Allah Resûlü, fevkalâde bir tevazu insanıydı. Zaten büyüklerde,  büyüklüğün alâmeti tevazu; küçüklerde küçüklüğün alâmeti ise, gurur ve  tekebbürdür.[1] O, tevazuu nispetinde büyüyordu. Evet O büyüktü, onun için de mütevazi idi.
 مَنْ تَوَاضَعَ لِلّٰهِ رَفَعَهُ اللّٰهُ، وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللّٰهُ "Kim tevazu ederse, Allah (celle celâluhu), onu yüceltir; kim de büyüklenirse, Allah (celle celâluhu) onu zelil eder, alçaltır."[2] diyor ve bunu hayatında da gösteriyordu. Herkes O'ndaki engin tevazua bakıyor ve büyüklüğün ne demek olduğunu anlıyordu.
Kibirlenenleri,  çalım satanları Allah (celle celâluhu) hep yerin dibine batırmıştır.  İşte Karun, işte Sa'lebe, işte Firavun, işte Nemrut ve işte bütün  şeddatlar!.
Tevazu edeni, yüzünü yere koyanı da O yüceltmiştir.  İşte Musa (aleyhisselâm), işte İsa (aleyhisselâm), işte İbrahim  (aleyhisselâm) ve işte Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve  sellem)...
O'nda mahviyet, bir baş döndürücü derinlikteydi. O,  Allah'ın kulu ve resûlüydü. Gece, gündüz Rabbine kullukta bulunur,  kullukta bulunurken de itidali korur ve şöyle buyururdu:
 سَدِّدُوا وَقَارِبُوا "İstikametten ayrılmayın, itidali koruyun ve devamlı istikamete yaklaşmaya çalışın."[3]  İbadet de olsa, ifrat ve tefrit, Allah Resûlü'nün yolu değildi. O, tam  bir itidal ve istikamet insanıydı. Zaten, istikamet, mü'minin beş vakit  namazında, Cenâb-ı Hak'tan talep ettiği yol değil mi? O yol ki,  nebilerin sıddıkların ve şehitlerin yoludur. Ahirette onlarla beraber  olmak isteyenler, dünyada onların gittiği yoldan gitmelidirler.
Dinin  ruhu, kolaylıktır. Onu ağırlaştıran, neticede kendisi mağlup olur ve  dini yaşanmaz bir mükellefiyetler yığını hâline getirir. Hâlbuki,  istikamet dairesinde yaşanan din, kolaylığın ta kendisidir. Başka bir  hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:
 إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلاَّ غَلَبَهُ "Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Kim bu dini zorlaştırırsa din ona galip gelir."[4]
Allah Resûlü, dini nasıl yaşadı ve nasıl yaşanmasını istedi ise, insanın güç yetirebileceği dinî hayat, işte odur!  
وَاعْلَمُوا أَنَّهُ لَنْ يَنْجُوَ أَحَدٌ مِنْكُمْ بِعَمَلِهِ "Bilin ki, sizden hiçbiriniz ameliyle kurtulamaz."
Bir  insan, gece gündüz ibadet etse, Esved b. Yezid en-Nehaî, Mesruk veya  Tavus gibi kullukta bulunsa, bu ameller, onun kurtuluşu için  yetmeyebilir.
Sahabe, Allah Resûlü'nden, yukarıdaki hadisi  duyunca, hemen akıllarına Efendimiz gelir. Çünkü onlar için, Allah  Resûlü'nün durumu hem bir kıstas hem de emniyet ağırlıklıdır. Bu  itibarla da, hemen O'nun akıbetini sorarlar: 
وَلاَ أَنْتَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ "Sen de mi (amelinle kurtulamazsın) yâ Resûlallah?"
İşte  mahviyet, işte Allah (celle celâluhu) karşısında kulun takınması  gereken tavır ve kendi büyüklüğü ölçüsünde müthiş bir cevap:
 وَلاَ أَنَا إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ "Evet, ben de. Eğer Rabbim beni katından bir rahmet ve lütufla kucaklamazsa..."[5]
Mahviyet, demiştik; işte O'nda mahviyet, bu kadar derin ve bu kadar köklüydü.
O'nun bir mahviyet örneği olduğunu bir kere daha hatırlatıp, ibadetteki derinliğine intikal etmek istiyorum:
O, bir hadislerinde:
 شَفَاعَتيِ ِلأَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي "Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir."[6] buyururlar.
Allah  (celle celâluhu), O'nun şefaat hakkını ötelerde böyle  değerlendirecektir. Zaten bizim bütün ümidimiz de bu değil mi? Sonsuz  günah işledik, ama, yine de boyunlarımızda tasma, O'nun, azat kabul  etmez köleleri olduğumuzu itiraf ediyor, bizi de şefaati içine almasını  istiyoruz.
Günahkârız, ancak başka kimseye kulluk yapmadık.  Olduksa O'nun kapı kulları olduk ve bu hissimizi Mevlâna'nın sözleriyle  dile getiriyoruz: 
من بنده شدم بنده شدم بنده شدم من بنده بخدمت سرافكنده شدم
 هر بندكه آزاد شود شاد شود من شـاد ازآنم كه تـرابنده شدم
 " Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.
 Kullar azat olunca şâd olur; Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum."
Ve  inanıyoruz ki, bizim bu yalvarış ve yakarışlarımız, Cenâb-ı Hak  tarafından duyulup is'af buyrulduğu gibi şefaat arzumuz da mevsimi  gelince, Allah Resûlü tarafından lütfedilecektir. Bu mülâhaza ile  kapısının tokmağına bir kere daha dokunuyor ve "Şefaat yâ Resûlallah!"  diyoruz.
Allah Resûlü, büyük günah işleyenlere şefaat edecektir.  Biz de, daha buradayken O'na adres bırakıyor, bize de şefaat etmesini  istiyoruz. İçinizde, böyle bir talebi olmayacak birinin varlığını  düşünemiyorum. Öyleyse herkes, O'na şimdiden dehalet edip, adres  bırakmalıdır. Bu müracaatı O'nun duyacağından da kimsenin zerre kadar  şüphesi olmasın. Görmüyor musunuz ki, namazda "Tahiyyat" okurken,
 اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَِّبيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ diyor  ve doğrudan O'na hitap ediyoruz. O duymasa, O'na hitap edilir mi? Demek  ki, duyuyor ve Cenâb-ı Hak da bizim, namazda O'na doğrudan selâm  vermemizi istiyor!
İşte, şefaat dairesini bu kadar geniş tutan  Allah Resûlü, bakın başka bir hadisinde -ki zaten bizim üzerinde durmak  istediğimiz hadis de budur- önce en uzak daireden başlayıp, en yakın  daireye kadar, kavim ve kabilesine seslenerek şöyle buyuruyor: [7] 
"Ey Kâ'b b. Mürreoğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!
 Ey Abdimenafoğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!
 Ey Abdülmuttalipoğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!"
O  gün, değişik kabile ve kavimler, içlerinden çıkan şair ve muhariplerle  övündüğü ve bunları birer gurur vesilesi yaptıkları bir dönemde, Allah  Resûlü'nün bu sözleri, mahviyet ve tevazu adına çok mühimdir. O ki, bir  şair, bir muharip değildir. O, Kâinatın Efendisi ve son peygamberdir.  Buna rağmen, kavim ve kabilesine, Allah (celle celâluhu) huzurunda bir  şey yapamayacağını söyleyerek, onların, "Nebi bizden çıktı." deyip  kendilerini başkalarından üstün görme ihtimalini, daha işin başında  söküp atıyor ve onlara sorumluluklarını hatırlatıyordu. 
Kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp tedelli yoluyla en yakınlarına geldi ve:
 ياَ صَفِيَّةُ عَمَّةُ رَسُولِ اللّٰهِ! لاَ أُغْنِي عَنْكِ مِنَ اللّٰهِ شَيْأًً "Ey  Allah Resûlü'nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah'tan (celle  celâluhu) satın almaya bak, zira ahirette senin adına da bir şey  yapamam!" buyurdu.
O Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, Hz.  Hamza'nın (radıyallâhu anh) kız kardeşiydi. Uhud'da Hamza (radıyallâhu  anh) şehit olunca, kardeşini görmek istemiş, Allah Resûlü de, dayanamaz  diye mâni olmaya çalışmış; fakat bu yiğit kadın, Allah'a ulaşmış bir  ruhu görmek için mi, hınçla bilenmek için mi.. gitmiş o paramparça olmuş  cesedi doya doya seyretmişti.. evet güçlü ve iradeli bir kadındı. Ancak  bir erkek O'nun kadar metin olabilirdi. Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki,  Allah Resûlü'nün 
"Havarim" dediği Zübeyr'in (radıyallâhu anh)  de anasıydı. Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, zalim Haccac'a karşı Kâbe'yi  müdafaa ederken, asılmak suretiyle şehit olan Abdullah b. Zübeyr'in  babaannesiydi. Ve bütün bunlardan öte, o Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki,  Allah (celle celâluhu) Resûlü'nün öz halasıydı. Buna rağmen İki Cihan  Serveri, ona da böyle diyordu... 
Evet, Allah Resûlü bir temkin,  tedbir ve denge insanıydı; bazı kendini bilmezlerin yaptığı gibi,  ahirette herkese el uzatabileceğini söylemiyordu. Hatta el uzatacağını  söyleyemedikleri arasında, kendi kızı, ciğerpâresi, peygamberlik  günlerinin tek gönül meyvesi, Hz. Fatıma (radıyallâhu anhâ) da vardı ve  işte şimdi ona da aynı şeyleri söylüyordu:
 يَا فَاطِمَةُ بِنْتُ رَسُولِ اللّٰهِ! لاَ أُغْنِي عَنْكِ مِنَ اللّٰهِ شَيْئاً "Ey  Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızı Fatıma! (Sen de nefsini  Allah'tan (celle celâluhu) satın al; zira ahirette senin adına da bir  şey yapamam."
O Fatıma (radıyallâhu anhâ) ki, gözüne ve  hayaline hiçbir günah girmeden, Hz. Ali (radıyallâhu anh) ile  evlenmişti. Zaten yaşı 25 olmadan da vefat edip gitmişti. Arkadan gelen  bütün evliyâ, asfiyâ onun nurlu neslinin semeresiydi... O ki, sağanak  sağanak vahiy yağan Nebi evinde yetişmişti. O ki, Allah Resûlü, onun  hakkında 
"Fatıma benden bir parçadır."[8] buyurmuştu... Ve yine o ki, Cennet kadınlarının efendisi olduğu bildiriliyordu.[9] Ama ona da Allah Resûlü, evet bu Fatıma'ya (radıyallâhu anhâ) da 
"Kendini Allah'tan satın almaya bak! Nefsinin ipoteğini çözdürmeye çalış!" diyordu.
Hayatını  bu ölçüler içinde geçiren, Allah'a (celle celâluhu) karşı edep ve  saygıda zerre kadar kusur etmeyen ve kendisini, büyüklüğünün alâmeti  olarak, bir "hiç" gören ve amellerine bel bağlamayan bu Zahidler Zahidi,  bu insanların Allah'tan en çok korkanı ve bu, ahiretin ne demek  olduğunu herkesten iyi bilen zat, hiç imkân ve ihtimal var mı ki, günah  işlesin, inhiraf etsin, çizgisini kaybetsin! Sonsuz defa hâşâ! 
mfg-alıntı 
[1] Bediüzzaman, Lemeât.
 [2] Müslim, birr 69; Tirmizî, birr 82; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 5/140. (Lafız el-Mu'cemü'l-Evsat'tan)
 [3] Buhârî, iman 29; Müslim, münâfıkîn 78.
 [4] Buhârî, iman 29; Nesâî, iman 28.
 [5] Buhârî, rikâk 18; merdâ 19; Müslim, münâfıkîn 71-78.
 [6] Ebû Dâvûd, sünnet 23; Tirmizî, kıyâme 11.
 [7] Buhârî, vesâyâ 11; tefsir (26) 2; Müslim, iman 348-352.
 [8] Buhârî, fedâilü'l-ashab 12, 16; Müslim, fedâilu's-sahabe 93-94.
 [9] Buhârî, fedâilü'l-ashab 29; Tirmizî, menâkıb 30.