'e benziyorlardı ha!..." dedi içinden. "Yok canım, gâvurlar değil, Hollandalı turist müslümanlar" diye değiştirdi kelimesini. Hele kadın, tam  Fatih semtindeki kadınların kıyafeti gibi giyinmişti. "Niye düşünmedim?"  diyordu, "biraz sarışındılar ya..." "Her neyse, iyi ki, rüşvet filân istemedim,  iş belki büyürdü" diye geçirdi içinden. Anlayamadığı bir nokta vardı memurun.  Bugüne kadar hiç görmemiş değildi müslüman olan  Avrupalıları. "İyi de, kadın, hem Avrupalı, hem niçin bu kadar sıkı örtünüyordu?  Erkek niçin sakallı? Hem de gericiler gibi uzun sakal! Bunlar Avrupalı olduğuna  göre, Avrupalılaşmak ne? Bunlar nasıl Avrupalılaşacak? Niçin bizim gibi  olmuyorlar? Biz de müslümanız elhamdü lillâh. Üstelik onlar gibi  sonradan olma değiliz. Bu kadarı da fazla... Önce kalbine bak, kalbin temiz  olsun yeter. Aaa, boş ver canım, sırada başkaları var.  Ben de acısını başka bir sakallıdan çıkarırım nasıl olsa, ama Türk  sakallıdan..." diye sessiz düşündü.   Hollandalı müslüman aile, gezmeye başlamışlardı. Câmilerden başlamışlardı işe. Her turist gibi Blue Mosque'dan, yani  Sultanahmet'ten. Ama o da ne? Câmiler dıştan başka,  içten başka idi. Yok süs olarak değil, cemaat olarak. Onlar diğer turistler gibi  hayran hayran bakıp geçmek için gelmemişlerdi câmilere. Bir İslâm ülkesinin câmisinde cemaatle doya doya namaz  kılmak istiyorlardı. Câmilerin dışı gülüyor, içi  ağlıyordu. Bomboş sayılırdı koca câmiler namaz  esnâsında. Öğle namazında koca Sultanahmet'in bir safını bile dolduramamıştı  müslümanlar. Sokakların, caddelerin Amsterdam'dan pek  farkı da yoktu. Kadınların kıyafetlerinin de. Tek-tük örtülü vardı, "ama o kadar  Hollanda'da bile var" diyorlardı. Anlamaya başlamışlardı. İslâm'ın Türkiye'de tarihî bir olay olduğunu. Câmiler birer  müzeydi sanki. Sadece Ayasofya değildi müze olan. Hayal ettikleri İslâm ülkesi  değildi Türkiye. Anlamışlardı bunu, anlamışlardı kendi ülkelerindeki Türklerin  niye İslâm'ı yanlış temsil ettiğini. Hollanda'daki Türklerle Türkiye'deki  Türkler aynı idi, Hollanda ile Türkiye de...   Ertesi gün Beyazıt Camiinde Cuma  namazı kılmışlardı. Eh, bayağı kalabalıktı câmi. Demek  ki, Hıristiyanların Pazarına benzetmişlerdi müslümanlar da Cumalarını, o gün geliyordu müslümanlıkları aklına. Ne de olsa Cuma, diye düşündüler.  Nedense, hanımı Cuma namazı kılmak için câmiye  giremedi, Cuma namazında hanımlar câmide namaz kılmazlarmış, bunu da yeni  öğreniyorlardı, ama artık öğrendiklerine şüphe ile bakmaya başlamışlardı. Kapı  girişinde bekleyen hanımı da, kocası Cuma namazından çıkınca girip namazını  kıldı. Cemaatten 15 dakika kadar sonra ikisi beraber dış kapıdan çıktılar.  Dışarıda bir gürültü vardı, pek bir anlam veremediler. Câminin karşısında tarihî bir bina gözüküyordu. Üzerinde  Fetih sûresinden bir âyet yazıyordu, hem de  okuyabildikleri Arapça harflerle yazılı. Tarihî bir yer olmalıydı, tarihî ve  dinî bir yer. Hanımıyla oraya doğru yöneldi sakallı adam. Birkaç yüz kadar, çoğu  sakallı genç erkek ve 200 kadar hepsi örtülü kızlar. Onlar da bağırarak o binaya  doğru yürüyorlardı. "Herhalde câmiden çıktılar, orada  da Cuma olduğu için ayrı bir ibâdet yapacaklar bu müslümanlar; kapısında