Konu Başlıkları: Abdurrahman Arslan İle Röportaj
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02Haziran 2012, 17:36   Mesaj No:3

FECR

Kur'ân Kürsüsü

Medineweb Emekdarı
FECR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:FECR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 6340
Üyelik T.: 19 Ocak 2009
Arkadaşları:20
Cinsiyet:Erkek
Memleket:ANKARA
Yaş:56
Mesaj: 6.107
Konular: 546
Beğenildi:1003
Beğendi:221
Takdirleri:9161
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Abdurrahman Arslan İle Röportaj

Bazı ülkelerde Müslümanların uyguladığı mürebbi-mürebbiye sistemine nasıl bakıyorsunuz? Devletin denetiminde olmaksızın öğretmenler evlere gelerek bilim, sanat, musiki vs. dersleri veriyorlar…

Amerika’da da home-school sistemi var, kötü bir şey değil. İnsanlar bundan faydalanabilir. Fakat bizim daha derinde problemlerimiz var. Yani mesela daha müzik üzerinde, sanat üzerinde konuşmadık. Sanat nedir? Biz neye sanat diyeceğiz? Müslümanlar bunu konuştu mu ki şimdi kalkıp sanat dersi veriyorlar? Batı’nın sanatından kopya ettikleri şeylere bazı İslami figürler katıyorlar, bunu sanat diye konuşuyoruz. Şu anda Türkiye’de de bu böyledir. Çok sıkıştığınızda, ya da sıkıştırdığınızda nereye gidiyoruz? Hat sanatına, ebruya ya da ney kursuna gidiyoruz. Oysa “sanat nedir” sorusunu sorduktan sonra bunun üzerine konuşmamız lazım. Bu ne kadar İslam’a uygun bir şeydir? Hatta ben diyorum bu son dönemlerde gençleri ilgilendirdiği için söylüyorum, sinemayı da konuşalım. Bu ne kadar İslam’a uygun bir şeydir? İranlılar ödül alıyor diye bunu onaylayacak mıyız yani? “Kemalizm bunu yasakladı yapılan doğrudur, İranlılara ödül verildi o zaman sinema iyidir” mantığı bence kabul edilebilir bir mantık değildir. En azından ben kişisel olarak kabul etmiyorum bunu.

Sinemaya topyekûn mu karşı çıkıyorsunuz?

Evet. Eğer bu dünyanın sanal bir dünya haline geldiğini, gerçeğin simulatisi olduğunu söylüyorsa insanlar ki Batı’da post modernizm bunu söylüyor. O zaman bu toplum iki yüzlülükten kurtulabilmesi için fotoğrafa karşı çıkmalıdır. Çünkü her şey bununla başladı. Yok, eğer sizin böyle bir kaygınız yoksa ona eyvallah. Ona bir diyeceğim yok. Ama her şey sanal oldu, gerçek kayboldu diyorsak o zaman dönelim çünkü o fotoğrafın arkasında bir felsefe var, bir dünya görüşü var. Platonik bir akıl var. O akıl da İslam’a uygun değil. Böyle olunca da tabi sanatı oradan konuşacağız. Yani sanat bir mimesis midir, bir taklit midir Aristo’nun dediği gibi? Bunu Müslüman konuştu mu? Yok. Müslüman o zaman hangi yüzle sanat eserinden bahsediyor? Özellikle de bu yeni genç kuşaklar?

Yeni kuşağın konuşmadığı kesin herhalde ama sizin kuşaktan bunu konuşan çıkmadı mı?

Hayır, yok. Bu bir kapasite işidir. Kolay mı? İyi şekilde İslam’ın özümsenmesini gerektiren bir şeydir. Belki tasavvufla birlikte, İslam’ın kelamıyla birlikte özümsenmesini gerektiren bir sürecin sonucunda bu olacaktır. Benim kuşağım bundan mahrumdu. Yeni kuşakların da bu konuda yetkin olduklarını söylemek mümkün değil. Kusura bakmasınlar.

Edebiyatı, örneğin şiiri de bu düşüncenize dâhil ediyor musunuz?

Şiir bütün tarihsel gelenek içerisinde bir ‘sanat’tır, ben onu kastetmiyorum. Sinema, resim, tiyatro… yani mesela şiir var ama roman derseniz bunu konuşmamız gerekir. Günah çıkartan bir kültürün içinde ancak roman olur” derseniz, “evet” derim, “doğru.” İnsanın kendi mahremiyetini açıklaması ve bir roman olarak anlatması sizce İslam’a uygun bir şey midir? O mahremiyeti deforme etmek dışlaştırmak… Demiyor mu Kur’an ‘sırlarınızı herkese anlatıp şahit tutmayınız’ diye?

Bu işten anlayanlarla ilgi olarak öğrenmek için çok merak ediyorum mesela, Bin bir gece Masalları bizim için ne anlam ifade ediyor? Niye derseniz, Bin bir Gece Masallarından küçük kırıntılar okumuştum gençliğimde. Mekke’ye giden yolu okuduğumda orada bunun izlerini gördüm. Yani Allah razı olsun Esed’den, benim anladığım kadarıyla, Bin bir Gece Masallarında zaman ve mekan yoktur. Hikaye içinde hikaye vardır, mekan içinde mekan vardır, zaman içinde zaman vardır. Bu, bizim dünya görüşümüzle ilgilidir. Batı romanında bunu bulmak bence mümkün değildir. Post-modern zamanlarda var mı bilmiyorum.

Bizde zaman içinde zaman mekân içinde mekan vardır. Dikkat ederseniz Osmanlı tarihsel yapılara duvarlarla kapalı bir mekâna girerseniz bir avlu açılır yeni bir mekanla karşılaşırsınız. Zaman içinde zaman canlı içinde canlı vardır. Yani hiçbir şey saf, o formal haliyle mevcut değildir. Bu başka bir dünya görüşü, hakikat anlayışını ifade eder. Bizim sanat anlayışımız bunları kaale almak mecburiyetindedir.

Sizin savaşınız enstrumanlarla değil, bunların arkasında yatan felsefeyle mi ilgili?

Elbette ama hiçbir zaman onlar, o felsefeden bağımsız doğup gelişmiyor ki. Biz öyle zannediyoruz. O dünya görüşünden zihniyet dünyasından bağımsız doğup gelişmiyor. Ama bu bütünüyle her şeyi olumsuzlamak anlamına gelmiyor. Fakat elbette ki onun içerisinde sizin paradigmanızın hazmedeceği unsurlar da var. Ama sizin paradigmanız yoksa başkasının sanatını kendi sanatınız olarak konuşamazsınız. Çünkü sizin ortada bir paradigmanız yok. Çünkü o sanatın bazı boyutlarına kendi paradigmanız aktarım sırasında müsaade etmeyebilir. Fakat şimdi öyle değil. Şimdi hemen aktarıyoruz yani. Hatta bu sanatı bir Müslüman dindar icra ettiğinde onu İslami bir sanat ya da düşünce olarak anlıyoruz. Son 2 yüz yıl içerisinde uğradığımız bir zihinsel kırılmadan dolayı ciddi bir problem yaşıyoruz.

Zihinsel kırılmayı açar mısınız? Buna ne sebep oldu?

Önce Müslümanların modernlikle yüzyüze gelmeleri özellikle de İslamcılığın modernlikle kurmuş olduğu ilişki biçimi bu kırılmayı yaratan önemli sebeplerden biri.

Osmanlı’nın son dönemlerini mi kastediyorsunuz?

Elbette. Bütün İslam dünyası hatta Müslüman dünyanın dışındaki dünya da aşağı yukarı böyle bir kırılma yaşadı. Bundan sonra özellikle cumhuriyet döneminde de uğradığımız kırılmalar vardır. Ben özellikle 1960 sonrasını çok ciddi iç kırılmalardan biri olarak görüyorum. Bunda ise, bilgiyi üreten, temsil eden İslam âliminin yerine mühendisin entelektüelin geçmesi, toplumsal önderliği onların ele alması rol oynuyor. Bunun İslam açısından bence çok kabul edilebilir bir şey olmadığını düşünüyorum.

