Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:51   Mesaj No:14

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

14. HAFTA

İSLAM’IN SOSYOLOJİK YORUMLARI:
1. TASAVVUF SOSYOLOJİSİ:
Gökalp, eserlerinde Türk toplum yapısının önemli bir realitesi olan tasavvuf tahlilleri de yapmaktadır. Ona göre tasavvufu Batı düşüncesindeki mistisizm ile karşılamak doğru değildir. Tasavvuf mistisizmden çok idealizme yakındır. Batı düşüncesindeki en önemli prensiplerin özünü biz İslam tasavvuf düşüncesinde bulabiliriz: “Garp felsefesinde mefküreciliğin geçirdiği üç teceddüt devresi tasavvufun üç Arabî cümlede icmal ettiği bu makamların tamamıyla aynıdır. Berkley’in hadisecilik mesleği tasavvufun ilk kademesi olarak zaten mevcuttu.”
O, Kant gibi birçok Batılı düşünürün mesleklerinin özünün de tasavvufta var olduğunu savunmaktadır. Alfred Fouillee, Gayau gibi düşünürlerin temel görüşleri de tasavvuf düşüncesiyle paralellik göstermektedir. Gökalp, tasavvuf sosyolojisi bağlamında Muhiddin Arabi üzerinde de durmaktadır. Ona göre Muhiddin Arabî tasavvufla hikmeti birleştiren bir kimsedir. O, Muhiddin Arabi’nin bir kudsi hadisi kendi mesleğinin çıkış noktalarından birisi yapmasını da ele almaktadır. Ona göre, ruhi hadiseler hayalden ibaret değildir. Bunların bir gerçekliği vardır. Gökalp, Muhiddin Arabi’nin kullandığı “ayanı sabite” kavramının “ideal” anlamına geldiğini söylemektedir.
O, İslam tasavvuf düşüncesinin Batı’dan önce birçok bilimsel gerçeğin temellerini attığını vurgulamaktadır. O, tasavvufun keramet göstermekten ibaret olmadığını vurgulamaktadır. Gökalp, bu tahlillerinde yer yer tasavvuf menkıbelerine de müracaat etmiştir. Ona göre tasavvuf, dinin mantık üstü bir yönüdür. Ona göre evliyaların asıl kaynağı mantık değil manevi keşiftir. Bu alan bu konu ile uğraşmayanların zor anlayacağı bir şeydir. Bununla birlikte akıl ve keşif belli bir noktadan sonra ortak alanlarda buluşabilmektedir. Gökalp, tasavvufu aynı zamanda yüksek ahlaklı insanlar yetiştiren bir kurum olarak görmektedir.
Ona göre, gerek dine gerekse tasavvufa ilgisiz kalınmamalıdır. Gökalp, tasavvufu daha çok insanların psişik dünyalarına hitap eden bir kurum olarak görmüştür. Oysa dinin bir de toplumsal boyutu vardır. Bu yön, kişilerden çok toplumlara şahsiyet vermektedir. Gökalp’e göre dinin bu kısmında evliyalardan çok peygamberler rol oynamaktadır. Gökalp’e göre İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in toplum alanında yapmış olduğu inkılâplar onun en büyük mucizelerinden birisidir. O, gerek ruhları gerekse toplumları cahiliyet denilen çok geri bir düzeyden medeniyet denilen çok ileri bir seviyeye yükseltmiştir.
Gökalp, tasavvuf ile Türk’ler arasında çok güçlü bağların olduğunu da söylemektedir. Ona göre tasavvuf Türkler’in milli mezhebidir.
Tekkeler: Gökalp, tasavvuf sosyolojisi bağlamında Osmanlı’nın son döneminde mana ve önemini kaybetmiş olan tekke kurumu üzerinde de durmuştur. O, bu yaklaşımlarıyla Osmanlı’nın son dönemlerinde tekkelerin yeniden nasıl fonksiyonel hale gelebileceği sorunu üzerine odaklaşmıştır. Ona göre, tekkenin kaynağı İslam’ın ilk yıllarındaki “Suffa” kavramına dayanmaktadır. Gökalp, aynı bağlamda “ribat” kavramı üzerinde de durmaktadır. Gökalp’e göre tasavvuf, tarikat ve tekkelerin kaynağını nefisle mücadele noktasında aramak gerekir.
Ona göre ilerleyen yıllarda ribatlar tekkelere inkılap etmiştir. Gökalp, tasavvuf yolunda gidenleri “Allah ahlakı” kavramı çerçevesinde de yorumlamaktadır. O, bazı tarikatlerin tarihte oynamış oldukları büyük sosyal roller üzerinde de durmaktadır. Kızılbaşlık, Yezidilik, Nusayrilik, Dürzîlik gibi Ehli Sünnet harici mezheplerin de tasavvuf ve tekke kökenli olduklarına dikkat çeken Gökalp, tekkelerin bir an önce ıslah edilmesini istemektedir. Ona göre bunun yapılması halinde böylesi hareketlerin de önü alınacaktır. O, tekkelerde İmam Kuşeyri’nin Risalesi ve Gazzali’nin İhyası gibi kitapların muntazam bir şekilde okunmasını tavsiye etmektedir. Ayrıca Arabistan ve Trablusgarpta aşiretlerin uğrak yerleri olan noktalara Sünusi tekkelerine benzeyen “hankahlar” tesis edilmesini böylece aşiretlerin devlete ve birbirlerine manevi bir bağla bağlanmasını çok zaruri bir iş olarak görmektedir.
2. FIKIH SOSYOLOJİSİ:
Tasavvuf üzerinde önemle duran Gökalp, İslami bilimlerin en önemlilerinden birisi olan fıkıh ya da İslam hukukunu da sosyolojik açıdan tahlil etmeye çalışmış, bu bağlamda çok orijinal tekliflerde bulunmuştur.
Örf ya da Sosyal Şeriat: Gökalp, fıkıh ilmini şöyle tarif etmektedir: İnsanın amellerini hüsn-ü kubuh (iyilik, kötülük) noktai nazarından tatbik ve takdir eden ilme -İslam aleminde- fıkıh namı verilir. Hüsün yahut kubhu haiz olan amelleri -dini ibadetler- ve -hukuki muameleler- diye ikiye ayırabiliriz.” Ona göre ahlaki fiiller bu iki çeşit amellerin vicdani safahalarından ibaret olduğu için fıkıh ilmi içinde ayrıca bir ahlak konusu ele alınmamıştır.
Gökalp, insani fiillerin fayda ve zararını tecrübeye dayanan aklın tayin ettiğini ifade etmektedir. Ona göre amellerdeki fayda ve zararla hüsün ve kübuh aynı şey değildir. Oysa Mutezile bu ikisini aynı şey telakki ederek hüsün ve kubuh konusunda da aklın belirleyici olduğunu savunmuştur. Gökalp, bu konuda Mutezile gibi düşünmez ve insani fiillerde hüsün ve kubhun belirlenmesinde “nas” ve “toplumsal vicanın” belirleyici olduğunu savunur.
Gökalp’e göre bu durum sadece dini konularda değil, siyasi ve milli konularda da geçerlidir. Ona göre bu anlayış ehlisünnet tarafından da savunulmuştur. Ayrıca bu durum felsefe ve sosyolojinin ulaştığı sonuçlarla da uyumludur. Gökalp’e göre şeriat amellerin hüsün ve kubhunu iki temel açıdan belirler:Ehli sünnetegöre -hüsnü kubuh’da- akıl müdrik olmakla beraber şer’i hâkimdir. Şer’ amellerin hüsnü kubhunu iki miyara müracaatla takdir eder. Bu miyarlardan birincisi nass ikincisi örf’tür. Nass, kitap ve sünnetteki delillerdir. Örf ise cemaatin ameli siret ve maişetinde tecelli eden içtimai vicdanıdır.” Bununla birlikte örfün nasslara uygun olması da önemlidir.
O, örf içerisinde yer alan “maruf” kavramını da şöyle tanımlamaktadır: “O halde örf bizi birinci derecede ilham ettiği aşk kudretiyle ikinci derecede ihsas ettiği ceza kuvvetiyle tesiri altına alır. Tabir caiz görülürse birincisi örfün cemal sıfatı, ikincisi celal sıfatıdır diyebiliriz. Örfün bu iki sıfatı tezahür edince maruf olan fiillerin hem yapmasını arzu ettiğimiz hem de yapmaya mecbur olduğumuz işler olduğu anlaşılır. Ma’ruf yapılması arzu olunan ve yapılması mecburi olan bir fiil olmakla beraber aynı zamanda yapılabilen bir iş olması da iktiza eder.”

Gökalp, örfün aynı zamanda mefkürevi boyutuna da dikkat çekmektedir. O, bu görüşünü bir Kur’an ayetine yaptığı yorumla desteklemektedir. Ona göre, insani fiillerin hüsün ve kubhu nas dilinde “vacip” ve “haram”, örf dilinde ise “maruf” ve “münker” şeklinde ifade edilmektedir. Mübah ise ne vacip ne haram, ne maruf ve ne de münker olmayan amel sıfatlarıdır. Gökalp’e göre, örfün görevi sosyal hayatta sadece maruf ile münkeri birbirinden ayırmak değildir. O tıpkı nas gibi bir işlev görmektedir.
Gökalp’in maruf ve münker kavramını kamu vicdanına bağlaması son derece dikkat çekici bir yorumdur. O buradan hareketle bir şeriat tipolojisi de yapmaktadır. Buna göre şeriat’in bir “ilahi boyutu” bir de “sosyal boyutu” vardır. İlahi boyutu değişmez ama sosyal boyutu kamu vicdanına göre değişebilir. Gökalp’e göre fıkhın bir kısmı sosyal prensiplere bağlıdır; bunlar sosyal yapı ve fonksiyonlardaki değişikliklerle paralel bir şekilde değişebilirler. Bu noktadan hareket eden Gökalp, bazı fıkhi hükümlerin sadece zamana göre değil aynı zamanda toplumların yapısına göre de değişmesi gerektiğini savunmaktadır. Bütün bu görüşleriyle Gökalp, örfün fıkıh alanındaki yerini daha fazla genişletmeyi önermektedir.
Gökalp’e göre fıkhın kaynaklarından olan sosyal şeriat; toplumsal tekâmülle paralel bir şekilde hareket etmeye mecburdur. Fıkhın menbaları ikidir: Nakli şeriat. İçtimai şeriat. Nakli şeriat, tekâmülden mütealidir. İçtimai şeriat ise içtimai hayat gibi daima bir sayruret (devir) halindedir.
Sosyal Fıkıh Usulü Bilimi: Gökalp, yeni dönemde örfün daha ön plana çıkacağı yeni bir fıkıh metodolojisi biliminin kurulmasını teklif etmiştir. O buna “İçtimai Usulü Fıkıh” ismini vermiştir. Ona göre sosyal fıkıh metodolojisi, genel sosyolojinin verilerinden de istifade ederek örf kavramı üzerinde yoğunlaşmalı, örfün tarihi ve sosyolojik merhalelerini ortaya çıkarmalıdır. Gökalp, böylece örf ve fıkıh arasındaki münasebetin sistematik bir şekilde incelenmesini arzu etmiştir. Ona göre böyle bir disiplin daha önce ortaya çıkamazdı çünkü geçmiş asırlarda sosyoloji bilimi doğmamıştı. Ona göre böyle bir sosyal fıkıh metodolojisi bilimi ancak disiplinlerarası bir çalışma ile vücut bulabilir.Gökalp, teklif ettiği bu bilime altyapı hazırlama bağlamında, İslam hukuk geleneğinde örfe verilen önem üzerinde durmuştur: “Hatta İmamı Malik hazretleri, Medine ahalisinin içtimai anenesini de sünnetin halk arasında münteşir bir şekli diyerek mabihittatbik addediyordu. Örfün payansız ihtiyaçları bu menbalardan da tatmin olunamadığı vakit içtima ve kıyas esaslarına müracaat edildi. Aynı zamanda İmamı Azam hazretleri örfün müstakil bir esas olarak nazara alınması lüzumunu hissederek, nasın ihtiyacatına evkaf olan ciheti kıyasa tercih etmekten ibaret olan istihsan kaidesini vazetti. İmamı
Ebu Yusuf hazretleri -nass ile örf tearüz ederlerse bakılır:
Eğer nass örften mütevellit ise örfe itibar edilir- kaidesini kabul etti.” Ona göre, fıkıh ilminin örfü dikkate alması kaçınılmazdır. Zaten içtihad da örfe uyma ihtiyacından doğmuştur. Bu ihtiyacı dikkate almayan fıkıh ekolleri sosyal hayat tarafından diskilifiye edilmişlerdir: “Örfe ve içtihada itibar etmeyen yalnız bir fakih zuhur etti. Bu zat Zahiriye mezhebinin imamı olan Davut bin Ali idi. Hayata kıymet vermeyen bu mezhep, hatasına uygun bir cezaya düçar oldu; yani hayat tarafından kabul edilmedi…”
İslam hukuku ancak sosyal hayat ve örften istifade etmek kaydıyla, modern dünyaya cevap verme kapasitesine sahiptir.
Sosyal Hayattaki Sünneti İlahiye: Örfün çeşitlerinin bilimsel bir şekilde incelenmesi gerektiğini savunan Gökalp’e göre, tabiat âlemindeki kanunlara “sünneti ilahiye” dendiği gibi, sosyal hayattaki kanunlara da “içtimai sünneti ilahiye” denilebilir. Bu yönüyle örf zımnen ilahi bir faktör olarak görülebilir. Gökalp, örfün sahasının çok geniş olduğunu düşünmekte hatta ona göre dünyevi nassların hepsi esasen örften doğmuş olabilir. Gökalp’e göre bu yeni fıkıh usulü fıkhın yerini alma iddiasında olamaz. O sadece fakihlere yol gösteren bir yardımcı bilimdir.
3. İBADET SOSYOLOJİSİ:
Gökalp, modern toplumlarda dinin sosyal fonksiyonları bağlamında ibadet sosyolojisi de yapmıştır. O, bu konudaki yorumlarını kutsal varlığa yaklaşma kavramı üzerine bina etmiştir. O ibadeti iki aşamalı bir faaliyet olarak ele almaktadır.
Menfi Ayinler ve Benlikten Kurtulma İradesi:
Gökalp’e göre ibadetin birinci aşamasındaki yani kendi tabiriyle menfi ayinler şunlardır: “1- Gusül, abdest, necasetten taharet, hayz ve nifastan tatahhur, setri avret, oruç. 2- İstikbali kıble, ibadetleri hususi mahallerinde icra etmek, ibadetleri hususi vakitlerinde eda etmek, ayinlere sağ cihetten başlamak. 3- Dünya kelamı etmemek, etrafına bakmamak, mikatta ziynet libasını çıkarıp ihrama girmek, ihram esnasında şaçını, tırnağını kesmek suretiyle ziynete meyil etmemek. 4- Fedayı nefsin timsali olmak üzere kurban kesmek, zekât ve fitre itasiyle fedayayı malda bulunmak, cihad ve hac seferlerine katlanmak.”
Ona göre menfi ibadetlerin gayesi benlikten kurtulabilmeye yöneliktir. Gökalp’e göre manevi kirler benlik ve benliğe ait duygulardır ki, biz menfi ayinlerle sembolik olarak bunlardan temizlenmiş oluruz.
Bu menfi ayinler insanın benliğini aşıp onu sosyalleştirecek irade gücünü kuvvetlendirmektedir: Esasen menfi ayinler müsbet ayinlere ulaşmak için araçtırlar. Fakat zahit denilen bazı abitler bunlara çok önem vermişlerdir. Gökalp’e göre bir milletin bütün fertleri abit olmamalı ama bir millet içinde bu tarz insanların bulunası da şarttır.
Müsbet Ayinler ve Toplum Bilinci: Gökalp’e göre müsbet ayinlerin üç şartı vardır: “Müsbet ayinlerin üç şartı vardır: Menfi ayinlerin icrasından sonra eda edilmek, cemaatla icra kılınmak, mevkut olmak.” O, bu bağlamda daha çok “içtimai ruh” ya da “toplum bilinci” kavramı üzerinde durmaktadır.Gökalp’e göre cemaat ruhu her türlü yüksek ahlaki özellikleri besler, bundan yoksun olan fertler ise her türlü ahlak düşkünlüğüne yatkındır. Dahası o, tam anlamıyla insan bile olamaz. Bundan dolayıdır ki müsbet ayinlerin cemaatle yapılması gerekmektedir. Bu ayinler ferdi mukaddesleştirmekte ve böylece fert Allah’a daha fazla yaklaşmaktadır.
Gökalp’e göre, cemaat halinde yapılan ibadet; insanın nefsinde uyanık bulunan süfli duyguları uyutması ve yine nefsinde uyur vaziyetteki kudsi duyguları uyandırması açısından da çok önemlidir. Ona göre, İslamdaki müsbet ayinler şunlardır: “Müsbet ayinler beş vakit namaz, teravih, Cuma namazı, bayram namazı, hactır.”


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla