|  Durumu:    Medine No :  15316  Üyelik T.:
18 Aralık 2011  Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek Memleket:Kayıp bir Kentten Yaş:45 Mesaj :
745Konular:
145  Beğenildi:315 Beğendi:100
 Takdirleri:3844 Takdir Et: 
	 |   Cevap: İslamiyette farklı mezheplerin olmasını hikmeti nedir? 
  Mezhepler Nedir ve Nasıl ortaya çıkmıştır
 Mezhepler Nedir?
 
 Günümüzde alim ve hocaefendilere halk tarafından yönlendirilen soruların  en önde gelenlerinden biri de mezheplerin nasıl ortaya çıktığı  sorusudur.
 Mezheb’ kelime anlamı itibariyle ‘gidilen yol’, ‘mecra’ anlamları taşır.  Dini ıstılahta ise içtihat (rey; görüş; hüküm) derecesine ulaşmış olan  alimin dini meseleleri bir bütün sistem halinde ortaya koyması, bir  anlamda teknik yorumlar bütünü oluşturmasıdır.
 
 Kısaca ifade etmek gerekirse, her Müslüman; Kur’an’ın hükümlerini,  Resulüllah’ın (sav) hadislerini ve sünnetini, daha sonraki sahabe ve  tabiinin görüşlerini ve bunlara ait bütün ilimleri tam manasıyla öğrenip  uygulayamayacağına göre bunları bilen bir alime tabi olmak zorundadır.  Bu durum fiili bir zorunluluk olup farz veya vacip değildir.
 
 Bu zorunluluk, hem kişisel bilgi ihtiyacını gidermek hem de cemaat  halinde uygulanması gereken namaz, Hac vb. gibi ibadetlerde, idarede,  yargıda ve daha bir çok sosyal alanda bütünlüğü ve birlikteliği  koruyabilmekten kaynaklanıyordu.
 
 İşte, alimler içerisinde de öyleleri vardır ki, diğerleri onun görüşüne  ve ilminin sağlamlığına tabi olmuşlardır. Yetiştirdiği talebeleri,  yazdığı eserleri, nesilden nesile o görüşleri devam ettirdiler. Böylece,  o en güvenilir alimin sistemli görüşleri, sağlam hüküm ve prensipleri  etrafında, zamanla bir yorum tarz ve tekniği, bir okul, bir ‘mezheb’  oluşmuştur.
 
 Peygamberimiz zamanında ‘mezheb’ var mıydı?
 Mezhepler ayet ve hadisleri farklı anlamaktan kaynaklandığına göre, Peygamberimizin zamanında mezhep olması düşünülemez.
 
 Çünkü Resulullah (sav) zamanında bir mesele olduğunda, sahabiler  Peygamberimize geliyor, soruyordu. Peygamberimiz hüküm veriyor, muhakeme  için gelenlerin davalarını neticeye bağlıyordu.
 
 Şayet sorulan şey yeni ve hakkında ayet nazil olmayan bir mesele ise  Allah’ın hükmünü bekliyordu. Bu sual üzerine o meselede hükmü ya  Allah’ın bildirmesi ile Resulullah (aleyhisselam) veriyordu veya bir  ayet iniyor, mesele hakkında hüküm bildiriyordu. Şayet indirilen ayet-i  kerime açıklamaya muhtaçsa, Peygamberimiz (sav), o ayeti izah ediyordu.
 
 Resulullah bir meselede ne diyorsa, Sahabiler onu yapıyorlardı. Çünkü  bununla ilgili Allah’ın emri kesindi: “Deki; ‘Eğer siz Allah’ı  seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (1)
 
 Başka bir ayet-i kerime ise şu mealdeydi:
 “Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklıyorsa ondan da kaçının…” (2)
 
 Böyle olunca, Asr-ı Saadette her meselede hükmü Allah ve Resulü  bildirdiği için, Resulullah hayatta iken farklı mezheplere ihtiyaç  yoktu.
 
 Mezhepler nasıl ortaya çıktı?
 Peygamberimizin vefatından sonra İslâm alemi genişledi. İran, Irak,  Suriye gibi yerler fethedildi. Hz. Ömer (ra) Zeyd b. Sabit, Abdullah bin  Ömer (ra) Medine’de kalırken, pek çok sahabi efendimiz de yeni  fethedilen yerlere dağıldı.
 
 Mesela Abdullah bin Mesud (ra) Irak’a; Ebu Mûsa el-Eşari (ra), İmran bin  Huseyn (ra) ve Enes Bin Malik (ra) Basra’ya; Ebu’d-Derda (ra), Muaz bin  Cebel (ra), Muaz bin Cebel (ra) Muaviye (ra) Ubade bin Samit (ra) Şam’a  gitti. Her Sahabi bulunduğu yerde fetva ve ilim öğretme işleri ile  meşgul oldular.
 
 Sahabiler, kendilerine sorulan suallerde evvela, Kur’an’a müracaat  ediyorlardı. Sualin cevabını Kur’an’da bulamadıklarında hadislere  bakıyorlardı. Hadislerde de bulamazlarsa, Kur’an ve hadise dayanarak  kendileri içtihad yapıyorlardı.
 
 Çünkü bu sahabiler aynı zamanda Resulullah (sav)’in yanında uzun süre  kalmalarından dolayı, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarabilme anlayışına  sahiptiler. Yani müçtehit idiler.
 
 Bir yandan Müslümanların dini meselelerine çözüm bulan, fetva veren bu  Sahabiler, diğer taraftan dini ilimler sahasında pek çok talebe  yetiştirdiler. Böylece Peygamberimizin bırakmış olduğu ilim ve hikmet  mirası, Sahabiler yoluyla kendilerinden sonraki nesil olan Tâbiin’e  intikal etti.
 
 Sahabilerden ders alan ve kendilerine Tabiin denilen zatlar, çeşitli İslam merkezlerinde bulunuyorlardı.
 
 Mesela Medine’de Salim bin Abdullah bin Ömer, Zühri, Yahya bin Said,  Mekke’de Atâ bin Rabah, Kûfe’de İbrahim en-Nehai, Basra’da Hasan  el-Basri, Şam’da Mekhul bin Muslim el-Huzelî, Yemen’de Tavus bin Keysan  (rahmetullahi aleyhim ecmain) bu zatlardan bir kaçı idi.
 
 Bu imamların her biri kendisinden ders aldığı sahabinin rivayet ettiği  hadisleri ve çeşitli meselelerdeki fetvalarını derlediler, bir araya  topladılar. Bunlar da kendilerine sorulan suallerin çoğunu evvela  Kur’an’da, sonra da hadislerde ararlar, cevabını bulamadıkları  meselelerde, kendi içtihatları ile verdiler.
 
 Tabiin imamları da Sahabiler gibi bir yandan Müslümanların suallerini  cevaplandırırken, bir yandan da talebe yetiştirmekle meşgul oluyorlardı.  Çevrelerinde halkalanan talebelere İslam ilimlerinden ders  veriyorlardı. İslam hukukunun temelini kurma, karşılaşılan yeni  meseleleri enine boyuna inceleyip hükümlerini açıklama hususunda  talebelerine rehberlik ediyorlardı.
 
 Tabiinin yetiştirdiği bu talebelere “Tebe-i Tabiîn” denir ki, meşhur olanları şunlardır:
 İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Evzaî, Leys Bin Sa’d, İmam  Şafiî, Ahmed bin Hanbel, Süfyan-ı Servi, Süfyan bin Uyeyne (rahmetullahi  aleyhim).
 
 Bu zatlardan bazıları, mesela İmam-ı Azam, her ne kadar birkaç sahabiyi  görmüşse de ilmi hüviyet itibariyle Tebe-i Tabiinden sayılır.
 
 Tabiin alimleri Sahabilerin fetvalarını topladıkları gibi Tebe-i Tabiin  alimleri de Tabiinin fetvalarını topladılar. Ayrıca kendileri de fetva  verdiler. Yeni karşılaşılan meselelerde fikri çalışmalarda bulundular ve  belli esaslar ortaya koydular.
 
 Tebe-i Tabiin devri, başta tefsir ve hadis olmak üzere bir çok ilmin tahsil edildiği münbit ve bereketli bir zamandı.
 
 Müçtehid derecesinde pek çok imam vardı. İşte fıkhi-ameli mezheplerin  teşekkülü Tebe-i Tabiin zamanına rastlar. Gerek sahabilerin, gerekse  Tabii’nin temel meselelerinin dışında kalan teferruatla ilgili  meselelerde, Kur’an ve Sünnet ışığında yaptıkları içtihatlar  neticesinde, aynı konuda farklı fetvalar ortaya çıktı.
 
 Müslümanlar, kendi bölgelerinde yaşayan imamın fetvalarını biliyor, onu  tercih ediyor ve onunla amel ediyordu. İşte bu tercih ve taraftarlık,  zamanla yerini “gidilen yol” manasına gelen “Mezhepleri” ortaya çıkardı.
 
 Hanefi Mezhebi’nin ortaya çıkması
 Hanefi mezhebinin temeli, İmam-ı Azam’a yani Ebu Hanife’nin (H.80-150 / M.699-767) içtihatlarına dayanır.
 
 Aynı şekilde İmam-ı Azam’ın talebeleri de onun rivayet ettiği hadisleri,  kabul ettiği görüşlerini toplayarak sistemleştirdiler. O görüşlerinden  yeni yeni eserler telif ettiler. Zaman içerisinde bu eserlere şerh  yazdılar. İmamların görüşlerine ve fıkıhtaki usullerine uygun yeni yeni  hükümler çıkardılar. Bunlarda çeşitli bölgelere dağıldılar. Böylece  İmam-ı Azam’ın görüşleri bir mezhep halini aldı.
 
 İmam-ı Azam’ın talebeleri arasında en meşhurları; İmam Ebu Yusuf ve  İmam-ı Muhammed’dir. Bu iki İmamın zaman zaman İmam-ı Azam’dan farklı  fetvalarda verdiklerini de burada ifade edelim. Bunun en mühim  sebeplerinden birisi, o alimler zamanında hadislerin daha derli toplu  hale gelmesidir. Bunlar kendilerine sahih bir hadis ulaştığında (İmam’ın  fetvasına aykırı bir şey söylüyorsa) hocalarının fetvalarına zıt  hükümler vermişlerdir.
 
 Mâliki Mezhebi’nin ortaya çıkması
 
 Maliki mezhebi, İmam Malik Hz.lerinin (ö. 179 / 795) içtihatlarına  dayanır. Zaman içerisinde İmam-ı Malik’in talebeleri de onun rivayet  ettikleri hadisleri ve görüşlerini toplayarak benimsemiş ve  sistemleştirmişlerdir. Onun talebeleri de onun metoduna uygun şekilde  karşılaştıkları yeni meselelerde fetva verdiler, böylece de Malikî  mezhebi ortaya çıktı.
 
 Şafi Mezhebi’nin zuhuru
 İmam Şafii, Maliki ve Hanefi mezheplerinin usullerinin yayılmaya başladığı ilk zamanlarda yetişti. (H.150-204 / M.767/819).
 
 İmam-ı Şafii Hz.lerinin, bu iki İmam’dan sonra dünyaya gelmesi, kendisi  için Allah’ın büyük bir lütfu idi. Çünkü o ilimle meşgul olduğu  zamanlarda, bu iki mezhep teşekkül etmiş, usülleri belirlenmiş ve bir  çok yerde yaygınlaşmıştı. Dolayısıyla İmam-ı Şafi Hz.leri mezheplerin  yollarını inceleme fırsatı buldu. Ve onlardan farklı bir usül takip  etti. Ve fıkhın usulleri ile ilgili İslam tarihinde ilk eser olan  ‘er-Risale’ isimli kitabını yazdı.
 
 Diğer taraftan, Sahabilerin her biri (tabii olarak) bütün hadisleri  bilmiyordu. Hakkında hadis ulaşmamış meselelerde kendi içtihatları ile  fetva veriyorlardı. Bu da birbirinden farklı değişik yerlerde yaşayan  sahabiler arasında, aynı konu hakkında farklı hükümler vermesine yol  açıyordu.
 
 Sahabilerin içtihatları İmam-ı Şafii zamanında derlenip toplanmıştır ve  böylece aynı meselede sahabilerin verdikleri farklı fetvalar gün yüzüne  çıkmıştı. İmam- Şafi bunların çoğunu sahih hadislere dayanarak eledi.
 
 Yine, önceki alimlerin o konuda kendilerine bir hadis ulaştığı takdirde,  o hadisi bilmeden evvel kendi içtihatlarıyla verdikleri fetvalardan  vazgeçtiklerini gördü. Bunun için önceki alimlerin ittifak etmedikleri  içtihatlara sarılmayı bıraktı.
 
 Zaman içerisinde fakihler onun etrafında toplandılar, onun kitaplarını  şerhettiler. Onun geliştirdiği usüle uygun fetvalar verdiler. Böylece  Şafii Mezhebi doğdu.
 
