Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:46   Mesaj No:4

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar

İslâmî ilimler, bilindiği gibi, hicrî II. asırdan itibaren bağımsızlıklarını kazanmaya başlamışlardır. Bunlar daha önce bir bütün halindeydi ve birbirinden ayrılmış, esasları ve özellikleri henüz ortaya çıkmış değildi. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin yanında tasavvufun da müstakil bir ilim olarak ortaya çıkmasından sonra bu ilimler arasındaki etkileşim ve ilişki devam etmiştir.

İslâm, şekil ve suretin yanında mana ve ruha da değer veren bir dindir. Tasavvuf da dinin bâtınî ve manevî tarafı ile meşgul bulunduğundan, hemen bütün İslâmî ilimler ile iç içedir. Diğer bir ifadeyle tasavvufun tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve ahlâk ile münasebeti vardır.

Tasavvuf ve Tefsir
Tefsir, nüzul sebeplerini de dikkate alarak Kur’an âyetlerinin yorumunu yapan ilimdir. Tefsir usûlüne dair kitaplarda müfessirlerin bilmesi gereken ilimler arasında Allah’ın müstesna kullarına bahşettiği “vehbî ilim” de zikredilir. Bu ilim, Allah’a karşı takvâ, mahlûkâta karşı tevâzu, dünyaya karşı zühd ve nefse karşı amansız bir mücahede ile elde edilir. Bu nedenle Allah’ın âyetlerini anlamaya mani kibir, ucub, hased ve dünya sevgisi gibi kalbî hastalıklar, tasavvufî terbiye ve tasfiye ile tedavi edilmediği müddetçe Kur’an’ın esrarından hisse alabilmek mümkün değildir. Nitekim “Dünyada haksız yere kibirlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım” (el-A‘râf, 146) âyeti bunu açıkça ifade eder. İşte bu nedenledir ki sûfîler, Kur’an-ı Kerim’in esrârını kavrayabilmek için nefis tezkiyesini şart koşmuşlardır. Onlara göre “Bildiği ile amel edenlere Allah bilmediklerini öğretir” sözü vehbî ilme işaret eder.

Sûfiler, rivâyet ve dirâyet tefsir metoduna ilave olarak bir de “işârî” tefsir yorumunu getirmişler ve işârî mana verilirken uyulması gereken şu üç hususa dikkat çekmişlerdir:
1) İşârî mananın zâhirî manaya ters düşmemesi,
2) Verilen mananın Kitap ve sünnetin muhtevası içinde olması,
3) İşârî mana için lafızların siyâk ve sibâklarının uygun olması.

Müfessirlerin kullandıkları rivâyet ve dirâyet metodundan başka, mutasavvıf müfessirlerin kullandığı “işârî” metot bazı müteşâbih âyetlerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Âyetlerin zahirî manalarından başka öze ait bâtınî manalarının bulunduğu konusunda ehl-i sünnet bilginleri ittifak halindedir. İhtilâf bâtınî cihetin keyfiyeti ve mahiyeti konusundadır.

Sûfîleri işarî yoruma sevk eden bazı müteşâbih âyetler vardır ki onlardan birkaçı şu şekildedir:
1) “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16).
2) “Evvel O’dur, Âhir O’dur; Zâhir de O’dur, Bâtın da.” (Hadîd, 57/2).
3) “Allah yerlerin ve göklerin nurudur.” (Nûr, 24/35). 4) “Nereye yönelirseniz yönelin Allah oradadır.” (Bakara, 2/115)

İşârî Tefsirlerden Bazıları
1) Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö.283/896)
2) Hakâiku’t-tefsîr: Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö.412/1021)
3) el-Keşf ve’l-beyân an Tefsîri’l-Kur’an: Ebû İshâk Ahmed es-Sa’lebî
4) Letâifü’l-işârât: Abdülkerim el-Kuşeyrî (ö.465/1072)
5) Keşfü’l-esrâr ve ‘uddetü’l-ebrâr: Ebü’l-Feyz Ahmed b. Muhammed el-Meybûdî (ö.?) (Tefsirini yazmaya başladığı tarih: 520/1126)
6) Tenbîhü’l-efhâm ilâ tedebbüri’l-Kitâb ve tazarrufi’l-âyât ve’n-nebei’l-azîm: İbn Barracân el-Endulûsî (ö.536/1141)
7) Arâisü’l-beyân: Rûzbihân el-Baklî (ö.606/1209)
8) Aynü’l-hayât: Necmüddin Kübrâ (ö.618/1221)
9) Nuğbetü’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân: Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî
10) el-Me’ârif: Seyyid Burhâneddin et-Tirmizî (ö.638/1240)
11) Tefsîru İbni’l-Arabî: Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö.638/1240)
12) Bahru’l-hakâik: Necmüddin ed-Dâye (ö.654/1256)
13) et-Te’vîlât: Abdurrezzâk el-Kâşânî (ö.730/1330)
14) Tekmiletü’t-Te’vilâtı Necmiyye: Alâüddevle es-Simnânî
15) Tefsir: Muhyiddin Muhammed Niksârî (ö.901/1495)
16) el-Fevâtihu’l-ilâhiyye ve’l-mefâtihu’l-gaybiyye: Nimetullah Nahcuvânî (ö.902/1496)
17) Mecâlisü’t-tefâsir: Hamdullah Ahmed Çelebi (ö.914/1508)
18) Fütûhât-ı ayniye: İsmail Ankaravî (ö.1040/1631)
19) Rûhu’l-beyân: İsmâil Hakkı Bursevî (ö.1137/1725)
20) Rûhu’l-meânî fî tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî: Şihâbüddin Mahmûd el-Âlûsî (ö.1270/1854)

İşârî Tefsir Örnekleri
1) Bir gün Serî es-Sekâtî’nin yanında şu âyet okunmuştu: “Kur’an okuduğun zaman biz onu seninle ahirete inanmayanlar arasında bir perde yaparız.” (el-İsrâ, 17/45) Serî: “Bu âyette geçen hicaptan maksat nedir bilir misiniz? Maksat, gayret hicabıdır. Allah’tan daha kıskanç biri yoktur. Gayret hicabından maksat, Allah’ın kâfirleri dinin doğruluğunu tanımaya ehliyetli kılmamış olmasıdır.”
2) “Allah, dilediğini mahv dilediğini ispat eder” (Ra’d, 13/39) âyetini, sûfîler şöyle açıklamışlardır: Allah Teâlâ, âriflerin kalbinden Allah’tan başka şeylerin hâtıra ve düşüncesini mahveder, mürid ve mübtedîlerin dilinde Allah’ın zikrini ispat ve var eder.
3) Hasan-ı Basrî (ö.110/728) “Elbiseni temizle” (Müddessir, 74/4) âyetini “Huyunu güzelleştir” şeklinde açıklamıştır.
4) “Allah de, gerisini bırak” (En’âm, 6/91) âyetini Ubeydullah Ahrâr (ö.895/1489) şöyle izah eder: “Sıfatları bırak, zât-ı Akdes’e yönel.”
5) Sûfîler, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen “Mescidlerin imârı” (Tevbe, 9/18) konusunu “kalplerin imar ve ihyâsı”; “sığır kesmek” (Bakara, 2/67) meselesini de “behîmî arzuları ve nefsânî duyguları yok etmek” şeklinde yorumlamışlardır.

Sûfîlerin Kur’an-ı Kerim ile olan bir başka münasebetleri de onu dinlerken girdikleri derûnî haller ve coşkunluklardır. Aslında ilk dönem sûfîleri “semâ” kelimesiyle bu halleri kastetmişlerdir. Sûfîlere göre aslolan işitilen ses ve hissedilen mana ne kadar derin ve lâhûtî olursa olsun heyecanlanmamak, kendine sahip olmak ve hâlden hâle girmemektir. Vecd ve vâridlere mahkûm olmak değil, hâkim olmak esastır. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö.283/896) zikir ve Kur’an seslerini
işittiği zaman kendisinde bir değişiklik olmazdı. Son yıllarda ise bu durumu değişmişti. Sebebini soranlara şu karşılığı verdi: “Zayıfladık.” Bu coşkunlukta, sûfînin iç âlemini ortaya döktüğü için riya tehlikesi de söz konusu olabilir.

Tasavvuf ve Hadis
Mutasavvıfların başlangıçtan beri hadis ilmiyle meşgul olduğu ve ilk zâhid-sûfîlerin ekserisinin muhaddis olduğu bilinmektedir. Bu itibarla hadisle tasavvuf arasında yakın bir akrabalık söz konusudur. Ancak mutasavvıfların hadis rivâyeti konusunda muhaddislerin hassasiyetini gösterdikleri söylenemez. Çünkü muhaddisler hadisleri hıfz ve rivâyet için belli titizliklerle öğrenip naklederken; mutasavvıflar, hadisleri bir irşat vesilesi ve ahlâkî bir öğüt şeklinde değerlendirmişlerdir. Bu nedenle hadis rivâyetinde özellikle sened üzerinde pek fazla durmamışlardır. Sonuç olarak da bazı tasavvufi eserlerde zayıf ya da mevzu hadisler görülmektedir.

