Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:50   Mesaj No:12

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

12. HAFTA

İSLAM’IN SOSYOLOJİK YORUMLARI:
1. ÖRF VE DİN İLİŞKİLERİ:
Gökalp’in üzerinde durduğu en önemli kavramlardan birisi de örftür. O bu kavramı Montegut’tan almış ama ona farklı manalar ve fonksiyonlar kazandırmıştır: O, örfü zamanın temel paradigması anlamında kullanmaktadır.
Bu paradigma, belli bir toplumun ya da insanlığın genel birikimi neticesinde oluşmuştur. Ona göre her sosyal dönemin ve yapının kendine göre örfleri vardır. Bunları mutlaka nazara almak gerekir.
Gökalp, toplumların geçirdiği tarihi merhalelerle
onların örfleri arasında doğrudan bir bağlantı kurmaktadır.
Her toplumsal merhalenin kendine göre bir örfü vardır.
Gökalp, an’ane, adet ve teamülün örfe uygunluğu nispetinde hayat bulacağını vurgulamaktadır.
Ona göre semiye (kabile, aşirer) dönemlerinde belki kan davaları varlığını koruyabilir. Fakat farklı bir toplumsal ilişki olan devlet sistemine geçildikten sonra artık kan davaları ortadan kalkmalıdır. Çünkü devlet yapısının örfü, problemlerin hukuken çözülmesini gerekli kılmaktadır.
2. İSLAMDA ÖRF:
Gökalp’e göre örfün gerçek manası Kur’anı Kerim’de ortaya konmuştur. Gökalp, örf açısından İslam tarihindeki bazı uygulamaları da ele almaktadır:
“İslamiyetin ilk asırlarında, dinin saffet ve tamamiyeti yalnız Arap kavminin tesanüdüne dayanıyordu. Çünkü İslamiyete, kılıç korkusuyla yeniden yeniye girmekte olan diğer kavimlerin dindeki samimiyetlerine o zaman tamamiyle itimat edilemezdi. İşte böyle bir devirde tafdil’
ül Arap fikrinin maruf görülmesi gayet tabii ve faideliydi.
Bu örfün tesiriyledir ki, Hazreti Ömer, bir taraftan hurrelerin, yani Arap kadınlarının küfüvleriyle, yani
yalnız Araplarla evlenmelerini emretti; diğer cihetten
de cariyelerin hurrelere mahsus olan cilbab ile tesettür etmelerini nehy eyledi. Çünkü bu devirde Arabın gayri kavimlere mensup olup da, İslamiyeti kabul etmiş olanlara mevali yani azatlılar namı veriliyor; binaenaleyh tamamıyla hür ve asil addolunmuyorlardı.”
Gökalp’e göre İslam tarihinin ilerleyen yıllarında Hz. Ömer’in uyguladığı yukarıdaki örf anlayışı değişmiştir.
Gökalp’e göre bu yeni örf, belli oranda İslam Hukukunu da etkilemiştir: “Binaenaleyh, yeni örf fıkha da tesir icra ederek muhtelif tecellilerini orada gösterdi. Abbasiye devrinin en büyük fakihlerinden olan Sufyanu’s-Sevri
ve Kerhi namındaki zatlar, Hazreti Ömer’in -küfüvlerin gayriyle izdivacın memnuniyeti- hakkındaki emrinin tamamiyle zıddı olarak -nikahda nesebi küfviyetin muteber olmadığı- hakkında fetvalar verdiler. Yine bu devrin büyük fakihlerinden olan Hasan Basri ile İbnül Katan, Hazreti Ömer’in nehyine muhalif olarak cariyelerin cilbab örtmelerine dair fetvalar verdiler.”
Gökalp’e göre bu fakihlerin verdiği fetvalarda ırki
bir etki aramak doğru değildir. Bu durum sosyal ruh ve sosyal hayattaki değişimle ilgilidir: “Bu büyük fakihlerin içtihatlarını kavmi asabiyetlerine hamletmek doğru değildir. İmamı Azam, mevaliden olduğu halde, Emeviye devrinde iftaya başladığı için, Hazreti Ömer’in tarikini tutarak nesepte küffiyeti iltizam etti.

Hâlbuki Sufyanu’s-Sevri, halis Arap olduğu halde, nesepte küfviyetin aleyhinde bulundu. Demek ki, bu fakihlerin içtihatları tamamiyle bi-menfaat ve hasbiydi, yani, bu fetvalar bi-menfaat ve layuhti olan zaman
örfünün bir sadasından ibaretti.
Bu yeni fetvalar, artık İslam âleminde içtimai vicdanın Araplar ile Arap olmayan Müslümanlar arasında bir fark görmediğini gösteriyordu. Demek ki, içtimai ruhta esaslı bir inkılâp husule gelmişti. İşte, nice siyasi, hukuki, ahlaki, birçok neticeler doğuran bu hakiki inkılâp, içtimai bünyenin ve onun neticesi olarak örfün değişmesiyle husule gelmişti.
Gökalp’e göre İslamın ilk devirlerinde Hazreti Ali
gibi kimseler bu durumu savunmuşlardı ama görüşleri zamanın örfüne uymadığı için başarılı olamadılar.
Siyasi Otorite ve Dini Düzenlemeler: Gökalp, velayeti amme olarak isimlendirdiği siyasi otoritenin dini hukuk alanında yeni düzenlemeler yaptığını savunmuştur. Ona göre bu düzenlemeler, dönemin sosyal ve kültürel yaşantısıyla yakından ilgilidir. O, velayeti ammenin
hukuk alanında yaptığı yeni düzenlemelerle ilgili
şu uygulamalardan da bahseder:“Hazreti Ömer’in
vaz ettiği bir kanun da Arap kızlarının nesepçe küfüvleri olmayan erkeklerle izdivacını menediyordu. Arap kadınları hürriyetlerini tehdit eden bu kaidenin naslara muhalif olduğunu beyanla şikâyet ettiler. Hazreti Ömer bu şikâyete ehemmiyet vermedi. Hazreti Ömer, şerefen neseben kendilerine küfüv olmayan erkeklere nikahı men edeceğim, buyurmuştur. Bu ise sultanın nikâhlarda yedi tasarruf ve velayeti olduğunu bildirir. Çünkü Hazreti Ömer, men’i şeriata değil, kendi nefsine muzaf kılıyor. Şeriat menetmemiş olduğu halde ben menedeceğim demek istiyor. Bu da saltanatın nikâhta velayeti ammesinden başka bir şey değildir.” Ona göre bazı sosyal şartlar
dini düzenlemeleri etkilemiştir.
Gökalp, bütün bu örneklerden hareketle gerek siyasi otorite yoluyla gerekse de karşılıklı anlaşma yoluyla
İslam aile hukukunda köklü düzenlemeler yapılabileceği kanaatindedir.
3. TOPLUMSAL TABAKALAR VE DİN:
Gökalp, bazı toplumsal tabakların dinle olan ilişkilerine de temas etmiş; aydınların, lider şahsiyetlerin, kadınların dinle münasebetlerini sosyolojik açıdan tahlil etmeye çalışmıştır.
Aydınlar ve Din: Gökalp’e göre, milli kültür kavramı içinde dini duygular da vardır. Dolayısıyla ona göre birbirinden farklı bir milli ve dini alan yoktur:
“Halkın dini, ahlaki duyguları da bedii duyguları
gibi orijinaldir. Bir millette halkın dini, ahlaki, bedii duygularının mecmuuna milli hars (milli kültür) adı verilir.
Bir milletin mütefekkirleriyle sanatkârları dini, ahlaki, bedii duygularda halkın temsilkar fertleri olursa onlara
milli güzideler (milli aydınlar) namı verilir. Milli güzideler
vücuda gelince, onların da eserleri orijinal olur.”
Ona göre, Batı aydını kendi halkının değerlerine dayandığı için millidir. Onun eğitim seviyesi yükseldikçe ahlakı da yükselir. Bizim aydınımız ise kendi milletinden habersiz olduğu için milli değildir. Onun eğitim düzeyi artıkça ahlakı yükselme yerine düşüklük gösterir.
Gökalp, zaman zaman aydınların dine bakışıyla ilgili tipolojiler de yapmıştır. Bunlardan birisi İslamiyetin
modern çağa uyum sağlayıp sağlayamayacağı ile ilgilidir:
“… İslamiyetle medeniyeti asriyenin tamamiyle kabili itilaf olduğuna itimattır. Memleketimizde öteden beri bu kanaata malik zevat eksik değildi. Bunların başında Namık Kemal ile Cevdet Paşa’yı zikredebiliriz. Fakat bu fikrin aksine inanan bir zümre de mevcut idi. Bu zümrenin zu’muna göre, İslamiyet hiçbir zaman medeniyeti asriye
ile itilaf ve imtizaç edemeyecekti.
O, İslam ve modern çağ konusunda ifrat ve tefritte toplanan aydınları “Avrupa mutaassıpları” ve “medrese mutaassıpları” diye ikiye ayırmaktadır.
Gökalp, bu iki görüş ve aydın tabakasının sosyal gerçeklere uymadığı kanaatindedir. Ona göre, bu
iki ana düşünce telif edilmelidir.
Gökalp, bizdeki aydınların niçin dini yaşamadıkları konusunda da bazı tespitlerde bulunmaktadır: “Din, yakınlı itikatlarıyla ve feyizli ibadetleriyle ruha büyük bir vecd, samimi bir saadet verir. Dini hayat, bu vecdleri yaşamak, bu zevkleri tatmaktır. Bazılarına göre din,
siyaset içindir. Hakikatte ise, din yalnız kendisi içindir.
Dine gerçek kıymetini verenler dinin itikatlarına ve ibadetlerine kıymet verenlerdir. Yoksa dinin başka bir
gaye için iyi bir vasıta olduğunu kabul edenler değildir.
Ona göre halk kültüre aydınlar uygarlığa sahiptir. Halk ile aydın arasındaki bu ayrımı ortadan kaldırmak, her iki kesimi birbirine yakınlaştırmaktan geçmektedir. Aydınlar uygarlığın taşıyıcısı olarak onu halka götürmek, anlatmak
ve benimsetmek zorundadırlar.
Diğer yönden aydınların kültürel yönleri zayıftır; kültürden uzak ve kozmopolittirler. Halka uygarlık götüren aydın, halktan da kültür almak zorundadır. Kültürüne kavuşan aydın uygarlıkla kültür arasında bir denge kuracak ve köksüzlükten kurtulacaktır. Böylece kültürle uygarlık, halkla aydın arasındaki uçurumlar da giderilecektir.
Bu noktada Gökalp’e göre, halk kültürünün en önemli unsurlarından birisinin din olduğunu hatırlamak gerekir.
4. LİDER ŞAHSİYETLER VE DİN:
Gökalp, kendisinin büyük adamlar dediği lider şahsiyetleri iki sınıfa ayırmaktadır: “Benim fikrimce bu müstesna insanları iki sınıfa ayırmak muvafıktır. Müceddid: Reformateurs’ler. Mübdi: İnventeurs’ler. Mücedditler; din mübeşşirleri, büyük fatihler, büyük inkılâpçılar, büyük kahramanlar gibi tarihte umumi cereyanları açmağa muvaffak olan kavi imanlı ve şedit iradeli zatlardır. Mübdiler: Marifet ve medeniyetin her hangi bir
şubesinde keşif, ihtira yahut ıslah suretinde büyük teceddüt ve terakki husule getirenlerdir.”
O, tarihte yaşanan olağanüstü olaylarla mefküre kavramı arasında bağ kurmaktadır. Bu olaylar ve bu olaylarda öne çıkan lider şahsiyetler bazı mefküreler sayesinde bunları başarmışlardır. Gökalp’in burada
İstiklal Savaşı’nın kazanılmasında ilahi darbeden bahsetmesi son derece dikkat çekicidir.
O, toplumda yenilik yapan lider şahsiyetlerin toplumda yenilik dalgası oluşturmadığını tersine yenilik dalgasının
bu şahsiyetleri ortaya çıkardığını savunmaktadır. Buna dini liderler de dâhildir. Gökalp,tarihe Fil Vakası olarak geçen ve dini bir yönü de olan olayı aynı bağlamda yorumlamaktadır.
Ona göre lider şahiseyetler, toplumda zaten meydana gelmekte olan bir milletleşme hamlesini ruhlarında yaşayan kimselerdir.
Gökalp, bizde meydana gelen Tanzimat, Meşrutiyet
vb. akımları da aynı çerçevede değerlendirmektedir:Bunun içindir ki, bizdeki milliyet cereyanı da Tanzimat, Meşrutiyetçilik, İttihadı Anasır ve İttihadı İslam timsalleri gibi garip istiareler altında tezahür etmiş, müceddit ve kahramanlarımız ellerinde bu sancaklar olduğu halde mücahede meydanına çıkmıştır.”
Gökalp, mübdileri de aynı çerçevede değerlendirmektedir.
Gökalp, bu yenilenme hareketlerinin de büyük şehirlerde özellikle de başşehirlerde olduğunu iddia etmektedir.
O, lider şahsiyetlerle milli şuur arasındaki etkileşimi Namık Kemal örneğinden hareketle izah etmektedir. Ona göre Namık Kemal’de milli şuur, ümmet ve devlet şuuru şeklinde tezahür etmişti. Çünkü o dönemde daha millet mefküresi net bir şekilde doğmamıştı.
Gökalp, aynı zamanda serbest ortam kavramına da vurgu yapmaktadır. Ona göre İslam dünyasında daha önce yetişen büyük âlimler, serbestlik ortamında yetişmişlerdir:
“İslam âleminde büyük âlimlerin tarzı neş’eti; kadim medresenin serbesti tedris ve tederrüs usulünü takip etmesi sayesinde olduğu gibi Avrupa darülfünunlarının sebebi feyzi de bu usulün vücudundan naşidir.”
5. KADIN VE DİN:
Gökalp, yazılarında kadın ve erkek eşitliği üzerinde durmuştur. Ona göre kadın ve erkek eşitliği demokrasi
ya da halkçılığın temel prensibidir: “O halde, halkçılığın birinci umdesi, ırkların müsaviliği, ikinci umdesi milletlerin müsaviliği olduğu gibi, üçüncü umdesi de kadınla erkeğin müsaviliğidir.” Ona göre tarihte kadınları erkeklerin gerisine düşüren sebepler dini olmaktan çok sosyaldir. Dolayısıyla bu sebepleri koyan toplum olduğu gibi onları kaldıracak olan da toplumdur. Gökalp, ilkel toplumlarda kadının yeriyle ilgili tahlillerini Durkheim’den alıntılarla yapmıştır. İkel toplumlarda kadınlar bazı yasaklarla sınırlanırlardı: “İptidai cemiyetlerde kadın -tabu- addolunmuştu. Bilhassa adet ve lohusalık zamanlarında, kadınlar tabu olurlardı. Bu zamanlarda, kadınlar, kendi semiyyelerinden olan erkeklere görünmezler, onlarla aynı tencereden, aynı kaptan yemek yemezlerdi. Güneşle temas edemezler, toprağa ayak basmazlardı. Erkeklerin yattığı odalardan uzak, altı otla samanla yükseltilmiş karanlık kulübelerde yaşarlar, ayrı tencerede pişmiş yemek yerlerdi. Bunların hizmetine adetten kesilmiş bir kocakarı bakardı.”
Gökalp, Durkheim’den yapmış olduğu alıntılarda,
ilkel toplumlarda kadınların örtünmesiyle tabu kavramı arasındaki ilişki üzerinde de durmaktadır:
“Durkheim’e göre iptidai cemiyetlerde kadınların tabu olması, adet ve lohusalık zamanlarında kendilerinden kan gelmesi idi. İlk cemiyetlerde semiyyeler maderi olduğu için, totemlerin kanı, kadınlarda mevcut addedilirdi. Totem ve bilhassa kan tabu olduğu için bunların yüzünden kadınlar da tabu oldular… İptidai cemiyetlerde görülen muhtelif tesettür ve ihticap şekilleri harem, mahremlik ve namahremlik kaideleri hep bu tabu itikadının neticeleri olduğu gibi, kadının hukukça ve selahiyetçe erkekten dun bir mevkie düşmesi de, erkeklere ait vazifelerin kadınlar için haram sayılmasından ileri gelmişti.”
Gökalp, bu alıntılardan hareketle kadının toplum hayatındaki geriliğinin sosyal sebeplere dayandığı
sonucuna ulaşmaktadır.

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla