Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:45   Mesaj No:2

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Tasavvuf Tüm haftalar

şahsiyetlere bir başka ad verilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Sahâbîlere yetişen ikinci nesle de "tabiîn" dendiğinden bu isimle anılmak onlara şeref olarak kâfiydi. "Tebe-i tabiîn" döneminde iyice genişleyen İslâm dünyasında refah seviyesi yükseldikçe halkın ibadet ve zühd konularına yönelenlerine yeni bir takım adlar verilmeye başlandı.

Bu adlar arasında en yaygın olanları âbid, zâhid, nâsik, bekkâ gibi isimlerdi. Bunların arkasından hicrî II. asrın ortalarından sonra kulanılmaya başlayan ve giderek yaygınlaşan kavram ise "sûfî" kavramıdır. İlk defa "sûfî" lakabıyla anılan zat, bir rivayete göre Câbir b. Hayyân (ö.150/767), bir başka rivayete göre ise Ebû Hâşim'dir. Her ikisi de Kûfeli olan bu zatların durumları nazar-ı i'tibara alındığında "sûfî" kavramının önce Küfe ve Basra'da ortaya çıktığı söylenebilir. Sûfi ve tasavvuf kelimelerinin hangi kökten geldiği konusu ihtilaflıdır.

Tasavvuf kelimesine kök olarak öne sürülen başlıca kelimeler şunlardır:
1. Asr-ı saadetteki ashâb-ı suffenin suffesinden,
2. Bir çöl bitkisi olan sufâneden,
3. Duruluk ve temizlik anlamına gelen safa ve safvetten,
4. Saff-ı evvelden,
5. Kendilerini halka hizmete veren Benu's-sûfeden,
6. Ense saçı ve kıl demek olan sûfetü'l-kafâdan,
7. Sıfat kelimesinden,
8. Yunanca hakim ve filozof anlamına gelen sofiadan,
9. Yün anlamına gelen sûftan.

Sûfî kelimesinin kökü olarak en çok hüsn-i kabul gören kelime, yün anlamına gelen Arapça "sûf 'tur. Klâsik tasavvuf yazarlarının ilklerinden olan Ebû Nasr Serrâc (ö.378/988), peygamberlerin, evliya ve asfiyânın yolu dediği sûf giyme âdetinden hareketle sûfî kelimesini bu kökten sayar.

Fransız müslüman Rene Guenon (Abdulvahid Yahya), sûfî kelimesinin ebced hesabıyla "el-Hıkmetü'l-İlâhiyye" kelimesinin harfleri toplamına eşit olduğunu ve bu tevcihle sûfî ve tasavvuf kelimelerinin sûf kökünden gelmesi ihtimalinin daha büyük olduğunu belirtmektedir.

Sûfî kelimesinden önce âbid, zâhid, nâsik ve bekkâ gibi değişik isimlerle anılan tasavvuf mensupları, bu ismin yaygınlaşmasından sonra da muhtelif memleketlerde değişik bazı isimlerle anılmışlardır. Vatanlarını terkettikleri için "gurebâ", diyar diyar dolaştıkları için "seyyâhîn" (gezginciler), sahralarda dolaşarak zaman zaman mağaralarda yaşadıkları için Horasanlılarca "şikeftiyye", açlık ve az yemeye dikkat ederek dünyaya önem vermedikleri için Şamlılarca "cûıyye" (açlar), mülkün Allah'a aid olduğu düşüncesinden hareketle Allah'tan başka herkese karşı müstağni davrandıkları için "fukara", kalplerini nurlandırmaya çalışmaları sebebiyle "nûriyye" gibi adlar almışlardır.