âyet yazılı yere gittiklerine göre"  diye düşündüler. Aralarına katılmış oldular. Beraberce gidiyorlardı. İçlerinden  bazıları konuşuyor, sık sık da bağırıyorlardı. Pek bir  anlam veremediler, koro halinde belki Türkçe ilâhi söylüyorlardır diye  düşündüler. Derken polisler koşarak geldiler ve kalabalıktan on-on beş kişiyle  birlikte bizim turistleri de ite-kaka polis arabasına bindirdiler. Tabii, çok  kibar davranmıyorlardı. Sırtına ve omzuna, ne olduğunu bile anlamadan üç-beş cop  yemişti bile erkek. Polis bir şeyler söylüyor, cevap alamayınca azıcık  okşuyordu. Bizimkiler şaşkınlıktan ve ne olduğunu anlayamamaktan dilleri  tutulmuş vaziyette. Zâten Türkçe de bilmiyorlardı ki,  dertlerini anlatsınlar. Onlar polis arabasına binerlerken, gazeteciler flaşları  peş peşe patlatıyorlardı.  İte-kaka bindirildikleri polis  dolmuşunda adam, yanındaki polise bir şeyler söylemek için ağzını açacaktı ki;  "Sus, konuşma!" dediler sertçe polisler. Tekrar söz almak isteyince, bu kez daha  sert hatırlatıldı: "Sus, yoksa..."  Karakol gibi yerde uzunca  beklerlerken, onların turist olduğunu anlayan bir üniversiteli genç, çat-pat  İngilizce'siyle açıklık getirmişti olaylara: Câmiden çıkan üniversiteli gençler, aralarında halktan  bazıları da olduğu halde, izinsiz gösteri yapıyorlar, üniversitedeki başörtüsü  yasağını protesto ediyorlardı. Erkek kadar bayanların da olması bundandı.  Bizimkiler bunu nereden bilebilirdi ki? Hem, bilseler bile, gösteri yapmak,  protesto yürüyüşü yapmak suç mu olurdu? Avrupa'da gülerlerdi bu yasaklara.  "Bunlar ne müslüman, ne Batılı!" diye geçirdi içinden.  Devlet için, İslâm ülkesi dedikleri Türkiye için. Artık İslâm ülkesi filan  demeyeceklerdi. Öğrenmişlerdi neden sonra Karakolda, başörtüsü yasağını ve  suçlarını. Hiç, İslâm ülkesinde başörtüsüne yasak mı olurdu? Avrupa'da bile  yasak değildi...  Emniyet binası olduğunu anladığı  yere geldiklerinde, sıra kendisine gelince, polis; "Anlat, konuş!" diyordu. Adam  bildiği tek tük Türkçe kelimeleri seçmeye çalışıp kem-küm edince, ses yükseldi:  "Konuş, yoksa..." Önce "sus, yoksa..." demişler konuşmayı yasaklamışlardı;  şimdi ise "konuş, yoksa..." diyorlar, susmayı  yasaklıyorlardı. Konuşacaktı, ama anlamıştı ki, dilini bilen kimse yok.  İngilizce konuştu, onu da anlamıyorlardı. Nihayet onlar gibi suçlu(!)  üniversiteli gençlerden biri yarım yamalak tercüme etti de, turistlerin durumu  anlaşıldı.   Polis de nereden bilsindi, yürüyüş yapan kalabalığın içindeki iki kişinin  üniversiteyi gezmek isteyen turist olduğunu. Hem aynen yürüyüşçüler gibi  sakallıydı biri, diğeri de onlar gibi örtülü. Tam protestocuları andırıyorlardı  her hallerinden.     Ama Hollandalı ailenin, yabancı  oldukları için ucuz kurtulduklarına şükretmek içlerinden gelmiyordu. Onlar, işin  daha derinini düşünüyorlardı: Türkiye'nin İslâm ülkesi olup olmadığını... Polis  bilseydi onların devlet ile İslâm'ı beraber düşündüğünü, düşüncesini de mahkûm  edecekti, öyle ya, sonradan öğrendiğine göre buralarda düşünce de suçtu. Boşuna  mı, Bakırköy Akıl Hastanesinin bahçesine düşünen adam heykeli dikmişlerdi. Ve en  büyük suç, devletin İslâm'a doğru değişmesini istemekti... 
 Ahmed KALKAN
 
 |