Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 15:25   Mesaj No:10

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

10. HAFTA

ÇOKANLAMLILIK VE KURÂN MEALLERİNE YANSIMASI:
Çokanlamlılık, tıpkı mecaz gibi dilsel bir olgudur.
Celaleddin es-Suyutî’nin “lafızlar sınırlıdır ama manalar sınırsız”cümlesiyle ifade ettiği dilsel hakikatın bir sonucudur
Dilbilim’in bir alt alanı olan Anlambilim (semantik)’in konusudur. Lisan veya dilin sahip olduğu kelime hazinesi bellidir. Ama insan zihninde ve sözde var olan manalar sınırsızdır. Bu olgu dildeki kelimelerin zamanla yeni anlamlar kazanmasına yol açmıştır. Kısaca çokanlamlılık,
bir kelimenin temel anlamıyla bir şekilde irtibatlı birden fazla ve farklı manayı ve kavramı yansıtır hale gelmesidir.
Arap Dili’nde ve İslamî İlimler geleneği içinde bu konu “el-Vucûh ve’n-Nezâir” ve “Lafz-ı Müşterek” kavramlarıyla karşılanmakta ve incelenmektedir.
Vucûh kavramı, kelimenin farklı ayetlerde farklı manalara gelmesi veya bizzat bu farklı mananın her birine denir. Ümmet kelimesinin birden çok anlama gelmesi gibi. Lafz-ı müşterek de denir. Nezair ise, cehennem nar sakar gibi aynı kavramı ifade eden lafızlara denir.
Kur’an kelimelerinin farklı anlamlarda kullanımını
tespit etme tarzındaki tefsir çalışmaları Tabiin tefsirinin karakteristik özelliklerindendir. Nitekim erken dönem tefsir faaliyetlerinin en önemli isimlerinden Mukatil b. Süleyman ’ın günümüze kadar ulaşmış “el-Vucuh ve’n-Nezâir” isimli eseri vardır ve Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.
Kur’an’daki kelimelerin birçok manaya gelmesi, çok anlamlı oluşu, bir zenginlik olmakla beraber istismara açık bir yönü de vardır. Zira çokanlamlılık bir anlam kargaşasına da yol açabilir. Burada önemli olan bir kelimenin Kur’an’da geçtiği yerlerde kullanıldığı farklı anlamı kim tespit edecek veya hangi kıstasa göre anlam tayin ve tespit edilecektir.
Birinci kıstas âyetin gerek metin içi gerekse metin dışı siyak ve sibakı yani bağlamıdır. Nitekim Şatıbî, âyetin anlamı, terkibten, cümlenin bütünlüğünden çıkarmak lazımdır der. Bu mümkün olmadığı takdirde yani kullanımın imkânlarıyla mana ifşâ edilmediği takdirde lafızların sözlük anlamlarına ve etimolojisine gidilebileceğini belirtir ve aksi durumu bir tekellüf olarak görür. Delil olarak da şu rivayeti nakleder: Hz. Ömer bir defasında, Abese Suresi 31. âyetini okur ve âyetteki “ebben” nedir diye kendine sorar, sonra vazgeçer ve “bize tekellüf yasaklanmıştır” der. Zira âyetin siyakından, cümlenin bütünlüğünden kelimenin bir tür
bitki yani çayır veya ot anlamına geldiği anlaşılmaktadır.
İkincisi ise, Kur’an’ın yirmi üç yıllık süreçte hayata taşınmasının bir yansıması olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Sünnet’i ve Siretidir. Çünkü Peygamberimiz’in Sünnet’i ve Sîret’i, teşrî tarihinin ve Kur’an’ın kendi din dilini ve terminolojisini inşâ sürecinin en önemli parçası
ve adeta bir yansıması ve tezahürüdür.
Nitekim Hz. Ali (r.a.), İbn Abbas (r.a.)’ı Haricîler’le görüşmeye gönderirken ona “Haricilerle tartışırken Kur’an’dan delil getirmemesini tavsiye edince İbn Abbas da kendisinin Kur’an’ı onlardan daha iyi bildiğini zira âyetlerin nuzûluna şahit olduklarını söyler. Hz. Ali ise şöyle der: “Doğru söylüyorsun. Ancak Kur’an ifadeleri çokanlamlı (zû vucûh)dır. Sen onlara karşı âyetin bir anlamını esas alarak delil getirirsin, onlar ise başka bir vechini (anlamını) esas alarak itiraz ederler. Sen en iyisi sünnetten delil getir.”

Birinci Örnek ve Tahlili (Âl-i İmran Suresi–101):
İnkâr, tekzip ve şirk anlamlarını kapsayan dini terimlerden küfür ifadesi, bu âyet-i kerimede luğavî anlamını yani nankörlük anlamını taşımaktadır. Âyetin gerek metin içi, gerekse metin dışı siyakı yani sebeb-i nuzûlü bunu gerektirmektedir. Ancak siyak göz ardı edildiğinden küfür kelimesine “inkâr” yani dinî/şer’î
anlamı verilmiştir.
“Allahın âyetleri size okunurken ve O’nun elçisi içinizdeyken nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz.”(A. Bulaç)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Rasûlü de aranızdayken nasıl inkâra saparsınız.(Ali Özek ve Heyet)
“Allah'ın mesajları size iletildiği halde ve Elçisi aranızda yaşarken hakikati nasıl inkâr edebilirsiniz? Ama Allah'a sımsıkı tutunan, dosdoğru yola ulaştırılmıştır” (M. Esed)
Hâlbuki siz Allaha nasıl küfreder (Onu inkâr eder) siniz ki karşınızda Allanın âyetleri okunup durmaktadır. Onun peygamberi de içinizde, Kim Allaha sımsıkı tutunursa muhakkak ki doğru bir yola ile itilmiştir o.”(H. Basri Çantay)
“Size Allâh'ın âyetleri okunmakta ve O'nun Elçisi de aranızda iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir” (S. Ateş)
“Sizler ise küfre nasıl dönersiniz ki önünüzde Allahın âyetleri okunuyor, içinizde Resulü bulunuyor? Hâlbuki
her kim Allaha sıkı tutunursa o, muhakkak bir doğru yola çıkarılmıştır” (Elmalılı)
Meallerin ekseriyeti ayetteki ‘tekfürûne’ ifadesini, küfre dönmek, küfre sapmak, inkâr etmek, inkâra sapmak şeklinde çevirmişlerdir. Kur’an’ın sözlü metin veya hitap özelliğinin ihmali ve yazılı metin formatında çeviri yapılmasının doğurduğu sakıncalar açısından bu
misal çok ilginçtir. Âyetin metin içi siyakına bakıldığında bir önceki ve bir sonraki âyette aynı topluma “iman edenler” diye hitap edilmektedir. Eğer bir küfre/inkâra dönüş, daha doğrusu irtidad olsaydı sonraki âyette “İman edenler” tarzındaki hitabın anlamı kalmazdı. Zemahşerî ve Ebu Hayyan gibi birçok müfessir Kur’an’ın hitap özelliğinin farkındalığı içinde âyetteki soru edatı “keyfe” ile
kastedilen anlamın soru değil, “inkâr ve taaccüb”
olduğunu tefsirlerinde zikretmişlerdir.
İkinci Örnek ve Tahlili: (Fatiha Suresi–6):
Çokanlamlılık veya “Vucûh ve Nezâir” konusunu inceledikten sonra Celaleddin es-Suyûtî el-İtkân isimli eserinde örnek olarak Kur’an’da birkaç âyette geçen “hüda” terimini zikreder ve on yedi ayrı anlamı veya kullanımı olduğundan bahseder. Bu kullanımların
kelimenin temel anlamıyla bir şekilde irtibatı vardır.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın hidayet kavramı ile ilgili açıklamaları bu hususta hem mühim hem de vecizdir:
Hüdâ kelimesi, “h-d-y” fiil kökünden türetilmiş bir isimdir. Temel yani sözlük anlamı, yol göstermek, birine yolu tarif etmek anlamına gelir. Kısaca Arapça’da irşad kelimesiyle ifade edilebilir. Hidayet masdarından emir kipidir.
