Konu Başlıkları: Mezhepler tarihi 9.10.11.hafta
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 20 Aralık 2013, 05:45   Mesaj No:3

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1172
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Mezhepler tarihi 9.10.11.hafta

MEZHEPLER TARİHİ 11.HAFTA
İSMAİLİYYE
İsimlendirme Meselesi
ı) İsmailiyye:Altıncı İmâm Ca’fer Sâdık’tan sonra oğlu İsmail’i imâm olarak kabul ettiklerinden imâmlarının ismine nispetle İsmailiyye diye anılmışlardır.
ıı) Bâtıniye:Nasların zâhirî mânalarını kabul etmeyip, bunların gerçek anlamlarını ancak Tanrı ile ilişki kurabilen “masum imâm”ın bilebileceğini savunduklarından bu isimle anılmışlardır.
ııı) Karmatîyye/ Karamita:Kûfe’deki aşırı Şiî İsmâilî dâîsi Hamdan b. Eş’as Karmat’a nispetle bu adı almışlardır.
ıv) Ta’limiyye:Her türlü sır ve hakikatin ancak masum bir imâmın öğretmesi ile bilinebileceğini savunduklarından dolayı bu isimle anılmışlardır.
v) Seb’iyye:Birincisi, yedi devirli bir imamet sistemi kabul etmeleridir. Ayrıca Ca’fer Sadık’tan sonra Muhammed b. İsmail’i yedinci imâm olarak kabul ederler.İkincisi ise, yedili bir âlem tasavvurlarına inanmalarıdır. Onlara göre kainat yedi kattır, gezegen sistemi yedidir, haftanın günleri yedi günden oluşmaktadır.
Bunlardan başka “Sabbahiye”; “Fâtımiye”;“Melahide ve Zenadıka”“Mezdekiyye, Babekiyye ve Hürremiyye”;“Muhammira” gibi lakaplarla isimlendirilmişlerdir.

İsmailiyye’nin Teşekkül Süreci
Emeviler ve sonrasında Abbasiler devrinde büyük baskı ve zulüm gören Ali oğulları, bazı gizli faaliyetlere ve sonrasında isyanlara girişmişlerdir.İsmaililiğin doğuşunda iktisadi sıkıntıların, eski kültürlerin ve iktidar çekişmelerinin büyük bir rolü vardır.
Öte yandan İsmailiyyenin teşekkülünde asıl etkili olan unsurun Şia içerisindeki siyasî ayrışma olduğu kabul edilir. İsmailiyye ve İmâmiyye’nin altıncı imâmı Ca’fer Sadık, hayatının son yıllarında büyük oğlu İsmail’i kendinden sonra imâm olarak tayin etmişti. Ancak Ca’fer Sâdık’ın ölümü sonrasında, Şia’nın ana gövdesi zamanla Ca’fer’in diğer oğlu Mûsâ Kâzım’ın imâmetinde birleşmiştir. Bunun böyle olmasında etkili olduğu kabul edilen bazı sebepler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında İsmail’in babasından üç yıl önce vefat ettiği rivayeti önemli bir yer tutar.
Sayıca az olan bir topluluğa göre İsmail, gerçekte ölmemiş, takıyye gereği ölmüş gibi görünmüştür. Onlar İsmail’in bir müddet sonra geri döneceğini (rec’at) ileri sürdüler.Bu fırkaya "Halis İsmâilîler" denildi. Diğer grup ise İsmail’in öldüğünü kabul ederek, Ca’fer Sadık’ın vefatından sonra imâmetin İsmail’in en büyük oğlu Muhammed’e geçtiğini öne sürdü. Bunlara İsmail’in lakabı ya da kölesi Mübarek’e nisbetle “Mübârekiyye” adı verildi.
Fırkanın teşekkül sürecinde İsmail’in yakın dostu olan Ebû’l-Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb el-Esedî önemli bir rol oynamıştır. Bu şahsa tabi olanların oluşturduğu gruba “Hattabiyye” denilmiştir. Ebû’l-Hattâb’tan sonra hareketin başına Meymûn el-Kaddâh ve oğlu Abdullah geçdi. İsmailiyye’nin asıl kurucuları olarak kabul edilen bu şahıslar, eski Orta Doğu dinleri ile yeni Eflatuncu felsefeden faydalanarak Batınîyye’nin inanç yapısını kurdular. İsmail b. Ca’fer’in ölümünden sonra, Mübârekiyye ve Hattabiyye grupları, İsmailî çizginin ana bünyesini oluşturdular.
İsmailiyye’nin Tarihçesi
Genel olarak İsmâilîler, Ca’fer Sadık’ın tayini ile oğlu İsmail’in imâmetini, onun vefatıyla da Muhammed b. İsmail’in imâmetini kabul ederler. Ancak Muhammed’in ölmesinin ardından İsmâilî hareket yaklaşık bir buçuk asır süren bir gizlilik dönemine girmiştir. İsmâilî kaynakların verdiği bilgiler dikkate alındığında, gizlilik devrinde, kesintisiz bir imâmet silsilesinin devam ettiği kabul edilmektedir.
İsmâilî imâmlar Abbasî baskısından çekindikleri için, mezheplerini merkezden uzak yerlerde yaymaya çalıştılar.Küfe, Basra, İran, Yemen, Bahreyn, Kuzey Afrika’ya gönderilen propagandacılar (dâîler), mezhebin görüşlerini yaymaya çalıştılar.
Yemen’e gönderilen İbn Havşeb ve Ali b. el-Fadl, Yemen’in büyük bir bölümünü ele geçirerek iki ayrı devlet kurmayı başardılar.Ebû Said el-Cennâbî ve oğlu Ebû Tahir el-Cennâbî, Bahreyn’de Karmatî devletini kurdular.
On birinci imâm Ubeydullah, oğlu Kâim ile birlikte Sicilmâse’ye gelip 297/909’da Mehdî olduğunu ilan ederek Fâtımî devletinin temellerini attı.İsmâilîler, Kahire’de el-Ezher medresesini kurarak pek çok dâî ve ajan yetiştirdiler. Fâtımîler, kısa bir zaman içinde Kuzey Afrika, Sicilya, Mısır, Suriye, Hicaz ve Yemen’e kadar hâkim oldular.
a) Musta’liye Kolu
Bu isim, Fâtımî halifesi Mustansır’ın küçük oğlu Musta’lî Ebu’l-Kasım Ahmed’e nispetle verilmiştir.Fâtımî Devleti Mısır’da Eyyûbiler tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra, Musta’lîler merkezlerini Yemen’e taşımışlar daha sonra Yemen’den giden dâîlerle Hindistan’a atlayan Musta’lîler, Hindistan’da önemli bir taraftar edindiler. Bugün, Hindistan’da "Bohra" (Bohora) adıyla tanınan oldukça önemli bir topluluk durumundadırlar.
Musta’lî İsmâîlîlerin başı, “dâî mutlak” denen baş dâî’dir.Musta’lîleri, Dâvudî ve Süleymânî şeklinde ikiye ayırmıştır. Dâvudîlerin merkezi Hindistan, Süleymânîlerin merkezi ise Yemen’dir.
Eğitim ve okullaşmaya büyük ehemmiyet veren Bohraların eğitim düzeyleri oldukça yüksektir.Kapalı bir cemaat halinde yaşamaktadırlar ve kendilerine mahsus camileri vardır. Yalnız kendi aralarında evlenirler ve Hindûlarla temas etmezler. Güney Arabistan, Basra Körfezi, Doğu Afrika, Burma ve İspanya’da az sayıda Musta’lî İsmâîlîsi yaşamaktadır.
b) Nizâriyye Kolu
Fâtımî Halifesi Mustansır’ın büyük oğlu ve geleneğe göre imamet ve hilafete daha layık olan Nizâr’a mensup olanlardır.Hasan Sabbah’ın İran’da tesis ettiği fedâî teşkilatıyla, İsmaililiğin İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da yayılması sağlanmıştır. Özel olarak yetiştirilen fedâîler İslam dünyasında terör estirmiştir.Nitekim Selçuklu veziri Nizamülmülk bu fedâîlerce öldürülmüştür.
Hülagu’dan sonra daha çok İran Azerbaycan’ında kalan Nizârî İsmailîler, tasavvufî bir görünüm altında varlıklarını sürdürmüşlerdir.İsmailiyye fırkası, Ebu Yakub es-Sicistânî, Nasır Hüsrev, Ebu Bekir er-Râzî, Hamiduudîn Kirmânî gibi büyük bâtınî-İsmâilî filozoflar yetiştirmişlerdir.
Bugün dünyanın farklı ülkelerinde yaşamakta ve yaklaşık 20 milyon kadar nüfusa sahiptirler.Nizârî İsmâîlîleri, Hindistan’da "Hocalar" Suriye’de “İsmâîliyye”, İran’da “Ağa Han Müridleri”, Afganistan’da “Ali-İlâhîler”, Orta Asya’nın doğu bölgesinde ise “Mollalar” olarak tanınmaktadırlar.
İsmailiyyenin Görüşleri
a) İmâmet, Velayet ve Nübüvvet
İmâmet, bütün Şii fırkalarda olduğu gibi İsmailiyye’de de en mühim iman esasıdır. Bu esas yerine getirildiği takdirde diğerlerinin bilgisine ulaşmak mümkün olur.
Velayet Kalbî ibadet demek olan velayet, özellikle Hz. Peygamber ailesine karşı muhabbet beslemek ve onları hidayet nuru ve hakikat rehberi tanımak, dolayısıyla zamanın imâmını sevmek ve ona bütün gönlüyle bağlanmaktır. İmâmın dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşman olmak velayetingereklerindendir. Velayetin bir bütün olması dolayısıyla, Allah, Peygamber ve imâmlara itaatve onlara bağlanmak kesinlikle birbirinden ayrılmaz.
İsmailiyye’ye göre her Peygamberin bir vasîsi vardır ve onların ilmi vasîye emanet edilmiştir.Hz. Muhammed’in vasisi de Ali’dir. Bu anlayışları doğrultusunda onlar şahadet kelimesine "Ali, Allah’ın velisi ve Nebinin vasisidir." ibaresini eklemiştir.
Onlara göre Ali’nin imâmeti sadece Hz. Peygamberin hadisleri ile değil, bizzat Kur’an’ın açıklaması ile de sabittir. Nitekim “Allah semaların ve arzın nurudur” (Nur 24/35) ayetinde “semalardaki nur” ile Allah’ın hidayeti, “yerdeki nur” ile de insanların hidayete ulaşmasına vesile olan imâm kastedilmektedir.
İsmâilîler, Allah’ın nurunun Hz. Peygamberden itibaren sırasıyla imâmlara intikal ettiğini kabul ederler. Böyle bir anlayış imâmlara insan üstü bazı vasıfların atfedilmesine imkan tanımış ve bu konuda hulul inancına varan bazı görüşlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
İsmailiye’ye göre Hz. Peygamber, vahyin zahirini tebliğ etmiştir. Bunun batınını ise, içinde yaşanılan toplumun sosyal, kültürel ve siyasî şartları dikkate alınarak imâm tarafından inananlara irşad edilmektedir. Bu anlamıyla vahiy kesilmemiştir. Bu özelliği sebebi ile imâm, gerekli gördüğünde şeriatın bazı kanunlarını değiştirme veya tamamen ilğa etme salahiyetine sahiptir. İsmailî imâmet anlayışına göre, her “Natık”ın, yani peygamberin bir “Samit”i vardır. Natık kendisinden önceki Natık’ın mesajının yerine geçecek yeni bir ilahî mesaj getirirken, Samit bu ilahî mesajın bâtınî anlamını bilir. Böylece nübüvvet zâhir ile alakalı iken, imâmet bâtın ile alakalı olmaktadır. Ayrıca nübüvvet, imâmetin varlığını önceden gerekli kılmaktadır.
İsmâilî düşüncede tarihî süreç dikkate alındığında bazı değişikliklerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Başlangıçta “yedi imâm inancı” benimsenmişken Fâtımî Devletinin kurulması ile birlikte –zorunlu olarak- imâmların sayısının yediden fazla olduğu kabul edilmiştir. Yine başlangıçta gaybet ve Mehdî inanışları varken devletleşme süreci sonrasında “Mehdî” veya beklenen “Gaib İmâm” düşüncesi terk edilmiştir. Fâtımî devletinin kurulması ile beklenen mehdi anlayışı, yerini “Kaim” imâm anlayışına bırakmıştır. Devletin başına geçen her hanedan üyesi Kaim İmâm olarak isimlendirilmiştir.
b) Aşırı Yorum ve Zahir-Batın Ayrımı
Onlara göre hakikate ulaşmanın tek yolu zahiri mananın bâtınî manaya tevil edilmesi, yani yorumlanmasıdır.Zâhir, Kuran’ın açık anlamını bilmek ve şeriattaki yükümlülükleri yerine getirmek gibi hususlardan oluşurken; bâtın, Kuran ve Şeriat’ın gizli, gerçek manasını bilmekten ibarettir. Onlara göre peygamberler vahiy almak suretiyle dinin zâhirî yönünü ortaya koyarlar, peygamberin vasîsi olan imamlar da te’vil ilmi ile zâhirin bâtınî manasını açıklarlar.Bu fırka mensuplarına “Batıniye” adının verildiğini unutmamak gerekir.
c) Sayıların Kutsallığı ve Yedi Devir İnancı
İsmailiyye mezhebi, büyük ölçüde “yedi” sayısının taşıdığına inanılan kutsallık vasfı üzerine bina edilmiştir. İlk İsmâilîlere göre insanlığın dinî tarihi yedi devirden müteşekkil olup her bir devir, şeriat getiren bir peygamberle başlamaktadır. Bunlar, Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Muhammed b. İsmail’dir. Bunların her birine “Natık-konuşan” adı verilir. Bu
natıklardan her biri kendi devirlerinin şeriatının batınında gizli olan hakikatleri tevil ve yorumlaması için bir vekile sahiptiler.
Her devrin yedinci imâmı bir sonraki devrin natıkı makamına yükselirdi. Getirdiği yeni şeriat ile bir önceki devrin natıkının şeriatını nesh ederdi. Bu durum sadece tarihin son dönemi olan yedinci devirde farklıydı. Hz. Muhammed ve İslam’ın devri olan altıncı devrin yedinci imâmı, İsmâilîlerin ölümünü inkâr ederek Kaim Mehdi olarak zuhur edeceğini bekledikleri Muhammed b. İsmail’di. Yalnızca o, son imâm olarak natık ve esasın vasıflarını kendisinde birleştirecektir. Muhammed b. İsmail, İslam’ın yasalarını yürürlükten kaldırarak yedinci ve son devri başlatacaktı; ancak o yeni bir din getirmeyecektir. Ayrıca her bir Samit’in yedi tane “Huccet”i vardır ve huccetleri sıradan tebliğciler olan “Dâî”ler takip etmektedir.

1) İnanç Esasları Açısından Nizarî-Musta’li Mukayesesi
İman, İman esaslarına ek olarak zamanın imâmını bilip tasdik ederek emrine teslim olmak, Allah’ın kullarına emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, imâma itaat ve emirlerini kabul etmektir.İsmâilîlere göre iman ile İslam ayrı şeyler olup, İslam ikrar, iman ise ikrar ve marifetten ibarettir.
İsmâilîlere göre Allah’a inanmak, bir iman esasıdır.Onlara göre Allah’ın var olduğunu söylemek O’nu varlık cihetiyle mahlukata benzetmek anlamına gelecektir. Yine O’nun için yoktur demek de varlığını inkar etmek anlamına gelecektir. Bu konuda sessiz kalmak en doğru yoldur.
2) İbadetler Açısından Nizarî-Musta’li Mukayesesi
İsmâilîler’e göre İslam yedi esasa dayanır. Bu esaslar sırasıyla velayet, taharet, namaz, zekât, oruç, hac ve cihattan ibarettir.
ı) Velayet:Musta’liler, “Lâ ilahe illallah Muhammed resulullah ve Aliyyun veliyullah ve vasiyyu’n-Nebî" Nizârîler ise velayeti imamı tanıma ve ona itaat etmek şeklinde anlamışlar, diğer inanç esaslarını bu marifete bağlamışlardır.
ıı) Taharet:Musta’lîlerde abdest, Sünnîlerdeki gibidir. Nizariler ise tahâreti, âdet ve örften geçmek; zahire uyanlardan kendini korumak şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre abdest, imam’ı tanımaya (marifet) dönüş, gusül de ahdi yenilemektir.
ııı) Namaz:Müstalîler, günde üç vakit namaz kılarlar. Sabah namazı güneşin doğuşundan önce kılınır. Öğle namazı ile ikindi namazı öğle vaktinde, akşan ile de yatsı namazı akşam vaktinde birleştirilerek kılınır. Namazlardan sonra Hz. Muhammed, Ali, Fâtıma ve imâmların isimleri zikredilir.Kendilerine mahsus “cemaathane” adını verdikleri camileri vardır. Cemâathâneye girdiklerinde üzerlerindeki elbiseyi çıkararak özel cübbemsi bir elbise giyerler. Cemâate devamsızlık para cezası ile cezalandırılır. Cuma günleri Cuma namazı kılmaz ve hutbe okumazlar.
Nizârilerde ise namaz, imam’ın bilgisine ve gerçek dine ulaşmaktır. Dua adı verilen namazların bir kısmının mutlaka cemaathanede edası gerekirken, diğer bazı duaların da evde münferiden yapılması mümkündür. Bu dualar; sabah, akşam, yatsı veya gece dualarıdır. Namaz ya da dua, Gucarat dilinde yapılır. Cemaat’e namaz esnasında ibadete nezaret eden ve muhî ismi verilen bir çocuk gerekli duaları çevresindekiler duyacak şekilde okur, onlar da bunu tekrar ederler. Dualar oturarak yapılır, imâmın ismi anıldığı zaman secde edilmesi gereklidir. Secde, Kerbelâ toprağından yapılmış bir mühür üzerine yapılır. Namazda Mekke’ye yani kıble yönüne dönülmez. Onlara göre kıble, herkesin kendi “hüccet”ine yüzünü dönmesidir, hüccet ise yüzünü sadece imama döndürür.
ıv) Oruç:Musta’lîler Ramazan ayında otuz gün oruç tutarlar. Ayrıca her ayın ilk ve son Perşembesi ile ortasına rastlayan Çarşamba günleri de oruç tutarlar. Nizârilerde Erken dönem oruç, sır saklamak ve sırrı ifşa etmemek anlamında yorumlanmıştır. Ancak günümüz Nizârileri, Ramazan ayında sadece bir gün oruç tutarlar. Ramazan’ın yirmi birinci gecesi oruca başlanır ve ertesi gün öğle vakti bitirilir. Bununla birlikte onlar, Ramazan ayının hepsini kutsal sayarlar.
v) Zekat:Nizarîler, zekatı, imama inanmaktan sonraki en önemli esas kabul ederler.Nizâriler, zekat olarak toplanan bütün meblağın imâmın şahsına ait bir hak olduğunu ve bunu imâmın
dilediği şekilde harcayabileceğini kabul ederler.Genel olarak 1/10 olan zekât nispeti, son zamanlarda 1/8’e kadar yükseltilmiştir.Buna göre her kameri ayın ilk günü zekât, imâma yahut temsilcisine verilmelidir.Müstalilerde ise zekat, dâîler tarafından toplanır ve cemaatin işlerinin görülmesi için Dâî Mutlak’a teslim edilir.
vı) Hac:Nizârilerin anlayışına göre hac, dönemin imâmını ziyaretten ibaret sayılmaktadır.imâmın bulunduğu mekan aynı zamanda hac ibadetinin yerine getirildiği mekan olarak kabul edilmiş
ve öylece uygulanmıştır.İsmâilîlerin kalabalık gruplar halinde Kerbela ve Necef’i ziyaret ettikleri de görülmektedir.Müsta’lîler Kabe’yi ziyaret etmek suretiyle haccetmektedirler.
vıı) Cihat:Günümüz Nizârilerinde cihat, kişinin kendisi ile mücadele etmesi, doğru yolda kalabilmesi için nefsiyle savaşmasıdır.Musta’lîlerde cihat ise gerçek anlamını koruduğu görülmektedir. İmâm veya Dâî Mutlak’ın gerekli görmesi durumunda cemaate mensup bütün Bohraların nefisleri, malları ve hayatları ile cihat etmeleri onların üzerine farz kılınmıştır.
Pek çok meselede İmâmiyye fıkhına yakın olan İsmâiliyye fıkhı mut’a nikâhını kabul etmeme, vârislerin izni olmadan bir başka vârise yapılan vasiyeti hükümsüz sayma gibi konularda İmamiyye’den ayrılmaktadır.

