Durumu:     Medine No :  15316   Üyelik T.:
18 Aralık 2011   Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek  Memleket:Kayıp bir Kentten    Yaş:45    Mesaj :
745 Konular:
145  Beğenildi:315 Beğendi:100  Takdirleri:3844  Takdir Et: 
	   Konu Bu  
				Üyemize Aittir!     |       Çanakkaleye Hitaben         Çanakkaleye Hitaben    Biz O gün Bulutlardan Yıldırım Sağdık 
O büyük destanın kaçıncı yılıydı bilemiyorum. Bir gün öğretmenimiz:   "Yarın Çanakkale Destanı'nı anmak için topluca İlçe'ye gideceğiz" dedi.   Nasıl da sevinmiştik. Ertesi günü sabah erkenden okul önünde toplandık.   İlçe'ye varmak için bir saate yakın yürümek gerekiyordu. Ne gam! Biz  ona  çoktan razı idik. 
Daha baharın gelmediği, leyleklerin henüz uğramadığı köyümüzden, hafif   soğuk bir Mart ortasında en güzel şarkılarımızı söyleyerek yola   dizilmiştik. İlçe'ye varana kadar şarkı söyleyecek, eğlene eğlene   gidecektik; ahh! ne kadar da güzel! Keşke devamlı Çanakkale Destanı'nı   kutlasak, diyorduk. 
Köyümüzden biraz ayrılınca öğretmenimiz Adil Bey'in sesi duyuldu: 
- Çocuklar etrafımda toplanın! 
Hep birlikte bir yandan yürüyor, bir yandan da öğretmenimizin ne söyleyeceğini merak ediyorduk. 
- Çocuklar, eğer benimle olmaktan sıkılmazsanız birlikte yürüyelim, ne   dersiniz? Hem bu arada sohbet etmiş, vaktimizi değerlendirmiş oluruz. 
Bu güzel çağrıya hepimiz isteyerek katıldık. 
Adil öğretmen hemen söze başladı: 
- Çocuklar şu anda nereye ve niçin gidiyoruz? 
Bunu bilmeyecek ne vardı ki? Hep birden cevap vermek için öne atıldık. 
- İlçe'ye gidiyoruz; orada Çanakkale Destanı'nı kutlayacağız. 
Adil öğretmenimiz bu cevaptan hoşlanmamıştı sanki; sorusunu devam ettirdi: 
- Peki Çanakkale Destanı deyince ne anlıyor-sunuz? 
Altmışa yakın öğrenci birbirimize bakıştık; sahi Çanakkale Destanı ne demekti? 
Arkadaşımız Kasım cevap verdi: 
- Çanakkale Destanı, kahraman Mehmetçiğin düşmanı yenip denize döktüğü   kavganın adıdır. Çanakkale deyince Malazgirt zaferi, yahut İstanbul'un   fethini hatırlıyorum. 
Öğretmenimiz: 
- Malazgirt bize Anadolu'yu, fetih ise dünyanın en güzel şehri olan   İstanbul'u kazandırdı. Çanakkale Destanı ile kazancımız ne idi? 
Yine herkes birbirinin yüzüne bakıştı. Böyle tuhaf soruları hiç   duymamıştık. Böylesi günlerde biz hep şarkı söyler, oyunlar oynardık.   Adil öğretmen, bu sıkıcı soruları nereden çıkarıyordu? 
Köyümüze geleli henüz iki ay olan öğretmenimiz Adil Bey'i ilk defa o gün   suratı asık ve üzgün gördüm. Bu karşılıklı konuşmaları Adil öğretmen   şöyle bitirdi: 
- Demek ki Çanakkale Destanı'nın mânâsı sizlere yeterince anlatılmamış;   çok yazık! Ama bu konuyu işlememiz, tarihin bu en büyük savunmasını en   doğru şekliyle öğrenmemiz gerekiyor. 
Bundan sonra Adil öğretmenimiz İlçe'ye kadar hiç konuşmadı; başı eğikti;   düşünceli ve durgun bir hâle bürünmüştü; hep beraber sessizce yürüdük. 