Tasavvufun hadis ilmiyle olan bir başka alâkası da, tefsir ilminde olduğu gibi, hadislerin de işârî üslûp ile şerh edilmesi ve muhtelif konularda kırk hadis mecmualarının meydana getirilmesidir. Pek çok mutasavvıf bu maksatla eserler kaleme almış ve tasavvufî yorum geleneğini hadislerde de uygulamış ve böylece bazı eserler meydana getirmişlerdir. Zühd, verâ, ihsan, tevâzu, îsâr, sabır, şükür ve tevekkül gibi kalbin amelleriyle ilgili hadisler, tasavvuf ehlinin bu konudaki fikir ve anlayışlarının temelini oluşturmuştur. Tasavvuf ehli, Allah’a muhabbetin Hz. Peygamber’in (s.a.) izinden gitmekle gerçekleşeceğini çok iyi bildiklerinden her konuda ona tabi olmayı şiar edinmişlerdir.

Tasavvufun bir ilim olarak ortaya çıkışından önce, gerek muhaddisler ve gerekse mutasavvıflar tarafından kaleme alınan Kitâbü’z-zühd’ler, hadis ilmiyle tasavvuf arasında bir köprü görevi görmüştür. Bilinen en eski Kitâbü’z-zühd, Şiî ulemasından Ebû Hamza Sâbit b. Dînâr’ındır (ö.150/768). Eser günümüze ulaşmamıştır. Günümüze ulaşan ilk Kitâbü’z-zühd, Abdullah b. Mübârek’e (ö.181/797) aittir.

Diğer bazı Kitâbü’z-zühd müellifleri ise şunlardır:
Ebû Mes’ûd b. İmrân el-Mevsılî (ö. 185/801)
Vekî b. el-Cerrâh (ö. 197/812)
Esed b. Mûsâ el-Ümevî (ö. 212/827)
Bişr b. Hâris el-Hâfî (ö. 227/841)
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)
Hâris b. Esed el-Muhâsibî (ö. 243/857) Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071).

Tasavvufî Hadis Şerhleri Tasavvufî hadis şerhlerinden bazıları şunlardır:
1) Nevâdiru’l-usûl: Hakîm et-Tirmîzî (ö.320/932)
2) Bahru’l-fevâid: Ebû Bekir el-Kelâbâzî (ö.380/990)
3) Hâletü ehli’l-hakîka maallâh: Ahmed er-Rifâî (ö.578/1183)
4) Şerhu Hadîs-i Erbaîn: Sadreddin Konevî (ö.673/1274)
5) Behcetü’n-nüfûs: İbn Ebî Cemre (ö.699/1300)

İşârî Hadis Şerhi Örnekleri
1. “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”
2. “Allah’ım Senden sıhhat, iffet, emânet, güzel ahlâk ve kaza kaderine rızâ diliyorum.”
3. “Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz, ganimet elde ediniz.”
4. “İlim Çin’de de olsa alınız.”
5. “Kalbimi bir örtü bürür de onu kaldırmak için günde Allah Teâlâ’dan yetmiş kere af dilerim.”

Tasavvufî Düşüncede Hadisler
1. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kâinâtı yarattım.” İsmail Hakkı Bursevî, bu hadisle ilgili kaleme aldığı Kenz-i Mahfî adlı eserinin girişinde özetle şöyle der: “Bu hadis zâhir ulemasına göre mevzûdur. Fakat bâtın ehli sûfîlere göre, sahih bir hadistir. Sûfilerce bizzat Hz. Peygamber’in ağzından alınmış, mânevî âlemde ondan işitilmiştir. Bu nedenle de sahihtir.”
Ahmed b. Hanbel’in şu üç hadis-i şerifi bizzat Hz. Peygamber’den (s.a.) rüyasında aldığı rivâyet edilir.
2. “Nefsini bilen Rabbini bilir.” (Temyîz, 150; Aclûnî, II, 262)
3. “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.”
4. “Bir anlık tefekkür, bir senelik ibadetten hayırlıdır.” (Aclûnî, I, 310)
5. “Ölmeden önce ölünüz.” (Aclûnî, II, 291)

Tasavvuf ve Fıkıh
Tabiîn ve tebe-i tabiîn dönemlerinde ilimler henüz bağımsız hale gelmediği için “fıkıh” kelimesiyle genellikle “mutlak ilim” kastedilirdi. Ancak daha sonraları “el-Fıkhu’l-ekber” tâbiri akâid ve tevhid ilminin; “el-Fıkhu’l-vicdânî”, “Fıkh-ı Bâtın” veya “İlmü’l-kulûb” kavramları nefis tezkiyesi, ahlâk eğitimi ve tasavvuf ilminin; sadece “Fıkıh” veya “Fıkh-ı Zâhir” ifadesi ise ibadet, muamelât ve cezalara ait şer’î hükümleri ve amellerin dışa yansıyan şekli ve zahirî kısımlarını inceleyen ilmin adı olmuştur. Bu yüzden tasavvuf ile fıkıh, gerek doğuşu ve gerekse gelişimi sırasında iç içe olmuştur.

İmam-ı A’zam Ebû Hanife fıkhı, “kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi” şeklinde tarif eder. Buna göre fıkıh, mükellefin amel bakımından lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi demektir. Tasavvufî bakış açısına göre bu tarife bir ilave daha yapılabilir ki o da kişinin hâl olarak da lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Fıkıh ve tasavvuf, inceledikleri konular itibarıyla aynı olmakla birlikte, vasıta ve vesileleri farklıdır. Her ikisinin kaynağı da Kur’an ve sünnettir. Ancak fıkıh ilmi, akıl ile istinbat ve burhan yolunu; mutasavvıflar ise manevî tecrübe ve mükâşefe yolunu izlemektedirler.

Fıkıh ilminin gayesi, insanla insan, insanla cemiyet ve insanla eşya arasındaki münasebetleri düzenlemektir. Fakihler; namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerle nikâh, talâk, ticaret ve kısas gibi muamelâtı inceleyip hükümlerini tedvin ederken; mutasavvıflar zühd, takva ve ihlâs gibi bâtınî ahkâmı canlı örnekler halinde halka sunmaya ve böylece fakihlerin ilgi alanları dışında kalan noktaları tamamlamaya çalışmışlardır.

Fıkhın incelediği konulardan biri de hikmet-i teşrî’dir. Tasavvuf ise ibadet ve taatlerdeki hikmetleri genellikle “manevî incelikler” olarak isimlendirir ve ele alır. Tasavvuf kitaplarındaki “esrâru’s-salât” ve “esrâru’s-savm” gibi başlıklar altında bu konulara yer verilir. Diğer bir ifadeyle, fıkhın dışarıdan incelediği konuları, tasavvuf içeriden anlamak ve anlatmak istemiştir. Nasıl ki ibadetlerin zahirî bir şekli varsa ve bunlarla ilgili hükümler fıkıh ilminin konusunu teşkil ediyorsa; huzur-ı kalp, hudû ve huşûun da öyle bir bâtınî şartı vardır ki o da tasavvufun konusunu teşkil eder. Bedenin zahirî olan fiil ve hareketlerinde iyilik veya kötülüğe meyletmesi, kalbin salâh ve fesadına bağlıdır. Çünkü kalpteki salâh ve fesat, vücudun her tarafına tesir eder.

İnsanda olduğu gibi dinin de bir zâhiri ve bir bâtını; bir dış yüzü ve bir de iç yüzü vardır. Batınî yorumlarda – bâtınîlik mezhebi bir tarafta tutulursa – dînin zahirini küçük görme veya onu red ve inkâr etme söz konusu değildir. Bu konuda ölçü, zahirî ve bâtınî yorum ve izahların ruh ve beden gibi birbirini tamamlamalarıdır. Zâhire dayanmayan bâtınî bir yorum geçersiz olduğu gibi, bâtını hiçe sayan zâhiri bir görüş de eksik kabul edilir.

Zâhir-bâtın ilişkisi göz önünde tutulduğunda temizlik, ruh ve beden temizliği olmak üzere iki kısma ayrılır. Sûfîlerin bu konudaki yorumları özetle şu şekildedir: Beden temizliği olmadan namaz sahih olmadığı gibi, kalp temizliği olmadan da marifet sahih olmaz. Yani kalp temizlenmeden kalbe irfanî bilgi gelmez. Beden temizliği mutlak su ile yapılırken kalp temizliğinde ise hâlis ve saf bir tevhide ihtiyaç vardır. Zâhir abdesti su ile, bâtın abdesti ise tövbe ve Hakk’a dönmekle olur. Bâyezîd-i Bistâmî’nin şu sözü sûfîlerin konuya yaklaşımını göstermesi bakımından dikkat çekicidir: “Ne zaman dünya düşüncesi gönlümden geçse abdest alırım; âhiret düşüncesi geçince de gusül yaparım.” İsmail Hakkı Bursevî, abdesti masivadan ayrılma, namazı da Hakk’a kavuşma olarak değerlendirir.

Mutasavvıflara göre namazın özü (1) Allah’ın huzurunda kalbin huşu ile yani saygı ve korku ile dolması, (2) Dil ile Allah’ın anılması, (3) Bedenle O’na azami derecede tazim ve saygı gösterilmesinden ibarettir. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz birincisidir. Dilsiz veya kötürüm bir kimse ikincisini veya üçüncüsünü yerine getiremeyebilir. O halde namazda özün özü, kalpteki Allah’a yöneliş, O’na olan sonsuz saygı ve sevgi duygusunu canlı tutuştur.

Hücvîrî (ö.465/1072) namazın şartlarıyla ilgili şu yorumu yapar: “Zahirde necasetten, batında şehvet ve süflî arzulardan arınmak ve temizlenmektir. Zahirde elbiseyi necasetten temizlemek, batında bu elbiseyi helâl yoldan temin etmektir. Zâhir kıblesi kâbe, batın kıblesi arş, sırrın kıblesi ise müşahededir. Nefis mücahedesi ile uğraşmak namazdaki kıyam gibidir. Zikr-i dâim namazdaki kıraat gibidir. Namazda huşûun şartı, sağında solunda kimin bulunduğunu bilmemektir.”

Sûfîlere göre kâmil anlamda oruç bütün organların iştirakiyle gerçekleşir. Oruçlu midesini yemek içmekten koruduğu gibi, dilini yalandan, kötü sözden, boş lâftan da uzak tutmalıdır. Gözüyle harama, yanlış yerlere bakmamalı, kusur aramamalıdır. Kulağı gıybet, dedikodu ve abes şeyler dinlememelidir. En önemlisi de gönlü ve zihni güzel şeyler düşünmelidir. Gerçekten de organlarının tamamını oruca iştirak ettirmeyi başaramayan kimse, şeklen oruç tutmuşsa da orucun özünü yakalayamamış demektir. Hz. Peygamber’in (s.a.) “Nice oruç tutanlar vardır ki oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur” (İbn Mâce, Sıyâm 21) sözü de bu gerçeği vurgular. İbadetlere değer katan en önemli özellik “ihlâs”tır. İhlâs bir işi sadece Allah için yapmak demektir. Âriflerin orucu ise mâsivayı kalbe sokmamaktır.

Tasavvuf ve Kelâm
Kelâm, Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarından, peygamberlik ve peygamberlere ait meselelerden, kâinattaki varlıkların nereden gelip nereye gittiğinden, İslâm kanunu üzere bahseden bir ilimdir. Bu tarif kapsamına giren Allah, insan ve kâinat meseleleri, kelâm ilminin olduğu kadar tasavvufun da konusudur. Ancak kelâm ilmi, bu konuları incelerken kitap ve sünneti esas alarak akıl aracılığıyla çözüm bulmaya gayret ederken; tasavvuf da yine kitap ve sünnet çizgisinde ve fakat keşif ve ilham gibi kendine özgü bilgi vasıtalarıyla ve manevî tecrübelerle aynı konuları ele alıp inceler. Kelâm ilminin gayesi; İslâm’ın hak din olduğuna insanları ikna etmek, diğer bir ifadeyle hakkı ispat ve bâtılı reddetmek ve hatta İslâm’a yöneltilen tenkit ve itirazları cevaplandırmaktır. Tasavvufun hedefi ise kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce olan Allah’ı kalben de tanıyabilmektir, diğer bir ifadeyle marifetullah’a ulaşmaktır.

İşte tasavvuf, aklın kâfi gelmediği meselelerde kalbi devreye sokarak teslimiyetle yola devam eden bir ilimdir. Bu tür meseleleri, Kur’an ve sünnete mutabık keşif ve ilham gibi kalpteki tecellilerle vuzuha kavuşturur ve böylece kişiyi nihai bir tatmine ulaştırır. Kitap ve sünnete mutabık olmayan keşif ve ilhamın ise bir değeri yoktur. Kalbi faaliyete olan ihtiyaç, kelâm âlimlerince de kabul edilen bir durumdur. Onlar arasında tasavvufî görüşleri fiilen veya fikren uygun görüp icra eden Kelâbâzî (Gülâbâdî) (ö. ) ve Fahreddin er-Râzî (ö. ) gibi pek çok âlimin bulunduğu bilinmektedir.

Böylece tasavvuf, zikrullah sayesinde kalbi ilhama müsaitbir zemin haline getirerek insana aklın tükendiği noktalarda duraksamayıp daha ilerilere ulaşma imkânı kazandırır. Bu sebepledir ki tasavvuf, kelâm ilminin mevzu edindiği bütün sahalarda aklın kifâyetsizliğini ortadan kaldırarak, bu ilmî faaliyeti insanı tatmin edecek bir olgunluğa ulaştırır. Başka bir ifadeyle tasavvuf, kelâm ilminin umuma yönelik ortaya koyduğu hakikatleri, kalben istidatlı birinin tatmin olacağı seviyeye getirir. Kişinin inancını sağlamlaştırarak Allah’ın varlığı ve birliği hususunda onu yakînî bir bilgiye kavuşturur.

Bu gerçeği kelâmcı bir müfessir olan Fahreddin er-Râzî şöyle ifade eder: “Kelâmcıların metotları hakikate ermek için her ne kadar kifâyetsiz ise de tasavvufa geçmek için aşılması gereken son derece mühim bir ilkadımdır. Kâmil derece, insanın zâhire dayanan şeriat ilimlerinden, hâdiselerin hakikatlerini bilmeye dayanan bâtınî ilimlere geçmesiyle elde edilir.” Özetle tasavvuf, kelâmın yetersiz kaldığı bir alanı doldurmakta ve kalbin mutmain olmasına katkıda bulunmaktadır.



Tasavvuf ve Ahlâk
İslâm’da ahlâkın müstakil bir ilim olarak ortaya çıkışının tarihi yenidir. İslâm’ın amelî ahlâk anlayışı, daha çok mutasavvıflarca gerçekleştirilmiş ve onlar tarafından temsil edilmiştir. Teorik ahlâk ise, genellikle İslâm filozoflarınca ele alınmış ve geliştirilmiştir.

Tasavvuf, bir eğitim müessesesi olarak nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi ve ahlâkın güzelleştirilmesiyle meşgul bulunduğu için, bazılarınca “ahlâk” olarak da tanımlanmıştır. Mesela, Ebü’l-Hasan en-Nûrî’ye göre tasavvuf ne bir takım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır. Hasan-ı Basrî de takva ehlinin doğru sözlülük, ahde bağlılık, sıla-i rahim, yoksullara merhamet ve güzel huy gibi ahlâkî faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir.

Tasavvuftaki kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesinin ana amacı, kulun, iyilikleri hiçbir iç engel ile karşılaşmadan yapabilmesi ve hiçbir zorlama olmadan ahlâkî esasları refleks haline getirmesidir. Diğer bir ifadeyle, tasavvufun gayesi ahlâkı yüceltmektir. İç huzurun meydana gelmesi için maddî ihtiras ve arzuların zâil olması gerekir. Bu bakımdan tasavvuf ile ahlâk iç içedir.

Değerlendirme Soruları
1. Tasavvufun menşei ve yabancı unsurlar meselesini değerlendiriniz?
2. Tasavvufun münasebet halinde olduğu İslami ilimleri sıralayınız?
3. Tasavvufun tefsir ile münasebetini açıklayınız?
4. Tasavvufî, işârî tefsirlerden on tanesini müellifleriyle birlikte kronolojik olarak sıralayınız?
5. Tasavvufî, işârî hadis şerhlerini müellifleriyle birlikte kronolojik olarak sıralayınız?
6. Tasavvuf ve fıkıh arasındaki ilişkiyi değerlendiriniz?
7. Tasavvufun kelâm ile münasebetini değerlendiriniz?
8. Tasavvuf ve ahlâk arasındaki ilişkiyi açıklayınız?


6. Hafta

TASAVVUFUN SOSYAL İLİMLER VE GÜZEL SANATLARLA MÜNASEBETİ

Tasavvuf ve Felsefe:
Felsefe, eşyanın mahiyet ve hakikatini bilme, varlığın sebebini açıklama gayreti, insanın kendini bilip tanıma ilim ve olayıdır. Felsefe, varlık, Allah ve insan gibi konulara aid problemleri aklın verileriyle çözmeye çalışır. Tasavvuf da varlık, insan ve Allah konusunu inceleyen bir ilim olduğundan, konuları itibarıyla felsefeyle irtibatlıdır. Ancak tasavvuf ve felsefenin, problemlerin çözülmesinde kullandıkları metotları farklıdır. Tasavvufun adı geçen konuları incelerken kullandığı araç, Kitap, sünnet ve keşf ile ilm-i ledün denilen bilgi yollarıdır. Tasavvuf "mâverâe'1-akl" (akıl ötesi) bir ilimdir.

Felsefe gibi aklî bir ilim değildir. Gerçi bazı müsteşriklerle bir takım yerli müellifler, "vahdet-i vücûd ve vahdeti şühûd" gibi bazı prensiplerine bakarak, tasavvufu felsefî ilimler içerisinde mütalaa etmeye kalkışmışlarsa da, tasavvufu konusunun dışında usul, gaye ve netice bakımından felsefeyle bir görmek mümkün değildir.

Tasavvuf ve Sosyoloji (İçtimaiyat):
Sosyoloji, toplum ve grupların gelişmesini tayin eden konuları, sosyal olayların sebep ve sonuçlarını inceleyen bir ilimdir. Tasavvuf kurduğu müesseselerle ferd planında olduğu kadar, toplum planında da hizmetler ifâ etmiştir. Tasavvuf bir halk hareketi olduğundan, tarikat ve tekkeler, tasavvufun kurduğu sosyal kurumlar olarak hizmet etmişlerdir. Bilgili-cahil, zengin-fakir herkes, tasavvufun kaynaştıran bünyesinde yek-vücûd haline gelmiştir. Tekkeler, imaretler, sosyal hayatın birer parçası konumundadır. Halkın nasıl teşkilatlandırılıp ülkelerin nasıl fethedildiğini göstermesi bakımından, tasavvufun sosyal tarafının bilinmesi büyük önem taşır. Her sınıftan insanı kaynaştırabilmek büyük ve üstün bir özelliktir. Bugünkü modern sosyolojiningerçekleştiremediği "İnsan Hakları"nı tasavvuf yüzyıllar boyu fiilen tatbik etmiştir. Tekkeler ve diğer tasavvuf müesseseler, bu yönüyle büyük birer sosyolojik kuruluştur. İslâm’ın sosyolojik tarafını incelemek isteyen araştırıcıların, tasavvuftan vareste kalmaları düşünüle-mez.

Tasavvuf ve Psikoloji:
Psikoloji, insanın her davranışının nasıl ve niçin meydana geldiğini inceleyen bir ilimdir. Psikoloji hayatın her cephesini, kendimizi, diğer insanları, çocukları daha iyi anlamaya, çevre şartlarına daha iyi uymaya, beşerî münasebetlerde ortaya çıkan problemleri daha iyi
çözümlemeye yardımcı olur. Tasavvuf da insana önce kendini, ardından Rabbini tanımayı öğrettiği, ruhî hayattaki nefsânî (iç) problemleri çözmeye çalıştığı, insanın insanlarla ilişkilerindeki problemlerine çözümler ürettiği ve ferdi ruhî olgunluğa eriştirmeyi hedeflediği için, psikoloji ile de yakından ilgilidir. Hasan Basrî ve ondan sonra gelen büyük sûfîler, ruhî olgunluğa erebilmek için derûnî faaliyetlerin kazandırdığı ruhî zenginliklere "letâif" derler. Sûfînin aksiyonu sübjektif ve objektif olmak üzere iki kısımdır. Manevî cihetten kemale ermiş bir sûfî, kendi gayretiyle diğer insanlarda da ruhî yükselişe yardımcı olabilecektir.

Mutasavvıf, bu âlemin aslî muhabbet eseriyle zuhur ettiğini; insanın da kendini ilâhî aşk ile tasavvufî bir aksiyon içinde kullandığını söyler. Tasavvuf psikolojisi insanla âlem arasındaki savaşın düğümünü çözmektir. İnsana âlem içinde kendisini mustarip bir varlık yapan sebepleri buldurarak; onu bir iç muhasebeyle safha safha bu sebeplerden uzaklaştırma ve onu âlemden ayırdıktan sonra "halvet ve uzlet" içinde tekrar âlemle buluşturma yoludur.