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Fatihâ suresindeki kullanıma gelince önceki âyetlerle birlikte düşünüldüğünde sadece Allah’a ibadet eden ve sadece Ondan yardım dileyen bir topluluk mü’mindir ve bu husus göz önünde tutularak tercümesi daha isabetlidir.
“Hidayet eyle bizi doğru yola” (Elmalılı)
“Bizi doğru yola ilet” (Ali Bulaç)
“Bize doğru yolu göster” (Ali Özek ve Heyet)
“Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.”(S. Yıldırım)
“Bizi dosdoğru yola hidayet et” (Ali Ünal)
Görüldüğü üzere “iletmek” “göstermek” gibi kelimeler hidayet kavramının luğat anlamı esas alınmak suretiyle yapılmış çevirilerdir. Ancak kelimenin sahip olduğu anlam zenginliğini de yansıtmamaktadırlar. Ya yukarıdaki izahlar çerçevesinde Elmalılı mealinde olduğu gibi “hidayet et” denilmeli yahut da “bize dosdoğru yolda sebat ver”bizi sırat-ı müstekîmden ayırma” şeklinde daha isabetlidir.
Üçüncü Örnek ve Tahlili (Bakara Suresi–120):
Bu âyetteki قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَىcümlesindeki
hüdâ kelimesi din ve İslam dini anlamındadır. Meallere bakıldığında bazıları bu hususu göz ardı ederek hüdâ kelimesini sözlük anlamında yol, kılavuzluk, rehberlik, hidayet yolu, ifadeleriyle çevirmiş, bir kısmı parantez içinde hüdâ kelimesinin din ve İslam dini anlamına geldiğini belirtmiş, bir kısmı da her ikisini birlikte vermiştir. İsabetli çeviriAllah’ın dini İslam, yegâne hak dindirşeklindedir.
“Sen milletlerine tabi olmadıkça ne Yehud, ne Nasara senden asla hoşnut da olmazlar her halde yol, Allah yolu de, şanım hakkı için sana vahyile gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların hevalarına tâbi olacak olsan Allah’dan sana ne bir veli bulunur ne bir nasır” (Emalılı)
“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.”(Diyanet)
“Sen onların öz milletlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: "Allah'ın kılavuzluğu erdirici kılavuzluğun ta kendisidir."İlimden sana ulaşan nasipten sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, Allah katından ne bir Velî'n olur ne de bir yardımcın.” (Yaşar Nuri Öztürk)
“Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler,
ne de Hıristiyanlar senden râzı olmazlar. "Asıl doğru yol, Allâh'ın yoludur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz” (S. Ateş)
“Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen, de ki: "Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir."Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın”. (Suat Yıldırım)
Bu âyetin çevirisinde dikkat çeken önemli bir hata da âyetteki “milletehüm” kelimesini Türkçe’ye, millet, öz millet ve inanç sistemi tabirleriyle çevirmeleridir. Kavim
ve ulus kelimelerinin eş anlamlısı olarak Türkçe’de de kullanılan millet kelimesinin orijinal Arapça anlamı “dindemektir. Doğru çeviri “dinlerine” şeklinde olmalıdır.
DördüncüÖrnek ve Tahlili (Neml Suresi–41):
Hüda veya Hidayet kelimesinin geçtiği âyetlerden
birisi de Neml suresindeki 41. âyettir. Bu âyetteki manası marifet, bilmek ve tanımaktır. Maalesef her geçtiği yerde temel sözlük anlamı esas alınarak tercüme yapıldığından burada da doğru meal verenler olduğu gibi yanlış mealler de verilmiştir.
“(Süleyman) dedi ki: “Onun tahtını bilinmez şekle getirin. Bakalım (tanımaya) muvaffak olacak mı, yoksa muvaffak olamayacaklardan mı bulunacak?” (H: Basri Çantay)
“(Ve) sözlerine şöyle devam etti: "(Şimdi) onun tahtını tanınmaz hale sokun; bakalım, kendi başına doğru yolu bulacak mı, yoksa doğru yolu bulamayan kimselerden mi olacak." (M. Esed) “Dedi ki: "Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?” (Ali Bulaç)
“(Ve) dedi ki: "Onun tahtını tanınmaz hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı?” (S. Ateş)
“Dedi ki: "Şimdi Kraliçenin tahtının şeklini değiştirin! Bakalım onu tanıyacak mı, tanımayacak mı?"(Suat Yıldırım)
Meallerdeki “muvaffak olmak”, “doğru olanı bulmak”, “doğru yolu bulmak” tercümelerinin hatalı olduğu apaçık görülmektedir. Doğru çeviri “tanıyacak mı, tanıyabilecek mi” şeklindeki çevirilerdir.
Beşinci Örnek ve Tahlili (Duhan Suresi37):
Bu âyeti kerimede geçen “hayrün” ifadesi de Kur’an’da çok anlamlı kelimelerden bir tanesidir. “En hayırlı ve daha hayırlı” şeklinde tercüme edilebilir. Ancak her geçtiği yerde “daha hayırlı, daha iyi, iyi ve iyilik” şeklinde tercüme etmek doğru değildir. Bunun bir örneğini Duhan suresindeki 41. âyette görebiliriz: “Ya onlar mı hayırlı? Yoksa Tübbain kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Hep onları helâk ettik, çünkü mücrim idiler” (Elmalılı). “Onlar mı hayırlı, yoksa Tübba' kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar, suçlu günahkârdı.” (Ali Bulaç)
(Ey Rasûlüm, kuvvet ve şiddet bakımından) senin
kavmin mi hayırlı, yoksa (etbaı çok) Tübba’ın kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Hep onları helâk ettik çünkü günahkâr idiler.” (Ali Fikri Yavuz). Onlar mı daha güçlü kuvvetli, yoksa Tübba’ halkı ve onlardan önceki toplumlar mı? Belli ki onlar daha güçlü idiler. Ama ağır suçlar işlediklerinden imha ettik onları!” (Suat Yıldırım)
Meallere bakıldığında sonuncusu hariç “hayrun” kelimesini “hayırlı, daha hayırlı” şeklinde tercüme etmişlerdir. Âyetin meallerinde birbirinden hayırlı kavimlerden bahsedilmektedir. Tübba’ kavmi, önceki kavimler ve Mekke toplumu… O halde akla şu soru gelmektedir madem hayırlı idiler niçin hepsi helak edildi.
Meallere bakıldığında Allah birbirinden hayırlı kavimleri helak ettiğinden bahsetmektedir. Bu tutarsızlık bir edebî mucize olan Kur’an’ın değil, meal yazarlarının hatasıdır.
Fikri Yavuz parantez içi açıklamalarıyla meallerdeki hatayı aşmaya çalışmış ama yine hayırlı kelimesini yanlış tercüme etmiştir. Suat Yıldırım ise âyeti doğru tercüme etmiştir.
AltıncıÖrnek ve Tahlili (Enfal Suresi–23):
وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوا وَهُمْ مُعْرِضُونَ
Âyet-i kerimedeki وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْcümlesinde geçen hayır kelimesiyle ne kastedildiği araştırıldığında âyeti kerimeye isabetli meal verilmesi mümkündür. İnsanın cüz’î iradesiyle Yüce Allah’ın küllî iradesi arasındaki ilişkiyi anlatan veciz âyetlerden birisi bu âyettir. Müşrikler ve Münafıklar kendi serbest iradeleriyle Allah ve Rasûlüne muhalefet yolunu seçmişler, iman etmek yerine şirki tercih etmişlerdi. İlahi mesajı duydukları halde hiç duymamış gibi davranmışlar anlamaya yanaşmamışlardı.

“Allah, onlarda bir hayır (hakka yöneliş) olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Onlara işittirseydi dahi mutlaka yine yüz çevirerek dönüp giderlerdi.” (Diyanet)
“Allah onlarda bir hayır görse idi elbette kulaklarına sokardı ve bu hallerinde kulaklarına soksa idi yine aldırmazlar döner giderlerdi” (Elmalılı)
“Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyurur (hayrı kulaklarına sokar) dı. (Bu hallerinde) kulaklarına soksaydı bile yine onlar muhakkak ki (haktan) yüz çevirici olarak arkalarına dönerlerdi.”(Hasan B. Çantay)
“Allâh onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette
onlara işittirirdi, onlara işittirseydi de yine aldırmayarak dönerlerdi.” (S. Ateş)
“Şayet Allah onlarda iman etmeye yönelik bir irade olduğunu bilseydi, onlara hakikatı işittirirdi. Ve mevcut haliyle onlara ilahi mesajı işittirse bile onlar yine yüz çevirir ve döner giderlerdi.” (Yunus Ekin)
Zikredilen meallere baktığımızda bir kısmının hayır kelimesini aynen Türkçeye aktardığını görüyoruz. Farklı olarak S. Ateş iyilik olarak çevirmiştir. Âyetin siyak ve sibakı ve de muhtevası düşünüldüğünde “hayır” kelimesini parantez içinde “hakka yöneliş” olarak açıklayan meal isabetli bir çeviridir. Ancak en uygun çevirinin son olarak verdiğimiz şekilde olmasını tercih etmekteyiz. Ayrıca Arapça metne kelime kelime, birebir sadakatten yani literal/lâfzî tercümeden dolayı âyetin ilk muhatapları tarafından çok iyi anlaşılan ve bilinen hususlar ihmal edilmiştir.” …İşittirirdi. İşittirseydi bile..” şeklindeki ifadeler hep kapalıdır. Neyin işittirileceği meçhuldür. Hâlbuki âyetin ilk muhatapları için bu mesele en çok bilinen şeydir.
Yedinci Örnek ve Tahlili (Zuhruf Suresi–22):
بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ
Kur’an-ı Kerim’de birkaç manaya gelen lafz-ı müştereklerden birisi de “ümmet” terimidir. Birçok ayette insanlardan bir grup, topluluk veya cemaat anlamına gelir.
ümmet” kelimesinin “din” anlamında kullanıldığı Zuhruf Suresi 22. âyettir: “Hayır, şöyle dediler: bizler, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerince giderek murada ireriz” (Elmalılı)
“Hayır. Dediler ki: «Şüphe yok, biz babalarımızı büyük bir tarikat üzere bulduk. Muhakkak ki, biz de onların izleri üzerinde (yürüyüp) doğru yolu bulmuşlarız.”(Ö. N. Bilmen)
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de Kitâpları). Sadece:
"Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de
onların izlerinde gidiyoruz" dediler.” (S. Ateş)
“Bil'akis (şöyle) dediler: «Gerçek biz atalarımızı bir ümmet (bir dîn) üzerinde bulduk. Biz de hakîkaten onların izleri üstünden doğruya erdirilmişleriz”. (Hasan Basri Çantay)
“Ümmet” kelimesi Türkçeleşmiş Arapça kökenli kelimelerdendir. Türkçe’de topluluk, cemaat manalarına kullanılır. Arapça’daki diğer anlamları terk edilmiştir. Türkiye’de kimse ümmet kelimesini din manasında kullanmaz. Müslüman topluluklar için kullanılır.
O halde yukarda örnek olarak verilen meallerde âyetteki “ümmetin” kelimesini, ümmet şeklinde tercüme etmeden veya Türkçe anlamını düşünerek yapılan tercümeler hatalıdır. Yine “büyük tarikat ve töre” şelindeki tercümeler de hatalıdır. Doğru çeviri “din” şeklinde olmalıdır. Nitekim Hasan Basri Çantay parantez içinde (bir din) doğru manayı
vermek suretiyle hatadan kurtulmaya çalışmıştır.
Alıntı ile Cevapla