Tasavvufun Tarifi ve Kaynağı
1. Tasavvuf zühddür,
Zühd dünyaya karşı tavır koymaktır. Mâsivâdan yüz çevirip Allah'a yönelmektir. Tasavvufun Allah sevgisine engel olan dünya alâkasını kalpten çıkarıp, gönlü Allah'a yöneltme özelliğine dikkat çeken bazı mutasavvıflar, onu zühd olarak görmüşlerdir.
2. Tasavvuf güzel ahlâktır,
Ebû Muhammed Cerîrî (ö. 311/923): "Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır." "Ebû Bekir Kettânî (ö. 322/933): "Tasavvuf ahlâktır. Ahlâkî açıdan senden üstün olan safâ ve manevî temizlik açısından da üstündür." Ebû Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlâktır."
3. Tasavvuf tasfiye; yani kalp temizliğidir,
Kalp tasfiyesi, nafile ibadet ve zikirle yapılan takva hazırlığıdır. Kalp tasfiye edilince, daima iyiliğe meyleder bir duruma gelir ki, bundan sonra güzel huy ve ameller hiçbir zorlanmaya mahal kalmadan "refleks" halinde insanda yer eder. Ahlâkın esası da bu hale ermektir. Böylece ruh safiyeti ve tam bir tehzib sağlanmış olur. Zikrin kalp tasfiyesi ve manevî kemal konusundaki etkisi sebebiyle Muâz b. Cebel'in "En faziletli amel hangisidir?" sorusuna Allah Rasûlü: "Dilin zikr-i ilâhî ile ıslak olduğu halde Allah 'a kavuşmandır. " cevabını vermiştir.
4. Tasavvuf tezkiye; yani nefs ile mücâhededir,
Nefs tezkiyesi denilen şey, nefsin riyâzat ve mücâhede yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır. "Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir. ',hadisi gereği nefs düşmanından kurtulmaktır.
5. Tasavvuf istikamet; yâni kitap ve sünnete sarılmaktır,
Şeriat ölçüleri dışına çıkan bir tasavvufî anlayışı İslâmî saymak mümkün değildir. Tasavvuf şeriata sımsıkı sarılmayı ve edeb sınırını gözetmeyi öngörmektedir. Bu yüzden bazıları tasavvufu bu anlamda tanımlamaktadır. Nitekim Cüneyd Bağdadî: 'Tasavvufu toplu halde zikir, (Kur'an'ı) dinleyip vecde gelmek ve (Kitap ve sünnete) ittiba ederek ameldir." diye tanımlar.
6. Tasavvuf Allah'a tam teslimiyyet ve rabbânîliktir,
Ebû Muhammed Ruveym "Tasavvuf, Allah ile birlikte nefsi murâd-ı ilâhîye bırakmaktır." Ebu'l-Hüseyn Müzeyyin: "Tasavvuf Hakk'a boyun eğmektir." Ebû Alî Rûzbârî: "Tasavvuf, kişinin kovulsa bile Sevgili'nin kapısında diz çöküp beklemesidir."
7. Tasavvuf Hakk'a vuslattır (ihsan),
Zünnûn Mısrî: "Ehl-i tasavvuf, Allah'ı herşeye tercih eden ve Allah'ın da kendilerini herşeye tercih edip yücelttiği kimselerdir." Ebu'l-Huseyn Nûrî: "Tasavvuf, Hakk'ın nasîbi için nefsin nasibini külliyyen terketmektir."
8. Tasavvuf İslâm'ın ruh hayatıdır,
İbadet, riyâzat ve mücâhede sonucu ruhta meydana gelen kemal ve inkişâf, marifet-i ilâhiyye ve varlık konusunda bir takım ledünnî ve keşfî bilgilerin ortaya çıkmasını, aşk, cezbe, şevk ve zevk gibi ruhî duyguların yaşanmasını sağlar.
Cüneyd Bağdâdî'nin iki sözü sûfîlerin ruh hâlini ve marifet-i ilâhiyye anlayışını ifade etmektedir:
a) "Tasavvuf, Hakk'ın seni senlikten öldürüp kendisiyle diriltmesidir."
b) "Tasavvuf, sûfînin içinde bulunduğu bir sıfattır. Bu sıfat, hakikati itibarıyla Hakk'ın, suret ve zahiri itibarıyla halkındır."
9. Tasavvuf bir bâtın ilmidir,
Tasavvuf, suretten çok sîrete, kalıptan ziyâde kalbe, zahirden çok batma Önem veren bir İlimdir. Bu yüzden bazıları tasavvufu bu kalıplar içinde tanımlamak istemişlerdir. Cüneyd Bağdadî: "Zahirine özen gösteren bir sûfi görürsen bilesin ki onun bâtını haraptır." Zünnûn Mısrî: "Sûfî konuştuğunda hâline uygun söz söyleyen kimsedir. O kendinde bulunmayan bir şeyden bahsetmez. Dilini tutup konuşmayacak olursa muamelesi hâlinin tercümanı olur, haliyle dünyadan kat'-ı alâka ettiğini anlatır."
10.Tasavvuf havassa aid ledün ilmidir.
Tasavvuf, havâssa aid ledün ilmidir. Mutasavvıflar arasında yaygın olan görüşe göre Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Allah'tan aldığı üç nevi ilim vardır. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in ashabının hepsine öğrettiği; emir ve nehiylerden oluşan şeriat ilmi, diğeri ashabın bazılarına talim buyurduğu Özel ilim {tarikat, tasavvuf ya da havâss ilmi), bir diğeri de Allah ile kendisi arasında bir şifre mesabesinde olan ve mânâsı sadece kendisine malum, muhatabı bizzat kendileri olan ilimdir.

Tasavvuf ve sûfî kelimeleri, her ne kadar kitap ve sünnette lâfız olarak geçmese de mutasavvıfların tasavvufu tarif ederken kullandıkları ifâdeler ile tasavvuf kavramlarının ekserisi, Kur'an ve sünnet kaynaklıdır.

Tasavvufun Konusu
Tasavvufun konusu genel anlamda Allah, varlık ve insandır. Keşf, ıyan, vecd ve vicdan itibarıyla Cenâb-ı Hakk'ı zat, sıfat, şüûn ve fiilleriyle tanımaktır (ma'rifet-i ilâhiyye). İnsanın ruh ve nefs itibarıyla yapısı, ruhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın yüceltilmesi tasavvufun konusudur. Bu yüzden bazı mutasavvıflar, tasavvufun konusunu "tahalluk ve tahakkuk" olarak özetlemişlerdir. Tahalluk, İslâm ahlâkını öğrenmek, tahakkuk bunu gerçekleştirip ahlâkî ve manevî yükseliş sonucu bazı tahkiki bilgilere ulaşmaktır.

Tasavvufun Gayesi
Tasavvufun gayesi, insanı kötü ahlâktan, çirkin huylardan uzaklaştırmak, güzel vasıflarla bezemek, Allah ve Rasûlü'nün ahlâkını benimseterek Hz. Peygamber'e tam bir ittibâ ile "insan-ı kâmil" yetiştirmek ve "müslüman için ebedî saadeti sağlamaktır."

Değerlendirme Soruları
1.Sufi ve tasavvuf kelimelerinin köküyle ilgili bilgiler veriniz?
2. Tasavvufu tanımlayıp, Sufilerin tanımlarından örnekler veriniz?
3. Tasavvufun konusu nedir bilgiler veriniz?
4. Tasavvufun gayesini belirtiniz?
5. Tasavvufun özelliklerini sıralayınız?
6. Sufi kimdir? Sufinin özellikleri hakkında bilgiler veriniz?
7. Tasavvufa yöneltilen tenkitleri yazınız?
8. Tasavvufun temelleri nelerdir? Tasavvufun dindeki yeri hakında bilgiler veriniz?



3. Hafta
Tasavvufun Kitap ve Sünnetten Temelleri

Âfâkî ve enfüsî âyetlerden bazıları şunlardır:
1) “Şu muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde temiz akıl sahipleri için elbette ibret verici pek çok âyet vardır” (Âl-i İmrân, 3/190).
2) “Arzda (yerin altında ve üstünde) kâmil bilgi sahipleri için nice âyetler vardır. Kendi nefislerinizde, içinizde dahi nice âyetler var. Görmüyor musunuz?” (ez-Zâriyât, 51/20-21).
3) “Gerek âfâkta, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz. Nihâyet onun hak olduğu kendileri için apaçık ortaya çıkacaktır” (Fussılet, 41/53).

Bu âyetlerin ana teması Allah’ın tanınması, bilinmesi yani mârifetullah’tır. Bu nedenle tasavvufta “âyet” kavramı, parçalar halinde görülen eşyanın ilahi birlik gözüyle müşâhede ve idrak edilmesi şeklinde tanımlanan tevhid (cem‘) kavramına denk tutulduğu görülür. Âfâkî âyetler ilim, felsefe ve sanatla tetkik ve müşâhede edilen âyetlerdir. Enfüsî âyetler ise tasavvufi terbiyeden sonra fark edilebilen âyetlerdir.
En ileri merhale, yani tetkiki en zor âyetler, tasavvufî alandakilerdir.
Bu yüzden tasavvufî tecrübe öteki tecrübelerin gayesi ve zirvesi kabul edilmiştir. İşte Kur’an-ı Kerim, insanın iç dünyasına, insanın kuşattığı dünyaya ait âyetlerin tetkikini de istemektedir ki kuşkusuz bu tetkik bâtınî terbiye demek olan tasavvufun en önemli görevlerinden biridir.

Kur’an-ı Kerim’de tasavvufa delil olarak gösterilen âyetlerden biri de şudur: “Allah, kelâmın en güzelini âhenkli ve çift manalı bir kitap halinde indirmiştir ki rablerine derin saygı göstermekte olanların ondan tüyleri ürperir…” (ez-Zümer, 39/23). Bu âyet, Kur’an-ı Kerim’in çift manalı olduğunu açıkça göstermektedir. Âyette geçen “mesâniye” kelimesi çift manalı veya büklüm büklüm, kıvrım kıvrım anlamlarına gelir. Bunlardan hangisine itibar edilirse edilsin, Kur’an-ı Kerim’in ilk bakışta fark edilemeyecek ikinci bir manasının varlığına şehâdet eder. Bu da bize Kur’an-ı Kerim’i hangi seviyeden manalandırırsak manalandıralım, mutlaka bizi aşan bir anlamının daima var olacağını gösterir.
Zâhir-Bâtın Ayrımı
Zâhir-bâtın ayırımının ya da boyutlarının en önemli delillerinden birisi Allah’ın isimlerinden ikisi olan ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleridir.
Mutasavvıflar, “Allah size zâhir ve bâtın nimetlerini bol bol verir” (Lokman, 31/20) âyetinde geçen zahirî nimetlerin Allah’ın dış organlara ihsanı olan tâatlar, bâtınî nimetlerin de kalpteki duygular ve manevî haller olduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre, ameller ve ibadetler gibi, dini nasların da zahirî ve bâtınî tarafı bulunmaktadır. Ehl-i sünnet uleması, Kur’an’ın zahirî manasından başka bâtınî anlamının da bulunduğunda müttefiktirler. Ancak bâtınî manaların mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Yukarıdakilerden başka şu âyetler de bâtınî mananın varlığına delil sayılır:
1) “Kitapta terk ettiğimiz hiç bir şey yoktur” (el-En'âm, 6/38);
2) “Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki kitapta mevcut olmasın” (el-En'âm, 6/59);
3) “Bu kavme ne oluyor ki, nerede ise hiçbir sözü anlamıyorlar” (en-Nisâ, 4/78).
Mutasavvıfların kastettiği bâtın ya da bâtınî yorum zâhirî mana üzerine inkişaf eder ve varlığını zâhirî manaya borçludur. Zâhirî mana olmaksızın bâtınî anlamdan söz edilemez. Çünkü o, zâhirî mananın daha ileri şeklinden başka bir şey değildir.

Bâtınî anlam, yukarıda da ifade edildiği gibi izâfîdir. Zira bir âlime göre bâtınî olan bir anlam, başka bir âlime göre zâhirî olabilir. Bu gün bâtınî olan bir mana, yarın zâhirî hale gelebilir. Fakat bu sefer başka bir bâtınî mana ortaya çıkacaktır. Bunun sebebi Kur’an-ı Kerim’in ebedî bir kitap olması ve her zaman insanı acziyet içerisinde bırakan anlamlar taşımasıdır ki bunlara bâtınî manalar denir. Zâhirî tefsir aklın nasibidir. Halbuki Kur’an akıl ve duyular üstü başka kuvvet ve organlardan da bahseder. Kur’an-ı Kerim’de bunların da hisseleri vardır. O halde duyular üstü kudretlerin tefsiri için de bir lügat ve bir ıstılahlar mecmuası lazımdır ki o da tasavvuf ıstılahlarıdır.

Zâhirî manayı çıkarmak için bir yetenek, bir eğitim ve bir mesai lazım olduğu gibi bâtınî manayı çıkarmak için de aynı şekilde bir gayret ve eğitim gerekir. Diğer bir ifadeyle, zâhirî mananın daima en ileri seviyesi olan bâtınî manayı tespit için çok hassas ve özel bir eğitime ihtiyaç vardır. İşte bu eğitime ledün eğitimi, bu eğitimi veren müesseseye tasavvuf ve bu eğitimi gören kişiye de sûfî denir.

Zâhir-bâtın ayırımının ortaya çıkardığı çift manalı kelimelerden ilki “taharet” kavramıdır. Kur’an-ı Kerim, bu kavramla zâhir-bâtın ya da iç-dış olmak üzere iki tür temizlik kastetmektedir: “Habibim, o münafıkların yapmış oldukları mescitte asla namaza durma. Tâ ilk günde temeli takva üzerine kurulan mescit senin için namaz kılmaya elbette ki daha lâyıktır. Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kişiler vardır. Allah da çok temizlenenleri sever” (et-Tevbe, 108).

Görüldüğü üzere âyette geçen temizlik hem abdest alma, istincâ yapma vs. gibi fıkhî (zâhirî) temizlik manasında, hem de sabra, şükre, rıza ve muhabbete ulaşma gibi tasavvufî (bâtınî) manada bizzat Hz. Peygamber (s.a.) tarafından tefsir edilmiştir. Cünüplükten temizlenme, abdest alma, istincâ ve istibrâ gibi temizlikleri öğreten fıkıh ve fakihin yanında sabır, rıza, şükür gibi iç âlemimize ait temizlikleri öğreten bir ilme ve bir âlime de ihtiyaç vardır. İşte bu ikinci temizliğin ilmi tasavvuf, âlimi de sûfî veya velî’dir.

Abdülkerim Kuşeyrî (ö.465/1072) de yukarıdaki âyetle ilgili olarak tefsirinde şöyle der: “Onlar günahlardan temizlenirler. Bu, âbidlerin alâmetidir. Onlar şehvet ve kuruntulardan da temizlenirler. Bu da zâhidlerin sıfatıdır. Ve onlar mahluklara gönül vermekten ve kendi nefislerini müşâhededen de arınırlar. Bu da âriflerin niteliğidir…Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942) ise âyetin tefsiriyle ilgili netice olarak şöyle der: “Buradaki tatahhur (ısrarlı temizleme) taharette mübalağadır. Şer’î temizlik hem necasetten taharete hem de hadesten ve cenabetten taharete şamildir. Buradaki tatahhur’dan murad ise zikredilen karinelerden de anlaşılacağı üzere bedenî temizlikten ziyade kalp temizliğidir. Yani günah ve isyanlardan, kötü ahlâktan titizlikle temizlenmektir…”

Duyu Organları
Çift manalı kavramlardan ilki, duyu organlarındaki zâhir-bâtın ayırımıdır. Kur’an-ı Kerim, görülen duyu organlarımızdan her birinin gözle görülmeyen birer bâtınî eşleri olduğunu açıkça beyan etmektedir: “O Allah’ı kafa gözleri idrak edemez. O ise bütün gözleri kuşatmıştır. O, gerçek lütuf sahibi, gerçek haberdardır. Size Rabbinizden gönül gözleri gelmiştir. Artık kim Hakk’ı görürse kendi lehine, kim de ona karşı kör kalırsa kendi aleyhinedir…” (el-En ‘âm, 6/103-104). Bu âyetlerde kafa gözü “basar”, kalp ve gönül gözü ise “basîret” kelimeleriyle ifade edilmiştir. Gerçek körlüğün kalp körlüğü olduğunu ifade eden âyet ise şudur: “… Hakikat şudur ki kafa gözleri kör olmaz, fakat sinelerdeki kalpler kör olur” (el-Hac, 22/46).

Muhammed Ali et-Tehânevî (ö. 1158?), “basîret” kavramını şu şekilde açıklar: Kalbin bir kudretidir ki Kuds nuruyla aydınlanır ve eşyanın hakikatleri, iç sırları (bevâtını) onunla görülür. Eşyanın dış yüzünü görmeye yarayan basar mesabesinde olup iç âlemin gözüdür…” Henri Bergson’un “sezgi”si zekânın ileri bir merhalesi olup ilahi görüş kudreti olan basîretle aynı şey değildir. Sezgi, bedenin herkesçe kullanılmayan fonksiyonlarından biri olup bazı hayvanlarda da mevcuttur. Oysa basîret sadece insanlarda görülür.

Kudsî aydınlık olarak ifade edilen “basîret” kavramıyla ilgili diğer Kur’an âyetleri şunlardır:
1)De ki, ey Habibim! İşte bu, benim yolumdur. Ben insanları Allah’a basiret üzere çağırmaktayım. Ben de bana tabi olanlar da böyleyiz. Allah’ı ortaklardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim” (Yûsuf, 12/108).
2)Allah size, şükredesiniz diye kulaklar, gözler ve gönüller verdi” (en-Nahl, 16/78).
3)İnsan kendisine yönelen bir bakış, bir basirettir” (el-Kıyâme, 75/14).
4)Şu Kur’an, yakîni elde etmiş insanlar için bir basîretler mecmûası, bir hidayet ve bir rahmettir” (el-Câsiye, 45/20).
5)Şüphesiz ki bu Kur’an’da kalbi olan veyahut vecd içinde kendisini vermiş olarak dinleyenler için elbette bir öğüt vardır.” (Kâf, 50/37)
6)… De ki, Rabbimden bana ne vahyolunursa ben ancak ona uyarım. Bu Kur’an âyetleri, kalplerinize Rabbinizden açılan basiretlerdir, iman edecek bir kavim için apaçık hidayet ve rahmettir” (el-A‘râf, 7/203).
7)Andolsun ki biz evvelki nesilleri helâk ettikten sonra Musa’ya basîretler, hidayet ve rahmet olmak üzere o kitabı vermişizdir…” (el-Kasas, 28/43). 7
8)Musa Firavun’a dedi ki: Andolsun, bunları her biri birer basiret olarak, göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini bilmektesin. Ve ben seni ey Firavun helak olmuş sanmaktayım (el-İsrâ, 17/102).
Bu âyetlerden Allah’a davetin her zaman ve mekanda basîret üzere olması gerektiğini anlıyoruz. Kur’an kafa gözüne mukabil kalp gözüne de dikkat çekmiştir. Basiret, Kuds’ün bir nuru ise Kuds’ün kelamını da sadece basiret sahipleri anlayabilirler. Kur’an kendisini anlamak isteyenlerin farklı bir kalbe sahip olmaları gerektiğini açıkça beyan ediyor. İç âlemimize ait sırların keşfi için bize rehberlik edebilecek mürşitlere ihtiyaç vardır ve onların basiret sahibi olmaları gerekir. Bu rehberler, âlim ve filozoflardan başka kimseler olduğu gibi dini ilimleri öğreten din âlimlerinden de farklıdırlar. Onlarda bilgiden ziyade yaşanıp yaşatılan gerçekler söz konusudur.
Hülasa, Kur’an ve sünnet, ilahi sırları bize açarak insanlığı Allah yolunda ve yaratılış kanunları çerçevesinde mutluluğa ve kemâle çağırıp götüren bir mürşidler topluluğunun lüzûmuna ısrarla işaret etmektedir. Bu mürşid-i kâmiller, tasavvuf tarafından yetiştirilmekte ve onların verdiği eğitime de takva eğitimi denilmektedir.
Rics-Habâset / İsm-Fevâhiş
Çift manalı kavramlardan ikinci grubu pislik (rics-habâset) ve günah (ism-fevâhiş) kelimeleri oluşturur. Kur’an-ı Kerim temizlik konusunda olduğu gibi pisliği de zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Âyet şu şekildedir: “Kötülüklerin zâhirine de bâtınına da yaklaşmayın…” (el-En’âm, 6/151) Râgıb el-İsfahânî bu konuda şöyle der: “Pislik iki kısımdır: Duyu organlarıyla idrak edilen (zâhirî) kısım, basîret (gönül gözü) ile idrak edilen (bâtınî) kısım. Allah kendisine şirk koşanları neces (pislik) olarak tanımlarken bu ikinci manayı kasteder.
Özetle, Peygamberimiz hayatta iken hem dış (zâhirî) ve hem de iç (bâtınî) temizlik onun ilâhî nuru ve erdirici terbiyesi sayesinde birlikte yürütülmüştür. Sonraki dönemlerde bu temizliklerin genellikle zâhirî olanını fıkıh ve fakihler, bâtınî olanını ise sûfî ve mutasavvıflar üstlenmişlerdir. Ancak bu ayırım, fakîhlerin kendilerini bâtınî temizlikten, sûfîlerin de zâhirî temizlikten müstağni gördükleri anlamına gelmemektedir.
Cihad ve Ribât
Çift manalı kavramlardan üçüncüsü, cihâd ve ribât kavramlarıdır. Hayatı bir imtihan, ibtila ve mücadele kabul eden Kur’an-ı Kerim, bu cehd ve gayretin zâhir ve bâtın olmak üzere iki yönlü olduğunu talim eder. Cihadın zâhirî olanına mücâdele veya cihad; bâtınî olanına ise mücâhede veyâ riyâzet denmiştir. Konuyla ilgili âyet şu şekildedir: “Ey iman edenler, sabredin, düşmanlarınızla sabır yarışı yapın, nöbet bekleyin (murâbataya devam edin). Allah’tan korkun ki kurtuluş umabilesiniz” (Âl-i İmrân, 3/200).
Râgıb Isfahanî de “ribât” kavramıyla ilgili şu değerlendirmede bulunur: “Bu ve emsali âyetlerde geçen murâbata, Müslüman ordugâhlarında murâbata (nöbet tutma) ve nefse karşı murabata olmak üzere iki türlüdür. Hz. Peygamber’in “Namazdan sonra öteki namazı beklemek de ribattandır” sözü bu ikinci manaya işaret eder.”

Zühd ve Güzel Ahlâk
Bilindiği gibi “zühd”, düyaya karşı tavır koymayı, mâsivâdan yüz çevirip Allah’a yönelmeyi ifade eder. Bu kavram Kur’an-ı Kerim’de bir yerde ve ism-i fâil vezninde geçmektedir. “Zâten onlar Yûsuf hakkında zâhid idiler, O’na değer vermezlerdi” (Yûsuf, 12/20). Kur’an’da dünyadan kesilip tam anlamıyla Allah’a yönelmeyi ifade etmek için kullanılan terim “tebettül”dür. Âyet şu şekildedir: “Bütün varlığınla O’na yönel” (el-Müzzemmil, 73/8). “Zühd” kavramını en iyi şekilde ifade eden hadislerden bir kaçı şu şekildedir: 1) “Dünyaya karşı zâhid ol ki Allah tarafından sevilesin. İnsanların ellerindekilere karşı zâhid ol ki, onlar tarafından sevilesin.” (İbn Mâce, “Zühd” 1) 2) “Altına, gümüşe, kumaşa ve abaya kul olanlar, helak oldu. Böyleleri kendilerine bir şey verilince râzı olurlar, verilmeyince kızarlar.” (Buhârî, Cihâd 70; Rikâk 10; İbn Mâce, Zühd 8) 3) “Uhud dağı kadar altınım olsa borcumu ödemek için alacağım miktar müstesna, kalan kısmının üzerinden üç gün geçmeden elimden çıkmasını arzu ederdim.” (Buhârî, İstikrâz 3)

Nefis Tezkiyesi, İstikamet ve Teslimiyet
Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten delilleri arasında yer alan ayetlerden bir kısmı da nefis tezkiyesi ile ilgilidir. Mesela, “Allah’tır, ümmîlere kendi içlerinden, onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen” (el-Cum’a, 62/2) âyeti bu konuyla ilgilidir. Tezkiye görevinin yalnızca Hz. Peygamber (s.a.)’e ait olmadığını, bütün müminlerin bu işi yapması gerektiğini ifade eden şu âyet de dikkat çekicidir: “Andolsun nefse ve onu yaratana. O, nefse kötülüklerini göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve sıfatlardan korunan kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır” (eş-Şems, 91/7-10). İşte tasavvuf tezkiye konusunda Hz. Peygamber (s.a.)’e uyulması gerektiğini ifade eder ve onu örnek alır. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilmiştir: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana ittiba edin ki, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın” (Âl-i İmrân, 3/31). Tasavvufta tezkiyenin nebevî olması önemlidir.

Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten delilleri arasında yer alan âyetlerden bir kısmı da “istikamet”le ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’deki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 11/112) âyeti, istikâmet üzere olmayı emreder. Hz. Peygamber’in “Hûd suresi beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, “Tefsîru Sûre”, 56) şeklindeki hadisi, bu işin ne kadar zor olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İstikametin gerçekleştirilmesi, edep kurallarına uymaya bağlıdır. Edep ve terbiye konusunda da yine yegâne örnek Hz. Peygamber (s.a.)’dir. O şöyle buyurmuştur: “Beni Rabbim terbiye etti de benim edebim ne güzel oldu.” (Keşfü’l-Hafâ, I, 70 (174)) Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten delilleri arasında yer alan âyetlerden bir kısmı da “teslimiyet”le ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’de “Ben âlemlerin Rabb’ına teslim oldum” (el-Bakara, 2/131) âyetiyle dile getirilen bu gerçek, hadis-i şerifte “İslam ol, kurtul” (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 6) sözüyle ifadesini bulmuştur. Gerçek kulluk Allah’a teslimiyetle mümkündür. Zira “Allah, kulunun kendisinden başkasına kul olmamasını” (el-İsrâ, 17/23) ve “insanın hevasının ve duygularının esiri olmamasını” (el-Câsiye, 45/23) ister.

Kalp Tasfiyesi
Tasavvufun dikkati çeken bir diğer özelliği ise kalp tasfiyesidir. Kalp tasfiyesi ile ilgili âyet ve hadisler de tasavvufa delil teşkil eder. Kur’an’da kalbin safvet (saflık, temizlik) ve kasvet (katılık, gönül darlığı)
şeklinde birbirine zıd iki vasfından söz edilir. Bunlardan biri övülürken, diğeri yerilmektedir. Övülen kalp, safvet özelliğine sahip, içinde Allah sevgisinden başka bir şeyin yer almadığı “selim kalp”tir. “O gün ne mal, ne evlat fayda verir. Ancak Allah’ın huzuruna selim bir kalple gelenler müstesna” (eş-Şuarâ, 26/88-89) âyeti bu gerçeğe işaret eder. Kasvetli kalp ise günah lekeleriyle kirlenmiş, kararıp katılaşmış kalptir. “Allah’ın zikrinden uzak kasvetli kalbe yazıklar olsun” (ez-Zümer, 39/22) âyeti bu gerçeği dile getirir. Bir başka âyette ise günah lekeleriyle kirlenerek katılaşmış olan kalpler kayalara benzetilmiştir: “Sonra kalpleriniz katılaştı da katılıkta taş gibi oldu. Hattâ daha da ileri. Taşlardan öyleleri vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır” (el-Bakara, 2/74). İşte kalplerin katılığını gidermenin ve onu tasfiye etmenin yollarını gösteren ilmin adı tasavvuftur.

Hadis-i şeriflerde zâhiri sûret ve sahip olunan dünyalıkların Allah katında bir değerinin olmadığına, önemli olanın kişinin gidişatı ve kalbi durumu olduğuna vurgu yapılmış ve buna paralel olarak da yaptığı amellere büyük değer verilmiş ve takvanın kalpte olduğu vurgulanmıştır: “Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza değil, sîretlerinize, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, “Birr”, 32) Diğer bir hadiste ise kalbin önemine vurgu yapılmaktadır: “Haberiniz olsun ki insan vücûdunda bir et parçası vardır. O iyi ve sağlam olursa vücud da iyi ve sağlam olur. Eğer o kötü olursa vücudun tamamı kötü ve fâsid olur. Bilesiniz ki o et parçası kalptir?” (Buhârî, “İman”, 32; Müslim, “Müsâkat”, 107)

Ayrıca tasavvuf, takvanın takva ehli sâlih kimselerin yanında ve gözetiminde bulunmakla elde edilebileceğini öngörür ve bu konuda şu âyet delil gösterilir: “Ey müminler, Allah’tan takva üzre sakının ve sâdık kimselerle beraber bulunun” (et-Tevbe, 9/119). Öte yandan “Zâlimler topluluğuyla oturma!” (el-En'âm, 6/68) âyeti de zâlimlerden uzak durmayı ve sâlih kimselerle beraber bulunmayı teşvik etmektedir. Kalbe ve kalbî amellere önem veren tasavvuf, Hz. Peygamber (s.a.)’in dikkat çektiği bu konuya da eğilmiş ve kalbî eğitimin metot ve yollarını ilgi duyanlara göstermiştir.

Tasavvufta zikir ve itminân konuları mühim bir yer tutar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de kalplerin huzur ve itminan bulması zikrullaha bağlanmıştır (er-Ra’d, 13/28; en-Nahl, 16/106). Hz. Peygamber (s.a.)’a en faziletli amelin hangisi olduğu sorulduğunda verdiği cevap da zikrullahın önemini gösterir: “Dilin zikr-i ilâhî ile ıslak olduğu halde Allah’a kavuşmandır” (Tirmizî, “Deavât”, 4). Zikrullah konusunu tasavvuf ve tarikatlar en ince ayrıntısına kadar ele almışlar ve bu konuda çeşitli usuller benimsemişler ve geliştirmişlerdir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla