Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 Arkadaşları:8 Cinsiyet:Erkek Yaş:51 Mesaj :
3.070 Konular:
340 Beğenildi:1488 Beğendi:496 Takdirleri:11858 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cevap: Tasavvuf Tüm haftalar Gece İbadeti Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten delilleri arasında yer alan âyetlerden bir kısmı da geceleri yapılan ibadet hayatı ile ilgilidir. Mutasavvıflar gece ibadetine büyük önem vermişlerdir. Tarikat virdlerinden bir kısmının teheccüd vakti yapılmasının tavsiye edilmesi, geceyi ibadetle değerlendirmenin önemine işaret eder. Her konuda olduğu gibi bu konuda da yegâne örnek Hz. Peygamber (s.a.)’dir. Kur’an-ı Kerim’de onunşahsına özel olarak hitap eden “Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk ve sana mahsus olmak üzere bir nafile (teheccüd) namazı kıl! Ola ki, Rabbın seni övgüye lâyık bir makama ulaştırır” (el-İsrâ, 17/79) ve “Senin Rabbın şüphesiz bilir ki, sen gecenin üçte ikisinden daha azını, yarısını ve bazan de üçte birini ibâdetle geçirmektesin” (el-Müzzemmil, 73/20) âyetleri, onun gece ibadetine düşkünlüğünü göstermesi bakımından dikkat çekicidir. “Farz namazlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır” (Müslim, “Sıyâm” 232; Ebû Davûd, “Savm” 55) hadisi de gece kılınan namazın önemini açıkça ortaya koymaktadır. Huşû ve Takvâ Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten delilleri arasında yer alan âyetlerden diğer bir kısmı da huşû ve takvâ ile ilgilidir. Bu kavramların elde edilmesini ve gerçekleştirilmesini sağlayacak usûl ve esaslar, bâtın ilmi olan tasavvufun üzerinde önemle durduğu konulardır. Kurtuluşa eren müminlerin huşûa erenler olduğu (el-Mü’minûn, 23/1-2) göz önünde tutulursa, tasavvufun bu konuya niçin önem verdiği daha iyi anlaşılır. “Ameller ancak niyetlere göredir” (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 1; Müslim, “İmaret”, 155) hadisi kalpteki niyet hâlis olmadan yapılan ibadetler, zâhiren gerekli şartları taşısa bile mutasavvıflara göre makbul sayılmaz ve ondan beklenen netice elde edilmez. Nitekim “Namaza kalktıkları vakit, tembel tembel kalkarlar. İbadetleriyle insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı pek az anarlar” (en-Nisâ, 4/142) âyeti ile “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar, kıldıkları namazdan gafildirler” (el-Mâûn, 107/4-5) âyetinde ihlassız, huşûdan yoksun ve gafletle yapılan en değerli ibadetin bile faydasızlığından söz edilmektedir. Ledün ilmi Tasavvuf tariflerinden bir kısmı, onun havassa ait ledün ilmi olduğunu gösterir. Bütün İslami ilimlerin ana kaynağı Kur’an ve sünnet olmakla birlikte bilgiye ulaşmada kullanılan vasıtalar farklılık arz etmektedir. Fıkıh ve kelam gibi ilimler akıl aracılığı ile istidlal ve burhan yolunu kullanırken, tasavvuf keşf ve ilham gibi ledün yolunu kullanmaktadır. İlm-i ledün’ü elde edebilmek için ibadet, riyazet ve mücahede ile belli bir olgunluğa ulaşmış olmak gerekir. Bu konuya işaret eden pek çok âyet vardır. Mesela, Musa (a.s.)’ın olayların dış yüzüne bakarak hükmettiğini, Hızır (a.s.)’ın ise ilm-i ledün sayesinde meselenin içyüzüne vakıf olarak hareket ettiğini açıkça ifade eden âyetler dikkat çekicidir (el-Kehf, 18/65-82). Bu konuda delil sayılabilecek âyetlerden bazıları şöyledir: 1) “Takvâ üzere olunuz ki Allah size öğretsin.” (el-Bakara, 2/282), 2) “Eğer takvâ üzere olursanız Allah size furkan; iyi ile kötüyü ayırt edecek nur verir.” (el-Enfâl, 8/129), 3) “Allah’tan korkun ve Resûlü’ne inanın ki, Allah size rahmetinden iki kat versin ve sizin için, ışığında yürüyeceğiniz bir nur ortaya koysun.” (el-Hadîd, 57/28). 1) “Siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, çok ağlar az gülerdiniz.” (Buhârî, “Küsûf”, 2; Müslim, “Salât”, 112); 2) “Her ümmetin muhaddesleri; keşf ve ilhama mazhar kişileri vardır. Bu ümmetin muhaddeslerinden biri de Ömer b. Hattâb’dır.” (Buhârî, “Fezâil”, 16). 3) Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Ben Resûlullah’dan iki kap ilim aldım. Bunlardan birini halka anlattım. Diğerini eğer meydana çıkarıp anlatacak olsaydım, şu boynum giderdi.” (Buhârî, “İlim”, 42). İhsan ve Hakk’a vuslat Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten delilleri arasında yer alan âyetlerden bir kısmı da ihsan ve Hakk’a vuslat ile ilgilidir. Tahakkuk ve müşâhede yoluyla Hakk’a vuslat ve Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmeye çalışma, tasavvufun insanı ulaştırmak istediği son noktadır. Allah’a varmayı ve O’nunla olmayı başaranlar, aynı zamanda “Allah’ın kendilerinden razı olduğunu haber verdiği, rıza ve ihsan makamına erdirdiği kullar”dır (et-Tevbe, 9/100). Bu durum bir hadiste şu şekilde beyan edilir: “Benim velî kuluma düşmanlık edene Ben harp ilan ederim. Kulum Bana, üzerine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum farzlardan sonra nafilelerle yaklaşmaya devam ederse Ben onu severim, Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı ve konuşan dili olurum. Böyle bir kulun istediğini hemen veririm, Bana sığınınca onu korurum.” (Buhârî, “Rikâk”, 37) Hadiste de ifade edildiği üzere kulun Allah ile işitmesi, görmesi ve tutması bir çeşit vuslattır. Vuslat aynı zamanda bir yakınlığı ifade eder ki bu durum “Biz ona şah damarından daha yakınız” (el-Vâkıa, 56/85), “Yönünüzü ne tarafa dönerseniz Allah oradadır” (el-Bakara, 2/115) ve “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” (el-Enfâl, 8/1) âyetleriyle Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edilmiştir. Hadis kitaplarımızda “Cibril Hadisi” olarak zikredilen hadiste; “İslâm”, “iman” ve “ihsan” kavramlarının peş peşesıralandığını görüyoruz. Bu kavramların bu şekilde sıralanması tedrici şekilde kemale doğru yükselişi gösterir. Zira “İslâm”, işin eylem ya da davranışlara ait tarafını ve dille ikrardan ibaret olan kısmını; “İman” ise kalbe ait bir olay olup inancın gönüle tam olarak yerleşmesini ifade eder. Nitekim Kur’an’da imanın İslam’dan daha ileride olduğu şu ayetle ifade edilmiştir: “Bedeviler; iman ettik, diyorlar. Sen onlara: Siz henüz iman etmediniz, ama bari İslâm olduk deyin; çünkü iman kalplerinize yerleşmedi.” (el-Hucürât, 49/14). Kur’an’da mü’min ve müslim kavramları bir arada zikredildiğinde müslim, mü’minden önce gelmiştir (el-Ahzâb, 33/35). Bu bize sıralamanın rastgele yapılmadığını ve bir derecelemenin ifadesi olduğunu gösterir. Peygamberimiz’in “Kişi mü’min olduğu halde zina etmez, hırsızlık yapmaz.” (İbn Mâce, Fiten 3) mealindeki hadisi de kişinin haram fiil işlediğinde İslâm’dan çıkmamakla birlikte, iman açısından yara aldığını göstermektedir. Cibril hadisinde kişinin “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmesi” (Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1) şeklinde ifâde edilen “ihsan”, İslâm ve imanın bir ileri derecesidir. Çünkü “İhsan”; mü’minlerin ulaşmak için ciddî bir gayretle çalıştıkları yakîni bir keyfiyet ve vicdan huzurudur. İhsana ermiş kul, “Nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü (zâtı veya kıblesi) oradadır.” (el-Bakara 2/115) âyetinin sırrına ermiş olduğundan haramdan sakınmada ve farzların ifasında şuur hâline yükselmiş demektir. Kur’an’da Allah Te’âlâ bu duyguya eren mü’minleri “sâbikûn”dan sayar: “Mü’minlerin önde gelenleri, muhacirlerle ensâr ve onlara ihsan duygusuyla tabî olanlardır, Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır” (et-Tevbe, 9/100). Cibril hadisinde zikri geçen kavramlardan her birini inceleyen bir ilim teşekkül etmiş, İslâm fıkhın; iman akaid ve kelâmın; ihsan da tasavvufun konusu olmuştur. Hülasa, tasavvuf kelimesi doğrudan Kur’an ve sünnette geçmese de tanımı ve ilgilendiği konuları itibariyle Kur’an ve sahih hadislerde yer almaktadır. Dolayısıyla tasavvuf, Kur’an ve Sünnet’e dayanan İslamî bir ilimdir. Diğer ilimlerde olduğu gibi kuşkusuz kendine özgü bazı usûl ve esasları vardır. Değerlendirme Soruları 1. Tasavvufun Kur’an-ı Kerim’den temellerini gösteren kavramları sıralayınız? 2. Tasavvufa delil olarak zikredilen hadislerde yer alan tasavvufla ilgili kavramları sıralayınız? 3. Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten başkaca delillerini araştırınız? 4. Tasavvufun Kur’an ve Sünnetteki yerini değerlendiriniz? TASAVVUF KLASİKLERİ Tarih içerisinde kendilerinden sonrakilere kaynaklık eden belli başlı müellifler ve kaleme aldıkları tasavvufa dair eserler şu şeklide gösterilebilir: Riâye li-hukûkıllah, Hâris b. Esed Muhasibi (ö.243/857): Otuz kadar eserinden özellikle er-Riâye li-hukûkıllah, tasavvuf klasikleri arasında zikredilir. Kuşeyrî ve Gazzâlî gibi mutasavvıflara kaynaklık etmiştir. İçe bakış metodu ve psikolojik tahliller içeren eser pek çok defa basılmıştır. Türkçe’ye çevrilen eserin mütercimlerinden birisi Abdülhakim Yüce’dir. Hatmü’I-velâye, Hakîm Tirmizî (ö.320/932): Tasavvufî düşüncenin ilk temsilcilerinden kabul edilen müellif, Hatmü’I-velâye adlı eseriyle dikkat çekmiştir. İbnü’l-Arabî’ye kaynaklık eden eser, Osman Yahya tarafından tahkikli olarak neşredilmiştir (Beyrut 1965). Türkçe’ye Salih Çift tarafından çevrilmiştir. el-Luma’, Ebû Nasr Serrâc (ö.378/988): el-Luma’, tasavvuf ilminin kaynakları ve zuhuru hakkında bilgi veren; tasavvuf kavramlarını geniş bir biçimde ele alan ilk eser olma özelliğine sahiptir. Eserin diğer bir özelliği de tasavvufa ve mutasavvıflara özeleştiri yöneltmesidir. Nicholson tarafından İngiltere’de, Abdülhalim Mahmud tarafından Kahire’de yayınlanan (Kahire 1960) eser, H. Kâmil Yılmaz tarafından İslâm Tasavvufu adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 1996). et-Taarruf , Ebû Bekir Kelâbâzî (ö.380/990): İslami ilimlerde üstad olan Kelâbâzî, et-Taarruf adlı eserinde itikadi konularla birlikte tasavvufî kavramları da açıklamıştır. Tasavvuf-Kelam sentezi niteliğindeki eser, Süleyman Uludağ tarafından Doğuş Devrinde Tasavvuf: Taarruf adıyle Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul, 1979). Kûtü’l-kulûb, Ebû Tâlib Mekkî (ö.386/996): Kûtü’l-kulûb adlı eseri, Gazzâlî’ye kaynaklık etmiştir. Zühd, ibâdet ve tâat gibi tasavvufun amelî boyutuyla ilgili uygulama biçimlerini ele alıp açıklar. Tasavvuf-Fıkıh sentezi niteliğindeki eser, pek çok defa basılmıştır. Said Nesib Mekârim tarafından iki cilt halinde ve kısmen tahkikli olarak neşredilmiştir (Beyrut 1995). Muharrem Tan (İstanbul 1999), Yakup Çiçek ve Dilaver Selvi (İstanbul 2003) tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. er-Risâle, Abdülkerim Kuşeyrî (ö.465/1072): er-Risâle adlı eseri sünnî tasavvufu sistemleştirmiş olması bakımından dikkat çekicidir ve tasavvuf klâsikleri arasında önemli bir yere sahiptir. Daha çok Kuşeyrî Risâlesi olarak tanınan eser pek çok defa basılmış olup şerhleri ve çeşitli dillere tercümeleri yapılmıştır. En son neşri Abdülhalim Mahmud ve Mahmud eş-Şerif tarafından yapılan (Kahire, 1972, 1973) eser, Osmanlıca tercümelerinin yanı sıra Tahsin Yazıcı, Ali Arslan, Süleyman Uludağ ve Dilaver Selvi tarafından da ayrı ayrı Türkçe’ye çevrilerek neşredilmiştir. Keşfü’l-mahcûb, Ali b. Osman el-Cüllâbî el-Hücvirî (ö. 465/1072): Tasavvuf klâsikleri arasında yer alan Keşfü’l-mahcûb, Farsça olarak kaleme alınmıştır. İs’âd Abdülhâdî Kandil tarafından Arapça’ya (Kahire 1974); Süleyman Uludağ tarafından da Türkçe’ye tercüme edilmiştir (İstanbul 1982). İhyâu ulûmi’d-dîn, Muhammed Gazzâlî (ö. 505/1111): Kelam ve felsefede üstad olan Gazzâlî’nin karar kıldığı saha tasavvuftur. Onun İhyâu ulûmi’d-dîn adlı eseri diğer ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da âbide eserlerdendir. İslâm dünyasının en yaygın eserlerinden biri olan İhyâ’nın pek çok baskıları ve muhtelif dillere tercümeleri yapılmıştır. Ahmed Serdaroğlu, Ali Arslan ve bir heyet tarafından ayrı ayrı yapılmış Türkçe çevirileri bulunmaktadır. Avârifu’l-maârif, Ebû Hafs Ömer Sühreverdi (ö. 632/1234): Bağdad’da “şeyhler şeyhi” olan Sühreverdî, tarikat dönemi tasavvufunun kaynaklarından olan Avârifu’l-maârif adlı eserin müellifidir. Eserde kendisinden öncekilerden farklı olarak tekke hayatı ve halvet âdâbı gibikonulara da yer verilmiştir. H. Kamil Yılmaz ve İrfan Gündüz tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Fusûsü’l-hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö.638/1240): Tasavvufî tefekkürün en önemli temsilcisi olarak kabul edilir. Fusûsü’l-hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye tasavvuf kaynakları arasında yer alan en önemli ve en yaygın iki eseridir. Fütûhât’ın Osman Yahya tarafından yapılan tahkikli neşrinin baskıları Mısır’da halen devam etmektedir. Türkçe tercümesi ise Ekrem Demirli tarafından sürdürülmektedir. Fusûsü’l-hikem için de pek çok şerh yazılmıştır. A. Avni Konuk’un tercüme ve şerhi, son dönemde yapılan en önemli şerhlerden biridir. Türkçe çevirisi ilk defa Milli Eğitim Bakanlığı yayınları arasında neşredilmiştir. Eser, Ekrem Demirli tarafından da Türkçe’ye çevrilmiştir. Mesnevi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö. 672/1273): Aşk ve vecd şâiri bir mutasavvıftır. Tasavvuf kaynakları arasında yer alan Mesnevi’si pek çok rağbet görmüş ve muhtelif dillere çevrilerek şerhler yazılmıştır. Veled İzbudak tercümesi Milli Eğitim Bakanlığı şark klâsikleri arasında neşredilmiştir. Tâhiru’l-Mevlevî Şerhi ile Mustafa Tahralı editörlüğünde bir heyet tarafından hazırlanan A. Avni Konuk Şerhi son dönemde yapılan en önemli çalışmalardır. Tasavvufun Diğer İslamî İlimlerle Münasebeti Tasavvufun Menşei ve Yabancı Unsurlar Meselesi Tasavvuf hakkında özellikle oryantalist bakış açısına sahip olanlar, tasavvufun İslam dışı kaynaklardan etkilendiği şeklindeki açıklamaları sık sık gündeme getirmişler ve Arapların mistik düşünceye kabiliyetli olmadıklarını ileri sürerek bu düşüncenin onlara dışarıdan gelmiş olabileceğini ifade etmişlerdir. Nitekim onlardan bir kısmına göre tasavvufun doğuş ve gelişme yeri İran’dır. Blochet, Dozy, Von Kremer tasavvufu Hind-İran tesirine bağlarken, Nicholson, Hind tesiri ve Yeni Eflatunculuk üzerinde durmuş; Brown Samî bir dine karşı Ârî reaksiyonu olarak izah etmiş; A. Palacios ise tasavvufun menşei konusunda Hıristiyanlığa ağırlık vermiştir. Görüldüğü gibi tasavvufun menşei meselesi oryantalistler tarafından tam bir sonuca ulaştırılamamış, var sayılan dış kaynağın Hıristiyanlık, gnostisizm, Fars ve Hint mistisizmi yahut Yeni Eflatunculuktan hangisinin olduğu konusunda bir uzlaşma sağlanamamıştır. Ayrıca yine Batılı bir müsteşrik olan Massignon, tasavvufun menşei ile ilgili ileri sürülen bütün bu kaynakları tahlil ve tenkit etmiş ve iddia edildiği gibi onların tasavvuf üzerinde büyük tesirleri olmadığını ve tasavvufun menşei meselesinde en esaslı kaynağın Kur’an olduğunu göstermiştir. İslamî kaynaklar, gerek düşünce ve gerekse tatbikat itibariyle tasavvufu Kur’an ve Sünnet’e dayandırmaktadırlar. Erol Güngör’e göre genel görüş şudur: İslam tasavvufu içinde sözü geçenyabancı tesirler çeşitli oranlarda bulunmakla birlikte bütün bu tesirler İslam’ın kendi kaynakları (Kur’an ve sünnet) içinde asimile edilmiştir. Bu asimilasyon veya kaynaştırma işi her zaman başarılı olmasa da ortada bir İslam tasavvufunun bulunduğu muhakkaktır. Oryantalistlerin iddiaları arasında belki de en zayıfı tasavvuf konusundaki İran tesiridir. Bu, Batılıların tasavvuf ile meşgul olmaya başladıkları tarihten itibaren en çok bahsedilen tesirdir. Bu tesir peşin hükümle kabul edilmiştir. Kont de Gobinau, İran Tarihi adlı eserinde Arapların derin bir felsefî düşünceden mahrum olduklarını, bunun Ârî ırklara mahsus olduğunu, tasavvufun ise çok ince bir felsefî görüş olduğu için Araplar arasında doğamayacağını iddia etmiştir. Gobinau’dan sonra Browne, Horten, Delitzsch, Edgarm Blochet ve Ernest Renan aynı iddiayı tekrarlamışlardır. Halbuki hem Şiîlik ve hem de tasavvuf İran’a Araplar tarafından getirilmiştir. İlk mistikler, ilk zâhidler, muhâcir Araplardı. Talebelerinin büyük bir kısmı da Türkler ve Taciklerdi. Tasavvuf Endülüs’te ve Kuzey Afrika’da geniş bir şekilde gelişmişti. Fârâbî, Hoca Ahmed Yesevî, Muhammed Bahâüddin Nakşibend ve Ahmed Fâruk-i Serhendî hep Türk idiler. Bütün bunlar gösterir ki tasavvufun menşei İran değildir. Maniheizm’in veya diğer klasik İran inançlarının tasavvufa kayda değer herhangi bir tesiri bulunmamaktadır. Erol Güngör, İslam tasavvufundaki “fenâ” nazariyesinin Budizm’deki “nirvana”ya çok benzemesi ve İslam’ın ana prensipleriyle kolay uzlaştırılamayışının – ki bu uzlaştırma gayretlerinin sonucu “bekā” doktrini ortaya çıkmıştır – açıkça bir iktibas olayına işaret ettiğini söyler. Bu hususta ileri sürülen iddialardan biri de ilk sûfîlerden İbrahim b. Edhem’in hikayesiyle Buda’nın hayat hikayesi arasındaki büyük benzerliklerdir. L. Massignon, Hind tesirinin özellikle tarikatların zikir metotlarında olabileceğini söyler ki L. Gadret ve Anawati de bu noktayı incelemişlerdir. Eski Yunan tesiri meselesine gelince bu, hem oryantalistleri hem de Müslüman müellifleri çokça meşgul etmiştir. Hakikatte Yunan mistisizmi ve onun son büyük örneği olan Yeni Eflatuncu felsefe de bir çok müellife göre dış kaynaklara pek çok şey borçludur. İslam felsefesinde Yeni Eflatuncu mistisizmin bütün izlerini açıkça görmek mümkündür. Farabi ve İbn Sina gibi kendileri mistik hayata girmemiş, hatta ona muhalif bir tavır takınmış olanlarda bile, Plotinus’un büyük tesiri vardır. O kadar ki Farabi’nin bilgi felsefesinde bilen ile bilinenin (yani insan ile Tanrı’nın) ontolojik birliği fikrine rastlanır. L. Massignon gibi bazı oryantalistler, Yeni Eflatuncu panteistik felsefesinin tasavvufa Muhyiddin İbnü’l-Arabi ile birlikte girdiğini iddia ederler. Fakat bu tesirlerin İbnü’l-Arabi’ye gelinceye kadar İslamiyet’in ana çerçevesini zorlamayacak şekilde özümsenmesinden dolayı orijinal bir İslam tasavvufu doğmuş ve gelişmiştir. Bu düşünceler hesaba katıldığında, İslam tasavvufunun menşei ya da yabancı unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara ulaşmadığı görülür. Hallâc’ın “Ene’l-Hak” derken neyi kastettiği konusunda Müslümanların büyük çoğunluğu “Ben hakkı söylüyorum”, “Ben Hak’tanım” gibi anlamlar çıkarmışlardır. Tasavvuf ve Diğer İslâmî İlimler İslami ilimleri birbirinden ayırmak ve tecrit etmek mümkün değildir. Her biri birbiriyle ilişki içerisindedir. Tasavvuf da özelliği gereği dini bir ilim olarak diğer İslâmî ilimlerle, sosyal bir vakıa olarak sosyal bilimlerle ve hatta edebiyat ve güzel sanatlarla münasebet halindedir. Bu durum, onun İslâmî ilimler içerisindeki yerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
__________________ Büyükler fikirleri, Ortalar olayları, Küçükler kişileri tartışır.
|