İlçe'ye vardığımızda toplantı yerinde Kaymakam Bey'in konuşması bitmek üzere idi; 
- "Sözlerimi bitirirken saygılarımı sunar, öğrencilerimizin gözlerinden öperim." 
"Şimdi huzurunuza sürpriz bir konuk çağıracağım. Kendisi, Çanakkale   Destanı'nı bir yerlerden okuyarak yahut duyarak değil, bizzat yaşayarak   görmüş olan bir şanlı Gazimiz. Aynı zamanda emekli bir öğretmenimizdir.   Cephede süngüsüyle düşmanla çarpışan bu kahraman Gazimiz, cepheden   döndükten sonra da hiç durmadan kalemiyle cehalete karşı savaşmıştır." 
"Bendeniz O'nun talebesiyim. O'nun teşvik ve yardımlarıyla okumuş birisiyim; bu yüzden kendisine ayrıca müteşekkirim." 
Kaymakam Bey Kürsüye gelen yaşlı Gazi'nin elini öptü ve mikrofonu kendisine teslim etti. 
Kürsüye uzun sakallı, kalın gözlüklü, yakasında İstiklâl Madalyası   görünen bir Gazi çıktı. İlçenin diğer okulları da gelmiş olduğu için   meydan bir hayli kalabalıktı. Yaşlı Gazi toplanan kalabalığa bir süre   baktı. Sağ cebinden çıkardığı mendiliyle alnında biriken ter   tomurcuklarını silerek konuşmaya başladı: 
"Evlatlarım! 
Önce hepinizin gözlerinden öperim. 
Çanakkale Destanı üzerine konuşmak, onu anlatmak bana öylesine zor   geliyor ki, tarif edemem. Vücudumu ter kaplıyor; her yanımda bir titreme   başlıyor. İçimdeki bir sesin bana şöyle haykırdığını duyar gibi   oluyurum. Çanakkale Destanı, malum kavgaların toplamından ibaret bir   tarih dilimi olarak anlatılamaz. Çanakkale Destanı belki de var   oluşumuzda yatan temel espirinin ta kendisidir. Eğer Çanakkale Destanı   olmasaydı, Milli Mücadele; Milli Mücadele olmasaydı, Milletimizin varlık   ve beka davası tartışma konusu olurdu. İşte Çanakkale Destanı'nı   anlatırken, beni zorlayan, ürperten ve iliklerime kadar işleyen bu   sestir. Sözün özü, Çanakkale Harbiyle oluşturduğumuz büyük Destan'a   saygıda kusur etmemek için zorlanıyorum. Herkes biliyor ki Çanakkale'de   bir Destan yazdık. Bu destanı anlatırken daha önce yazılmış nakilleri   sıralayıp dökmek belki tarih yazmak olabilir. Ama bir destan kavramını   anlatma ve izahta, yetersiz gibi geliyor. Hele konu sebeb-i varlığımızla   direkt ilgili Çanakkale Destanı ise, çok daha hassas olmak, bir ön  şart  olarak önümüze çıkıyor. Tarihi gerçekler zihnimde capcanlı  duruyor;  ancak bu destanın izahında sizleri rakamlar ve güç  dengeleriyle meşgul  etmeyeceğim. 
Çoğu zaman Çanakkale Destanı'na, Çanakkale Harbi yahut Çanakkale Zaferi   diyorlar. Elbette hiç kimse bunu kötü niyetinden yapmıyor. Ama şu bir   hakikattir; Çanakkale Destanı'nı Çanakkale Zaferi olarak isimlendirmek   belki de bilmeyerek onu küçültmek ve hafife almaktır. Hem zafer hem   destan olan bu muazzam hadiseye, niçin sadece zafer boyutuyla bakıyoruz   ki? Bunların hepsini içine alan bir destan kavramı daha doğru, daha   objektif bir adlandırma olmaz mı? Tarihimiz zaferlerle süslüdür.   Destanları da zengin bir milletiz ama, destanla zaferin ayrılması   gerekir. Bu çok önemlidir çünkü. Zira destanların zaferi konu almak gibi   bir mecbûriyetleri yoktur. Milletlerin tarihinde nice destanlar vardır   ki, sadece acı ve gözyaşını konu edinir. İşte bu ruhtur ki, o Milleti   ayakta tutan temel dinamikleri besler, hayat verir. Yeniden derlenip   toparlanmak için bir hayat iksiridir destanlar. Koca Milletin bir amaç   uğruna, topluca ettiği yemin gibi birleştirici ve yönlendirici vasfı   vardır destanların... Bu tarifler Çanakkale için de tam tamına   geçerlidir. İçinde acı, gözyaşı, cesaret, feragat ve fedakârlık dolu   eşsiz bir destandır Çanakkale. Belki hâlâ yeterince anlayamadığımız,   anlatamadığız ama bilmek zorunda olduğumuz bir büyük muammâ... 
Birinci Dünya Savaşı, Büyük Devletimiz Osmanlı İmparatorluğu'nu tarih   sahnesinden silme amacını taşıyordu. İttifak devletleri yaptıkları gizli   anlaşmalarda bunun plânını çoktan hazırlamışlardı... Ordumuz,   Trablusgarb ve Balkan savaşlarıyla bitkin bir halde idi. Askerin yeterli   iaşesi kalmamıştı. Devletin mali gücü her gün daha kötüye gidiyordu.   İnsanlar yorgun, gönüller kırgındı. İşte bu halimizle ve müttefikimiz   Almanya'nın, Osmanlı Bayrağı çekilmiş gemilerle Karadeniz'de Rusya'yı   bombardıman etmeleri bizi savaşa sokmaya yetti de arttı bile.   Başkalarının hazırladığı hain bir oyunda, can, cânân hele vatan feda   ederek görev almak ne acı. Birilerinin yaptığı yanlışı koca bir   imparatorluğu batırarak ödemek ne korkunç! Bu kavgada yüreğimize   saplanan hançer pas tuttu gayrı; yaramızsa hâlâ kanıyor. Kurallarını   müstevlilerin belirlediği bir kavgada şanlı imparatorluğumuz yokluğun   kucağına havale edildi. Bir değil, üç değil, beş değil tam dokuz cephede   savaş yaptık. Sönen ocakların sayısını sadece Allah biliyor. Bunu  tarih  en güzel biçimde elbette yazacaktır. 
Evet ben bu faciayı yaşadım ama olduğu gibi anlatamam. Çünkü duygular,   hisler heyecanlar, acılar kalıplara dökülüp anlatılamaz. Yine de sizlere   o destansı günleri yeniden yaşarcasına ve hitabetin el verdiği oranda   ifade etmeye çalışacağım. Haydi şimdi ben yaşadıklarımı anlatırken   sizler de o günleri tahayyül edin ve birlikte Çanakkale tepelerine doğru   Mehmetçiğin yanıbaşına uzanalım. İşte göreceklerimiz, işte müthiş   manzara; yıkılmış istihkâmlar, şarapnel parçaları ve düşen top   mermilerinin kazdığı, ağzını açmış ejderha gibi dehşet saçan korkunç   çukurlar. Karşı cepheden günlerce aylarca üstümüze bombalar yağıyor.   Siperler, şühedâ bedenleriyle dolu. Toz duman içinde ve insafsız bir   ateş yağmuru altındayız. Bombaların düştüğü yerden gökyüzüne kafa, kol,   bacak fışkırıyor. Bir yudum su veremediğimiz nice nice siper   arkadaşımızın bedeni göğe savrulup binbir parça et ve kemik halinde   tekrar yanıbaşımıza düşüyor. Az sonra yüzlerce kilo ağırlığında bir   bomba belki bizim de tepemize inecek. Ve artık hiç ölmemek üzere   şehidler kervanına biz de katılacağız. Yerimiz boş kalmayacak tabi.   Yedekler siperimizi hemen dolduracaklar; kurtuluş ihtimali sıfır;   zaferinse hayali de hayal... Destan Şairimiz o korkunç hâli kelimelerle   bakınız nasıl resmetmiş. Savaş hâlinin görüntüsünü nakış nakış nasıl   dokumuştur; 
..................................................  .................. 
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin; 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam; 
Atılan her lağamın yaktığı: yüzlerce adam. 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer... 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nameret eller, 
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller. 
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, 
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat îmân? 
..................................................  ....................... 