 Hanbeli Mezhebi
 Hanbeli Mezhebi’nin esasları, Ahmed b. Hanbelin içtihatlarına dayanır.  Yine bu mezhep de onun talebeleri tarafından sistemleştirilerek batıl  olan ve sahih kavillere dayanmayan görüşlerin zararlarından bertaraf  edilerek günümüze kadar ulaştırılmıştır.
 
 Günümüze ulaşamayan Sünni mezhepler ve Sonuç
 Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin devirlerinde müçtehitlerin fazla olması,  birçok mezhebin ortaya çıkmasına sebep oldu. Zaman içerisinde onun  üzerinde Sünni fıkhi mezhep ortaya çıktı.
 
 Zaman geçtikçe mezhep imamı durumunda olan alimlerin birçoğu  kendilerinden daha alim gördükleri veya aynı meselede aynı içtihatta  ittifak ettikleri imamların mezheplerine girdiler. Çünkü bu mübarek  zatlar, içtihat yaparken nefsine kapılmaktan, ilmi enaniyet ve  taassuptan tamamen uzaktılar. Bunun için de hakkı nerede bulsalar kabul  ediyor, sahip çıkıyorlardı.
 
 Müçtehitlerin yaptıkları içtihatların, verdikleri fetvaların  yayılmasında ve bir mezhep halini almasında talebelerinin büyük rolü  oluyordu. Bazı imamların talebeleri, hocalarının fetvalarını tertib ve  tasnif ederek bir sistem haline getirirken; pek çok talebe aynı başarıyı  gösteremedi.
 
 Bazı mezheplerin yayılamamasının ve zamanla mensubu kalmamasının bir  diğer sebebi de, Kur’an ve hadisi esas aldıkları halde bunların işaret  ettiği; kıyas, örf, adet gibi hususları nazara almamalarıydı.  (Dolayısıyla görüşleri, ortaya çıkan yeni durumlara açıklık getirmekte  yetersiz kalıyordu.)
 
 İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı, bugün Müslümanların ekseriyetinin  tabi olduğu dört hak mezhep varlığını devam ettirirken, diğer hak  mezhepler kitap sayfalarında kalmaktan kurtulamadı.
 
 Bu imamlardan bazıları şunlardır; Amr el-Evzai, Süfyan-ı Servi, Ebu’l  Haris el-Leysi, Davud ez-Zahiri, İbn-i Cerir et-Taberi, Hasan-ı Basri  (rahmetullahi aleyhim ecmain). (Gülistandergisi-İsmail Mutlu)
 
 Mezhepler Arasındaki İhtilafın (Farlılığın) Sebebi?
 “Allah’a ve Onun kelimelerine gönülden inanan resulüne iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız. Buyrulur.(Araf 158)
 
 Ayette: Rasulullah size neyi getirdiği onu alın sizi neden sakındırdıysa ondan da sakının.( Haşr 7)
 
 : Deki Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz..( Ali İmran 31)
 
 
 Allah-u Zülcelal Hazretleri, Habib-i Ekremi (a.s.m.) hürmetine,  mezhepler arasındaki farklılıklar ile nihayetsiz rahmet ve kolaylık  kapılarını açtı. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde "Ümmetimin  ihtilafı geniş bir rahmettir." buyurmakla bu hakikati ifade etmiştir.  Evet bu hadis-i şerif her türlü olumlu farklılığı içine aldığı gibi,  mezhepler arasındaki farklılıkları da kapsar.
 
 Bazı âyet ve hadislerdeki kelime ve cümleler ayrı ayrı hükümleri  içermiştir. Bir tek sedefte birden çok inci bulunabilir. İşte  müçtehitler âyet ve hadislerin sedefindeki cevherlerde farklı görüşler  beyan etmiştir. Bu ise muhtelif kapıların açılmasına vesile olmuştur. Bu  ihtilaf ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylıktır. Cenâb-ı Hakk:
 
 "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez."
 
 Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi."
 
 "Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar (yani, hata  ile adam öldürmekte kısas icrasını ve günah işleyen azaların, pislik  değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklifleri kaldırır.)"
 
 gibi âyet-i kerimelerle şeri'at-ı Muhammediye'nin gayet derecede kolay olduğunu ifade etmektedir.
 
 Anlayış kabiliyeti ve algılama güçlerinin farklı oluşu: Ebu Zehra,  “İhvanussafa” adlı teşkilatın risalelerinde bu konuyla ilgili olarak  şunların zikredildiğini kaydeder: “Bir çok insan vardır ki, düşünme  kabiliyeti güzel, temyiz kabiliyeti çok hassas, tasavvuru süratli ve  zekidir. Yine bazıları da vardır ki, geri zekalı, kalbi kör ve  şaşkındır. İşte, alimlerin görüş ve mezheplerinde ihtilaf ediş  sebeplerinden biri de budur. Zira, insanların anlayış kabiliyetleri  farklı olunca görüş ve inançları da ona göre değişik olur” M.ebu zehara  mezhebler tarihi
 
 
 
 1-İhtilaf beşerin tabiatında vardır. Dolayısıyla insanın olduğu yerde  ihtilaf kaçınılmazdır. İnsanın mahiyetinde yer alan şehvet, gazap ve  akıl kuvvetleri ihtilafın temelini teşkil eder. Mesela, akıl herkeste  aynı seviyede olmadığından, ister istemez akıllar arasında farklı  görüşler çıkacak, yüksek idrak seviyesini yakalayamayanlar, bir takım  gerçekleri inkara yöneleceklerdir.
 
 2-Hz. Ademden beri insanlar fırka fırkadır. Her bir fırkanın farklı bir  yolu vardır. Her gurup kendi mesleğini beğenip, onu başkalarının gittiği  yola tercih eder.
 
 3-"Biz sizin herbirinize bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı... ayeti Maide, 48
 
 
 Bu bilgilerden sonra Mezhepler arasında ihtilaf gibi gözüken şeylere örnek vermek gerekirse:
 Mesela Hz. Peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına  taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber  (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (asm.)  efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi  imamı, İmam Azam Ebu Hanife hazretleri ile Şafii mezhebi imamı, İmam  Şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi  değerlendirirler. İmam-ı Azam hazretleri, “Peygamber (asm.) efendimizin  alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne  varırken; Şafii hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (ra.)  validemizin Peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır.  Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri  olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide  olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı  bir gerekçeye dayanmaktadır.
 
 Bir zamanlar gazete sütunlarından Müslümanlara meydan okurcasına sorulan  ve halen köşe bucak tekrarlanan bir soru vardır: “Hak bir olur; nasıl  böyle dört mezhebin ayrı ayrı, bazan birbirine zıt hükümleri hak  olabilir?”
 
 Bu soruya Bediüzzaman Said Nursi hazretleri özetle şu cevabı verir: “Bir  su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır. Önemli miktarda  su kaybeden bir hastaya su içmesi vaciptir, şarttır. Yeni ameliyattan  çıkmış bir hastaya zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer bir  hastaya kısmen zararlıdır; su içmek ona tıbben mekruhtur. Diğer  birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine de  ne zarardır ne de menfaattır. Tıbben ona mübahtır afiyetle içsin...  İşte burada hak taaddüt etti, birden fazla oldu. Beşi de haktır. “Su  yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” denilebilir mi?
 
 İşte bunun gibi İlahi hükümler mezheplere uyanlara göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her biri de hak olur, maslahat olur.
 
 Birbirinden farklı gibi görünen mezheplerdeki teferruat meselelerinin  hangisini ele alsak, imamların dayandıkları noktaların hak ve hakikat  olduğunu görebiliriz. Bu hususta İmam Şarani hazretleri “Mizan” isimli  bir eser yazmış, mezhep imamları arasında bir mukayese yaparak hangi  hükmü nasıl anladıklarını ortaya koymuştur.
 
 Mezhep imamları İslami meselelerde değil, uygulanış tarzında kendilerine  göre haklı sebeplerle ihtilaf etmişlerdir. Mesela abdest alırken başa  meshetmekte bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Ancak meshin tarzında ve  miktarında ihtilaf etmişlerdir.
 
 Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi  ruusikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da  çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”,  bazan “bazı” manasını vermek, bazan da “bitiştirmek” manasını vermek  için gelir. Abdest ayetinin “ruusiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’  harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan  farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.
 
 Bunun içindir ki İmam-ı Malik hazretleri: “Başa meshederken, başın  tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek  için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der.
 
 İmam-ı Ebu Hanife hazretleri ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir” der.
 
 İmam-ı Şafii hazretleri ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir.  Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam  olur” der. Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin hak yolda  oldukları, teferruattaki ayrılık gibi görünen hükümlerin bir ihtilaf  konusu olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar
 
 
 
 Dipnotlar:
 
 
 1.    Âl-i İmran Sûresi, 31.
 
 2.    Haşr Sûresi, 7.
 
 alıntı
 |