Durumu:     Medine No :  15316   Üyelik T.:
18 Aralık 2011   Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek  Memleket:Kayıp bir Kentten    Yaş:45    Mesaj :
745 Konular:
145  Beğenildi:315 Beğendi:100  Takdirleri:3844  Takdir Et: 
	   Konu Bu  
				Üyemize Aittir!     |       Ramazan Risalesi....         Ramazan Risalesi....    İkinci Risale olan İkinci Kısım 
Ramazan-ı Şerife dairdir   
[Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden  şeairin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu  ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. 
Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden “Dokuz Nükte”dir.]   
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ 
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ  
الْفُرْقَانِ      Birinci Nükte: Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin  birinci-lerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır. 
        İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı  Hakk’ın rubu-biyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı  şahsiyesine, hem nefsin terbi-yesine, hem niam-ı İlahiyenin şükrüne  bakar hikmetleri var. 
        Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: 
    Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halkettiği ve bütün enva’-ı nimeti o sofrada 
    مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle,  kemal-i rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade  ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin  ifade ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte  ise, ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı  Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz”  emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o  şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve  azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle  ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar insan ismine  lâyık mıdırlar?      İkinci Nükte: Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin  şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:  Birinci Söz’de denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının  getirdiği taamlar bir fiat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok  kıymetdar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak  nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi, Cenab-ı Hak hadsiz enva’-ı  nimetini nev’-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o  nimetlerin fiatı olarak, şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbabı ve  ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiat veriyoruz, onlara  minnetdar oluyoruz; hattâ müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve  teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede o  nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri  doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o  nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur. 
        İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve  umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünki sair vakitlerde mecburiyet tahtında  olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok  nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan  adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor.  Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok  kıymetdar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder.  Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin  kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki  yemekten memnuiyeti cihetiyle; “O nimetler benim mülküm değil. Ben  bunların tenavülünde hür değilim; demek başkasının malıdır ve in’amıdır.  Onun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir; bir şükr-ü manevî  eder. İşte bu suretle oruç, çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan  şükrün anahtarı hükmüne geçer.       Üçüncü Nükte: Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok  hikmet-lerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar, maişet cihetinde  muhtelif bir surette halkedilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen,  zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler,  fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam  hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler  bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne  kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine  şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun,  kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate  mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat  vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa  da tam olamaz. Çünki hakikî o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.      Dördüncü Nükte: Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı  cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, kendini hür  ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve  keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye  olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da  varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane, hır-sızcasına  nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar. 
        İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin  nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil, memluktür; hür değil, abddir. Emir  olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye  mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre  girer.      Beşinci Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve  serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok  hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefs-i insaniye gafletle kendini  unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki  kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevale maruz ve  musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten  ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtane  kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve  tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli  ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye  eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini  düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır. İşte Ramazan-ı Şerifteki  oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za’fını ve aczini ve fakrını ihsas  ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını  anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece  merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu  bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaa bir arzu  hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır.  Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…      Altıncı Nükte: Ramazan-ı Şerifin sıyamı, Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne  baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı  nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’an-ı  Hakîm, madem Şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş; o Kur’anın zaman-ı nüzulünü  istihzar ile o semavî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı  Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan tecerrüd ve  ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o  Kur’anı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı  İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem  (A.S.M.)dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki  Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve  kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’anın hikmet-i  nüzulünü bir derece göstermektir. 
        Evet Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne  geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin  kûşelerinde o Kur’anı, o hitab-ı semavîyi Arzlılara işittiriyorlar.  
Her Ramazan  شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ  
âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı  olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı uzmanın sair efradları, bazıları huşu’  ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir  vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tâbi’  olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkin ise  ve o mesciddeki cemaatın manevî nefretine ne kadar hedef ise; öyle de  Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o  âlem-i İslâmın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.      Yedinci Nükte: Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret  etmeğe gelen nev’-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok  hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mal,  bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on  sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı  Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin  herbir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyadedir. Ve  Leyle-i Kadir’de otuzbin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuzbin bâki  meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne  geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere  kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve  düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir  hasarette olduğunu anla!  
     İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir  meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılât için, gayet münbit bir  zemindir. Ve neşvünema-i a’mal için, bahardaki mâh-i Nisandır.  Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i  geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle  olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatına ve  malayani ve hevaperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef  olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut  âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hacatını muvakkaten bırakmakla,  uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek;  savmı ile, Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir. Evet Ramazan-ı  Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir  ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. 
        Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını  kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’an ile bin aydan daha  hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır. Evet nasılki bir padişah,  müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namıyla  veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram  yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususî  ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde  icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne  mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan yirmisekiz bin âlemin  Padişah-ı Zülcelal’i; o yirmisekiz bin âleme bakan, teveccüh eden  ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş.  Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve  bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem Ramazan o  bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşagılden insanları  çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün  duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye  dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, malayaniyattan  çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir. Meselâ: Dilini  yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak.  Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar  gibi şeylerle meşgul etmek… Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve  kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak  söz ve Kur’an dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç  tutturmaktır. Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona  ta’til-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba  ettirilebilir.      Sekizinci Nükte: Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: 
        İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve manevî bir perhizdir  ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda  keyfemayeşa hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar  verdiği gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta  manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç  gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana  biner. Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır;  riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zaîf mideye de,  hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez.  Ve emir vasıtasıyla helâli terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için  akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı  maneviyeyi bozmamağa çalışır. 
        Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa mübtela olur.  Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır.  Ramazan-ı Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise yirmidört saat devam  eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir  idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve  tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur. 
        Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar  çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz  zamanında ta’til-i eşgal etmezse; o fabrikanın hademelerinin ve o  cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder,  tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o manevî  fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı  dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten  unutturur. Ondandır ki; eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için  riyazete, az yemek ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı  Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki; sırf o fabrika için  yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine  bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler,  nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerifte  mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî  sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o  mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır.  Midenin ağlamasına rağmen, onlar masumane gülüyorlar.        Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum  rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek  cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: 
        Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet  istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o  damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin  firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını  gösterir. Abd olduğunu bildirir. 
        Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki:  “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab  vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.”  Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab  vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş:  اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ 
Yani: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”  
Risale-i Nur Külliyatından....
      |