Tekil Mesaj gösterimi
Alt 18 Kasım 2012, 13:46   Mesaj No:5

bilinmez

Meal Gurubu Üyesi
Medineweb Emekdarı
bilinmez - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:bilinmez isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13966
Üyelik T.: 27Haziran 2011
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 2.154
Konular: 309
Beğenildi:178
Beğendi:15
Takdirleri:560
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Tevhidden Bağımsız Adalet Arayışı’ Örneği

Modern Bir İfsad Ameliyesi Olarak 'İslamsız, Tevhitsiz Adalet Arayışı'..

'İslamsız, tevhitsiz adalet arayışı’ terkibinde anahtar kelimeler tevhid ve adalettir. Konuyla ilgili öncelikle bu kavramların Kur’an’da yüklendiği ıstılahî mana ve anlam çerçevesinin bilinmesi gerekir. Bu meşruiyet alanının dışındaki kelamî tartışmaların muteberliği yoktur. Aşırı tevil ile gündeme getirilen kanaatler şâz hatta gulât okumalar olup itibar edilmemelidir.

Seküler okumalarda merkeze konulan insandır. Hümaniter zeminde adalet anlayışı, insanın bir bütün olarak refahını temin edemez. Hümaniter refah, belki eşitliğe kapı aralar ancak bu durum dahi gerçek adaleti sağlayamaz. Zira eşitlik adalet değildir. Burada refah bütüncül manada mutluluk olmayıp belki haz merkezli bir tatmine dayanır. Bu sebeple beşerî ideolojilerin adalet anlayışı her şeyden önce amaç, ilke ve hedef yönüyle İslam'ın adalet anlayışından farklıdır.

İslam’da adalet anlayışının kaynağı Allah’a dayanır. İnsanın nice görece adalet talebi var ki kendi aleyhine isteklere dönüşebilir. Bu istekler çoğu kez Allah’ın emir ve yasakları cihetiyle farklı hükümleri içermiş olabilir. Dolayısıyla İslamsız bir algının adalet talebi gerçek adalet olmaktan çok ötedir. Bu algı insancı bir talep olup çoğu kez Allah’ı devre dışı bırakan güdük zihin yapısına dayanır. Böylesi bir adalet anlayışının birey ve toplumun düzenini sağlaması mümkün değildir. Birey ve toplumsal düzen için sürekli çözüm ancak vahye dayanan İslam’ın adalet anlayışı ile mümkündür.

Tevhid, İslam inancının beynidir. Tevhitsiz bir adalet Kur’anî manada adalet değildir. İslam'ın vaad ettiği adalet, her bilenin üstünde mutlak bir bilen; mülkün gerçek sahibi olan; her an her yerde iradesinin önünde hiç bir engel olmayan Allah’a dayanır. Allah’ın koymuş olduğu hükümler muvacehesinde bir uygulama, beşerin koyduğu hükümler gibi olur mu hiç? İslamsız adalet anlayışında insan Allah gibi konumlanmakta; salt aklına, heva-hevesine terk edilmektedir. İşte bu büyük bir zulümdür. Bu eksende adaletin tecelli imkânı yoktur. Böyle bir beklenti, aklen muhal, tecrübî marufa ters ve dahası varoluş hakikati cihetiyle de imkânsızdır.

Devleti gerekli adaleti de zorunlu görür ancak adaletin ilke, amaç ve hedefinin hangi zemine oturması gerektiğini belirtmezseniz, her batıl inanç ve ideoloji adalet için gerekli zeminin kendisinde bulunduğunu iddia etmeye başlar. Nitekim İslam inancı kısmî adil davranışların farklı kaynaklardan da tecelli edebileceğini kabul eder. Ancak hiç bir işin üzerinde icra olunduğu felsefî, siyasî bütünden ayrı düşünülmemesi gerekir. Görece, arızî adil davranışlar süreklilik arz etmediği gibi çoğu kez faydacılık üzerine kaimdir ve mutlak adaletten çok uzaktır. Tarih boyu devam eden adalet-zulüm mücadelesinin kendisinden neşet ettiği kaynağın tevhid-şirk, hak-batıl zemininde seyretmesi de bundandır.

İnsan-mahlûk ilişkisi açısından ‘tevhitten bağımsız adalet arayışı’ bağlamında zikredilen düşüncelerin birinde, “adalet, Allah’a ne izafe edilir, ne isnat edilir, ne de nispet edilir… Adalet esasen mahlûka ait bir sıfattır.” denilmektedir.14 Bu ifadeyle mutlak adaleti insanın gerçekleştirebileceği mi söylenmek isteniyor? Böyle bir kanaate sahip olurken, “gücün mutlak olduğu ve sınırlanmadığı bir yerde adalet olmaz.”15 denilmektedir. Bu kanaatin kendi içinde vahim bir çelişkiyi barındırdığı fark edilmekte midir? Burada hayati soru, bize göre mutlak adaleti sağlayamayacak olan insanın adaletsizliğine yönelik bariyerin/ filtrenin ne olması gerektiğidir? Verilecek cevap şayet fıtrata refere etmekse, bu, kevnî ayetler muvacehesinde zaten mahfuzdur. Sormak istediğimiz münzel olanın zorunluluğu burada nereye oturtuluyor? Yoksa insanın merkeze alındığı bir inançla mutlak adaletin tecellisi ona mı havale edilmektedir? Bu durumda ise vahyin inşa etmediği bir akıldan, vahye müstenid bir safiyet beklenebilir mi? Bu soruların cevabı ilmî hassasiyet içinde beklenmektedir.

Devletin imanı olmaz, devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mümin devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister Gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir.”16 denilmektedir.

Adaletin zıddı cevrdir.17 Cevr, ”hakkaniyetten sapma, haksızlık etme”dir. Bu doğru tespitten hareketle; Kur’an’da insanın yaratılışı itibariyle malul olduğu noktalar bildirilmekte telafi yolları da mükerrer olarak belirtilmektedir. Bu tespit, insanın haksızlığa meyyal ve hakkaniyetten uzaklaşma istidadında olmasından ötürü değil midir? Burada zafiyetin giderilmesi ancak İslam’a/tevhide ittiba ile sağlanabileceği aşikâr iken tevhitten, İslam’dan azade bir adaletin gerçekleşebileceği fikri ne kadar sahicidir? “Allah zatına rahmeti, insana ise adaleti farz kılmıştır”18 denilmektedir. Yine bu tespitten hareketle; üzerine farz kılınan insanın adaleti gerçekleştirebilmesinin zorunlu imkânı nedir? “Devleti kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun.”19 derken, Gayrimüslimlerin de bu farziyeti (!) ifa ettikleri/edebilecekleri mi söylenmek isteniyor? “Yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun” ifadelerinde bu farziyet (!) tespiti/kanaati nereye oturtuluyor? Konunun “tali bir hadise” olarak nitelendirilmesi ise İslam’ı siyasetsizleştirme eğiliminde siyasi bir kanaat serdetmektir ki, bu, son derece kaygı vericidir! Bu kanaat, dün başörtüsü için Hocaefedi’lerin (!) “tali meseledir” demelerinden çok daha vahim değil midir? Samimi kaygılarla yöneltilen bu soruların cevapları da aynı kaygılarla beklenmektedir.

Haklı şeyler söyleme, yerini farklı şeyler söylemeye bıraktığı günümüzde “kutsalın egemenliğinden adaletin egemenliğine”20 denilerek salt adalet eksenli bir yeterliliğe kapı aralanmaktadır. Bu adalet buharlaşmış, senkretik inançlara yol vermiş bir adalet anlayışıdır. Özü itibariyle kutsal telakkinin zaten İslam’la alakası yoktur. Ancak önce bunu benzeştireceksiniz ardından muharref anlayış üzerinden kıymet biçerek suçu İslam inancına yükleyeceksiniz. Bu adaletsiz yaklaşımın adaletten bahsetmesi dahi abestir. Diğer taraftan tarihte veya şimdi, kutsalın egemenliği, egemenlerin iradesine uygun işliyorsa burada suç İslam’ın mı? Kaldı ki İslam, oluşan/ oluşturulan kutsalı da, egemenleri de tağut olarak görüp reddetmektedir. Zira bahse konu kutsal anlayışının İslam ile alakası yoktur. Bu fasid düşüncelerin değerlendirmesini de ilim ve vicdan ehlinin adilliğine bırakıyorum!

Bir başka görüşte, ortak iyinin iktidarı olarak ‘adalet devleti’ önerisinde, ortak iyi, tevhid ve İslam’dan öte bir sentezle; laik hukuk ile İslamî şer’i hukuk arasında bir farkın bulunmadığı düşüncesiyle izaha çalışılmaktadır. Burada, “tez: din [İslam] devleti, anti-tez: laik devlet, sentez: adalet devleti”21 diye konumlandırılmaktadır. Bu kanaatlerle Kur’an’da bildirilen hukuk kurallarının tarihte kaldığı; bugün onları uygulanma imkânının kalmadığı, esas olanın ilke ve prensipler olduğu düşüncesi yayılmaktadır. Bu da çok tehlikeli bir fikir olup modern döneme ait bir fitnedir.

“Devletin, adaletten başka bir varlık gerekçesi yoktur.” denmektedir.22 Bu söz hangi zihin kodlarıyla söylenmiş? Doğrusu bunu ifadede dahi aciz kalıyorum. İslam’a göre Allah’ın hükümlerinin uygulanmadığı her aygıt gayrimeşrudur. Varlığı meşru olmayandan adalet beklenmez. Bunun üzerine konuşmak kuyuya atılan taşı çıkarmaya benzer. Kur’an, tevhid-şirk ekseninde temiz bir toplum inşa etmeyi hedefler. Her iş ve oluş bu zeminde anlamını bulur. İnsanın yaratılış gerekçesinin (Allah’a kulluk) dikkate alınmadığı alan boş alandır. Fasid dairede konuşmak, bedihiyatı (delil ve ispatına lüzum olmayan açık şeyleri) araştırmak gibidir. Oysa “bedihiyatı araştırmak icap etmez. Bunlar hazır haldedirler. Hazır olan şey aranırsa kaybolur ve gizlenir.” denilmiştir.

Kur’an’ın ana mesajı tevhittir. Tevhid, hayatın tümü için söz söyleme potansiyeline sahiptir. Bunu gerçekleştirmenin imkânı dini bütünüyle Allah’a has kılmaktır. Bu hakikat, “doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”23 ayeti ile belirtilmektedir. Şirk en büyük zulümdür ve tevhid ise adaletin ta kendisidir. Bu ayet bile tek başına meseleyi açıklayıcı olmaya yeter. Tevhitsin bir adalet belki arızî adaletten kırıntılar taşıyabilir. Ancak bu nevi beşer menşeli adalet anlayışı kesinlikle asıl, mutlak, zaman ötesi sürekliliği olan bir karaktere sahip değildir.

Âlemlerdeki dengenin insan eliyle ifsadı şeri şerifi zorunlu kılmıştır. İnsan, ya bu dengeye iştirak eder ve ait olduğu doğru yerde konumlanır ki bu tevhittir ya da isyan ederek zulmeder ve ait olmadığı yere savrularak şirk koşar. Burada insanın fıtrat zemininde şeri şerife ittiba etmesi adalet üzere olması iken fıtratı bozucu bir savrulmayla zulmetmesi ise zulme, cevre işarettir. Demek ki insan yaratılışı itibariyle hayra da şerre de meyyal bir tabiata sahiptir. Fıtrat üzere İlahî emre muti olması adaleti aksi durum ise zulmü ortaya çıkarır.
__________________
önce yazdığım katılım yaptığım beğeni yaptığım paylaşımların arasında azda olsa kuran ve sünnete uygun olmayan düşünceler olabilir.Bunların bana sorulmadan dikkate alınmasından mesul değilim... ...
Alıntı ile Cevapla