Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 15:24   Mesaj No:9

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

9. HAFTA

KELİMELERİN DİNİ/ŞER’Î ANLAMLARININ
DOĞRU TESBİTİ VE MEALLERE YANSIMASI
Dinî/Şer’î Anlam Nedir? Bir lafzın, Şâri’in maksadı ve kullanımı çerçevesinde kazandığı dinî anlamlardır. Salât, zekat, hac, gibi kelimelerin ma’lum ibadet şekilleri için kullanımı ve iman, islam, ihlas gibi dinî isimler bu kabildendir. Kelimelere yeni anlamlar yüklenmesi, yeni kullanımlar elde etmeleri, dildeki kelimelerin sınırlı, ama manaların/sözün sınırsızlığının bir neticesidir. Şer’î isimlerin Arapların ortak kullandığı (vaz’î) yani etimolojik anlamla irtibatı konusunda âlimler üç ayrı görüşe sahiptirler:
1) Mu’tezile, Hâricîler ve bir kısım fukahâya göre şer’î anlam kazanan bir kelime/isim, vaz’î/luğavî anlamın dışına çıkmış yeni dini manalar kazanmıştır. 2) Ebû Bekir Bakıllânî dilsel anlamların önemine vurgu yapmış şer’î isimlerin luğavî anlamlarından soyutlanmadığını mevcut delalet tarzının mecazî olduğunu aksi durumun “Kur’anın Arapça tenzili” olgusuyla çelişeceğini dile getirmiştir. 3) Fahrudddin er-Râzî ve Gazalî ise, şunları dile getirir: Bu tür kelimelerin dinî anlamlar kazandığı inkar edilemez,İslam’ın bu lafızların anlamları üzerindeki tasarrufu açıktır. Ancak bütün bu isimlerin dilden soyutlandığını söylemek de doğru değildir.
Her üç görüşün de birleştiği nokta dinîn bu lafızlara
yeni anlamlar yüklediğidir. Bu sebeple şer’î isimlerin çevirilerinde dilden ziyade din, etimolojiden ziyade
Şari’in kullanımı belirleyicidir.
Geleneksel Terminoloji: Bu ifadeyle, Kur’an’da geçen bir kısım kelimelerin tedvin asrıyla birlikte kazandıkları ıstılahî anlamlar veya ilmî terminoloji kastedilmektedir. Sözgelimi Fıkıh kelimesinin “Dinin amelî hükümlerini, tafsili delillerinden çıkarılarak bilinmesidir” anlamını kazanması gibi. Ne luğavî ne de dinî/şer’î isimler kategorisine dâhil olmayan bu kavramlarla Kur’an kavramlarının birbirine karıştırılmaması ve âyetlerin çevirilerinde bu tür etkilenme ve iltibaslardan uzak durulması gerekir. Ancak her dört çeşit anlam türünün (luğavî, şer’î, mecazî, ve geleneksel) birbirinin yerine kullanıldığı ve karıştırıldığı meallerin bir gerçeğidir.
Nitekim farklı üslûplara sahip olmakla beraber İslamî ilimlerde eleştiri geleneğinin temsilcilerinden Gazalî ve
İbn Teymiye geleneksel ıstılahların zaman zaman Kur’anî anlamların önüne geçmesinden şikâyet etmekte ve söz konusu durumu eleştirmektedirler. Gazalî hicrî birinci asırdan sonra fıkıh, ilim, tevhid, tezkir, hikmet gibi kavramların anlamlarının tahrif edilerek değiştirildiğini, bunun neticesinde mezmûm bazı ilimler ile şer’î ilimlerin iltibas edilmeye başlandığından şikâyet etmekte terimlerin gerçek kullanımlarıyla daha sonraki anlam kötüleşmesini açıklamaktadır. İbn Teymiye ise, te’vil teriminin selef âlimlerince luğâvî anlamı çerçevesinde anlaşılırken, daha sonraki müteahhirîn uleması tarafından “lafzı, zahiri delaletinin dışında muhtemel anlamlardan birisine hamletmek” olarak tanımlandığını belirtir.