Tasavvuf ve Terbiye:
Eğitim, insanın bütün kuvvet ve kabiliyetlerini, kendisinin, toplumun ve insanlığın mutluluğuna yarayacak şekilde mümkün olduğu kadar en iyiye doğru geliştirmektir. İslâmın ruh eğitimi demek olan tasavvurun, genel eğitim konusu ile münasebetinin bulunması gayet tabiidir. Değişik ruh yapılarına sahip insanları durumlarına göre nasıl terbiye ettiğini tetkik etmek, tasavvufun daha iyi anlaşılmasını sağlayacak ve İslâm’ın eğitim yönü hakkında fikir verecektir. Tasavvufun eğitim açısından en önemli hususiyeti, eğitimde anne ve baba ile çocuklardan oluşan aile sistemini örnek alıp, aile sıcaklığında eğitmeye çalışmasıdır. Tasavvufî telakkide şeyh baba, hanımı anne, müridler de o anne babadan olma kardeşler (ihvan) gibidir. Bir de tasavvuf pedagojisinde örnek yoluyla eğitim özelliği öne çıkmaktadır. Tekke ve tarikatlar, müslümanların hayatında önemli rol oynamış müesseselerdir.

Asya bozkırlarında çadır çadır dolaşan Ahmed Yesevî'nin dervişleri, pek çok Türk'ün hidayet bulmasına vesile olmuştur. En kaba ve en cahil insanlar bile tasavvufun sıcak ve kucaklayıcı potasında eritilip eğitilmiştir.

Tekke ve tarikatlar, asırlar boyu müslümanların dînî, ahlakî yönden yetiştirildiği, estetik ve sanat yönünden eğitildiği müesseselerdir. Tekkelerde kişilerin özel kabiliyet ve istidatlarını geliştirmek için müsait ortam sağlanmıştır. Fütüvvet teşkilatına bağlı ahîlerin genellikle bir sanat erbabı olması bunu ifade eder. Tekkeler halkın kendi inanış ve duyuşuna göre kurdukları millî müesseseler olduğundan, hizmetleri her devirde pek çok olmuştur.

Tasavvuf ve Ekonomi (İktisad):
Ekonomi, sınırsız olan ihtiyaçların sınırlı olan kaynaklardan karşılanması ilminin adıdır. İnsan ihtiyaçlarının sınırsız olduğuna inanır ve bunu hiçbir tahdide tâbi tutmazsa, o zaman ihtiyaç ve emelleri peşinde koşan bir varlık konumuna düşer. Ancak ihtiyaç ve isteklerini sınırlamasını bilen kimseler, böyle bir sıkıntıya düşmekten kurtulur. İsraf ekonomisinin Sûfîler genellikle ikinci grupta yer alan insanlardır. Meslekleri his, heyecan ve gönül âlemi olan sûfîlerin güzel sanatlarla meşgul olması kadar tabiî bir şey düşünülemez. Çünkü güzel sanatlar da his ve heyecan mahsulüdür. Duygulanmayan kimsenin şiir yazmasına, sanata müteallik bir iş yapmasına imkân yoktur.

Tasavvuf ve Edebiyat-Şiir:
Tasavvufun ilk devirlerinde edebî bakımdan dikkat çekici bir gelişme olmadığı gibi, ilk sûfîler dînî his ve heyecanlarını genellikle kısa cümleler ve vecizeler halinde söylemişler, şiire pek ilgi duymamışlardır. Bu yüzden tasavvuf edebiyatında ilk zuhur eden mahsuller nesir türündendir. Tasavvufun ilk asırlardaki dili de Arapçadır.

Hicrî IV. asır'dan itibaren Farsçanın, VIII. asırdan itibaren de Türkçenin tasavvuf edebiyatı dili olduğu görülmektedir. Dualar, tevhidler, naatler, münâcât, ilâhî, vird, zikir ve medhiyeler, tasavvufî edebiyatın konusunu teşkil eder. İbn Arabî, İmam Gazzâlî, İbn Fârıd, Yâfiî, Nablûsî, Atâullah İskenderânî ve Ebû Hayyân gibi şahıslar nesir ve nazım sahasında Arapça tasavvufî edebiyatın şaheserlerini meydana getirmişlerdir. Farsça eser veren edebiyatçı ve şairlerin başında da Hafız, Attâr, Rûdegî, Senâî, Enverî, Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled ile Şeyh Sâdî gelir. Türkçe'de
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla