Durumu:     Medine No :  21422   Üyelik T.:
08 Kasım 2012   Arkadaşları:35 Cinsiyet:   Mesaj :
3.297 Konular:
784  Beğenildi:133 Beğendi:34  Takdirleri:141  Takdir Et: 
	      |       Cevap: Artık gelmeyin; orda kalın hoca’m !       
 
 Siyaset: “İdare etme sanatı. Diplomatlık.” “İnsanları ıslah ve irşat sanatı.”   
Siyaset,  oldukça genel bir ifade.. Devletin ekonomik politikasından,  bir şirket  müdürünün yönetim biçimine, mürşitlerin ve peygamberlerin  (a.s.) irşat  metotlarına kadar uzanan çok geniş bir sahayı içine  alıyor. Ama gel gör  ki, günümüz insanı kısır politik çekişmeleri bir  boks maçı gibi seyrede  ede, siyaset denilince onun hatırına hemen parti  propagandaları ve  hükümet programları gelir.    
Politikayla bu derece şartlanmış insanlara Üstad Bediüzzaman’ın siyaset anlayışını anlatmak oldukça zor.    
Din  ve dünya hakkındaki her türlü problemini ancak politikacıların   çözeceğine ve ne kadar emelleri, hedefleri varsa hepsinin siyasîlerce   yerine getirileceğine inanan ve kendisini siyasete endeksleyen bir   insana, Bediüzzaman’ın siyasete bakışını anlatmak ve kavratmak oldukça   zor. Yapılabilecek tek şey, Üstadın siyaset hakkındaki beyanlarını bir   çiçek buketi gibi takdim etmek ve sadece bir renge takılıp kalmamasını   ve tümünü birden seyretmesi gerektiğini söyleyerek onu Nur Külliyatıyla   baş başa bırakmaktır.   
Bir noktaya kısaca değinmek isterim. Umarım, bizim için bir hareket noktası olur.  
Üstad,  “her risalenin kendi makamında rüçhaniyeti” olduğunu ifade  ederek Nur  talebelerini bütün külliyatı dikkatle okumaya teşvik etmekle  birlikte,  iki risale hakkında özel notlar düşer.  
Bunlardan birincisi, “İhlâs  Risalesi”. Bu risale hakkında, “lâakal”  yani en azından, “her on beş  günde bir defa okunmalı” tavsiyesinde  bulunur.    
Diğeri ise, “Meyvenin Dördüncü Meselesi”. Bu risale için de “çokça okuyunuz” kaydını düşer.    
Bu  iki risale üzerinde biraz durmak isterim. İhlâs risalesi sık sık   okunmalı, çünkü çirkef içindeki bir içtimaî yapının tesirinde kalınarak   ondaki düsturlardan sapma gösterme tehlikesi her zaman söz konusu.  Örnek  olarak, risaledeki ilk iki düsturu hatırlayalım.     Birinci düstur,  “amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.” İnsan  çevresine baka baka, kalbine  ve aklına rağmen, toplumun yanlış değer  hükümlerine uymaya kendini  mecbur hissedebiliyor. Ayıplanma endişesi,  menfaat kaygısı, takdir  kazanma ve alkış toplama arzusu gibi geçici ve  mânâsız hislere kapılıp  İlâhî rıza istikametinden sapabiliyor. Üstadın  tabiriyle “nâsı, Rabb-ı  nâsa şerik” yaparcasına, rızadan uzaklaşıp  riyaya sapabiliyor. İşte bu  risaleyi hiç olmazsa on beş günde bir  okuyan bir Nur Talebesi niyetini  tashih eder ve bu vartadan kurtulur.  
İkinci düstur, “Bu hizmette  bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek.”  Çoğu zaman, hizmete zarar  veriyor gerekçesiyle, bizim görüşümüze  uymayan kardeşlerimizi tenkit  yoluna girebiliyoruz. Bu düsturu da sık  sık okuyup birlik ve  beraberliğimizi, sevgi ve saygımızı yenilemek  durumundayız.      
“Meyvenin  Dördüncü Meselesi”ne gelince, bu risalede insanın, kalp ve  mide  dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden tâ dünya dairesine kadar  iç  içe nice dairelerle kuşatılmış olduğu nazara veriliyor. Ve sonunda  büyük  mesaj geliyor:  
“Küçük dairede büyük ve daimî vazife var. Büyük dairede ise küçük, ara sıra vazife bulunabilir.”    
Bu  risalede insanın, içtimaî ve siyasî hadiseler içinde boğulmaması,   kalabalıklar içinde kendini kaybetmemesi, kalbini ve ruhunu her zaman ön   planda tutması vurgulanıyor. Böyle yapmadığı takdirde ebedî bir  Cenneti  kaybedeceği ve hüsranının sonsuz olacağı çok güzel bir şekilde   işleniyor.    
Siyaset konusuna, bu iki risalenin ışığında nazar edersek Üstadı çok daha iyi anlarız.       İman hizmeti ve siyaset: 
“Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var.Başka cereyanlarla alâkam yok“   Mektûbat    
Üstadın  gayesi insanların imanlarının kurtulmasına Nurlarla vesile  olmak.  Mutlak rakibi ise imansızlık... O halde, Üstadın siyasete bakışı  da bu  ölçüye göre olacaktır.  
İnsanları güç ve kuvvetle imana getirmek  mümkün değil; zaten dinde  zorlama da yasak kılınmış. Karşımızdaki insana  birşeyler anlatabilmemiz  için falan partinin iktidarda olması diye bir  şart da yok. Üstadın  siyasîlerden bu noktada beklediği fazla bir şey de  olmamış.  
“Bütün mücedditler de iman cereyanında oldukları halde  Üstad bunu  özellikle niçin ifade ediyor?” diye bir soru akla geliyor. Ve  maziye  baktığımızda, diğer mücedditlerin daha çok, İslâm’a sokulmaya  çalışılan  fitnelerle, hurafelerle, bidatlarla çarpıştıklarını,  Müslümanları  mânevî tekâmüle erdirecek yollar, vasıtalar üzerinde  durduklarını  görürüz.    
Tâ asr-ı saadete kadar, dahilde, doğrudan  doğruya imansızlıkla mücadele  edilen bir asır göremiyoruz. Şirkin ve  putperestliğin dünyayı sardığı o  asr-ı cahiliyetten sonra, imansızlığın  yeniden canlandırılmaya  çalışıldığı, Ateizm, Materyalizm ve Darwinizm  için dünya çapında büyük  bir seferberliğe girildiği bir başka devir  görmüyoruz. İşte Üstad, “ben  imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık  cereyanı var” demekle  davasının ulviyetiyle birlikte yükünün ağırlığını  ve düşmanının  dehşetini de nazara veriyor. Bir başka risalesinde “iki  elimiz var, yüz  elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir” buyurarak, aynı  mânâyı  kuvvetlendiriyor.     
“Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim  tehlikesi, fen ve felsefeden gelen  bir dalâletle kalblerin bozulması ve  imanın zedelenmesidir. Bunun  çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir  ki, kalbler ıslah olsun,  imanlar kurtulsun.” 
						 Lem’alar    
Üstad,  büyük bir ruh hekimi, kalp tabibidir. Zengini, fakiri, âmiri,  memuru,  oy vereni ve alanı hep onun ilgi alanı içindedirler. Ve Onun  gayesi  hepsine tahkiki iman dersi vermek, hepsinin imanlarını  tehlikeden  muhafaza etmektir.     Siyaset kalp ve ruha zarar veriyor:   
Üstad,  siyaseti, “gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş  perdesi”  (Emirdağ Lâhikası) olarak değerlendirir. İnsanın dar dairedeki  gerçek  vazifesini bırakıp, geniş dairelerdeki siyasî ve içtimaî  hadiselerle  gereksiz olarak ilgilenmesini zararlı bulur ve şöyle  buyurur: 
“Hem  iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları  var.  Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i  insaniyeti  ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset  dairesidir.  Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler,  kalbi de  boğuyor.” Emirdağ Lâhikası    
“Evet bu zamanda siyaset, kalbleri  ifsad eder ve asabî ruhları azab  içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve  istirahat-ı ruh isteyen adam,  siyaseti bırakmalı.” Kastamonu Lâhikası    
“Siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir.”     Sözler 	    Siyaset onuncu derecede:   
Üstadın  siyasete bakışında bir başka nokta, siyasî ve içtimaî yollarla  İslâm’a  hizmet etmeyi, iman hizmeti yanında ancak onuncu derecede  görmesidir.  