Bilgiyi üretme, bilgiyi dağıtma işlemi İslam’da herhangi bir kuruma-şahsa tevdi edilmemiştir. Fakat Batı geleneğinde bu Hıristiyanlıktır, sonra da ulus devlettir. Aslında ulus devlet ile Kilise arasındaki önemli kavgalardan birisi de bilgiye kimin sahip olacağı meselesi. Ya da bilgiyi ve onun müesseselerini kimin temsil edeceğidir. Ki bu 1860 yıllarında başlayan ciddi bir süreçtir. 1890’lara gelindiğinde kilisenin elindeki okulların büyük bir kısmı devletin eline geçiyor. Buradaki gerilim ve kavgalardan bir tanesi de eğitim kurumların denetiminin ve sahibinin kim olacağı meselesidir. Çünkü Batı geleneği içinde bir kurumun buna sahip olması gerekir. Dün kiliseydi, onun akabinde ortaya çıkan Ulus devlet ise kilisenin elindeki iktidarı ele geçirmeye çalıştı ve geçirdi de.

İslam’da böyle bir gelenek yok.

Osmanlı’da bu uygulandı mı?

Hayır. Osmanlı’nın denetlediği medreseler vardı ama genel olarak İslam dünyasındaki ve Anadolu’daki medreselere baktığımızda böyle bir tekel söz konusu değildi. Zaten İslam’ın bilgisi de böyle bir tekele cevaz vermez. Çünkü sizin bilgi üzerinde tekel kurabilmeniz için İslam’dan bir meşruiyet kaynağı üretmeniz lazım. ma kilisede de olsa ulus devlette de olsa bir cevaz vardır. Çünkü biri kitabın ve dinin temsilcisidir. Diğeri pozitivist ideolojinin temsilcisidir. Üniversitelerin bağımsız olduklarına bakmayınız siz. Nihayetinde onlar da ürettikleri bilgiyle ulus devleti desteklerler. Bu bağımsızlık biraz görece bir bağımsızlıktır. Pozitivizm üzerinden üretilen bir bilgi zaten kim üretirse üretsin ulus devletin işine gelir. Fakat İslam’daki bilgi geleneği böyle değildir. Genel olarak toplum bunu kendine bir görev edinmiştir çünkü bunların olmadığı durumda o topluluk üzerinde bir farz-ı ayn söz konusu olabilir. Dolayısıyla İslam birçok konuyu devlet aracılığıyla değil, eğitim olmak üzere cami yapmaktan tutun, yardımlaşma faaliyetlerine kadar birçok konuyu halk eliyle yürütülmesini öngörür. Mesela biz şimdi durmadan yardım kurumları kuruyoruz. Bence İslam’a uygun şeyler değil. İslam’a aykırıdır demiyorum. Ama İslam’da aslolan Müslümanın bizzat diğer Müslümana yardımıdır. Bu biraz daha yüz yüze diz dize göz göze bir yardımın, kişisel bir sorumluluğun, belki de o duygusallığı da beraberinde getiren çok insani bir ilişkinin de oluşmasına sebebiyet verir. Ama siz araya kurum koyarsanız bu olmaz.

Peki, Somali’de açlık/kıtlık yaşanıyor. Haberlerde dinledim. Müslümanların böyle bir kurumu yok. İçim yandı. Ne yapabilirim?

Eğer biraz şuurlu Müslümanlar olsaydık her şehirde insanlar yardımlar toplardı. Kişisel olarak öyle umdum, bekledim. Muhtemelen geçmişte de bu tür uygulamalar olmuştur. Şehir ahalisi yardım toplayıp güvendikleri insanlara veriyorlar ve onları gönderiyorlar. Onlar da gidiyorlar oraya dağıtıyorlar sonra geliyorlar o şehrin içinden önemli adamlara yardımların hesabını verip anlatıyorlar. Bu bana, Veda Hutbesi’ndeki Efendimiz’in “burada olanlar, olmayanlara anlatsın” düsturunu da hatırlatır. Bir hesap verme vardır. Bugün yardım toplayan hiçbir kurum insanlara hesap verme mecburiyetini hissetmiyor. O parayı verenlere değil, devlete hesap vermekle meşguller. Bu bence Müslümanlar için ciddi bir problem.

***************devamı var************
__________________
Selam Hidayete Tabi Olanlara
Kur'an Senin Lehinde ve Aleyhinde Hüccettir
(Müslim)
Alıntı ile Cevapla