Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 15:23   Mesaj No:8

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

8. HAFTA

KELİMELERİN LUĞAVÎ ANLAMLARININ
DOĞRU TESPİTİ:
1. Luğavî Anlam Nedir?
Luğavî anlam ile Kuran’da kullanılan veya geçen kelimelerin, ilahî kelâmın tenzîline sebkat eden ve kendisiyle ilahî mesajın muhataplarına iletildiği Arap dilindeki anlamları veya kullanımları kastedilmektedir.
Daha pratik bir tanımla, luğavî (etimolojik) anlamla, Kur’an kelimelerinin, klasik sözlükler çerçevesinde bile olsa, gerek lafız, gerekse anlam olarak, mevcut türevlerine ve kullanımlarına yansımış olan temel (kök) anlamı veya dilsel uylaşım dile getirilmektedir.
Hz. Ömer’le ilgili şu olay da bu hususu teyit etmektedir. Bir defasında Ömer (r.a) minberdeyken Nahl suresi 47. âyetindeki “tahavvüf” kelimesinin anlamını meclistekilere sormuş ve Hüzeyl kabilesine mensup bir kişi (ihtiyar) kalkarak, bu kelimenin kendi lehçelerinde “tenakkus”
yani azar azar eksiltmek manasına geldiğini söylemiş ve akabinde de şiirden örnek getirerek istidlal etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ey insanlar şiir divanlarınıza sahip çıkın, zira onda Kitabınızın tefsiri vardır” demiştir. Bu misalde tehavvüf kelimesinin luğavî (etimolojik) analizinden ziyade dildeki benzer bir kullanımıyla açıklanması meselenin mahiyeti açısından önemlidir.
Luğavî anlam, sözcüklerin kullanımlarından, türevlerinden hareketle, ses ve mana bakımından kabul edilebilecek müşterek aslını tespit etmek, yani bir kelime içerisinde saklı olan kavram çekirdeğini ve değerini gerçek ve doğru anlamı ortaya koymak olarak tanımlanır.
M. Hamdi Yazır Kurân’ın Arap diliyle olan irtibatını
şu şekilde ifade etmektedir: Biz insanların sözlerinde kelimeler, manaların muvakkat bir giysisidir. Manalar ile kelimeler arasındaki ilişki bir vücudun elbisesi ile ilişkisi gibidir. Ama Kur’anın lafızları elbise değil vücudun canlı olan derisi durumundadır. Nitekim bu husus Usûl-i Fıkıh âlimlerince: “Arapça, Kur’an’ın mahiyetinin bir parçasıdır.” şeklinde ifade edilmiştir.
Fahruddin er-Râzî “kelimelerinin taşıdıkları anlamları tespitte en mükemmel yöntemin iştikak (etimoloji) olduğunu söylemektedir. Kâdî Abdülcebbâr ise, “Bir lafzın konulduğu anlamı bilmeden bu lafzı manasını doğru bir şekilde belirtecek tarzda kullanmak mümkün değildir.” demek suretiyle luğavî (etimolojik) anlamın önemini dile getirmektedir. Râgıb el-İsfehânî’nin “Müfredatın mukaddimesindeki “Kur’an’ın kelimeleri, fasih Arapça’nın temel sözvarlığı ve özüdür.” ifadesi konumuz açısından önemlidir.Konuyla ilgili bir başka mesele da Kur’an’da yabancı kelime bulunup bulunmadığıdır. Zira luğavî (etimolojik) analizlerde sadece bir sözcüğün âit olduğu dilde hangi köke dayandığıyla ilgilenilmez, aynı zamanda yerli mi yabancı mı olduğu başlangıçta hangi kavramı yansıttığı ve ne gibi gelişmeler gösterdiğiyle de ilgilenilir.
Bu mesele İslam âlimleri tarafından erken dönemlerde tartışılmaya başlanmıştır. Suyutî, el-İtkanisimli eserinde, aralarında Şâfiî, Taberî, Ebu Ubeyde, Kadî Ebu Bekir ve İbn Fâris’inde bulunduğu ekser ulemânın Kur’an’ın apaçık Arapça ile indirildiğini ifade eden âyetlere istinaden Kur’an’da yabancı bir dilden kelime olmadığı görüşünü savunduklarını söyler. “
Diğer bir kısım âlimin de Kur’an’da yabancı
kökenli kelimelerin olmasının Arapça nuzûlu olgusuyla çelişmeyeceğini asıl olanın kullanım olduğunu belirttiklerini kaydetmektedir. Yine konuyu inceleyen Şatıbî, meseleye dair şu kapsamlı ve dirayetli izahı getirir:Kuran Arap diliyle inmiştir; dolayısıyla onu anlama çabaları da yine ancak Arap dili vasıtasıyla olacaktır. Araplar söz konusu kelimeleri kullanıyorlar, manalarını anlıyorlarsa o takdirde böyle bir şeyi problem edinmenin anlamı yoktur. Çünkü yabancı kökenli de olsa bir kelimeyi Araplar kullanmışlar ve kendilerine mal etmişlerse artık o kelime kendi dillerinden olmuştur. Dikkat edilecek olursa Araplar hiçbir yabancı kelimeyi orijinal dilindeki telaffuzu üzere bırakmazlar.
Bu durumda telaffuzu değişen kelime artık Arapça’ya mal olmuştur. Yine Arapça kalıp (yapı) dili olduğundan dile dâhil olan yabancı kelimeler, eğer kalıba uyuyorsa olduğu gibi, uymuyorsa bazı değişikliklerle uydurularak alınmıştır.”
Kur’an’daki, yabancı veya ödünç kelimelerin varlığı meselesi oryantalistlerin de temel uğraşlarındandır. Bazı Kur’an kelimelerinin kökenini İbranice ve Aramice’ye indirgemek suretiyle Kur’an’ın kendilerince kaynaklarını, referans çerçevesini, metnin oluşum sürecini yani Hz Peygamberin teolojik serüvenini tasvir ve tayin etmeyi amaçlamaktadırlar. Ünlü Fransız Dil bilimcisi Albert Dauzat, “alınma, ödünç sözcükler çözümlenirse bir dilin tarihi de aydınlatılmış olur” demektedir.
Luğavî (etimolojik) analizin önemini artıran bir diğer nokta, Kur’an’ı linguistik bir metin olarak algılayanlar için luğavî (etimolojik) anlama yönelik analizler, âyetlerin
sosyal bağlamı olan nuzûl ortamına ulaşma ve onu elde etme yöntemidir. Zira nuzûl sebeplerinden hareketle
nassın anlamı anlaşılabildiği gibi, metin içi referanslardan hareketle de ilahî kelamın nuzûl ortamı açığa çıkarılabilir.
2. Luğavî (etimolojik) Anlam Açısından
Meâllerin Durumu:
Hasan Basri Çantay, meâlinin önsözünde, ideal bir mealde bulunması gereken şartları sıraladığı listenin 9. maddesinde “metinde âyetlerin meallerini yazarken her klişeye gelişi güzel uymayarak, aklını ve fikrini Arap dilinin, arap lugatinin ve edebiyyatının derinlikleri içine salsın ve o derinliklerde hakikat cevherlerini mümkün mertebe yakalayıp alsın.” ifadesiyle etimolojiye işaret emektedir.
İncelenen meallerin girişinde istifade edilen kaynaklar verilmekle beraber ne Arapça, ne de Türkçe’nin söz varlığına ve deyimlerine ait sözlük ismi geçmemekte, bunun yerine daha önce yazılan tefsir ve mealler zikredilmektedir. Kur’an kelimelerinin dilsel anlamlarını tespitte sadece birkaç Arapça tefsir, Türkçe karşılıkları için ise, Türkçe yazılan mealler esas alındığında, her iki dilin imkânları kısmen göz ardı edilmiş demektir. Çünkü hem müfessirler, hem de daha önce meal hazırlayanlar kelimenin sözlük anlamlarından bir yahut bir kaçını tercih etmekte, seçici ve eleyici olmaktadırlar. Bu demektir ki, Kur’an gibi zengin bir anlam dünyasını aktarırken çok
sınırlı bir dil kullanılmaktadır.
Sözgelimi M. Hamdi Yazır’ın meali, hazırlanacak Türkçe çeviriye esas alındığı takdirde zengin kelime hazinesiyle Türkçe’den istifade edilmek yerine Hamdi Yazır’ın kullandığı Türkçe ile iktifa edilmiştir.


Yine Kurtubî tefsirinin luğavî (etimolojik) tahlillerinden hareketle konu analiz edildiğinde de en az seksen bin kökten oluşan zengin Arap dilinin imkânları ihmal edilmek suretiyle çeviri Kurtubî ile sınırlandırılmıştır.
Söz konusu meallerin tanıtım ve mukaddimelerinde zikredilmemiş olması, tamamı hakkında bir genelleme yapma imkânını bize vermediği gibi, luğavî (etimolojik) analiz yapılmadığı anlamına da gelmez. Bu mülahaza saklı kalmakla beraber, realiteye bakıldığında meallerdeki sözcük ve gramer benzerlikleri, hattâ hataların bile tekrar edilmesi yukarıda dile getirilen kaygıları haklı çıkarır.
Birinci Örnek ve Tahlili (Müddessir Suresi 29):لَوَّاحَةٌ لِلْبَشَرِ Bu konudaki misalimiz Müddessir suresi
29. âyette geçen “levvâhatün li’l-beşer” tabirinin tercümesidir. Şöyle ki:“Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin (27)? Ne alıkoyar, ne bırakır (28). Beşere delicesine susamıştır (29). (Ali Bulaç)Ali Bulaç Meâlinin dipnotunda ilgili kısmın “deriyi kavurdukça kavurur” veya “beşer için bir göstergedir.” şeklinde de çevrilebileceğini belirtir.
“Bilir misin nedir sekar (27)? Ortada hiçbir şey bırakmaz, hiçbir şeyi görmezlik etmez (28). “İnsan için tablolar/ levhalar/ekranlar sunandır o. (29)” (Yaşar N. Öztürk)
“Cehennem ateşinin ne olduğunu hiç düşündün mü (27)?
O ne yaşatır ne de (ölüme) terk eder (28). Ölümlü insana (nihâî hakikati) gösterir (29).” (Muhammed Esed)
“(Geride bir şey) komaz, bırakmaz (herşeyi yakıp yok eder). Durmadan derileri kavurur.(Süleyman Ateş)
Siyaktan anlaşılacağı üzere, âyette cehennem, anlatılmaktadır. Kurtubî, Cehennem’in, sekar olarak isimlendirilişiyle, sekar ın etimolojisi arasında ilgi kurar.
Zira “sekara” fiili bir şeyin sıcaklığıyla yakıp kavurması, kişiye eziyet vermesi ve bunaltması anlamlarına gelir. Bundan dolayı Arapların sekarathu’ş-şemsu dedikleri kaydedilmektedir. Yine hayvanların dağlandığı, ateşte kızdırılmış ‘demir’e es-sâkûr, olgunlaşan hurmadan akan şerbete, pekmeze de sekr denilmektedir. Özetle belirtirsek s.k.r köküyle aşırı sıcaklık ve onun neticeleri anlatılır.
İkinci olarak “lâha” fiil kökü ise, (a) susamak, güneşin aşırı sıcaklığından veya susuzluktan kişinin yüzünün değişmesi, yanıp kavrulması, esmerleşmesi, yine (b) bir şeyin görünmesi, parlaması, sözgelimi şimşeğin çakması, manalarına gelirken, (c) “levh” formu ise, düz ve geniş tahta manasına gelmektedir. Zemahşerî, aşırı ısı ve sıcaklığın insan bedeninde yaptığı değişiklik esas alınarak âyete mana verildiğinde “Durmadan derileri kavurucudur” anlamı çıkarılabileceğini belirtir. Yine aynı yerde Hasan el-Basrî’nin âyete, “görünmek” anlamını esas alarak, insanlara (dehşet ve azametiyle) görünecektir” manasını verir.
Aynı zamanda Râzî ve Kurtubî de Hasan el- Basrî’nin, “levvâhatün” kelimesine “görünmek” anlamını verdiğini nakledip Cehennem’in insanlara yürüyüşle beş yüz yıllık mesafeden görüneceğini ifade eden bir bilgiyi aktarırlar.
Muhammed Esed Kur’an Mesajı’ının tefsir kısmında müfessirlerin ekserisinin aksine lâha fiilinin “göründü, görünür oldu” anlamını esas aldığını belirtmekte ve bu nedenle “levvâh” isim-fiilinin başta gelen anlamı “bir şeyi görünür kılan” olduğunu ifade etmekte, âyete “ölümlü insana (nihâî hakikati) gösterir” anlamını vermektedir.
Doğrusu sadece “levvâhaten ve levvâhatün” şeklinde okunan bu ifadeyi diğer iki mütercimin gerek “gösterge”, gerekse “tablolar/levhalar/ekranlar” şeklindeki çevirileri de pek isabetli değil çevirinin sınırlarını zorlayan modern bir yorum niteliğindedir. Zira âyetin siyakı ihmal edilmekte kelimenin anlamını belirleyen terkibi ve kullanımı esas alınmayarak, sözlükte sıralanan anlamlardan bir terkip yapılarak âyete meal verilmektedir.
İkinci örnek ve Tahlili (Enbiya Suresi 87):
وَذَا النُّونِ إِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ أَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنْ الظَّالِمِينَ
Luğavî (etimolojik) anlam açısından meallerin durumu bağlamında ikinci olarak kaydedilecek misal Enbiya suresi 87. âyetinde yer alan “fe zanne en len nakdira âleyhi” ifadesindeki “k.d.r” fiil köküne bazı meallerde verilen anlamdır:
“Zunnûn’a yardım etmiştik. Hani kavmine kızıp gitmişti. Zannetmişti ki, biz kendisine güç yetiremeyeceğiz. Bu sebeple karanlıklar içinde şöyle seslenmişti.” (T. Koçyiğit)
“Ve Zunnûn. Hani kızarak gitmişti de ona asla güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Sonra karanlıkların bağrında şöyle yakardı.” (Yaşar N. Öztürk) Zunnûn’u (balık karnına girmiş olan Yunus ibn Matta’yı) da an; zira (o kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi (kavminin arasından çıkmakla kendisini kurtaracağını) sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde…” (Süleyman Ateş)
“Zunnûn’u da... Hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti; derken zulmetler içinde…” (Elmalılı). Diğer çevirilerden önce telif edilmesine ve genelde örnek alınmasına rağmen burada kendisine hiç bakılmadığı anlaşılan Elmalılı’nın meali isabetli çeviri örneğidir. “K.d.r.” fiili “bir şeye gücü yetmek, takdir
etmek, miktarını tayin etmek, ta’zim etmek, tazyik
etmek ve sıkıntıya sokmak” manalarına gelmektedir.
ÜçüncüÖrnek ve Tahlili (Tevbe Suresi 91):
لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضَى وَلَا عَلَى الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُوا لِلَّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِنْ سَبِيلٍ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ“Allah ve Resulü için nasihat ettikleri
takdirde ne zuafaya, ne hastalara,ne de sarf edeceklerini bulamayanlara harec yoktur, muhsinleri müahazeye yol olmadığı gibi Allah da gafur, rahîmdir” (Elmalılı) Elmalılı’ nın mealiyle birlikte zikrettiğimiz Tevbe suresi 91. ayette luğavî anlamına dikkat çekmek istediğimiz kelime
iza nesahû lillahi ve rasulih” ibaresindeki “nesahû” fiilidir.
Türkçeye nasihat şeklinde geçmiş olan kelimenin kök anlamında samimi ve sadakatli olmak ve nasihat etmek manaları vardır. Bu iki anlamdan özellikle öğüt vermek hayırhahlık yapmak daha çok bilinmiş, sadakat, samimiyet ve ihlâs anlamı ise ihmal edilmiştir. Hâlbuki Kur’an’da “nush” kökünün geçtiği âyetlere bakıldığında görülecektir ki pek çok ayette, sadakat dürüstlük ve samimiyet anlamında kullanılmaktadır.
“Allaha ve Resulüne hayırhah olmak şartıyla ne zaiflere, ne hastalara, ne de (fakirliklerinden dolayı seferde) harcayacaklarını bulamayanlara (geri kalmakta) bir günah (ve mes'ûliyyet) yoktur.


(Onlar geri kalmakla beraber memlekette iyilik ediyorlar), iyilik edenlere karşı (da muâhazeye) bir yol yoktur. Allah çok yarlıgayıcıdır, çok esirgeyicidir.” (H. Basri Çantay)
“Güçsüzlere, hastalara, infak edecek bir şey bulamayanlara, Allah ve resulü için öğüt verdikleri
takdirde bir günah yoktur. Güzel davrananlar aleyhine
bir yol yok. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.” (Y.Nuri Öztürk)
“Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri
takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak
bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Ali Özek başk. Heyet)
“Allah ve Resulüne sadık kalmak, onlar hakkında
iyi düşünceler taşımak şartıyla zayıflara, hastalara ve savaşta harcama imkânı bulamadığından dolayı savaşa katılamayanlara sorumluluk yoktur. Zira onlar, geri kalmakla beraber, memleketlerinde iyilik ediyorlar. İyilik edenlere diyecek bir şey yoktur. Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur)”. (Suat Yıldırım)
DördüncüÖrnek ve Tahlili (Câsiye Suresi 24):
وَقَالُوا مَا هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُمْ بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَCasiye suresi 24. Âyettin cümlesinde müşriklerin dünya hayatından başka bir
hayata yani öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları dile getirilmektedir. İkinci cümlede ise ölürüz anlamındaki “nemûtü” kelimesi geçmektedir. Akabinde ise meal hazırlayanlar ahirete inandıkları için müşrikleri kendileri gibi düşünmüşler ve “nahyâ” fiilini “diriliriz” diye tercüme etmişlerdir. Bu hatalı bir çeviridir. Ahirete inanmayan müşrikler neden diriliriz desinler ki? Doğrusu bir önceki cümledeki ifadeyle uyumlu olarak müşriklerin “ölürüz yaşarız bizi zamandan başkası helak etmez.” dedikleri çeviride olmalıydı.
“Ve dediler ki: «Bu, bizim dünya hayatımızdan başka değildir, ölürüz ve diriliriz ve bizi dehrden başkası helâk etmez.» Hâlbuki onlar için buna dâir bir bilgi yoktur. Onlar başka değil, ancak zanneder dururlar.” (Ö. Nasuhi Bilmen)
“Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar” (Ali Bulaç)
“Dediler ki: "Ne varsa dünyâ hayâtımızdır, başka bir
şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor." Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar” (S. Ateş) Hem dediler ki o hayat sırf bizim Dünya hayatımızdan ibarettir ölürüz ve yaşarız ve bizi ancak dehir helâk eder, hâlbuki buna dâir
bir ilimleri yoktur, onlar sâde zannederler “ (Elmalılı)
Ömer Nasuhi Bilmen, Ali Bulaç ve Y. Nuri Öztürk’ün mealleri hatalıdır. Süleyman Ateş ve Suat Yıldırım’ın mealleri doğru ve isabetlidir.
Meal vermek için bir kelimenin sözlük anlamını tespit ederken sıkça karşılaşılan ve hatalara sebep olan bir husus, sözcüğün iki veya daha fazla anlamının bulunması ve her birinin Kuran’da kullanılmasıdır. Bu durumda yapılması gereken kelimeye, cümle veya sözün bütünlüğü esas alınarak mana verilmesidir.
Nitekim Şatıbî, âyetin anlamı, terkibten, cümlenin bütünlüğünden kısaca kullanımın imkânlarıyla ifşâ edilmediği takdirde lafızların sözlük anlamlarına ve etimolojisine gidilebileceğini belirtir ve aksi durumu
bir tekellüf olarak görür.
Meâl hazırlayanlar, kelime analizlerinde ekseriyetle tefsir kitaplarını esas almakta, dolayısıyla da onların sahip olduğu Arapça’yı kullanmaktadırlar. Yine çevirilerde Türkçe olarak, “Meal Türkçesi” hâkim olduğundan çeviri dili noktasında da sorunlar olmaktadır.
Elmalılı tarafından eksik aktarım anlamı verilip
aslının yerini tutamayacağına gerekçe olarak kullanılan “meâl” terimi, zamanla hata yapmanın meşruiyetine ve normalliğine zemin hazırlayan bir terime dönüşmüştür.
3. Luğavî (etimolojik) Anlamın Sınırları ve Öneriler:
Kur’an’ı anlamak, bir dili (lisanı), bunun da ötesinde
dilin imkanları kullanılarak ifade edilmiş bir sözü (kelamı) anlamaktır. Diğer bir ifadeyle anlamı lafızla sınırlamayıp lafzı kullananın söyleminde aramaktır. O halde dil kadar, dilin kullanımına, sözün inşası ve üretilmesine, kısaca söz sahibinin kasdına ihtiyaç vardır.
Yüce Allah yirmi üç senelik zaman zarfında, Arapların din, kültür, gelenek ve yaşam tarzlarında bazı şeyleri ibkâ, bazılarını islah, bazılarını ilğa ederken yeni bir toplum ve bireyin inşasına yönelik hükümler ve ilkeler vaz’ etmiştir. Bu durum İbn Fâris’in dediği gibi, başta, lisanda/dilde gerçekleşmiş ve kelimelere yeni anlamlar yüklenmek suretiyle İslami sözcükler diğer bir deyişle dinî isimler oluşmuştur. Böylece Kur’ân, kendine ait özel bir sözlük ve anlam dünyası inşâ etmiştir ki, Kur’ân’ın kendine özgü bu dilin ilk akla gelen en güçlü göstergeleri salât, zekât, savm, hacc, islam vahiy, şeriat, iman, küfür, nifak gibi terimlerdir.
İşte böyle bir yapı içinde luğavî (etimolojik) anlam nerede durmaktadır? Bu soru gelenek içinde özellikle
usûl âlimlerimizce, lafız-mana ilişkisi (delalet meselesi) hakkındaki teorik üç temel sorundan birisi olarak, -din dilinin kendi kavramları (şer’î isimler) başlığıyla incelenmiş ve tartışılmıştır. Bu sürecin usûl geleneğindeki konumunu da gözetilerek Âmidî’nin el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâmisimli eseri ekseninde değerlendirip arz edilecektir.
Bu çerçevede usul âlimleri, Kur’an kelimelerini kullanım açısından öncelikle hakikat mecâz olarak, ikinci olarak hakikatı, luğavî/dilsel ve şer’î/dinî şeklinde, üçüncü olarak da luğavî hakikatı, vaz’î ve örfî şeklinde sınıflandırmışlardır.
Luğavî Anlam: Bir kelimenin ilk olarak konulduğu, vaz’ (tahsis) edildiği veya kullanım ya da örf yoluyla kazandığı anlamdır ki, gerek isminden gerekse tanımından da anlaşılacağı üzere, luğavî (etimolojik) anlamla kastettiğimiz anlam düzeyidir. Meselâ, “küfr” kelimesinin “örtmek ve nankörlük etmek” anlamları gibi. Bunlar küfür kelimesinin Kur’an’ın katkısından önceki luğavî anlamlarıdır.
Burada bir hususun belirtilmesinde fayda vardır: Arapça’da, dil, lehçe ve dilin her birimi (kelime/lafız) anlamında kullanılan “el-luğa” terimi, genellikle dilimize “sözlük” olarak çevrilmekte veya anlaşılmaktadır. Hâlbuki Arapçada mu’cem kelimesi sözlük anlamını taşımaktadır.
Kur’an’da bir kelime, sözün tabiatının gereği olarak bir âyette luğavî, diğer âyette ise dinî anlamını taşıyabilir. Bunun siyak içinde tespit edilmesi, luğavî anlamına gidilmesi gerekir.
Alıntı ile Cevapla