Gazalî ve İbn Teymiye’nin bahsettiği kelimelerin çevirilerini incelediğimizde aynı hususların aradaki
zaman farkına rağmen devam ettiği görülmektedir.
Nitekim geleneğin Kurân mealleri üzerindeki etkisi, sayıları az olmakla beraber Kur’an çevirileriyle ilgili eleştirel-ilmî makalelerde dile getirilmiştir.
DİNİ/ŞER’İ ANLAMLARIN DOĞRU TESBİTİ
VE MEALLERDEKİ KONUMU:
Birinci Örnek ve Tahlili: “Mücrim Kavramı”
Meallerde ekseriyetle “mücrimîn” kelimesi “suçlular” ifadesiyle Türkçe’ye tercüme edilir ki, bilindiği üzere “c.r.m” fiil kökünden türetilmiştir. Bu kök, Kur’an’da dört yerde fiil, bir yerde masdar, olmak üzere diğerlerinde de ‘mücrim’ ve ‘mücrimîn’ formunda olmak üzere birçok yerde geçer. Bu fiilin dildeki temel anlamı (kata‘a) “kesmek” “koparmak”tır. Hurmayı veya ağacın meyvesini koparmak “c.r.m” fiiliyle anlatılır. “Kesb” kazanma, irtikâp etme anlamına da gelir.
Ancak kötü ve çirkin kazanımları ve amelleri işlemek için kullanılır. Güzel ve takdir edilecek ameller ve kesbler için kullanılmaz. Bununla ilişkili olarak günah irtikâp etmek ve çirkin amelleri işlemek anlamına gelir.
Duhân Suresi 22. Ayet: فَدَعَا رَبَّهُ أَنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ مُجْرِمُونَ
“Bunun üzerine Musa: Bunlar suç işleyen bir
toplumdur, diye Rabbine arzetti.” (Ali Özek ve Heyet)
“Sonra Musa “Bunlar şuç işleyen bir toplumdur
diye rabbine dua etti ”. (Süleyman Ateş)
“Onlar kabul etmeyince Rabbine: Yâ rabbi, onlar
şuçlu bir guruh! (Onları sana havale ettim, Sen
onların hakkından gel)”. (Suat Yıldırım)
“Nihayet Rabbine Bunlar günahkârlar güruhudur
diye dua etti. (Hasan Basri Çantay)
Kur’an-ı Kerim’de mücrim kelimesinin geçtiği âyetlere
ve siyaka bakıldığında bir kısım âyetlerin âhiret, hesap ve cezalandırma içerikli olduğunu, özellikle cezalandırma kavramının geçtiği yerlerde kafir yerine mücrim kelimesinin kullanıldığını, bu sebeple yargılama ifade eden âyetlerde sözgelimi “inkarcı suçlular” şeklinde, diğer yerlerde ise “günahkar kafirler” şeklinde Türkçe’ye aktarılmasının
daha isabetli olacağını düşünülmektedir. Zira kâfirlerin “mücrimîn” olarak isimlendirilmeleri, “din yahut vahiyle bağını ve alakasını kesmiş olmalarıyla irtibatlıdır.
Ömer Rıza Doğrul, Hasan Basri Çantay ve bazı meal yazarları “günahkârlar guruhu/topluluğu” olarak dilimize tercüme etmişlerdir ki diğerlerine nispeten daha uygundur.
S. Yıldırım Hz. Musa’nın duasının hikâye edildiği kısmı bir parantez cümlesiyle söyleniş maksadına daha uygundur.
İkinci Örnek ve Tahlili: “İhlâs Kavramı”
Herhangi bir şeye, mahiyetinden olmayan bazı şeyler karışıp bulaştıktan sonra o şeyin bunlardan kurtulup saflaşması ve arınması, h-l-s fiiliyle ifade edilir. İhlâs ise,
"bir şeyi, kendisine karışmış ve bulaşmış olan şeylerden arındırmak, ayrıştırmak, kurtarmak ve sadece kendisi yapmaktır." Nitekim beyaz renkli nesnelere "hâlis" denilmektedir. H-l-s kökü, bir yönüyle, eşyayı yabancı unsurlardan ayırma, ayrıştırma olunca, bir yönüyle de aslına ve özüne ulaştırma anlamını ifade eder.
Bu sebeple h-l-s kökü, "min" edatıyla kullanıldığında kurtulmak, ayrılmak manasına gelirken "ilâ" edatıyla kullanıldığında ise ulaşmak ve varmak anlamı taşımaktadır.
İhlâs'ın Kur'ân'daki Dinî Anlamı:
İhlâsın dinî anlamı ise, ibadette, sadece bir olan Allah'a kulluğun kastedilmesin Yüce Allah'a şirksiz ve tevhid üzere kulluk edilmesidir. Kısa ve öz bir şekilde arzedilen bu anlam Kur'ân'da, muhlis, muhlâs, muhlisîn, muhlâsîn, ed-dinu'l-hâlis, muhlisan lehu'd-dîn, halasû dînehum ve muhlisine lehu'd-dîn, formlarıyla anlatılmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim'de iki âyette, açık olarak, Hz. Musa ve
Hz. Yusuf ihlâs ile tavsif edilmektedir: Meryem Suresi
51. âyette geçen muhlâs kelimesi muhlis olarak da okunmuştur. Taberî, "h-l-s" maddesi, ism-i fail kalıbıyla muhlis şeklinde okunduğunda kelimenin anlamını, "Hz. Musa ibadeti ve kulluğu sırf Allah'a ayıran, tahsis eden ve Allah'ı ulûhiyetinde birleyen, O'na şirk koşmayan muvahhid biriydi." şeklinde vermiştir. Yine ism-i meful vezninde, "muhlâs" şeklinde okunduğunda ise, kelimeyi, "Allah Musa'yı risalet görevi için seçti, onu peygamberlikle diğer insanlardan ayırdı." diye anlamlandırmıştır.
Bu açıklamalar çerçevesinde Meryem suresi 51.
Âyetin isabetli ve doğru çevirisi şu şekilde olmalıdır:
"Kitapta Musa'yı da an, gerçekten O Allah tarafından peygamber seçilmiş ve insanlara gönderilmiş bir nebi idi."
Âyette geçen muhlas kelimesini muhlis kıratına ve okuyuşuna göre mana verdiğimizde ise âyetin meali şu şekilde olmalıdır: "Kitapta Musa'yı da an, gerçekten O sadece Allah’a kulluk eden muvahhid bir resul ve nebi idi.
“Kitapta Mûsâ'yı da an, çünkü o, içi temiz (bir insan)dı
ve elçi bir peygamberdi.” (S.Ateş)
“Kitapta Musa'yı da an. Şüphesiz ki o, (Tevhîd Dininde) samimi ve katıksız idi ve o bir resul bir nebî idi”(C. Yıldırım)
“Ve bu kitapta Musa'yı da an. Doğrusu, o da seçilmiş biriydi. (Allah'ın) haberci elçilerindendi.” (M. Esed)
“Kitapta Mûsâ’yı da an. Gerçekten O Allah tarafından ihlâsa erdirilen bir kul idi, resul ve nebî idi” (Suat Yıldırım)
Yukarıdaki meallere baktığımızda S. Ateş’in mealinin ihlâs kavramının dini anlamını yansıtmadığı açıktır. Daha çok sufilerin bakış açısının etkisinde ve luğavî anlamı esas alınarak yapılmış bir çeviridir. Bizce doğru değildir.
Celal yıldırım’ın çevirisi ise, “muhlis” kıraatına göre yapılmış doğru bir çeviridir. M. Esed’in çevirisi ise mevcut mushafın harekesi yani Asım kıratı esas alınarak yapılmıştır ve en isabetli çeviridir. Suat Yıldırım ise ihlâs terimini çevirmeyerek dini terimlerin çevrilmeden aynen aktarılmasını tercih etmiştir. Doğrusu dini terminolojiyi çevirmeden nakletmek ortak bir din dilinin korunması adına önemlidir.
Taberî, Hz. Yusuf’u niteleyen şu âyetteki "muhlâsîn
/ muhlisîn kelimesinin anlamı için de aynı açıklamayı yapmaktadır: Nitekim ilk dönem müfessirlerinden
Zeccac da muhlis kelimesini muvahhid olarak, "muhlâs"ı ise, muhtar yani peygamber olarak seçilmiş şeklinde açıklamaktadır. Bu minval üzere âyete meal verirsek
çeviri şu şekilde olmalıdır: "Doğrusu hanım ona sahip olmayı iyice aklına koymuş ve buna yeltenmişti de. Eğer Rabb'inin burhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece biz, fenalığı ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için burhanımızı gösterdik. Çünkü o bizim şeçilmiş/muvahhid kullarımızdandı." (Yusuf Suresi, 24. ayet )
“…hakikat o bizim ihlâsa mazhar edilmiş has kullarımızdandır”(Elmalılı)“.çünkü o bizim gösterişten uzak ciddiyet ve samimiyete ermiş kullarımızdandı.” (C. Yıldırım)
“.çünkü o,ihlâsa erdirilmiş (temiz)kullarımızdandır.”(S.Ateş)
“Çünkü o bizim seçkin kullarımızdandır” Ö. Dumlu,H. Elmalı
Yukarıdaki meallere baktığımızda ihlâs kavramının dini terminolojideki içeriğini Ömer Dumlu ve H. Elmalı’nın meali istisna edersek tam yansıtmadıklarını düşünmekteyiz.
İblis'in secde etmemesi üzerine kovulmasının anlatıldığı âyetlerde geçen "Allah'ın muhlis kulları" tabiri de ihlâs kavramının anlam alanının tespiti adına mühimdir:
"İblis, Yâ Rabbi, dedi. Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceği ve ancak senin muhlas/muhlis kulların müstesna, onların hepsini azdıracağım... Allah buyurdu: Şüphesiz benim o muhlis kullarımın üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur, ancak senin peşine takılmış şaşkın azgınlar başka!" (Hicr, 39–42)
İblis'in azdırmaktan istisna ettiği kendilerinden ümit kestiği muhlis kullardan maksat Taberî'ye göre ibadeti sadece Allah'a tahsis eden mü'minlerdir. Nitekim aynı kıssanın anlatıldığı bir başka âyette aynı husus şöyle açıklanmaktadır: "Aslında, iman edip Rablerine güvenen
ve dayananlar üzerinde onun (şeytanın) bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu, ancak onu dost edinenler ve onu Allah'a ortak koşanlar üzerindedir." Anlaşıldığı gibi muhlâs kullar, iman edip Allah'a dayanan ve şirkten uzak, onu vekîl olarak tanıyanlardır. İblisin azdırdıkları ise, müşriklerdir.
Kur'ân-ı Kerim'de ihlâs teriminin anlam çerçevesiyle
ilgili olarak "muhlisine lehu'd-dîn'" ifadesi de önemlidir ki Kur'ân'da on bir defa geçmektedir. Dini ve kulluğu sadece Allah'a tahsis ederek şirkin her türlüsünden arınmış bir imana sahip olmak anlamına gelmektedir:
"(Resulüm!) Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dini ve ibadeti Allah'a has kılarak kulluk et. Dikkat et, halis din ve kulluk yalnız Allah'adır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi
doğru yola iletmez."(Zümer Suresi, 2–3)
إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدْ اللَّهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ (2) أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)Şüphesiz biz sana bu Kitab'ı hakk ile indirdik. O halde dini (ve dindarlığı) Allah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete devam et. “Haberiniz olsun ki, hâlis din (katıksız dindarlık) Allah'ındır; Allah'ı bırakıp (putları) yakın dost ve sahip edinenler, «bunlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (derler).”C.Yıldırım
“(Habîbim) şübhesiz ki biz o kitabı sana hak olarak indirdik. O halde Allaha, dînde Ona ihlâs edici olarak,
ibâdet et. Gözünü aç, halis dîn Allahındır. Onu bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler (derler ki “Biz, bunlara ancak bizi Allaha daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” H. Basri Çantay
Hemen hemen “Dini Allah’a halis kılmak” şeklinde yapılan çevirilerde öncelikle din kelimesi çevirilmeden olduğu gibi bırakılmıştır. Hâlbuki din kavramı, imandan amele bütün bir dindarlığı ve kulluğu ifade etmektedir. Dinin ihlâsı ve halis olması ise insanın sadece Yüce Allah’a iman ve kulluk etmesidir. Bu açıdan din kelimesini tercüme etmeden ve ihlâs ve halis kelimelerini aynen Türkçeye aktarmak âyetin anlamını okuyucuya taşımaktan uzaktır ve daima eksiktir. Celal Yıldırım bu eksikliği fark ederek parantez içi açıklamayla problemi aşmaya çalışmıştır.

H. Basri Çantay’ın meali tam bir çeviri değil
Arapça kelimeleri Türkçe gramerle dile getirmektir.
İhlâs kavramının Kur'ân'daki anlam alanını doğru tespit edebilmek için karşıtlarının tespit ve tefsiri de gereklidir. Temel karşıtları açıklandığında ıhlasın anlam dokusu daha da belirginleşecektir. Bu bağlamda ihlâs kelimesinin geçtiği siyaklar incelendiğinde, görülür ki İhlâsın temel karşıtı şirktir. İmam Gazzâlî de İhlâsın karşıtı olarak şirki zikreder ve muhlis olmayanı şirkin derecelerinden birini irtikâpla veya bir tür şirke bulaşmakla niteler.
Üçüncü Örnek ve Tahlili: “Dalalet Kavramı”
İbn Faris’in belirttiği üzere dalâlet kelimesinin lugattaki temel anlamı bir şeyin zâyi olmasıdır. Yani kıymetinin bilinmemesi ve heder olmasıdır. Bu birinci anlama bir ikincisini ilave edenler vardır ki netice itibarıyla zayi olmak manasına istinad eder. Buna göre dalaletin birinci manası, telef ve zayi olmak suretiyle kaybolmaktır. İkincisi ise, doğru yoldan bilerek veya hatayla, az veya çok sapmaktır. Doğru yolu kaybetmektir. Birincisinin karşıtı vicdan yani bulmaktır. Diğerinin karşıtı ise, hidayettir. Dalalet ve hidayet kelimelerindeki karşıtlık, Cahiliye arapları tarafından bilinmekteydi.
Dalalet ekseriyetle dinî manâda kullanılmakla beraber, seküler kullanımı da vardır. Müşriklerin öldükten sonra dirilişe karşı gösterdikleri tepkinin anlatıldığı şu âyette geçen “dalalnâ” fiili somut (maddî) anlamda telef ve zayi olmayı ifade etmektedir: “Biz toprağın içinde çürüyüp kaybolduktan sonra, yeniden mi yaratılacağız? derler.”
Bazı âyetlerde, soyut ama dinî anlamından farklı olarak geçmektedir. Müdayene konusunun işlendiği şu âyette iki kadının şahit tutulmasıyla ilgili olarak geçen “tedılle” fiili unutmak ve şaşırmak anlamındadır:
“İki erkek bulunmazsa o zaman doğruluklarından emin olduğunuz bir erkekle iki kadının şahitliğini alın. Tâ ki birinin unutması ve şaşırması halinde diğeri ona hatırlatsın”.
Hz. Musa, kıptiyi öldürüşünüBen yanlışlıkla, sonunda ne olacağını bilmeksizin, saşkın bir vaziyette o işi yaptım.” diye izah etmişti. “Ben o işi yaptığımda “dâllîn” dendim” ifadesiyle şunlar kastedilebilir: (a) Bu iş, yanlışlıkla, öldürmek kastı olmaksızın, tokat vurmanın ölümü netice vereceğini bilmeksizin oldu. Bilerek ve kasıtlı bir şey değildir, bir yanlıştır. (b) Ben bu işi yaptığımda peygamber değildim. Peygamberlikten mahrum iken bu iş oldu.
Şuara suresi 20. Ayeti: قَالَ فَعَلْتُهَا إِذًا وَأَنَا مِنْ الضَّالِّينَ
(Mûsâ): "Onu yaptığım zaman sapıklardan idim"
dedi. (S. Ateş) “Ben, onu yaptığım zaman dalalet
içinde olanlardan biriydim, dedi” (Şaban Piriş)
“Musa: Ben, dedi, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım” (Diyanet Vakfı) “Mûsa dedi ki: “ Ben bunu, o vakit cahillerden olduğum halde yaptım.(F. Yavuz)
S. Ateş ve Ş. Piriş’in meallerinin hatalı olduğunu görmekteyiz. Hiçbir mealde “ben o zaman peygamber değildim. Dinden diyanetten habersizdim” anlamı yoktur. Hâlbuki meallerde bu mana da gözetilebilirdi. Diyanet vakfının çevirisi (a) maddesinde zikredilen tefsirle uyuşmaktadır.
Resûlullah’a hitaben Yüce Allah;Rabbin, seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı?(Duhâ, 7) buyurmuştur. Bu âyette geçen “dâllen” kelimesinin anlamıyla ilgili de şunlar söylenebilir.
(a) Seni, kıymetini bilmeyen bir kavim içinde zayi olmaya hazır bulmadık mı, demektir. (b) Araplar, çölde, etrafında hiç ağaç bulunmayan yalnız bir ağaç gördüklerinde, buna “dâlle” ismini verirler ve yollarını bulmada bir işaret olarak kullanırlardı. İşte Hz. Peygamber mü’min kimliğiyle, müşrik bir toplumun içinde, tıpkı o ağaç gibi yalnızdı. Allah, insanları, O’nun vasıtasıyla doğru yola iletti. Yitip gitme
ve zayi olma manası hadis-i şeriflerde de geçmektedir: Meşhur “Hikmetli söz mü’minin yitiğidir.” hadisinde
geçen “dalletün” kelimesi buna misaldir. (c) Nübüvvet
ve risaletten habersiz, böyle bir şeyi hiç düşünmez ve
bu konuda bir şey bilmezken seni bulmadık mı, anlamı kastedilmiştir.
Duhâ suresi 7. Âyet: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى
“ve seni yol bilmez iken yola koymadı mı?” (Elmalılı)
Seni, (şeriat hükümlerini) bilmezken, (nübüvvet nimeti ile şer’î) yola koymadı mı? (F. Yavuz) “Seni (çocukluğunda) gaip olmuş bulup da yolunu doğrultmadı mı?”(H.B. Çantay)
“Seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı?” (S.Yıldırım) “Seni dalalette bulup, doğru yolu göstermedi mi?“ (Ş. Piriş)
Zikredilen mealler içinde özellikle Ş. Piriş’in çevirisi hatalıdır. Elmalılı’nın meali çok kapalıdır. F. Yavuz ve
S. Yıldırım’ın mealleri doğru ve isabetlidir.
H. Basri Çantay’ın meali ise, Peygamber Efendimizin çocukken kaybolması ve daha sonra bulunması ile ilgili rivayet esas alınmak suretiyle hazırlanmıştır. Surede Peygamber Efendimizin yetimliğinden fakirliğinden ve nübüvvet öncesi hallerinden bahsedildiği için H. Basri Çantay “dallen” kelimesini çocukken kaybolma hadisesi olarak yorumlamış ve Ona göre tercüme etmiştir.
Dalalet kelimesinin kavramsal çerçevesine dâhil olan bir anlamı da kâfirlerin işlerinin, çabalarının batıl olması, boşa çıkması ve hüsranla netice vermesidir.
Dalalet terimi bağlamında burada üzerinde durulması gereken çevirilerden birisi de Furkan suresi 44. Âyette
geçen “edallü” kelimesinin Türkçe’ye nasıl tercüme
edildiği hususudur. Âyette Yüce Allah, hevasını tanrı
edinen kişilerin, hayvanlardan daha şaşkın ve aşağı seviyede olduklarını beyan etmektedir:
Furkan suresi 44. Âyet:
أَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا“Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini, yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun? Doğrusu onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar yolca daha da saşkındırlar.”
“Yoksa onların ekserisini işitirler veya akıl ederler mi zannediyorsun? Onlar sırf hayvan gibi hattâ gidişçe daha sapkındırlar(Elmalılı) Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar
yolca daha da sapıktırlar.” (Diyanet Vakfı)
“Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar, yolca (hayvanlardan) daha sapıktır.” (S.Ateş)
“Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun? Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (S. Yıldırım)


Âyeti tercüme ederken özellikle hayvanlardan daha sapık ve sapkın ifadesi, hayvanları sapık varlıklar olarak göstermekte, hakkı ve hakikati dinlemeyen kâfir ve zalimleri de onlardan daha sapık olarak tasvir etmektedir. Sapık ve sapkın çevirilerinin doğru olmadığını düşünüyoruz. Zira Hayvanların dini anlamda bir sapıklığı söz konusu olamaz. Zira hayvandaki iç güdü onun lehinedir. Bizdeki heva ve nefis insanın ebedi hayatını mahvedebilir.
İnsanlar hayvanlardan kendilerini ayıran akıl ve idraklerini kullanmayarak onların seviyesine inmektedir.
Esas üzerinde durulacak olan -insanın zatına nispetle yüzü gibi- dalalet kelimesinin yüzü mesabesindeki manasına gelelim: Bu bağlamda dalalet, İslam’dan veya doğru yoldan sapmaktır. Bu sapma sürecinde insan, küfre, şirke, Allah’a iftiraya etmeye düşer. Bundan ötürü Kur'an-ı Kerîm, küfrü, şirki, nifakı, zulmü ve Allah ve Resûlüne isyanı dalalet olarak nitelemiştir.
Bütün bunların dalalet oluşunun apaçık olduğuna da vurgu yapmıştır: Bakara suresi 108. ayette dalalet kelimesi dini anlamında kullanılmaktadır. Zira “dalle” fiiline dini anlamını kazandıran semantik yapı bu ayette vardır.
Kuran kavramlarını bir pazılın parçaları gibi düşünürsek dalalet kavramını meydana getiren önemli parçalardan birisi “sebil” diğeri “küfür” ve “iman” kavramlarıdır. Bu nedenle aşağıda zikrettiğimiz Bakara 108. Âyette geçen dalalet kelimesi tamamen şer’î veya dinî manadadır.
Bakara, 108. Ayet:
“yoksa siz Peygamberinizi bundan evvel Musa’ya sorulduğu gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Hâlbuki her kim imanı küfre değişirse artık düz yolun ortasında sapıtmıştır.” (Elmalılı) Yoksa siz de Elçinizden, daha önce Mûsâ'dan istendiği gibi bir takım isteklerde bulunmak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz (o), dümdüz yolu sapıtmıştır” (S. Ateş) Yoksa siz daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi Resulünüzden de olur olmaz şeyler istemek, onu sorguya çekmek mi istiyorsunuz. Kim imana bedel inkârı alırsa, doğru yoldan sapmış olur. (S. Yıldırım)
Bakara suresi 175. Ayet:
Onlar işte hidayeti verip dalâleti, mağfireti bırakıp azabı satın alan kimseler, bunlar ateşe ne sabırlı şeyler! (Elmalılı)
İşte onlar hidâyeti bırakıp dalaleti, mağfireti verip azabı satın almışlardır. Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler! (Suat Yıldırım)
Ayette dalalet kelimesi hidayetin zıddı ve ilahi azabın sebebi olarak anlatılmaktadır. Evet, hidayet mağfireti, dalalet ise azabı netice vermektedir. Bu durum hidayetin imanla, dalaletin ise küfürle ne kadar irtibatlı olduğunu gösterir. Dalalet vahiyden uzaklaşma ve sapma olmakla beraber, insanın fıtratındaki itidalden, hidayetten ve mükerrem oluştan da düşüştür. Seyyid Şerîf Cürcânî’nin belirttiği gibi, insanın, kendisini hak ve doğru yola ulaştıran şeyleri kaybetmesi ve zayi etmesidir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere dalalet kelimesi
bu ayette dini anlamında geçmektedir. Y. Nuri Öztürk mealinde dalalet kelimesini “şaşkınlık” olarak luğavi anlamıyla tercüme etmiştir ve kanaatimizce yanlıştır. Azabı satın almakla eşdeğer tutulan bir günahı şaşkınlık kelimesi yansıtmaktan uzaktır.

Alıntı ile Cevapla