Kastamonu Lâhikasındaki bir mektubunda,      
“Ehl-i  dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve  hakikat  nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan  siyaset-i  İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dâir hizmeti, kâinatta  en büyük  mes'ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin  çalışmasına racih  gördüklerinden...” diyerek hem kendisine cephe  alanların gafletini  sergiler, hem de Nur Talebelerine, sanki şu ince  mesajı verir: 
Eğer  sizler de siyasî ve içtimaî hadiselere iman hizmetinden daha fazla  ilgi  duyar, onlarla daha çok meşgûl olursanız ve sohbetlerinizde o  gibi  hadiseler iman hizmetinden daha fazla yer tutarsa siyasîlere  benzemiş  olursunuz.    
Nur Talebeleri bu mesajı çok iyi aldıklarından bütün  himmetlerini,  imansızlık ateşinde yanan, tereddüt ve şüpheler içinde  bocalayan ve  sefahat çamuruna düşen insanların kurtuluşlarına  hasrederler.    Siyaset birlik ve beraberliğe zarar veriyor:   
Üstadı  bugünkü siyasî cereyanlara soğuk baktıran diğer bir sebep ise,  siyasî  tarafgirliğin milletimizin birlik ve beraberlik ruhuna verdiği  büyük  zarardır. Bu noktanın da yine insanın kalb âlemiyle yakın ilgisi  var.  İslâm’da Allah için sevmek ve yine Allah için düşmanlık beslemek   esastır.    
Bir risalede, bir insana zatı için değil, sıfatı için  muhabbet  edildiğini ifade buyurur. Bu kaide düşmanlık için de geçerli.   İnsanların ne etine, ne kemiğine değil, ruhlarında taşıdıkları kötü   sıfatlara düşmanlık beslenir. İyinin ve kötünün ölçüsü ise, İlâhî ferman   olan Kur’an-ı Kerim’de ve onun tefsiri olan hâdis-i şeriflerde beyan   buyrulmuştur. O halde Allah’ın beğenmediği, kerih gördüğü, yasakladığı   sıfatlar kimde olursa olsun kötü; O’nun razı olduğu iyi ve güzel   sıfatlar ise yine kimde olursa olsun güzeldir. Ama siyasette bu ölçü   kaybolur. Kendi siyasî görüşünde olmayanlar her yönden kötü, kendi   partilerine mensup olanlar ise her cihetle berrak ve sâfi telâkki   edilir. Üstad bu yanlışın insanın kalp ve ruh âleminde yaptığı büyük   zararı şu ifadeleriyle güzelce ortaya koyar:   
“Sakın, sakın! Dünya  cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve  bilhassa harice bakan  cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda  ittihad etmiş dalalet  fırkalarına karşı perişan etmesin! ‘Elhubbu   fillahi velbuğzu fillahi’  düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El  hubbu fissiyaseti velbuğzu  lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip,  melek gibi bir hakikat kardeşine  adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset  arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık  ile zulmüne rıza gösterip,  cinayetine mânen şerik eylemesin.”           Kastamonu Lâhikası    
Bir başka eserinden:     
“Bir zaman,  bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki:  Mütedeyyin bir  ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi,  tekfir  derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı,   hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,   "Eûzü billâhi mineşşeytani vessiyaseti" dedim, o zamandan beri hayat-ı   siyasîyeden çekildim.”      Mektûbat    
Üstad, ne meşrutiyet ne de  cumhuriyet döneminde hiçbir partide görev  almadığına göre, onun  siyasetten çekildim sözünü nasıl anlayacağız?    
Üstadın meşrutiyet  döneminde verdiği bir mücadele vardı. Batıyı her  yönüyle körü körüne  taklit etmek yerine, Japonlar gibi, garbın sadece  tekniğini almak, ama  bunu yaparken kendi öz değerlerimizden de taviz  vermemek fikrinde idi.  Bu konuda gazetelerde yazılar yazmış ve bir  takım içtimaî hizmetlere  tevessül etmişti. Diğer taraftan, doğuda dinî  ilimlerle fennî ilimlerin  birlikte okutulacağı bir üniversite açılması  için gayret göstermiş, bu  arzusunu devrin padişahına kadar  ulaştırmıştı.    
Üstadın eski Said  döneminde icra ettiği bu gibi içtimaî ve bir yönüyle  de siyasî  hizmetler daha sonra yerini tamamen iman hakikatlerinin neşir  ve ilânına  bırakmıştır.    Din, siyasete âlet edilemez:   
Nur hizmetinin siyasî ihtilâflardan uzak tutulması gereğini ifade eden önemli bir ders:   
“Nur  şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler.  Çünki  iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var.   Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır.   Nur mesleğinde, mü'minlerin uhuvveti esastır.”  
					  Emirdağ Lâhikası    
Siyasetin  tarafgirliğe ve ihtilâfa yol açması hususundaki endişelerinin  bir başka  cihetini ortaya koyan şu ifadeler de çok enteresandır: 
“Dediler: 
–Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım. 
Dedim: 
–Evet  lâzımdır. Fakat kat'î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet  ve  hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik  veya  tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki  ma'fuvdur.  İkincisi isabet de etse, mes'uldür. Denildi: 
–Nasıl anlarız? 
Dedim: 
–Kim  fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle   tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi  olan  dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has   göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla   nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.” Sünuhat  
Din namına  ortaya çıkma denilince, hemen dinîn siyasete âlet edilme  endişesi  hatıra gelir. Üstad bu noktada çok hassastır. Tâ meşrutiyet  döneminde  sarf ettiği şu sözler onun bu husustaki hassasiyetinin bütün  ömrü  boyunca hiçbir sapma göstermeksizin devam ettiğinin en güzel  ifadesi:   
“İslâmiyet  güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak   İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.” Hutbe-i   Şamiye   
 Üstad, Kur’an tefsiri olan Nur Risalelerini dünyevî ve  siyasî bir  maksada âlet etmeyi, kırılacak şişelere bâki elmas fiyatı  vermeye  benzetir.    
 “Kur'an ve imanın hizmeti ne için beni  men'ediyor dersen, ben de derim  ki: Hakaik-i imaniye ve Kur'aniye birer  elmas hükmünde olduğu halde,  siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o  elmaslar iğfâl olunabilen avam  tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için  bir propaganda-i siyaset  değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi  şişeler nazarıyla  bakabilirler.” Mektûbat    
Aynı mânâyı takviye eden bir başka ders:     
“Kur'an  bizi siyasetten şiddetle men'etmiş. Evet Risale-i Nur'un  vazifesi ise,  hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de  dehşetli bir zehire  çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan  hakikatlarla gayet kat'î ve en  mütemerrid zındık feylesofları dahi  imana getiren kuvvetli bürhanlar  ile Kur'ana hizmet etmektir. Onun için  Risale-i Nur'u hiçbir şeye âlet  edemeyiz.” Şualar   
“Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş” cümlesi değişik yönlerden ele alınabilir:  
Nasıl  Kur’an bütün bir insanlığın irşadı için inzâl olmuşsa, onun  tefsirleri  de bütün bir beşeriyet içindir. Onu sadece bir gruba mal  edip geride  kalan insanları ondan mahrum bırakmak, Kur’an’ın cihan  şümullüğü ile  bağdaşmaz ve Kur’an böyle bir anlayışı reddeder.  
Kur’an’ın ulvî  hakikatlerinin süflî menfaatlere âlet edilmesini de  Kur’an kabul etmez.  Doğruluk, muhabbet, beraberlik esaslarını   mü’minlerin kalplerine  yerleştiren Kur’an’ın, yalana, iftiraya, bölünme  ve parçalanmaya yol  açan siyasî kavgaları kabul etmeyeceği de açıktır.     
Bir başka  sebep de şu olsa gerek: Her asrın müceddidi Kur’an’dan o  asrın  ihtiyaçlarına ve mizacına en uygun bir tebliğ ve hizmet metodu  istihraç  etmiş. Üstad ise Kur’an’dan ‘siyasetsiz hizmet’ dersini almış  oluyor. 
...    Şefkat, vicdan ve hakikat siyasetten men ediyor:   
Üstat Bediüzzaman hazretleri, kendisini siyasetten men eden bir başka ciheti ise şöyle dile getirir:     
“Şefkat,  vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada  müstehak  dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi-sekiz  masum,  bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyar var.    
Belâ ve musibet  gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki  münafık dinsiz,  daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla,  idare ve asayişi ihlâl  tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu  halde girmek, Risale-i  Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak  şakirtlerini men etmiş.”   
Bu  ifadelerden hemen anlaşılacağı gibi, siyaseti dinsizliğe âlet eden  onda  iki gibi az bir grup. Gerek bunlara tâbi olanlar, gerekse bunların   siyasetle alâkası olmayan çoluk çocukları, hastalar, ihtiyarlar ise  onda  sekiz. Bu azınlık gruba karşı aktif siyasetle meydana çıkılsa ve  şer  güçlerin engellemesiyle karşılaşıldığında daha da ileri gidilip  “idare  ve asayiş ihlâl” edilse, yani Kur’an’a ihlâs ile hizmet eden  insanlar  yönetimle karşı karşıya getirilse, o zaman iç kavgaya yol  açılır. Ve  böyle bir çalkantıda o dinsizler, büyük bir ihtimâlle, bir  yolunu bulup  kendilerini kurtarırlar, ama o masumlara büyük zarar olur.   
İşte o  masumların hukukunu düşünme inceliği, feraseti, himmeti ve  şefkatidir  ki, Risale-i Nur talebelerini siyasetten men etmiştir. Zaten  vicdan ve  hakikat da, masumların cezalandırılmasına cevaz vermez.    
Halbuki,  ikaz ve irşad yolu, ilim ve tebliğ yolu böyle zararlardan  temizdir. Bu  yol ile o zâlimler ıslah olmasalar bile, onlara  aldananlar, hatta  onların çoluk-çocukları imanla, İslâm’la müşerref  olabilirler. İşte  büyük Üstadı siyasete girmekten ve idareye  karışmaktan men eden bu engin  şefkat, himmet ve hikmettir.    
İşte, asrının mânevî öncüsü olma  şerefine mazhar bu büyük insan, böyle  bir neticeye şahsî düşüncesiyle  değil Kur’an’dan aldığı dersle  ulaştığını, “Kur’an bizi siyasetten  şiddetle men etmiş” ifadesiyle  açıkça ortaya koyuyor.     
“En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.” Emirdağ Lâhikası       Kökü dışarıda olan cereyanlar:   
Üstadın  siyaset noktasında üzerinde önemle durduğu bir başka nokta da,  siyasete  girenlerin kökü dışarıda olan menfî cereyanlara bilmeyerek de  olsa âlet  olmaları tehlikesidir. 
“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar  içinde siyasete  girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını  muhafaza edemez.  Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına  alacak, dünyevî  maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.”  Şualar    
Eski Said döneminde dile getirilen bu gerçekler maalesef  hâlâ belli bir  ölçüde de olsa geçerliğini koruyor. Hâlâ siyasetimizin  istiklâline tam  kavuştuğunu söyleyemiyoruz. Kanaatimce, bunun en büyük  sebebi iktisadî  yönden dışa büyük ölçüde bağımlı olmamız. Üstadın,  “i’layı  kelimatullahın bu zamanda en büyük sebebi” olarak “maddeten  terakki”yi  görmesi bir yönüyle bu meselemize de bakıyor.    Oy kullanmak siyaset mi?   
Son olarak oy kullanma ve mebus olma meselesi üzerinde de biraz durmak isterim.  
Üstad,  Nur hizmetini hiçbir partinin menfaat odağı haline getirmemekle   birlikte, seçimlerde kendisi oy kullandığı gibi talebelerine de   kullandırmıştır. Bu noktada siyasetten beklediği tek şey, “def-i şer”   hizmeti, yani başta Komünizm olmak üzere zararlı cereyanlardan   memleketimizi muhafaza etmeleri.    
İnsanları irşat ve ıslah görevi  ise, ilim adamlarına ve mürşitlere ait.  Bu noktada siyasetten bir şey  beklemenin bir mânâsı yok.    
Üstad, Demokrat Parti’ye rey verdiğini Halk Partisi’ne vermediğini açıkca beyan etmiş ve sebebini de şöyle izah etmiştir.      
“Halk  Partisi iktidara gelecek olursa, Komünist kuvveti aynı partinin  altında  bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat'iyyen  Komünist  olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle  mukayese  edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaîye ve vatanımıza  dehşetli bir  tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için,  Demokrat  Parti'yi, Kur'an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya  çalışıyorum."  Emirdağ Lâhikası    
Üstad, Demokrat Partiyi desteklemesi yanında onlardan bir fayda beklemediğini de açıkça beyan etmiş:		    
“Biz,  Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'an menfaatına   kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki   dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için;   onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına   bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî   bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar   partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” Emirdağ Lâhikası   
Mektupta,  sözü edilen iki cereyandan birincisinin, “komünist, dinsizlik   cereyanı,” ikincisinin ise, “ifsad komitesi namında bir komite,”  olduğu  ifade edilir ve bu komitenin hedefi de “müstemlekâtların,  Türklerle  alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği  neşretmek”  şeklinde ortaya konulur.   
Aynı mânâyı destekleyen bir başka ifadeleri:   
“Madem  siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az   müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha a’zamüşşerden kurtulmak   için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.”Emirdağ   Lâhikası   
Bugün artık Komünizm yıkılmış, ülkemizdeki politik  kamplaşmalar  ideolojik merkezli olmaktan belli bir ölçüde kurtulmuşlar,  zıt görüşlü  partiler birbirleriyle koalisyonlar kurma noktasına  gelmişler ve  devletçilikten her geçen gün biraz daha uzaklaşılması ve  özel teşebbüse  ağırlık verilmesiyle de siyaset eski önemini kaybetmiş.  
Üstad,  Halk Partiye oy vermenin Komünizm tehlikesini gündeme getireceği  o  dehşetli dönemde bile, suçu Halk Partisinin yüzde beşine vermiş,  partiyi  desteklemediği halde partililere düşmanca bir tavır takınmamış  ve  takındırmamış. Siyasî görüşüne bakmaksızın, iman hizmetini her  insana  ulaştırmak onun her zaman birinci gayesi olmuş.  
Bütün bunlar Nur’un  siyaset hakkındaki fevkalade isabetli  düsturlarından bir demet. Bunları  bilen insan, bu hizmeti hiçbir  dünyevî ve siyasî cereyana âlet edemez.  Ama, bazı Nur talebeleri  siyasete atılmak isteyebilirler. Üstad onlara  da bir engel çıkarmamış  ama önemli kayıtlar ve şartlar getirmiş:     
“Siyaset  hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına  bazı  kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına  girebilir.”  Emirdağ Lâhikası    
Demek ki, siyasete menfaat ve ikbal gibi süflî gayeler için girilmeyecektir.  
Önemli bir nokta:  
“Nurların maslahatı namına” siyasete girmek başka, “Nurlar namına” girmek daha başkadır.  
Birincisi bir niyet meselesidir.    
İkincisinde  ise, siyasete giren şahıs Nur Talebelerinin desteğini  arkasında görmek  ister. Nurların “her cereyanın fevkinde bulunması ve  umumun malı  olması”, Nur talebelerini bir siyasî partinin yan kuruluşu  gibi  çalışmaktan men eder.  
Bu nokta dikkate alınmadığında, kırgınlıklar,  nazlanmalar, ihtilâflar  çıkabilir. Bunun Nur hizmetine vereceği zarar  mutlak, siyasetin  getireceği menfaat ise tahminî ve hayalîdir.  
Bu  sebeple, şahıslar siyasete ancak kendi namlarına girebilirler, ama  Nur  talebelerinden kayıtsız şartsız destek bekleme gibi bir ruh  haletine  girmekten de şiddetle kaçınırlar.   
alıntıdır   
Sorularla Risale       
bu yazıyı paylaşmıştım bi kaç gün önce yine paylaşıyorum.
     |