Konu Başlıkları: Sırat-ı mustakim ne demek
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 20Haziran 2008, 17:43   Mesaj No:1

Huzurİslam

Medineweb Sadık Üyesi
Huzurİslam - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Huzurİslam isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 9
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 762
Konular: 392
Beğenildi:19
Beğendi:0
Takdirleri:87
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Sırat-ı mustakim ne demek

Sırat-ı mustakim ne demek

İstikamet için, “orta yol”, “dosdoğru yol”, “pürüzsüz yol”, “adalet” gibi değişik ama birbirine yakın tarifler getirilmiş. Bu yolu Kur’an-ı Kerim, “göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu” (Şura, 53) ve “Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu”( Nisa, 69) olarak izah eder. Ve bu yol cennete çıkar.

Müminler her namazın bütün rekâtlarında fatiha-yı şerifeyi okur ve Allah’tan sırat-ı müstakime hidayet isterler. Bu yolu istikametle tamamlayanlar eşsiz saadet yurdu olan cennete varırlar. Sıratın altı cehennem. Hangi tarafa sapılsa o dehşet saçan azap beldesine düşülür.

Biz Rabbimizden sırat-ı müstakime hidayetimizi dilemekle, bu dünyada ömrümüzü istikamet çizgisinde geçirmeyi, yâni kıldan ince, kılıçtan keskin olan sıratı bu dünyada geçmeyi istemiş oluyoruz. Gerçekten de bu dünyada bütün işlerimizi, sözlerimizi, hallerimizi istikamet çizgisinde tutabilmemiz oldukça zor. Ama bu ince ve keskin yolu aşırılıklara sapmadan tamamlamadıkça da âhirette sıratı geçmemiz mümkün değil...

Sırat, cehennem üzerinde kurulmuş. Bizim bütün işlerimizin de önü cennet, altı cehennem gibi, hangi işimizi Allah’ın rıza çizgisinden saparak işlesek, günaha girmiş, isyana düşmüş oluruz. Bunlar ise dünyada cehennem habercileridir.

İstikamet, rıza beldesine götürür. Gerçek lezzet ve saadetin o ebedî yurduna ulaştırır.
İstikamet, her türlü aşırılıktan uzak olan orta yol. Dünyada mesut olmanın yolu da bundan geçmiyor mu? Bedenimiz bütün organlarıyla, kalbimiz bütün his dünyasıyla, hep istikamet üzere bulunmadıkça saadete ermemiz mümkün mü?

Gözümüz ne miyop olacak, ne hipermetrop. Tansiyonumuz ne yüksek olacak ne düşük... Beynimizi çalıştıran mekanizmanın elektrik akımı ne düşük olacak ne yüksek. Kalp atışlarımız belli sınırlar arasında gerçekleşecek. Vücut ısımız da öyle...

Yetmiş trilyon hücremizde gerçekleşen bunca faaliyetin hepsi istikamet üzere olacak ki biz, bedenimizle uğraşmayalım da başka işlerin peşinde koşabilelim. Aksi halde ömrümüz hep kliniklerde geçer.
...
Bir oyun, bir aldatmaca ile karşı karşıyayız. İçimizde bir düşman saklı. Bedenimize zarar veren her şeyi ânında hissettiğimiz ve çaresini bulmaya koştuğumuz halde, kalbimizi yaralayan, his dünyamızı çizgiden çıkaran, aklımızı tehlikeli sahalarda dolaştıran manevî hastalıklara karşı aynı hassasiyeti gösteremiyoruz. Daha kötüsü bunlar hoşumuza gidiyor. İşte karayı ak gösteren, zehiri zevkle yudumlayan bu gizli düşmanımız, nefis... İçimizdeki bu düşman, insî ve cinnî şeytanlarla işbirliğine girince ruhumuz sarsıntıya uğruyor, istikamet çizgisinden uzaklaşıyor. Halbuki bizim için asıl tehlike, dünyevî istirahatımızın bozulması değil, ebedî saadetimizin kaybolması. Ama, o nefis bunu ikinci plâna atıp berikini öne almayı becerebiliyor.

Biz bu durmak dinlenmek bilmez düşmanlarımıza karşı Rabbimize, bizi sırat-ı müstakime hidayet etmesi için niyazda bulunuyoruz. Bunun yolunun da ‘Ancak O’na ibadet etmek ve O’ndan yardım dilemekten” geçtiğini biliyoruz.
Düşünüyoruz da, bize karşı hata yapan bir dostumuzu affetmeyi bir türlü başaramıyoruz. Ona mutlaka karşılık vermek ve ondan acı bir intikam almak geliyor içimizden. Bu düşünce bizi şu hakikate ulaştırıyor: “Bez bir tek hissimizi susturamazken, bütün ruh dünyamızı nasıl düzene sokabiliriz. Bu ancak Rabbimizin ihsanı, keremi ve hidayetiyle olabilir. Her hissi ve duygusuyla ruhumuzun istikamet üzere bulunması, onun lütfu olmaksızın mümkün değil.”

İnanmak kalp için en büyük hidayet... İnanan kalp istikamet üzeredir. Mü’minin kalbi, mekândan münezzeh olan Rabbine yönelmiştir. Neye baksa onda İlâhî isimlerden bir tecelli görür. Kendisini o eserin yanına hayalen getirir ve “ikimizi de güzelce terbiye eden Allah’a hamd olsun” der. Sonra bu ikiye üçler dörtler, binler yüz binler eklenir. Ve kalp, âlemlerin Rabbine hamd ile teveccüh eder. Bu noktaya varan bir kalp neyi severse sevsin yine istikamet çizgisindedir. Allah’tan gâfil olan bir kalp ise mahlûkattan her neyi sevse, önüne bir gaflet perdesi daha eklemiş, Rabbinden biraz daha uzaklaşmış olur.

İşte bu sayısız mahlûkat ve hâdisat içinde istikameti kaybetmemek büyük bir meseledir. Ve bu ağır imtihan ancak Allah’ın hidayetiyle başarılabilir. Yoksa insan maddede boğulur, sebeplerde kaybolur ve mahvolur.

Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehl-i sünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.

Nur külliyatından İşârât-ül İ’caz’da, sırat-ı müstakimin, “şecaat, iffet ve hikmetin mezcinden ve hülâsasından hâsıl olan Adl ve adalete işaret olduğu” ifade edilerek şu açıklamalara yer verilir:

“Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Vasat mertebesi şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak sûretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir içtinap eder.”

İşte insan ruhundaki bütün kuvvelerin, duyuların ve hislerin böylece ifrat ve tefritten kurtulmasıyla insan istikametli bir mü’min olur.

Kalp iman ile hidayete erdi mi, sıra salih amele gelmiştir. İnsan amel âlemini, fiil dünyasını da hak çizgisinde tutacaktır ki gerçek istikamete erebilsin. Bakışı istikametli olacak, harama kaymayacaktır. Konuşması doğru olacak, her şeyi olduğu gibi anlatacaktır. Ne aşırı methe, ne de insafsızca kötülemelere lisanında yer olmayacaktır. Ticareti dürüst olacak, aldatmaktan, faizden, ihtikardan uzak kalacaktır. Bütün bunlar nefsin hoşuna gitmeyen şeyler. Zaten istikamet de nefsin gösterdiği yönün aksi değil mi?

İstikametin bir tarifi de, ahlâkın bütün şubelerinde aşırılıklarından uzak olan orta yolu tutmak.
Sahavet, yâni cömertlik güzel ahlâkın bir şubesi. Ne savurgan, ne de cimri olmayan insan bu ahlâka sahip demektir. Adalet bir başka güzel ahlâk. İnsan ne başkasına zulmedecek, ne de hakkını korumaktan âciz kalarak, muhatabının zâlim olmasına sebep olacaktır. Bir de insanın kendi nefsine zulmetmesi var. Kendisine verilen İlâhî emanetleri yerinde kullanmayan insan cehenneme girmekle nefsine zulmetmiş olur.

Güzel ahlâkın başta gelen bir şubesi de tevekkül. Sebeplere teşebbüs eden ve neticeye razı olan insan tevekkülün sırrına ermiştir ve istikamet üzeredir.
Bir mü’min, “bizi istikamet yoluna hidayet buyur” diye dua etmekle, Rabbinden istikameti bütün şubeleriyle yaşama talebinde bulunmuş olur. Ve bu duasına bütün mü’minleri de dahil eder.

Namazda bütün yüzler Kâbe’ye döndüğü gibi, bütün ruhlar da Kur’an’a uyacaktır ki cemiyet hayatı istikametini bulabilsin. “Bizi sırat-ı müstakime hidayet buyur” duasını Kur’an-ı Kerim’inde bize ders veren Rabbimiz, âhiret saadeti gibi dünya huzurunun da istikametten geçtiğine dikkatimizi çekiyor. Bu yoldan sapanların “Mağdup” ve “dallin” olacaklarını haber veriyor bize. Mağdup, Allah’ın gazabına uğramış, kahrına hedef olmuş insanlar. Dallin ise yanlış inançların esiri olmuş zavallılar. İkisinin de sonu azap, ikisinin de âkıbeti hüsran. Tefsir âlimlerimiz, mağdub grubu için Yahudiler, dallin için ise Hıristiyanlardır demişler? Bu beyanların ışığında karşımıza şu gerçek bütün berraklığıyla çıkıyor:

“Ne Yahudi, ne de Hıristiyan menşeli kültürler istikamet üzeredirler ve ne de bizi huzur ve saadete eriştirebilirler.” Geliniz batılılardan yüz çevirip hakka dönelim. Aksi halde, yanlış tercihimizin cezasını dünyada ahlâk buhranlarıyla, ruhî sıkıntılarla ve anarşiyle çekeriz; âhiretteki azabımız ise pek çetin olur.



Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Huzurİslam 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Yüreğimden Nağme-i Ç/alıntılar Şiirler ve Şairler HakikaT 3 2200 13 Ocak 2010 21:19
Sabr-ı Sükut/ medineweb.net Şiirler ve Şairler Mihrinaz 2 2418 13 Ocak 2010 21:12
Sen Bilme Beni, Ey Ebed Güzeli! Makale ve Köşe Yazıları dua dilencisi 3 2202 13 Ocak 2010 20:56
54.Haftanın Misafiri ''kocaklar'' Hafta'nın Misafiri Emekdar Üye 26 10428 10 Ocak 2010 19:32
Yâr Kucağı Makale ve Köşe Yazıları dua dilencisi 1 1934 08 Ocak 2010 23:08