Evlatlarım! 
Büyük yazar yahut şair olmanın özelliği odur ki, büyük hadiseleri az ve   öz malzemeyle zihnimize bir nakkaş misâli işleyebilsin. Okumuş olduğum   beyitler, Cephemizin hâl-i pür melalini anlatmak için yeterli. 
Karşı cepheden atılıp üstümüze düşen top mermileri, mitralyözler, bomba   ve mermilerin görüntüsü Türkçemizin zengin ifade şekli ve tabi ki  şairin  anlatım gücüyle birleşince, Mehmetçiğin direnci kadar güzel  muazzam bir  eser ortaya çıkıyor. Dünü anlatan, bugüne ışık tutan,  yarına miras  kalacak olan harika bir eser... 
Evlatlarım! 
Anlatmaya çalıştığım sahneleri daha iyi kavramanız için bir hatırayı   nakletmek istiyorum. Yukarıda okumuş olduğum beyitlerin sahibi M. Âkif, o   yıllarda resmi bir görevle Berlin'e gitmiştir. Yâd ellerde hep   Çanakkale'yi düşünmektedir. Askeri ataşe olarak görev yapan arkadaşı   Ömer Lütfi Bey'e akşam sabah sorarmış: 
- "Çanakkale ne olacak?" 
Aldığı cevap acı ama gerçek: 
- "Fevkalbeşer bir hadise olmazsa Çanakkale'de yenilmemiz mukadderdir." 
Bu cevap karşısında Âkif anasını kaybetmiş bir yavrucağız gibi   hıçkırıklara boğulur ağlar, sonunda da bir yanardığın patlayışı gibi   haykırırmış: 
- "Cihan bir araya gelse Çanakkale geçilemez!" 
Aslında Âkif'in söylediği de doğrudur; arkadaşı Ö. Lütfi Bey'in   tespitleri de... Âkif haklı çıkmış, çünkü Cihan bir araya gelmiş ama   Çanakkale'den geçmeye yol bulamamıştır. Arkadaşı da haklıydı; çünkü   Çanakkale'nin geçilemeyişi fevkalbeşer bir savunma sayesinde mümkün   olabilmiştir. 
Aylarca zalim mermilere hedef yapılan yüzbinlerce Mehmetçik, binbir   parça olmuş bedenini siperine bırakıp çoktan terk-i dünya etmişlerdi.   Çanakkale nefes almıyor, Çanakkale yaşamıyordu artık... Savaş gemileri   onlarca milletten devşirilmiş "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne   belâ" topluluğunu taşıyordu. Boğaz al rengiyle, hayır hayır kan haliyle   akarken müstevliler, ölüsünden bile korktukları Mehmetçiğin yakınına   yavaş yavaş yanaşıyorlardı. Gemilerdeki korkunç ölüm topları üstümüze   çevrilmiş günlerce bombalayıp harabe mezara benzettikleri mevzilerimizde   bir kıpırtı gözlüyor, bir yandan ilerleme devam ediyordu. 
* 
Beri tarafta ise yediğimiz amansız darbelerle yaralı bir dev gibi oluk   oluk kan kaybediyorduk. Öyle ki çukurlarımız kan gölüne dönmüştü. Bu   büyük Millet, Çanakkale'yi destanlaştıracak muhteşem diriliş ve   kükreyişi de elbet yapacaktı. Bir vakti bekliyorduk. Dua ile karışık   sessizce terennüm ettiğimiz bir şey vardı; Az daha yanaşsınlar, az   daha... az daha... 
İşte tam o ânı, yine destan şairi yaşarcasına kelimelerle resmediyor: 
Şu anda cepheni görmekteyim ateş yağıyor; 
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor. 
Müsadenizle bu cehennemî harbi yaşayan biri olarak bu güzel ifadelere   bir yorum getirmek istiyorum. Bombalar, toplar, tüfekler üzerimize ölüm   yağdırsa da gerçekte bulutlardan yıldırımlar sağan bizdik. Gökte   bulutlara el kaldırıp yıldırımları avuşlarımıza alıp kalbimize gömdük.   Düşmanı mahvetmenin, kahretmenin başka bir yolu kalmamıştı çünkü.   Gökyüzünden yıldırımlar sağarak gönlümüzdeki sevdaya ateş verdik; ateş   verdik ki Çanakkale'de, harim-i ismetimize yan bakanları yakıp yok   edebilelim. 
(Çanakkale Gazisi sözün burasında duruyor. Sağ elini kaldırıp taaaa   uzaklarda meçhul bir noktayı işaret ederek benliğini sarsarcasına ama   hafif bir sesle okuyor) 
Nigâhı, bin bu kadar mesafeden kavuran 
Alevleriyle beraber o şeyle karşı duran 
Karaltılar nedir? Asker mi, taş mı, gölge midir? 
Huda rızası için geçmiyor gözüm bildir. 
Durun kımıldıyor gördüğüm hayaletler 
Bakın: ilerledi asker, Huda bilir asker. 
Nihayet siperlerimizden yanardağların püskürmesi gibi öylesine bir   dirildik, öylesine bir koştuk ki düşman üstüne; önce afalladı, şaşırdı;   sandı ki dağlar taşlar canlanmış, yüzbinlerce dev geliyor üstüne...   Öylesi devler ki, gözlerinden saçılan ateşlerin her bir kıvılcımı yıldız   olup vatan semasına çakılıyor; bulutlar rüzgarından dağılıyor; dağları   yerinden sallarcasına titretiyordu sanki. Deniz de cûşa gelmişti;  beşik  olmuş gibi iki yana fışkırıyor; kayalara çarpan kan rengi  köpükler göğe  savrulup etrafa saçılıyordu. Böylesi bir kükreyiş ve  teyakkuz karşısında  düşman elbette kaçacaktı; hem de ödü patlayarak;  hem de onbinlerce  ölüsünü boğazın derinliklerine bırakarak; hem de  kaçma telaşıyla  birbirini çiğneyerek; hem de ardına bakmadan... Üstelik  muazzam bir  hakikati kendi ağzıyla dünyaya ilan ederek: "ÇANAKKALE  GEÇİLMEZ!" 
Evet evlatlarım! dün olduğu gibi, bugün de yarın da ilelebet Çanakkale,   Türk Milleti'nin bir beldesi olarak kalacak ve aslâ GEÇİLEMEYECEKTİR.   Çanakkale'de tam 253 bin Mehmed'i kara toprağa verdik. Makberini bile   kazamadan... Kara toprağa verdiklerimizle elbet övünüyor değiliz.   Onlardan her biri ciğerimizden bir parça sökülüyor gibi hurûc ettiler.   Ama buna mecburduk. Millet olarak Çanakkalede şeref ve haysiyetimizi   korumalıydık. Bu memlekette, bir hane bile yoktur ki Çanakkale   sırtlarında en az bir yiğidini yahut bir yakınını feda etmemiş olsun. Bu   yüzden Çanakkale, Millet olarak kalbimizi, gönlümüzü, ruhumuzu   birleştiren kutlu bir mekândır. Çanakkale'de Mehmetçik, toprağı hamur   gibi yoğururcasına kanla besledi. Denize renk verircesine kanını sebil   etti. Artık Mehmed'in destanı yazıya geçirilecekti. Necid Çöllerinde   zafer haberini alan M. Âkif, ellerini kaldırmış şöyle duâ ediyordu. 
- "Allahım! Çanakkale Destanı'nı yazmadan canımı alma" M. Âkif, bu   destanı manzum olarak, en güzel, en beliğ şekilde yazdı. Ama yetmez!   Çanakkale'de her Mehmed'in ölüme koşuşu birer destan değil de nedir? O   halde önce bu destanlar külliyatını kayda geçirmeliyiz. 
Sevinciyle acısıyla önce gönlümüze nakşetmeliyiz bu destanı. Sonra   rüzgarlara, yağmurlara, çiçeklere, ağıtlara, türkülere, hıçkırıklara,   dualara, haykırış ve umutlara yüklemeliyiz. Nakış nakış, ilmik ilmik,   olduğunca saf, olabildiğince berrak. Sade ve samimi. Arı-duru; ama   sehl-i mümtenî dolu... 
"Çanakkale içinde vurdular beni 
Ölmeden mezara koydular beni" 
İşte destanlar böyle anlatılır; yürekler depreşmeden, deli sularca   akmadan gönlünüz, meramı nasıl vurgularsınız? İfade türünün hangi şekli   olursa olsun ama sözdeki mana sarsın benliğinizi. Yüreğinizi kavrasın.   Bizi bizden alıp Mehmed'in yanına götürmeyen, Çanakkale Tepelerinde,   Conkbayırı'nda, Seddülbahir'de gezdirmeyen kelâm boşa kelâm değil de   nedir? Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu savaş bize çok ama çok pahalıya   maloldu. Netice itibariyle koskoca bir İmparatorluk elimizden gitti.   Kaybettiğimiz toprak parçaları Avrupa'yı kaça katlar acaba hiç hesap   ettik mi? Şehidlerimiz arasında ne cevval ana kuzuları, ne değerli ilim   irfan sahipleri vardı, hiç düşündük mü? Sahi bu destanı kime karşı ve   niçin yazdığımızı kendi kendimize hiç sorduk mu? Çanakkale'de   kavgalımız, bir zamanlar İspanya karşısında çaresiz kalan İngiltereydi.   Diğer kavgalımız ise esir düşen kralını Türk yardımıyla kurtaran  Fransa.  Bacasından ağıt yükselen nice sönmüş ocaklarımızın müsebbibi  kuzey  komşumuzun hakkını(!) elbet saklı tutuyoruz. Eh geri kalanları  saymaya  bilmem gerek var mı? Çanakkale Destanı'nı iyi tahlil edip iyi  öğreniniz.  Ayrıca dün kıtlık çekirgesi gibi Boğazın mavi sularına kan  içmek için  üşüşenlerin torunlarına da, Çanakkale Destanı'nın mana ve  maksadı  anlatılmalı. Böylece yeni hatalara düşmesinler ki; bir  çılgınlığa  teşebbüs edebilecekler de "hafıza-i beşer nisyan ile  maluldur" tezine  sarılmasınlar. Çanakkale Destanı'nı yeni nesillere  öğretmek Türk  Devleti'nin şehidlerine vefa borcudur. Hayatlarını hibe  ederek geride  tertemiz bir vatan bırakan sayısız şühedâmızın hakkı  ödenecek gibi  değil. Destan Şairimizin diliyle şehitlerimize son görev  olarak şöyle  seslenebildik: 
Ey Şehid oğlu şehid, isteme benden makber, 
Sana ağucunu açmış duruyor Peygamber. 
Konuşmamın sonunda beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür eder, hepinizin bilhassa öğrenci yavrularımın gözlerinden öperim. 
---------------0--------------- 
Adını dahi bilmediğimiz bu yaşlı Gazi'ye güzel, veciz konuşmasından   dolayı dinleyicilerden öylesine bir sevgi ve saygı tezahürü yükseldi ki,   alkışları dindirebilmek için tam üç defa kürsüye çıkıp kalabalığı   selâmlamak zorunda kaldı. 
Bizler ise proğramdan sonra köye dönerken, Gazi amcanın anlattıklarını   düşünüyor, dinlediğimiz korkunç sahnelerden âdeta ürperti duyuyorduk.   Hele bir cümlesi vardı ki ben hâlâ anlayabilmek için dimağımı yoruyor,   tahayyülümü zorluyorum. 
"...Bulutlardan yıldırım sağdık..."
BİBLİYOGRAFYA 
(1) H. Basri Çantay, ÂKİFNÂME, A. Sait Mat. İstanbul, 1966. 
(2) C. Kutay, N. Çöllerinde M. Âkif.,  
(3) N. Peker, 1918-1923 İstiklâl Savaşı'nın İnebolu ve Kastamonu Havalisi 
(4) M. Âkif ERSOY, SAFAHAT, Haz. M. Ertuğrul DÜZDAĞ, (GİRİŞ) 
(5) ------, "M. Âkif Hakkında Araştırmalar 1" Fatih Yay. İstanbul, 1987. 
(6) Yılmaz TARTAN, İKİ DERSTE İSTİKLÂL MARŞI, DİB Yay. Ankara, 1998
      |