İsmailiyye’de Davet Metodu
İsmailî/Bâtınî dâîler, insanları kandırmak için dokuz basamaklı bir metot takip etmişlerdir.
1) Rızk(yemleme), ve Teferrüs(avlama),: Mezhebin inançlarını yaymakla görevli olan dâînin zeki, ileri görüşlü, anlayışlı, sağlam duygulu, bir kimsenin dış görünüş ve fiziki yapısına baktığında içindekilere de hakim olabilen kabiliyette olması lazımdır. Dâîler üç hususta usta olmalıdır. Mezhebe davet edilmesi istenen kişilertelkinleri gerçekten mi kabul ediyor yoksa kabul eder gibi mi gözüküyor, ayırt edebilmelidir.İkinci özelliği ise, zâhir manaları batıl manalara döndürmede kıvrak zekalı, çabuk kavrayışlı olmalıdır. Üçüncüsü ise, herkesi aynı yola çağırmamak gerektiğini bilmelidir. Eğer takvaya, ibadete, itaate meyyal ise boyun eğmeye davet edilmeli; şehvete, eğlenceye, ciddiyetsizliğe meyyal ise, ona ibadetin aptallık olduğu söylenmelidir.
2) Te’nis: (alıştırma) “Davet edilecek olan kişilerin yaptığı veya yapmak istediği iyi işleri tesbit ederek, o kişinin gözü önünde bunlara uygun hareket etmektir. Davet edilecek kimsenin şeriatında bulunan bir işi, ibadeti onun göreceği şekilde yapmaktır.
3) Teşkik: (şüpheye düşürme) “Te’nis basamağından sonra dâînin daveti kabul eden kişinin samimi olarak bağlandığı hususlardaki inancını sarsacak şekilde değiştirmeye gayret etmesi demektir. Bunun yolu da anlaşılması kolay olmayan hususların hikmetlerini, ayetlerden müteşabih olanların ve belli bir mana ifade etmeyenlerin hikmetini sormakla işe başlamaktır. Huruf-u Mukattaa’nın manalarını sorar, bunların öylesine gelmediğini, altlarında gizlenmiş manaların olabileceğini söyler ve kişiyi bu konuda düşünmeye sevkeder.
4) Ta’lik(boşlukta bırakma): “Dâî, şüphe uyandırdığı konularda, açıklamasının istendiği zaman ağırdan alır, kişiyi ortada bırakır ve işi sandığından daha büyük gösterir. Kişiye acele etmemesini, onu hazır bulduğu zaman sırları açıklayacağını söyler. Onun haline bakar, eğer önem vermiyorsa bırakır, peşinden geliyorsa ona bir vakit tayin eder.
5) Rabt(bağlama): “Diliyle hiçbir zaman bozamayacağı, bozmaya cesaret edemeyeceği en ağır yemin ve en büyük ahidlere bağlamasıdır.”
6) Tedlis(hile yapmak): “Yemin ve ahd almanın pekiştirilmesinden sonra sırları ona bir defada açmaz. Tedrici hareketi benimser ve şu hususlara dikkat çeker: ilk önce sadece mezhebi hatırlatmaya, daha ileri gitmemeye itina eder. Akla itimat ederek Allah’ın temiz kulları olan imâmlara uymaktan geri durmamasını tembihler. Sonra Kur’an’ın zahirini iptal etmek için bazı hileli sözler söyler, sorular sorar.Ehl-i Beyt’e olan sevgisini izhar eder.
7) Telbis(kafasını karıştırmak): “Kişiye önce halkın inancına uygun, kolaylıkla kabul edeceği şeyler söyler, sonra bunlardan batıl neticeler çıkartırlar.
8) Hal’(ayırmak) ve Selh(soymak): “Davete icabet eden kişiye, şer’i sınırlamalar ve tekliflerin terki noktasına ulaştıklarında, “sen, artık hal’ derecesine ulaştın” derler. Hal’ amelle ilgilidir, selh ise itikatla ilgilidir. İnancı kalpten söküp atmaya selh derler ve bu rütbeyi “en büyük varış” diye isimlendirirler.”
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla