Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:47   Mesaj No:8

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

8. HAFTA

DİNİ TECRÜBENİN ANLATIM ŞEKİLLERİ
1. SUBJEKTİF DİN VE OBJEKTİF DİN:
Din ve toplum ilişkileri bağlamında ele alınması gereken konulardan birisi de, dinin ferdin işi mi yoksa toplumun işi mi olduğu tartışmasıdır. Bazı psikologlar dini tamamen ferdi bir olay olarak algılamaktadırlar. Bunlara göre din;
her şeyden önce ferdi yani, öznel ya da sübjektif bir gerçekliktir.
Batı’da özellikle Protestan ilahiyatçı ve filozofların etkisiyle güçlenen bu eğilim; Hıristiyanlığı Katolik kilisesinin genel yorumlarından kurtarmak için bu yola başvurmuştur.
Bunlara göre Papa’nın yorumlarına gerek yoktur, her Hıristiyan İncili kendi dilinde okuyup anlayabilir. Bu noktaya aşırı vurgu dinde sübjektivizm denen bir akımı ortaya çıkarmıştır. Protestan ilahiyatının ya da sübjektivizmin ana sloganı; din bir vicdan işidir, şeklindedir. Bu anlayışa göre, herkes dini kendine göre anlamalı ve yaşamalıdır. Dinle ilgili herkesi bağlayan genel hükümler olmamalı ya da en asgari seviyede olmalıdır. Batı’da özellikle 18. ve 19. Yüzyıllarda etkili olan dini sübjektivizm akımının Türkiye’ye de etkileri olmuştur. Özellikle Cumhuriyet’ten sonra dinin bir vicdan işi olduğu noktasına çok vurgu yapılmıştır.
XX. Yüzyılın başlarından itibaren dine tek bir açıdan bakan yukarıdaki anlayış terk edilmeye başlanmıştır.
W. Schimidh ve Rudolf Otto gibi din uzmanlarının çalışmalarıyla dine objektif bakışın da gerekliliği ortaya konmuştur. Bunlara göre din, sadece ferdi değil, sosyal
yani nesnel ya da objektif bir gerçekliktir.
Sistematik din sosyolojisi yukarıdaki iki görüşü de yetersiz bulmaktadır. Yani, bazı psikologların öne çıkardığı dini sübjektivizm de yetersizdir, bazı sosyologların öne çıkardığı dini objektivizm de yetersizdir. Max Weber ve joachim Wach gibi kimselerce temsil edilen bu anlayışa göre dinin, hem sübjektif yönü hem de objektif yönü vardır.
İkisi birbirine irca edilemezler. Din, psikolojik bir gerçek olarak ferdi alakadar ettiği gibi, sosyal bir gerçek olarak da toplumu alakadar etmektedir. Kaldı ki, dinin sübjektif boyutuyla objektif boyutunu birbirinden tamamen ayırmak da mümkün değildir. Çünkü ferdi gibi duran bir dini unsur bir anda toplumsallaşabilir. Toplumsal gibi duran bir dini unsur da aynı zamanda ferdileşebilir.
Sübjektif Dini Tecrübenin Objektifleşme Süreci:
Dinin başlangıcı genellikle tek bir fertle olmakta daha sonra topluma mal olmaktadır. Bunun için bir sürecin yaşanması gerekir. Din sosyolojisinde bu süreç dini tecrübenin sübjektiflikten objektifliğe çıkması süreci’dir.
Din sosyolojisi genel olarak dini; korkutucu ve büyüleyici bir sır olarak kabul etmektedir. İşte bu korkutucu ve büyüleyici sır bir fert tarafından tecrübe edildiğinde ya da yaşandığında din, sübjektif olarak başlamış olur. Bu ilk aşamada dinle ilgili kutsal
değerler oluşmaya başlar.
İkinci aşamada dini ve dini kutsalları yaşayan fert, bu tecrübesinden emin olur yani bu tecrübeler aralıklarla tekrar etmeye başlar. Böylece din ferdin sübjektif dünyasında bir gerçek olarak idrak edilir.
Üçüncü aşamada sübjektif bir gerçeklik olarak idrak edilen din, diğer insanların tecrübesine açılır. Onlardan
da bu korkutucu ve büyüleyici sırrı yaşamaları istenir.
Buna dine davet de diyebiliriz. Bu davet, bazen diğer insanlar tarafından reddedilir bazen de kabul edilir.
Davet reddedildiği zaman din sübjektiflikten objektifliğe geçmemiş olur. Din, en az bir kişi tarafından kabul edildiği zaman ise, sübjektif alandan objektif alana geçmiş olur. Artık bu dini tecrübeyi birden fazla insan yaşamaktadır. Onlara yenileri de katıldıkça din yayılmaya başlar.
Dördüncü aşamada, aynı dini tecrübe etrafında
toplanan insanlar bu tecrübeleriyle ilgili kurumlar oluşturmaya çalışırlar. Bu kurumlar kurulduktan sonra
din toplum hayatındaki sosyal gerçekliğini göstermiş olur. Bundan sonra bu kurumsallaşmanın gücü nispetinde din, sosyal hayattaki varlığını korur. Böylece sübjektif başlayan din tam anlamıyla objektifleşmiş olur.
Din sosyolojisi açısından bakıldığında, bir dinin yukarıdaki süreci yaşaması için o dinin ya da inancın hak ya da batıl olması arasında hiçbir fark yoktur. Bazen batıl addedilen bir inanç kurumsallaşma sayesinde topluma mal olabilirken, bazen de hak addedilen bir inanç kurumsallaşamadığı için topluma mal olamamaktadır. Esasen din sosyolojisi, dini söylemde geçen hak ve batıl inanç kavramını benimsemez.
Din sosyolojisi açısından inanç inançtır. Onun hak veya batıl olduğuna karar vermek din sosyolojisinin işi değildir.
İslam dini gelir gelmez hemen kurumsallaşma yoluna gitmiştir. İslam dininin birçok prensibi kurumsallaşmaya yöneliktir. Mesela, İslam’ın sembolü tevhid manevi bir kurumdur. Bu kurum insanlara yeni bir hayat anlayışı
yeni bir kainat tasavvuru getirmiştir. Abdest ve namaz
da manevi kurumlar olarak değerlendirilebilir.
İslam dini sadece manevi kurumlar oluşturmamıştır. Maddi kurumlar da kurmuştur. Bunların en önemlilerinden birisi Darul Erkam’dır. İslam’ın ilk yıllarında bir sahabenin evinin bir çeşit okul ve tekke olarak kurulması çok önemli bir kurumsallaşma hamlesidir. Bu okuldan ileride İslam’ı sırtlayacak nice sahabe yetişmiştir. Hz. Ömer de bu okulun kırkıncı öğrencidir. Bundan sonra İslam’ın kurduğu maddi ve manevi kurumlar giderek artmış ve toplumda bir daha unutulmamak üzere kök salmıştır. Zaman zaman bazı kurumlarda yozlaşmalar olsa da İslam eski kurumlarını yenileme ve özüne uygun yeni kurumlar oluşturma kapasitesine sahiptir. Çünkü İslam’ın temel kitabı olan Kur’anı Kerim, o büyük sübjektif ve objektif tecrübeyi
her an canlı tutmaktadır.
2. DİN-TOPLUM İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA
DİN SOSYOLOJİSİNİN TESPİTLERİ:
Din sosyalleştikten sonra topluma mal olmaktadır. Topluma mal olan bir dinin toplumun üstünde “manevi” ya da “aşkın” bir boyutu da var mıdır? Bu din sosyologları ve din bilimcileri arasında tartışılmıştır. Bazılarına göre din, toplum hayatının bir görüntüsünden ibarettir. Onun içinde doğduğu toplumu aşan bir yönü yoktur. Bazılarına göre ise, özellikle semavi dinlerin, içinde doğdukları toplumu aşan aşkın boyutları vardır. Buna göre din, toplumun basit bir görüntüsü değildir.
İslam’ın doğduğu yıllarda, cahiliye toplumu maddi sembolleri aşırı derecede yüceltiyordu. Bu insanlar birçok puta tapıyordu. Dahası her şeyi maddi olarak izah etmeye çalışıyorlardı. Böyle bir toplum içinde doğan İslam’ın tevhid akidesi manevi bir semboldür. İlah olarak da tek bir ilahı vurgulamıştır. Bu ilah hiçbir maddi varlıkla izah edilemez.

Bu derece maddi bir toplum içinde bu derece manevi sembollerin öne çıkması o dönemin kültürel yapısıyla izah edilebilir mi? Öyle bir toplumda böyle bir dinle ortaya çıkmak dünyevi beklentiler açısından akıl karı mıdır?
Bu açıdan bakıldığında İslam’ın içinde doğduğu toplum yapısını katkat aşan yönü gayet net bir şekilde görülür.
Din sosyolojisinin daha çok kabul gören yorumu şöyledir:
Bir din, içinde hayatiyet bulduğu toplumsal yapı ile doğrudan ilişkili olabileceği gibi, bir ölçüde ondan bağımsız bir varlık da gösterebilir. Bu bakımdan din, bir ölçüde toplumsal yapıyı destekleyici bir fonksiyon gösterebildiği gibi, belli bir ölçüde de onun dışında çalışan özerk bir mekanizmaya da sahiptir.
Dini Tecrübenin Teorik Anlatımı (İtikadlar):
Her dinin bazı teorik prensipleri vardır. Bunlar o dinin akide ya da inanç esaslarından doğmaktadır. İster batıl ister hak, ister ilkel (basit) ister yüksek dinler olsun her dinin bir takım inanç esasları vardır. Bunlar o dinin ilah, peygamber, dünya, ahiret, kâinat, insan, tabiat vs. tasavvurlarıyla ilgili esaslardır. İşte bu esaslara dini tecrübenin teorik anlatımı ya da akideler diyoruz.
İlkel ve politeist (çok tanrılı) dinlerde teorik anlatım bir takım “mitlere” dayanmaktadır. Mit, efsane, söylence, masal kelimeleriyle karşılanmaktadır. Kur’ani ifadede “esatir” kelimesiyle karşılanabilir. Mit’in kavram anlamı, bir toplumun geçmişiyle ilgili nesilden nesile büyük övgülerle anlattıkları olağanüstü nitelikteki öykü ve inançlardır.
Mitleri bilimsel bir şekilde araştıran bir bilim dalı
da doğmuştur bu bilim dalına “mitoloji” denir.
Mesela, klan toplumlarında totemlerle ilgili birçok mitolojik hikâye vardır. Kırgızların meşhur Manas Destanı da mitolojik bir hikâyedir. Mitoloji, efsanelerin tamamen hayal ürünü olduğunu kabul etmez. Bunların içinde çok önemli bilgiler de vardır. Özellikle halk dindarlığında bu
tarz hikâyelerin etkileri büyüktür.
Din sosyologları mitolojilerden hareketle ilkel dinlerdeki efsanelerin yüksek dinlerde birer akide ya da inanç esası haline geldiğini savunmaktadırlar. Onlara göre mukaddes denen dini kitapların içinde birçok mitolojik unsur vardır.
İlkel dinlerde dinin özünü ifade eden bu semboller maddidir. Mesela, klanlarda dinin sembolü totemdir ve totemlerin maddi heykelleri vardır. Dinler ve insan zihni geliştikçe sembollerin manevileştiği görülmektedir.
İslamiyet, elbette ilkel dinlerden gelişerek ya da etkilenerek oluşmuş bir din değildir. Bununlar birlikte yukarıdaki zaviyeden İslam dinine bakmak da mümkündür. Bu bağlamda bakıldığında İslam’ın temel formülünün ya da sembolünün tevhid akidesi olduğu söylenebilir. Tevhid akidesi tamamen manevi bir semboldür. Esasen İslam’ın birçok sembolünün manevi olduğu söylenebilir. Bununla birlikte İslam’ın bazı maddi sembolleri de vardır.
Bu sembolleri İslami literatürde “şeair” kelimesiyle de karşılayabiliriz. Bunlar dinin kimlik kartları gibidir. Mesela ezan bir şeairdir ve manevi bir semboldür. Müslümanlar, üzerlerinde ve evlerinde dinle ilgili çok maddi şeyler taşımazlar. Müslümanların Hıristiyanlıkta olduğu gibi
haç gibi maddi sembolleri yoktur. Bu durum İslam’ın mükemmeliyetini gösteren noktalardan birisi olarak görülebilir.
Günümüzde İslam’ın dışında Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Hinduiz gibi dinlerde maddi semboller hala çok önemlidir. Mesela Hıristiyanlıktaki haç, Hz. İsa’nın Hz. Meryem’in ikonları vs. maddi sembollerin varlığını göstermektedir.
Din sosyolojisine göre maddi sembollerin yoğunluğu
ilkel dinlerin kalıntılarının yoğunluğuna işaret etmektedir.
Dini Tecrübenin Pratik Anlatımı (İbadetler):
Din sosyolojisinin pratik anlatımla ilgili tespitleri şöyledir:
İlkel dinlerde pratik anlatım yani ibadetler teoriden önce gelmektedir. Fustel de Coulanges, klasik Antik Çağda
“din” kelimesinin ayin ve ibadet anlamına geldiğini ifade etmektedir. Rocer Bastide, dinin bir inançlar sistemi olmazdan önce bir mensekler bütünü olduğunu tasdik etmektedir. Mawinck’e göre din ibadetle başlamıştır.
Dinlerde ibadet fiillerini tipleştirmeye çalışan
E. Underhill onları şu dört gruba ayırmaktadır:
1- Mensekler. 2- Semboller. 3- Takdis Ayinleri. 4- Kurbanlar.
İslam âlimleri ise genellikle ibadetleri üç ana
kategoride toplamışlardır:
1- Bedeni İbadetler (Namaz, Oruç, Dua vs.)
2- Mali İbadetler (Zekât, Fitre, Kurban, Sadaka vs.)
3- Hem beden ve hem de malla yapılan ibadetler (Hac)
İbadetleri fonksiyonel açıdan değerlendiren Morice Goguel, ibadetlerin şu fonksiyonlarını tespit etmiştir:
1- İbadet, dinin bir ifadesi olmak bakımından sembolik bir fonksiyon taşımaktadır.
2- İbadet, onu ifa edenlerde dini duyguları besleyip geliştirmesi itibariyle didaktik (öğretici) bir fonksiyon göstermektedir.
3- İbadetler kutsal varlıkla bağ kurulmasını sağladıkları için mistik bir fonksiyon da taşımaktadırlar.
Yukarıdaki açıdan İslam’ın temel ibadeti olan namaza baktığımızda; namaz İslam’ı sembolize etmektedir.
Öte yandan namaz kılmak, İslam’a olan ilgi ve alakayı kuvvetlendirmektedir. Namazda İslam’ın bütün büyük ibadetleri sembolize edilmektedir. Namazda yeme içme olmaz; bu İslam’ın Oruç ibadetini sembolize etmektedir.
Namaz’da Kâbe’ye dönülür, o mekânlar hatıra gelir bu İslam’ın Hac ibadetini sembolize etmektedir. Namaz da geçen belli bir zaman dilimi ömürden verilmiş zekât olarak düşünülmekte bu da; zekat ve sadaka gibi ibadetleri sembolize etmektedir. Namaz’da İslam’ın manevi sembolü olan kelimei tevhid ve şehadet kelimeleri de zaten vardır.
Bu yönüyle namaz, İslam’ın temel ibadetlerini onu
ifa edenlere öğretmekte ve bunları tazelemektedir.
Namaz’daki secde anı İslam Peygamberi tarafından, bir Müslüman’ın Rabbine en yakın olduğu an olarak tarif edilmiştir. Dolayısıyla namaz, Allah’la kul arasındaki en güçlü bağın kurulduğu bir müessesedir.
Bazı İslam büyükleri namaz’ın kâinattaki bütün varlıkların ibadetlerini kapsadığını ifade etmişlerdir.
Buna göre kıyam anı, ağaçların, bitkilerin ibadet ve zikirlerini, rüku anı yürüyen hayvanların ibadetlerini, secde anı sürünen hayvanların ibadetlerini temsil etmektedir.
Yani onların gayri şuuri olarak yaptıkları ibadet ve zikirleri bir Müslüman namazında şuurlu olarak Rabbine takdim etmektedir. Namazın bu gibi yönleri onun ne kadar yoğun bir mistik değer taşıdığını ortaya koymaktadır.

Din sosyolojisinin pratik anlatım bağlamında üzerinde durduğu temel nokta; ibadetin birleştirici ve bütünleştirici fonksiyonu yani cemaat oluşturan yönüdür.
Din sosyologlarına göre, ibadetlerin bütünleştirici etkisi akidelerin bütünleştirici etkisinden çok daha fazladır.
Hiçbir teolojik doktrin, dogma ya da inanç; ayin, tören
ve mensekin yaptığı birleştirici tesiri yapamaz.
İslam dininin toplu ibadetleri teşvik etmesi önemli
bir noktadır. İbadet zaten cemaat oluştururken İslam, o ibadetin de cemaat halinde yapılmasının daha faziletli olduğunu vurgulamıştır. Bu İslam’ın toplumsallaşmaya, sosyalleşmeye verdiği önemi göstermektedir.
Dini Tecrübenin Sosyolojik Anlatımı
(Dini Grup ve Sosyal Tezahürler):
Yaşayan bir din, tabiatı icabı sosyal münasebetler kurmak ve sürdürmek zorundadır. Din sosyolojisinin tespitlerine göre arkaik (ilkel, eski) dönemlerdeki toplumlarda din, daha cemaatçi bir özellik gösterirken bu modern toplumlara doğru giderek azalmaktadır. Modern toplumlarda bazı felsefi akımların da etkisiyle ferdiyetçi bir anlayış hâkim olmuştur. Ayrıca dinin öneminin azalmış olması da ferdiyetçiliği tetiklemiştir. Ferdiyetçiliğin gücü nispetinde de aile ve akrabalık bağları gibi toplumsal kurumlar zayıflamaktadır. Bu toplumlarda fert çok güçlü
olmasına rağmen yalnızdır.
Batı toplumları yalnızlaşan ferdi kurtarmak için
onu seküler (dünyevi) kurumlarla toplumsallaştırmaya çalışmışlardır. Fakat bunlar bir dereceye kadar insanı kontrol edebilmekte ya da onun ruh ve kalbine bir dereceye kadar hitap edebilmektedir. Çünkü insanın ebediyet beklentisi gibi çok derin duyguları vardır.
Bunları tatmin edebilecek yegane kurum dindir.
E. Durkheim, dini gruplar arasındaki cemaat bağlarının gücünün bile intihar gibi birçok sosyal olayı yakından etkilediğini savunmuştur. Ona göre, cemaat bağları güçlü bir dini grupta bulunan insanlar bu bağları daha gevşek olan dini gruba nispetle daha az intihar ediyorlardı.
İslam dünyasının dini grupları birer potansiyel enerji olarak algılayıp, onları sosyal hayatta daha faydalı bir hale getirmesi gerekmektedir. Din sosyolojisinin ve çağdaş dünyanın yaklaşımı bu yöndedir. Din sosyolojisinde dini grup, dini tecrübenin sosyolojik anlatımının en tabii bir sonucudur. En arkaik toplumlarda da en ilkel toplumlarda da dini grup mutlaka bulunur. Dini grubun teknik tanımı ise şöyledir: Dini bir gaye etrafında birden fazla ferdin birlikte olduğu, gruba aidiyet hissi olan, ortak değerleri olan, karşılıklı rolleri ve statüleri olan sosyal birime dini grup denir. Din sosyolojisinde dini gruplar iki ana gruba ayrılır, özdeş dini gruplar sırf dini gruplar. Özdeş dini grup, hem kan bağı hem din bağı olan dini gruplardır. Mesela, klanın reisi hem aile büyüğüdür hem de dini liderdir. Din sosyolojisine göre ilk dönemlerdeki aile, klan ve köyler özdeş dini grup içerisinde değerlendirilmektedir.
Sırf dini grup ise, arada kan bağı olmaksızın dini
sebepler yüzünden oluşmuş gruptur. Her dinde
yüzlerce, hatta binlerce dini grup ortaya çıkmıştır.
Mesela İslamiyet’teki tarikat ve cemaatlerin her biri sırf dini gruptur. Günümüzde özdeş dini grup pek kalmadığı için daha çok dini grup kavramı kullanılmaktadır.


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla