|  Durumu:    Medine No :  15316  Üyelik T.:
18 Aralık 2011  Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek Memleket:Kayıp bir Kentten Yaş:45 Mesaj :
745Konular:
145  Beğenildi:315 Beğendi:100
 Takdirleri:3844 Takdir Et: 
	  Konu Bu  
				Üyemize Aittir! |   Hz Peygambere s.a.v. Muhabbet.... 
   Hz Peygambere s.a.v. Muhabbet.... Kelime-i Şehadet Sarayının Sultan-ı Rusülü 
 İlahî muhabbet sâikıyla yaratılan kâinâtın ve onun özü durumundaki insanın aslî cevherini Muhammedî nûr teşkîl eder.
 
 Bu cihetle hakîkat-i Muhammediyye, muhabbet saltanatının zuhûr  aynasıdır. Varlığı gölgesine alan muhabbet nûru, semânın ve yeryüzünün  teşekkülüne vesîle olmuştur. Allâh Teâlâ, O'na buyurmuş, böylece O,  bütün mahlûkâta zirve teşkîl etmiştir. Hem öyle bir zirve ki, Cenâb-ı  Hakk, O'nun ism-i şerîfini tâ ezelde kendi ism-i şerîfiyle beraber  zikretmiş ve levh-i mahfûza:
 
 "Lâilâhe illâllâh Muhammedü'r-Rasûlullâh..." şeklinde nakşetmiştir.
 
 Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'ı, cennette işlediği zelleden ötürü dünyâya  indirdikten sonra onun semâda bu yazıyı görüp de Hazret-i Muhammed  Mustafâ hürmetine af taleb etmesi üzerine mağfirette bulunmuş ve şöyle  buyurmuştur:
 
 "-Ey Âdem! O, bana mahlûkatın en sevgili olanıdır. (Duâ edeceğin zaman)  O'nun hakkı için bana duâ et! (Çünkü şu an O'nun hakkı için ettiğin duâ  sebebiyle) ben seni bağışladım. (Bilesin ki), şâyet Muhammed olmasaydı,  seni yaratmazdım." (Hâkim, Müstedrek, II, 672; Beyhakî, Delâil, V,  488-489)
 
 Kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki O bir "kul"dur.  Lâkin bu kulluğu insan hakkındaki telakkîmizle doldurmaya  çalışmamalıyız. Zîrâ hakîkat-i Muhammediyye karşısında bizim idrâkimiz,  ****fizik hâdiseleri kavramak hususunda bir çocuk idrâkinden farksızdır.  Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, kullar içinde  seçilmiş, sertâc-ı cihân olmuş bir "rasûl"dür. Hem öyle yüce bir  rasûldür ki, bütün peygamberlerin adı, O'nun mübârek adında cemolmuştur.  Bütün peygamberlerin getirmiş olduğu şerîat, yâni dîn-i mübîn, O'nun  getirdiği İslâm ile kemâl bulmuştur.
 
 Sultanlar adına hutbeler okunur, paralar basılır ve onların devletleri  son bulmasın diye duâlar edilir. Lâkin bir zaman sonra, o sultanlar da  devletleri de târih sahnesinden siliniverirler. Ancak nebîlerin adına  okunan hutbeler böyle değildir. Nebîlerin ve onların vârisi olan  velîlerin saltanat ve devletleri dâimîdir, sonsuzdur. Onlar, Hakk  katında olduğu gibi gönüllerde de ebedîleşmişlerdir. Pâdişâhların ve  devlet ricâlinin saltanatları ise, geçici, gel-geç bir dünyâ  saltanatıdır. Dolayısıyla zevâle mahkûmdur. Nitekim öyle de olur. Fakat  peygamberler ve velîler, kulları Mevlâ'ya götüren yüce kılavuzlardır.  Onlar fânîliği ebedî olana fedâ ederek ölümsüzleşmiş ve zevâlden  kurtulmuş müstesnâ rûhlardır. Berzah âleminde de sonraki âlemde de  saltanatları devam eden mâneviyat sultanlarıdır. Onlar, dünyâda ve  âhırette: (Yûnus, 92) beyânına muhatabdırlar. Bu kıymetli rûhların  oluşturduğu safların mihrabında da sertâc-ı enbiyâ Hazret-i Muhammed  Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz vardır.
 
 Bu itibarla her zâhirî pâdişâhın ismi silinir giderken dünyâ ve âhıret  sultanı olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in mübârek  ism-i şerîfi yerde, gökte ve gönüllerde ebedîdir. O halde gönüllere  dünyevî pâdişâh ve onlara âid saltanatların nâmını değil, o ebedîlik  tahtında oturan eşsiz sultanın nâmını silinmeyen muhabbet yazısı ile  yazmalı ki, kalblerimiz, kendisine verilen ulvî kıymetini muhâfaza  edebilsin.
 
 Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk'ın:
 
 "(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek  değildir!.." (el-Enfâl, 33) beyânı müşrikler için vârid olmuş bir âyet-i  kerîmedir.
 
 İşârî mânâda bu demektir ki, o Varlık Nûru'nu gönlünde taşıyan mü'minler  hakkında büyük müjdeler ve mükâfatlar vardır. Bu demektir ki, bir  mü'min kulun gönlü, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e ne kadar  muhabbetle dolarsa, o kadar azâb-ı ilâhîden ve gazabullâhdan uzaklaşmış  olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın yüce bir va'didir. Yâni Mevlâ, gönlümüzde  Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- varsa bizi helâk etmeyecek ve  bize azâbda bulunmayacaktır.
 
 Velîler ve sâlihler, gönül aynalarında en saf ve şeffaf nakışlar  görülebilsin diye rûhlarını O'nun muhabbeti ile parlatırlar. Maddî  aynalarda ancak cisimleri olan şeyler, şekiller ve renkler görünür.  Velîler ve sâlihlerin gönül aynalarında ise, O'ndan akseden nûr ile en  şeffaf duygular, düşünceler, duâlar, ilâhî nûr ve feyzler ışıldar.
 
 Güzeller, kendilerini aynada görmek ister. Kendi güzelliklerini sevecek  göz ve gönül ararlar. Mutlak güzel olan Rabbin, kâinatı ve insanları  yaratışındaki sır da böyledir. Hadîs-i kudsîde:
 
 "Ben gizli bir hazîne idim, bilinmek ve sevilmek istedim." buyurulması bundandır.
 
 Yaratılışın başlangıcı, O'nun nûru ile vücûd bulduğundan kürre-i arzda  zuhûr eden bütün peygamberler, başta Hazret-i Âdem olmak üzere O'ndan  niyâbet tarîkı ile O'nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır.
 
 Bütün güzellikler O'na âiddir. O'nun sebebi ile yaratılmışlardır. Nerede  bir güzellik varsa, O'ndan akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O'nun  nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasa idi, hiçbir şey vücûd bulmaz idi. O ki, o  yüzden varız... O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve taraveti  daha da artan serâpâ nûrdan ibâret bir gonca-i ilâhîdir.
 
 Hazret-i Mevlânâ buyurur:
 
 "Cebrâîl -aleyhisselâm-, sadece bir kanadını açınca doğuyu da batıyı da  kaplamıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, onu  görünce, ona bu heybeti verenin büyüklük ve azametini düşünerek  kendinden geçip bayıldı."
 
 "Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, eğer hakîkat-i  Muhammediyye'nin o akıl almaz kanadını açsa idi, Cebrâîl ebedî olarak  kendinden geçer, bir daha kendine gelemezdi."
 
 "Zîrâ Habîbullâh, Cebrâîl'le beraber sidretü'l-müntehâ'ya varınca Cebrâîl durmuş ve: demiştir."
 
 O, canlardan azîz, cânânlardan üstün, her vechile muhabbete en lâyık  müstesnâ bir yaratılıştır. Gelmiş ve geleceklerin en güzeli ve  fazîletlisi, insanlığa ağlayanların en merhametlisi, yegâne mürşid ve  rehberdir. O ki, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşet  zindanına düşenleri gözü ve gönlü yaşlı âşıklar hâline getirmiş, onlara  kitabı, sırrı ve hikmeti öğretmiştir. O'nu her şeyden üstün tutmak,  emsâlsiz bir aşk ve muhabbetle sevmek, îmânın kemâlindendir. Bu  muhabbetin zirvesi, hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilir:
 
 "Sizden biriniz beni, ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe hakkıyla îmân etmiş olmaz!.."
 
 Bu hadîs-i şerîf, îmânın kemâlinin Hazret-i Peygamber muhabbeti ile  yeşereceği hususunda ne güzel bir tenbîh ve îkâzdır. Bu muhabbetten uzak  kalanlar için feyz ve inkişâf yolları kapalıdır. Aşk tohumu, ancak  O'nun muhabbet toprağında yeşerir. Gönle bereket ve feyiz menbaı O'dur.  O'nun muhabbet toprağı, nice taşlaşmış gönülleri bir mücevher saflığına,  diğerleri arasında altın ve gümüş kıymetine yükseltmiştir.
 
 O'nun muhabbet toprağında yeşerenlerin başında gelen ashâb-ı kirâm, târiflere sığmayan bir aşk iklîminde yaşamışlardır.
 
 Bir hanım sahâbiyeden ibret dolu bir muhabbet-i Peygamberî manzarası:
 
 Kâ'b'ın kızı Nesibe -radıyallâhu anhâ-, müslümanlarla birlikte Uhud  gazâsına iştirak etmişti. Kendi elleri ile hazırladığı kaplarla  yaralılara su taşırken, müslümanların bozguna uğrayarak dağıldığını  gördü. Bunun üzerine derhal Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in  yanına koştu. Atılan ok ve taşlara kendini hedef yaparak bütün gayret ve  cesâreti ile Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'i  korudu. Bu fedâkârlığı sırasında atılan ok ve taşlarla on iki yerinden  de yaralandı.
 
 Onun bu hâlini takdîr ve tahsîn buyuran Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
 
 "Bugün Nesibe falan ve filan kahramanları geçmiştir." buyurarak ondan sitâyişle bahsetti.
 
 Böylece dindarlığın verdiği şuurla harplerde gösterdiği kahramanlığından  dolayı Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in medhine ve iltifâtına  mazhar olan Nesîbe'nin ismi, örnek müslüman hanımlardan biri olarak  İslâm târihine geçti.
 
 Bir diğer muhabbet tezâhürü:
 
 Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in bir sohbetinde  Sevbân -radıyallâhü anh-, Habîbullâh'a pek derin ve dalgın bir surette  bakıyordu. Gâyet de ızdıraplı bir hâli vardı. Öyle ki onun bu hâli,  Âlemlerin Efendisi'nin dikkatini çekti. Merhametle sordular:
 
 "-Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?"
 
 Sevbân -radıyallâhü anh-, bu iltifat ile muhabbet çağlayanı hâline gelen sevdâlı gönlüyle şöyle dedi:
 
 "-Anam, babam ve bu cânım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Senin hasretin  beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana  ayrı bir hicran olmaktadır. Dünyâda böyle olunca âhırette nice olur diye  dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise,  ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete  giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp  kavuruyor ey Allâh'ın Rasûlü!"
 
 Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Sevbân ile birlikte  ashâb-ı kirâmdan da zaman zaman vâkî olan bu ve benzerî hicranlı sözlere  ve ayrıca kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin muhabbet ve aşk  kâfilesinin yanık gönüllerine sürûr dolu bir müjde sadedinde şöyle  buyurmuşlardır:
 
 "Kişi sevdiği ile beraberdir..."
 
 Tabiî ki, samîmî muhabbet, itâat ve teslîmiyyet şartı ile_
 
 O vefât ettiğinde ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Âdetâ yanıp  erimiş bir mum misâli gibiydi. Zîrâ düşünüyorlardı ki, O'nu görmeden bir  gün bile duramayan âşık gönülleri, artık kendisini bu fânî dünyâda hiç  göremeyecekti. İşte bu hicrân ve yanışa dayanamayan Abdullâh bin Zeyd  -radıyallâhü anh-, ellerini yüce dergâha mahzûn bir gönülle açarak:
 
 "İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim  Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!.." diye ilticâ  etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.
 
 Hazret-i Peygamber'e ashâbın engin aşk ve muhabbetini kelimelerin mahdud  imkânları ile îzâh etmek mümkün değildir. Sayısız misâller deryâsından  birkaçı da şöyledir:
 
 Enes -radıyallâhü anh- anlatıyor:
 
 "Rasûlullâh'ı berber tıraş ederken gördüm. Ashâb, etrâfını çevirmişti.  Kesilen mübârek saç ve sakal tellerinin tekinin dahî yere düşmemesi için  âdetâ onları kapışıyorlardı."
 
 Sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber'in hem eşyâları hem de saç ve  sakalının mübârek telleriyle teberrük hâlinde olurlardı. Savaşlarda bile  bu teberrük heyecanını taşımışlardır. Bunun en güzel misâli Halid bin  Velid -radıyallâhü anh-'ın Hazret-i Peygamber'in saçlarından aldığı  birkaç mübârek teli sarığında saklamasıdır. Rivâyet olduğuna göre Hâlid  -radıyallâhü anh-, Yermük savaşında bu sarığı kaybetmişti. Askerlerine:
 
 "-Onu arayın!" diye talimat verdi.
 
 Aradılar, bulamadılar. Hazret-i Halid, tekrar aramaları için emir verdi.  Bu defa buldular. Baktılar ki, eski bir sarık imiş! Sahâbî, bu eski  sarık üzerinde Hazret-i Hâlid'in bu kadar ısrar etmesine hayret etti.  Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhü anh-, şunları söyledi:
 
 "-Rasûlullâh saçlarını kesmişti. Ashab o saçları kapıştılar. Ben de  alnından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle  bir bereket oldu ki, onunla girdiğim bütün savaşları zaferle  neticelendirdim. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullâh'a olan  muhabbetimdir."
 
 İşte bu muhabbetten kaynaklanan bir sâikle günümüze kadar Hazret-i  Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'den muazzez bir hâtıra olarak  devam eden saç ve sakallarının mübârek telleri, câmî minberlerinde  saklanarak "sakal-ı şerîf" adı ile asırlardan beri ümmete rahmet  olagelmektedir.
 
 Misâllerde görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve  sellem-'e muhabbetin bereketi, yalnız mânevî âlemde tezâhür etmez. Zâhir  âlemde de o feyz ve bereketin müşahhas tezâhürleri olur. Bunun en iyi  misâli 700. kuruluş yıldönümünü idrâk ettiğimiz Osmanlı Devleti'dir.  Onlar, devletlerini çoğu kere "Devlet-i Muhammediyye" suretinde  adlandırmışlar ve ordularındaki her ferdi -kendi istidadları mikdarınca-  o yüce varlığın bir küçük modeli telâkkî ederek "Mehmedcik" diye  isimlendirmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti'nin tarihteki diğer İslâm  devletlerinin hepsinden daha uzun bir ömürle muammer olması da, başka  meziyetleri yanında bir de ve en ehemmiyetli olarak Hazret-i Peygamber  -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e tekrîm ve muhabbette erişilmez bir  zirvede oluşlarıdır.
 
 Aşağıda anlatacağımız hâdiseler, bu zirveye tipik birer misâldir:
 
 Dünyâ müslümanlarının Harameyn'e kolayca gidip gelmelerini te'mîn için  Hicaz Demiryolu Hattı'nı inşâ ettiren II. Abdülhamid Han, bu  demiryolunun sünnet-i seniyyeye uygun olması için Hazret-i Peygamber'in  seyahatlerinde dinlendiği noktalara istasyon yapılmasını emretmiş,  böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medîne'ye  ulaştırmıştır.
 
 Diğer bir misâl:
 
 Osmanlı paşalarından meşhur Medîne müdâfii Fahreddin Paşa, Rasûlullâh'ın  rûhâniyeti rencide olur endişesiyle Ravza'nın tamirinde vazîfe alan  ustalara herhangi bir çivi çakmak îcâb ettiği takdirde mutlaka tahta  çekiç kullanılması ve çekiç ile çivi arasına da lastik bandaj konularak  sükûnetin ihlâl edilmemesini emretmiştir. Bu hususta onu böylesine bir  edeb ve inceliğe sevkeden âyet-i kerîme şöyledir:
 
 "Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin!  Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa  siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir." (el-Hucurât, 2)
 
 Nûrunu güneşten alan ay, nasıl güneşin varlığına delîl ise, nur-i  Muhammedî ile nurlanan peygamberler ve velîler de O'nun birer  şâhididirler. Bunun içindir ki diyen ve bunu muhabbet ve aşkla tâ  gönülden söyleyen her kalbde, ayna ışık vurmuş gibi ilâhî bir parıltı  yanar. Hattâ bazen öyle kuvvetli yanar ki, böyle gönüller, o nurun  aksinden bütün ruhlarının târifsiz bir hazzı içinde yaşarlar.
 
 Bu hazzı yaşayanlardan Bilâl-i Habeşî -radıyallâhü anh-'ın hâli ibretle doludur:
 
 Bilâl -radıyallâhü anh-'ın dünyâda tutunacak bir dalı, sığınacak bir  yakını ve ızdırabını paylaşacak bir dostu yoktu. Sadece bir köleydi. Ama  birgün geldi, îmân nûru ile şereflendi. Bundan sonra îmânı ve onu  muhâfaza için yaşadığı hâller, yâni kelime-i tevhîd uğruna katlandığı  ızdıraplar, kıyamete kadar gelecek olan mü'minlere îmân mücâdelesi  yolunda örnek oldu.
 
 O, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yüzünü ve nûrunu  görmüş, yanmış ve O'nun muhabbet bağına girmişti. Âdetâ bütün varlığı  ile O'ndan bir parça hâline gelmişti. Ancak ilâhî nurdan nasîbsiz olan  sahibi, onu bu îmânından ötürü çölün kızgın sıcağında alevli kumların  üzerine yatırarak kendisine işkenceler yaptı. Çıplak vücudunu acımasızca  kırbaçlattı. Siyah derisinden kırmızı kanlar fışkırdı. Etrafını saran  gâfil kalabalık:
 
 "-Ey pis köle! Bize dön kurtul!" dediler.
 
 Hazret-i Bilâl ise, yatırıldığı kızgın kum deryâsında yaralı bir arslan  gibi kükredi ve kelime-i tevhîdi bütün gücü ile haykırdı.
 
 Bunun üzerine galeyana gelen azgınlar kendisine vurmaya devam ettiler.  Vurdular, vurdular... Hırslarını alamadılar ve boynuna ip bağlayıp  sürüklediler. Bütün bunlara ve türlü türlü eziyetlere rağmen Bilâl-i  Habeşî -radıyallâhü anh-, Allâh ve Rasûlü'nün muhabbet kalkanına  sığınmıştı. Kendisine yapılanları âdetâ hissetmiyor, gönlü sadece  muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullâh ile dolup taşıyordu. Yüreği  dünyâlar kadar geniş bir haldeydi. Oysa maddî âlemde hâli perîşândı;  kuru başını sokacak bir kulübesi dahî yoktu.
 
 İşte Hazret-i Bilâl'in bu aşk ve muhabbeti, onu kölelikten gönül  tahtlarındaki sultanlığa yükseltti. Âlemlerin Efendisi'nin bağrı yanık  müezzini oldu. Öyle ki, son nefesinde de O'nun aşk ve muhabbeti  dudaklarında tebessüm ve terennüm hâlindeydi:
 
 "-Sevinin, sevinin!.. Ben Allâh Rasûlü'nün yanına sefer ediyorum..." dedi ve ötelere uçuverdi...
 
 Bir kul, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in hakîkati ve  nûrundan bir Allâh dostu vâsıtasıyla nasîb alsa, bu nasîb O'ndan olduğu  için bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'den alınmış  gibidir. Tıpkı bir mumdan bir başka mumun yakılması gibi_ Kandilleri  yakan ve onlar vâsıtasıyla etrafı aydınlatan alev, aynı alevdir. Kul, bu  kandillerin en sonuncusuyla da aydınlansa, o ziyâ, ilk ışıkla  parıldadığından dâimâ ilk kaynağı aksettirir. Dolayısıyla bir kimse, bir  başkasında ışıldayan ilâhî güzelliğe ister bilerek, ister bilmeyerek  kendisini kaptırsın, hakîkatte hayrân ve âşık olduğu letâfet, Allâh  Teâlâ'nın güzelliğidir ve O'nun varlıklarda ve insanlardaki hârikulâde  in'ikâsıdır. Hiç şüphesiz bu in'ikâsın en büyük tecellîsi de Hazret-i  Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'de zuhûr etmiştir. Bu itibarla  Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, kulu Cenâb-ı Hakk'a götüren  yegâne rahmet ve vuslat köprüsüdür.
 
 Muhabbetin derecesi, eserinde tecellî eder. O'na olan itâat ve sünnet-i  seniyyenin yaşanması, muhabbetin tezâhürü nisbetindedir. Nur Suresi 56.  âyette buyurulur:
 
 "Namazı kılın, zekâtı verin Peygamber'e (sallâllâhü aleyhi ve sellem) itâat edin; umulur ki, merhamet görürsünüz."
 
 İbâdetteki rûhâniyet, muâmelâttaki zerâfet, ahlâktaki nezâket, gönüldeki  letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki  incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün bu güzellikler o Varlık  Nûru'na olan muhabbetten kalplere akseden parıltılardır.
 
 Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
 
 "Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed'e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır."
 
 Yâ Rabbi! Bu gün ve gecelerin kutsî akışlarından istifâde edip Hz.  Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in muhabbet ve heyecanıyla  içinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîfi tamamlayıp O'nun rûhâniyetinin  gölgesinde nûrânî tezâhürlerle bayram-ı şerîfi idrâk edebilmeyi nasîb  eyle!
 
 Âmîn!.
 
 alıntı
 
 |