Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 15:19   Mesaj No:2

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

2. HAFTA

KUR’AN’IN EDEBİ İ’CAZI BAĞLAMINDA TERCÜMENİN İMKÂNI
1. İ’CAZ:
Yüce Allah, peygamber olarak seçtiği kullarına, diğer insanların inanmalarını sağlamak için mu’cizeler vermiştir.
O halde mu’cizelerin en büyük özelliği, peygamberi bu davasında haklı çıkarmak, onu te’yit etmektir.
Hz. Peygamber de peygamberliğini te’yit etmek ve insanların kendisine inanmalarını sağlamak gayesiyle serdettiği en büyük mu’cize, şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerim’dir.
Bu mu’cize, her zaman ve zeminde geçerli olması, her yönüyle aciz bıraktığının her an müşahede edilmesi hasebiyle, diğer peygamberlere verilen mu’cizelerin en büyüğü ve en önemlisidir.
Diğer peygamberlerin mucizeleri hissidir. Yani gözle görülüp algılanan, sadece bulundukları döneme hitap eden özellikler içerir. Peygamberimiz (S.A.V.)’in ise son peygamber olması, getirdiği kitabın da en son kitap olması sebebiyle, Kur’ân mu’cizesi, kıyamete kadar devam edecek ebedi bir mu’cizedir.
İ’caz, Bir kimsenin aczini ortaya çıkarmak, birini aciz kılmak veya aciz bulmak demektir. Kur’ân–ı Kerim’de, bu anlamda acz kökünün fiil ve isim şekli kullanılmıştır.
Meselâ:“Ne göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur.” veya “siz Allah’ı âciz kılacak değilsiniz” âyetlerinde böyledir.
Fakat bu kökün İslâm’da çok önemli iki dinî terim teşkil edecek olan i’caz masdarı ile onun ism–i faili olan mûcize kelimeleri Kur’ân’da geçmez. İ’cazın, “Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvet iddiasını doğrulamak üzere, onun meydan okuması ile birlikte olarak, Kur’ân’ın benzerini getirmekten beşeriyeti âciz bırakma” şeklindeki ıstılah mânâsının ortaya çıktığı zamanı belirlemek zordur. 10. asırdan itibaren yapılan müteaddid tarifler, kayda değer farklılık arz etmez. İ’caz kelimesi 9. asrın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başlamış ve bu asrın sonlarında “belâgatçe erişilmesi imkânsız” mânâsını ifade eder olmuştur.
Kur’ân’ın meydan okumasında muarızlarından istediği nazire, Kur’ân’a aynen benzer bir kelâm değildir. Zaten bir edip tarafından söylenen söze tamamen benzer söz söylemenin imkânsızlığı ortadadır. İstenen bu olsaydı her çıkan diyebilirdi ki; “İşte ben de bir söz söylüyorum.
Benzerini söyleyin bakalım!” Kur’ân’ın muarızından istediği şudur: “Tarzı ve usûlü ne olursa olsun, mizacı ne olursa olsun, sahibinin güzel bulup söyleyeceği bir kelâm.” Öyle ki, beyan üstünlüğünün kriterleri ile ölçüldüğünde Kur’ân’la at başı yürüyen veya ona yaklaşan bir kelâm olsun. Yani Kur’ân’ın beklediği yaklaşma, edebiyat yarışmalarında aranan yaklaşmadır.

2. KUR’AN’IN MEYDAN OKUMASI (TEHADDİSİ):
Hz. Peygamber (a.s.)’ın nübüvvetinin başta gelen delili, Allah tarafından kendisine verilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ânın Allah’ın sözü olması, i’caz vasfına sahip olmasıyla tezahür etmiştir. İ’cazı da, itiraz eden kâfirlere tehaddi etmesi,yani benzerini yapmaları konusunda onlara meydan okuması ile ortaya çıkmıştır.



Kur’ân’ın tehaddisi şu dört safhada olmuştur:

Birinci Safha
Kur’ân ilk meydan okuduğunda, “Kur’âna benzer bir söz istedi” ayetinde de Kur’ân’ın tümüne benzer bir nazire istemiştir.
” De ki: “Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir Kitap meydana getiremezler.”
Bu âyet i’caz konusunda meydan okumanın en kapsamlı ifade edildiği âyettir.
Kısaca şunları ihtiva eder:
1. Üslubu, delilleri, konuları, öğretileri, muhtevasının zenginliği, gaybe dair verdiği haberler gibi yönlerden mûcizedir. Değil bir insan, bütün insanlar ve cinler bir araya toplansalar da Kur’ân’ın benzerini yapamazlar.
2. Hz. Muhammed daha önce içinizde kırk yıl yaşadı, bu misyonunun en ufak bir emaresi bile onda görülmedi.
3.Vahiy hali dışında söylediği sözlerle vahiy olduğunu bildirdiklerini kıyaslayın. Arapçaya vakıf olan herkes, hadislerle Kur’ân’ın ayrı ayrı zatların sözleri olduğunu kabul eder.
İkinci Safha
Uydurma hikâyelerden de olsa on sûrenin benzerini getirmelerini istedi.
“Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz,haydi belagatte onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’ tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın! Eğer bu dâvetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Nasıl, artık hakka teslim olup Müslüman oluyorsunuz değil mi?”
Üçüncü Safha
Hiç değilse bir sûrenin mislini getirmelerini istedi.
“Yoksa “Onu kendisi uydurmuş” mu diyorlar? De ki: “Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın.”
Dördüncü Safha
Daha sonra da bir sûresinin, her hangi bir yönden benzeri olabilecek bir naziresini yapmaya çağırmış ve her defasında diledikleri herkesten yardım alabileceklerini söylemiştir.
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ânın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz! Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının”
Ne nüzul asrında, ne de ondan sonra bir cevap çıkmadığından Kur’ân’ın i’cazı sabit olmuştur.

3. MEYDAN OKUMANIN ÖZELLİKLERİ:
İ’caz, Kur’ân’ın bizatihi beyanında bulunup, gerek Arap dilinde olan edebî nevilerden ve gerekse diğer dillerdeki ifade tarzlarından farklı olmasındadır.
Kur’ân’ın meydan okuduğu ilk muhataplar beşer kelâmı ile beşer kelâmına ait olmayanı ayırt edecek kapasitede idiler. Arap ediplerinden en kolaylarına gelen şey istendi. Onlar bundan âciz kaldıklarından, kendileri için en zor, en tehlikeli yolu seçtiler, yani dünyada beceriksizlik, akılsızlık, savaş,mağlûbiyet, âhirette ise ebedî azap tarafını tercih etmeye mecbur kaldılar.Kur’ân, müşrik Arap ediplerini, gururlarına dokunup kızdırarak meydana çağırmış,gitgide kolaya doğru, muhtelif safha ve şekillerde bu teklifini tekrarlamıştı: Kur’ân öylesine kızdırıyordu ki, bu tahrik en gayretsiz bir şahsın bile öfkesini alevlendirmeye yeterdi.
Kur’ân’ın meydan okuması dört kısım malumata sahip olan kimselere olmuştur:
1.Belagat ve fesahat sahipleri.
2.Şiir ve hitabet erbabı.
3.Kâhinler ve gaibten haber verenler
4.Geçmiş hadiseleri ve kâinat olaylarını bilenler.

4. KUR’AN’IN TERCÜMESİNİN İMKÂNI:
Kur’ân’ın dilinde yeni olan taraf, hangi sahada söz söylüyorsa söylesin daima en üstün malzemeyi ve kast olan manaya en iyi giden ifadeyi seçmesi; her harfi, her kelimeyi yerli yerine koymasıdır. Öyle ki, mana, lafzında en şeffaf, en berrak aynasını, en mükemmel suretini; lafız ise manada en emin vatanını, en sağlam yerini bulmaktadır. Hülasa Kur’ân üslup ve beyan sanatının en ideal şeklini insanın önünde sergiliyor.
Kur’ân, Arap edebiyatının en parlak olduğu dönemde nazil olmuştur. İşte Kur’ân fesahati, belagati, beyan, bedi’ ve letafetiyle Arap toplumunu şaşkına çevirmiş, en ünlü şairleri ve hatipleri adeta lâl etmiştir. En azılı müşrikler bile, Kur’ân’ın bu fesahat ve belagati karşısında hayranlıklarını gizleyememiş; bunlardan bir kısmı bu harikulade eserin cazibesine kapılarak iman etmiştir.
Daha ziyade Kur’ân’ın lafızlarına yönelik olan fesahat ve belagati tercümelerde tamamen yok olmaktadır. Özellikle harfi tercümeyle Kur’ân’daki kelimelerin yerine ikame edilecek başka dildeki kelimelerin, onların yerini tutması, taşıdığı manayı ihtiva etmesi, Kur’ân’daki gibi harikulade bir güzellikte dizilmesi beşer takatinin fevkindedir.

5. BESMELENİN MEALİ:
Elmalılı şöyle diyor: “Besmelenin dilimize göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden biri olması gerekir:
1- Çok merhamet edici bir Rahmân olan Allah’ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama)
2- Rahmân, Rahim olan Allah’ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama)
3- Rahmân-ı Rahîm olan Allah ismi ile (yahut adı ile açıklama tamlaması )
4- Rahmân Rahim olan Allah adına.
Fakat ilk bakışta bu dört şeklin her birindeki “olan” sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya yol açıyor. Çünkü “olmak” fiili dilimizde hem var olma, hem de durumun değişmesi mânâlarında ortak olarak kullanıldığından dolayı;önceden değil imiş de sonradan Rahmân-ı Rahim olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı ifade edebilir. Olan yerine bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak iyi olmuyor. Bundan dolayı bu bağlacın düşürülmesi ile;

5- “Rahmân, Rahim, Allah’ın ismi ile veya
6- Rahmân, Rahim Allah ismi ile” demek daha doğru olacaktır. Bunda da Allah zat isminin en önemli olan öne alınmasına riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin arası açılmış olur. Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim gibi anlatarak;
7- Allah-i rahmân-i rahim ismi ile, veya;
8- Allah-i rahmân-i rahîm’in ismi ile denilirse doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak ve bununla beraber rahmet bağlantısı yine temin edilemeyecektir.
“Doğrusu besmelenin tercemesinde gösterdiğimiz şu imkânsızlık Kur’ân ayetlerinin hemen hemen hepsinde de geçerlidir. Onun için tercemelerin tam bir terceme olması mümkün değildir.”

6. TERCÜMENİNKUR’AN YERİNE OKUNMASI VE TERCÜME İLE NAMAZ KILMANIN HÜKMÜ:
1930’lu yıllarda Türkiye’de modernizm; Mısır’da reformizm ve tecdid adına, Kur’ân’a karşı sinsi ve açık suikastlar tertiplenmişti. Türkiye’de ezan-ı Muhammedi den sonra Kur’ân da Türkçeleştirilip, ibadet ve tilavette tercümesi kullanılmak, Arapça aslı yasak edilme; Mısır’da ise Kur’ân’ın modern ve çağdaş Arapçaya çevirisi yapılmak isteniyordu.
Özellikle Türkçe ibadet mevzuu tartışmalı konular arasında yer almaktaydı.
İslam âlimleri Kur’ân tercümelerinin Kur’ân yerinde tilavetinin yasaklanmasında hemen hemen ittifak halindedirler.

Mezheplerin Bu Konudaki Görüşleri Özetle Şöyledir:
Şafiilerin Görüşü
Arap dilinin dışında bir lisanla Kur’ân’ın kıraati caiz değildir. Okuyan Arapçaya kadir olsun olmasın hüküm aynıdır. Namazda ya da dışında hüküm yine aynıdır. Kıraat caiz olmaz. Eğer namazda bir kimse Kur’ân’ın tercümesini okusa namazı sahih olmaz; kıraati güzel eda etsin ya da etmesin. Bu kavli, içlerinde İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed ve Ebû Davud’un bulunduğu cumhur-u ulema kabul etmiş ve savunmuştur.
Malikîlerin Görüşü
Arapçanın dışında bir dille Kur’ân’ın kıraati caiz değildir. Hatta namazda, tekbirin başka bir lisanla veya Arapça bir müradifi ile kıraati dahi caiz değildir. Eğer kişi Fatihayı Arapça okumaktan aciz kalırsa güzel eda eden birine uyması ona vacip olur. İktidaya imkân bulur da bir başkasına uymazsa namazı batıldır. Eğer imam bulamazsa ondan Fatiha sakıt olur. Allah’ı Arapça zikir ve tesbih eder.
Her mükellef için Fatihayı öğrenmek hususunda bütün kuvvetini ve sa’yini ortaya koyması gerekir, tâkî ölüm gelip çata, o bu halinde mazurdur.
Hanbelîlerin Görüşü
Arapçanın dışında bir dilde kıraat kâfi değildir. Kıraat yerine geçemez ve Arapça bir lafızla değiştirilirse de durum aynıdır. Bu hususta Arapça kıraati güzel eda etsin etmesin müsavidir. Eğer kıraati Arapça olarak güzel eda edemezse öğrenmesi gerekir. Eğer Arapça kıraat etmezse namazı sahih olmaz.

Hanefî Fukahasının Görüşü
Hanefî ulemasından nakledilenlerde bu meselede ihtilaf vardır. Hanefî imamları Kur’ân’ın başka bir dilde kıraatinin namazın dışında caiz olmadığında icma’ etmişlerdir. Bu faaliyeti yapan da şiddetle menedilir. Hanefî fıkıh kitaplardan Ebû Hanife’den “Namaz kılan bir kişi Arapça edaya güç yettirse dahi başka bir dille kıraat ederse bu durumda okuduğuyla iktifa eder, namazı caizdir.” dediği ve bu kavlinden daha sonra döndüğü rivayet edilir. Bu ilk kavlini terki; ashabından Nuh b. Ebî Meryem, Ebû Yusuf, Ali b. Ca’d ve 4. Asırda Hanefî ulemasının büyüklerinden Ebû Bekr er-Râzî tarafından açıklanmıştır.
7. SONUÇ:
Aslında azıcık İslam hukukuna göz atan birisi Kur’ân’ın Arapça lafızlarının ahkâm-ı ilahîyi insanlara tebliğde oynadığı rolün büyüklüğünü görecek bu tür bir iddianın ne kadar mesnetsiz olduğuna şahit olacaktır.
Hem yapılabilecek bir tercüme harfî olmayacağına göre tefsiri olacağından Kur’ân’ın yerine geçmesini ileri sürmek çok yersiz bir kanaatten öte bir şey değildir.
Devletler arasın hukukta bile tercüme delil olamaz. Çünkü yapılan antlaşmalar bir dilde yazılır ve bu metnin tercümelerinden yapılacak istidlaller geçerli değildir. Hal böyle iken Allah kelamı beşer sözünden daha aşağı mı da hâşâ tercümelerinden hüküm çıkarılsın.
Bütün bu açıklamalardan sonra anlaşılacağı üzere harfî tercüme mümkün değildir. Tefsirî tercüme ise hatalardan uzak kalamaz. Bir fikir verme mahiyetindedir. Kur’ân ise mana ve maksatlarının tercümelerde gerçekleşmemesi sebebiyle katiyen tercüme edilemez. Olsa olsa meâl dediğimiz tefsirî tercümesi mümkündür.
Kur’ân, nassların açık ve seçik ifadeleriyle Arapçadır. Gerek manasıyla gerek lafzıyla Allah kelamıdır. Meâllere kesinlikle Kur’ân denilemez. Kur’ân’a mukabil ve eşit görülemez.
Ebu Hanife ve İmameyne göre namazda aciz olanın Farisî kıraati halinde namazı sahihtir. Bu ise imkân ölçüsünde ne kadar olursa o kadarla da emri yerine getirme gayesiyle caiz görülmüştür. Fakat pratikte uygulandığı görülmemiştir.
Ulemanın çoğunluğu ise insanların takatlerinin üstünde teklif olamayacağından namazı kaçırmaması için tesbihle kıraat yapar, demişlerdir. Vakit geniş olduğu takdirde farz olan kıraat miktarı Kur’ân öğrenmesi gerekir. İhmali halinde mesuldür.
Bu durum: Bir kişi Müslüman oluyor ve o anda namaz vakti daraldığı için öğrenmeye imkân ve fırsat olmadığında Hanefîlere göre aciz olup başka bir dilde kıraati muvakkat olarak caizdir. Diğer mezhep imamları ise hadis-i şerifle ifade edilen “tesbih” ile kıraati yapar, demektedirler.
Durum böyle olunca Kur’ân’ın tercümesinin mümkün olduğunu ve onun yerine geçebileceğini, hatta muharref Tevrat ve İncil kıraat olarak okunduğunda kıraat yerine geçeceğini ve böylece namazın sahih olacağını iddia etmek hiçbir ilmî dayanağa sahip değildir.






Alıntı ile Cevapla