Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:47   Mesaj No:5

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar

tasavvuf edebiyatını iki kategoride incelemek gerekir: Tekke Edebiyatı ve Divan Edebiyatı.

a.Tekke Edebiyatı: Genellikle hece veznini kullanan, sanat endişesinden uzak, talimi mahiyette şiir söyleyen mutasavvıflarca temsil edilmiştir. Bunların başında Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Eşrefoğlu, Hacı Bayram Velî, Üftâde, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gelir.

b.Divan Edebiyatı: Genellikle aruz vezniyle yazılan ve sanatkârâne üslûbu bulunan divan şairlerinin eserleridir. Bunların başında Şeyhî, Nev'î, Atâyî, Nef'î, Nizamî, Nailî, Nâbî, Fuzûlî, Bakî, Nahîfî, Neşâtî, Fasîh, Hayretî, Yenişehirli Avnî ve Şeyh Galip Dede gelir.

Divan edebiyatında kullanılan "âşık, ma'şuk, pîr, şîve, hicap, cilve, nây, mey, şarab, meyhane, nâkus, çeşm, leb ve zülf" gibi mazmunlar tasavvufî anlamlar taşımaktadır. N. Sami Banarlı "Tasavvuf edebiyatı, edebiyatımızı oluşturmuştur. Türk edebiyatını vücuda getiren geliştiren ve olgunlaştıran tasavvuftur." der.

Tasavvuf ve Mûsikî:
Mûsikînin dindeki yerinin tartışıldığı ilk devir sûfîleri, genellikle mûsikîye pek hoş bakmamışlardır. Fakat hicrî III. asırdan itibaren sûfiler semâ ile ilgilenmeye ve onu mesleklerinin bir rüknü ve esası hâline getirmeye yöneldiler. Mûsikînin dînî his ve heyecanları uyarıp coşturan bir özelliğe, insanı Allah'a yaklaştıran bir meziyete sahip olduğuna kanaat getirmeye başladılar. Şiblî, Haris Muhâsibî, Cüneyd ve Zünnûn gibi ilk mutasavvıflar, semâı medhetmişler, semâ meclislerine devam etmişler ve onun ruhu yüceltici sihirli bir tesire sahip bulunduğunu açık bir dille beyan etmişlerdir. Serrâc, el-Luma'da; Ebû Bekir Kelâbâzî, et-Taarruf'ta; Kuşeyrî, Risâle'de; Gazzâlî, İhyâ'da; Sühreverdî, Avârifu'l-maârif’te bu konuya yer vermiş ve uzun değerlendirmelerde bulunmuşlardır.

Kur'ân-ı Kerim'de mûsikînin leh ve aleyhinde açık bir hüküm yoktur. Hadislerin bazısı semâ ve musikinin cevazını, diğer bazısı da haramlığını ifâde edecek mâhiyettedir. Bu yüzden mutasavvıflarda mutasavvıflara muhalif olanlar da, bu hadisleri kendi fikir ve kanâatlerini teyid edecek şekilde yorumlamışlardır.

Mûsikî, özellikle Mevlevi tekkelerinde özel bir ilgi görmüştür. Diğer dergâhlarda da zikir sırasında kullanılan mûsikî ve mûsikî âletleri, tasavvufu mûsikî ile adetâ bütünleştirmiştir. Nakşbendîlerin dışında, genellikle tarikatlar bu konuya sıcak bakmışlar, dergâhlarından pekçok mûsikîşinâs yetiştirmişlerdir. Büyük mûsikî üstadlarımızın isimlerinin başında bulunan "Dede" unvanı tasavvufî bir anlam ifade eder. "Dede" Mevlevîlikte çile çıkarmış derviş demektir.

Tasavvuf ve Mi'mârî:
Mimarî bir his ve heyecan işi olduğu kadar, bir hesap ve hendese işidir. Hem hissî, hem zihnî kabiliyetin taşta tecessüm etmesidir. Tasavvufun ses, söz, hareket ve çizgide ulaştığı seviye, mimarîde ulaştığı seviyeye nazaran çok yüksektir. Bununla birlikte tasavvufun çok önemli sayılacak mimarî eserlerin meydana gelmesinde etkili olduğu şüphesizdir. Tasavvuf, şeyhlerin âyin ve zikir yapmaları için tekke, dergâh, âsitâne, savmea, zaviye ve hankâh gibi isimlerle yeni bir takım müesseselerin kurulmasına, büyük mutasavvıfların ölümünden sonra inşâ edilen türbe ve kümbet gibi binalarla, ziyaretçilerin ağırlanması için yaptırılan imarethaneler gibi ku-rumların ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, yeni bir mimarî üslûbun meydana gelmesine de etkili olmuştur. Cami ve mescitlerini son derece muhkem ve sağlam inşa eden müslümanlar, tekke ve dergâhları daha mütevazi şartlarda ve kendi âdâb ve erkânlarının icrasına uygun zeminler halinde inşa etmişlerdir. Dergâhlardaki halvet odaları, derviş hücreleri, tevhid ve sema zikirlerinin müştereken icra edildiği tevhidhâne ve semahaneler bunun örneğidir. Külliye halindeki büyük dergâhlar ise, bugünkü üniversiteler gibi, çeşitli eğitim kurumlarını kapsayan kampüsler konumundadır. Külliyelerdeki semâhâneler ve diğer üniteler, kullanım alanlarına göre mimarîmize yeni üslûplar kazandırmıştır.

Tasavvuf ve Hüsn-i Hatt-Tezhib:
İslâm âleminde resim, dînî mülâhazalarla hoş karşılanmadığı için, müslüman san'atkârlar, ellerindeki fıtrî kabiliyetlerini, hüsn-i hatt denilen güzel yazı ve tezhib denilen süslemeye çevirmişlerdir. Tekkeler, bir bakıma güzel san'atların gelişip kurumlaştığı ihtisas alanları gibi hizmet vermişlerdir. İslâm ve Türk tarihinin en büyük hat ustaları ile müzehhibleri tasavvuf ve tekke çevrelerinde himaye ve teşvik görmüş ve buralarda vârislerini ve haleflerini yetiştirmişlerdir, Karahisârî, Hasan Rızâ, Rakım, Altunbezer, Şefik Bey ve Yesârîzâde gibi hat sanatının devleri, genellikle bu ortamda yetişmiş insanlardır.
Tasavvuf seyr u sülük itibarıyla bir çile işi olduğu gibi, hatt ve tezhib de gerçekten bir çile işidir. İnsana sabır ve teslimiyeti öğretir. Tasavvufa üstad ve şeyh olmadan sülük edilemediği gibi, hat ve tezhip san'atma da üstadsız başlanamaz.

Tasavvufî düşünce, bunlardan başka oyma, kakma, cild, dikiş-nakış, dokuma ve örme gibi el sanatlarında da etkili olmuştur. Mutasavvıflardan bazıları İlm-i hey'et olarak bilinen Astronomi ile uğraşmışlar, yıldızların esrarını çözmeye çalışmışlardır. Kur'an'daki âlemin yaratılışına dair âyetler onları bu tür araştırmalara sevk etmiştir. Kimya ve simya ilimlerinin de ehl-i tarîk nezdinde ilgi gördüğü, ancak bu ilmi de daha çok nefs terbiyesine âlet olarak kullandıkları bilinmektedir. Riyaziye adıyla bilinen matematik ilminin bile zaman zaman sûfilerin ilgi alanı içinde yer alması ilginçtir.

Değerlendirme Soruları:
1. Tasavvufun Felsefe ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
2. Sosyoloji ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
3. Psikoloji ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
4. Terbiye ile ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
5. Ekonomi ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
6. Edebiyatla ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
7. Musiki ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
8. Mimari ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?
9. Hüsn-i hat ve tezhip ile münasebetini ve aralarındaki farklılıkları belirtiniz?


7. Hafta


Tasavvuf Tarihine Giriş ve Zühd Dönemi
Tasavvuf tarihi, İslam medeniyet ve düşünce tarihinin bir parçasıdır. Türkçe “Tasavvuf Tarihi” ifadesinin karşılığı Arapça’da “ (İslam Tasavvuf Tarihi)”; “Mistisizm Tarihi” ibaresinin karşılığı ise “(Tasavvuf Tarihi)” şeklindedir. İngilizce’de ise “History of Islamic Mysticism” veya “History of Sufism” şeklinde ifade edilir. Arapça’daki ““Tasavvuf”” kelimesi Türkçe’deki “Tasavvuf” kavramını tam olarak karşılamamakta ve sadece “Mistisizm”i ifade etmektedir. Bu nedenle Arapça kaynaklar okunur ve incelenirken “Tasavvuf” kelimesinin yer aldığı ıstılahlara yanlış anlamalara meydan vermemek için özellikle dikkat edilmelidir.

Tasavvuf tarihinin konusu, “İslam ruhî hayatı, kurumları, şahısları, ekolleri ve kurucularıyla prensipleri ve kavramlarıdır.” Yani, müslümanın manevi ve ruhî hayatı, tekkeler, fütüvvet ve ahîlik teşkilatları, Kādiriyye, Rifâiyye, Yeseviyye, Halvetiyye, Nakşbendiyye, Sa’diyye, Şâziliyye, Desûkiyye, Mevleviyye ve Bayramiyye gibi tasavvuf ekolleri, kurucuları, temel prensipleri ve ıstılahları tasavvuf tarihinin konusunu teşkil etmektedir.

Tasavvuf tarihinin gayesi ise İslam medeniyet ve düşünce tarihinin bir yönünü objektif ve tarafsız bir gözle ortaya koymak ve tanıtmaktır. Tasavvuf tarihi herhangi bir tarikatın ya da
tasavvufi düşüncenin etkisinde kalmaz, konularını bilimsel ve akademik bir üslupla ele almaya ve incelemeye çalışır. Bütün bunları yaparken diğer İslami ve sosyal bilimlerle de münasebet halinde olur ve onların verilerinden yararlanır.

Tasavvuf Tarihi Literatürü
Asr-ı saadetten günümüze kadar tasavvuf tarihine kaynaklık eden pek çok eser mevcuttur. Bunların başında tasavvuf tarihinin kaynakları (tabakât) gelir.

1) et-Tabakâtü’s-sûfiyye
Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö.412/l021) tarafından kaleme alınan eserde sûfî kavramının yaygınlaştığı hicrî II. asırdan başlayarak, müellifin yaşadığı döneme kadar olan tasavvuf büyükleri anlatılır. Eser, günümüze ulaşabilen en eski sûfî tabakat kitabıdır. Müellif, sûfîleri beş tabakada ele alır. İlk dört tabakada yirmişer, beşinci tabakada 23 sûfînin görüş ve menkıbelerine yer verir. Böylece eserde anlatılan toplam sûfî sayısı 103’tür. et-Tabakatu’s-sûfiyye’de sahabe ve tabiîn neslinden zâhidlere hemen hiç yer verilmemiştir. Sülemî, eserinin baş tarafında sahabe ve tabiîn zâhidlerini Kitâbu’z-zühd adlı eserinde ele aldığını ifade eder. Ancak bu eser günümüze ulaşmamıştır. Abdullah el-Ensârî el-Herevî’nin (ö.481/1088) de aynı adı taşıyan bir eseri vardır (et-Tabakatu’s-sûfiyye). Bu eser, Sülemî’nin tabakâtının Farsça tercümesidir. Ancak müellif, tercüme sırasında bazı tasarruflarda bulunmuş, ilâve ve çıkarmalar yapmıştır. Sülemî’nin Tabakatu’s-sûfiyye’si Nureddin Şeribe tarafından tahkikli olarak neşredilmiş ve birkaç defa basılmıştır (Mısır, 1969, 1986). Eser henüz Türkçe’ye çevrilmemiştir.

2) Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ
Ebû Nuaym el-Isfahânî (ö.430/1038) tarafından yazılmıştır. Müellif, Sülemî’nin talebesidir. Eserinde hocasının eserlerinden istifade ettiğini açıkça belirtmektedir. Hılyetü’l-evliyâ, sahâbîlerden başlayarak tabiîn, tebe-i tabiîn devrinde ve müellifin çağına kadar olan dönemde yaşayan 700 kadar zâhid ve sûfînin hayatını, fikir ve görüşleriyle rivayetlerini ihtiva etmektedir. Eserin baş tarafında tasavvufun mahiyeti hakkında bilgi verilmekte, onun ardından hulefâ-i râşidîn, aşere-i mübeşşere, ashâb ve suffe ashabı anlatılmaktadır. Eser, Mısır’da Mektebetü’l-Hancî tarafından on cild halinde tahkikli olarak 1932’den beri defalarca basılmıştır. Hilyetü’l- evliyâ, Sıfatu’s-safve ile karşılaştırmalı olarak Sahabeden Günümüze Allah Dostları adıyla on cild halinde bir heyet tarafından tercüme edilmiş ve yayımlanmıştır (İstanbul 1995).

3) Sıfatü’s-safve
Eserin müellifi, Ebül-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Bağdâdî İbnu’l-Cevzî’dir (ö. 597/1201). Hılyetü’l-evliyâ’nın değişik bir tasnifle yapılmış özetidir. Müellif eserine, kitabının Hılyetü’l-evliyâ’dan farklı özelliklerini tanıtarak başlar. Bundan sonra Hz. Peygamber (s.a.) için genişçe yer ayırır. Dört cild olarak neşredilen (Beyrut, 1979) eserde toplam 1031 sûfî ve zahidin terâcim-i ahvâli bulunmaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi Sıfatu’s-safve, Hilyetü’l-evliyâ ile karşılaştırmalı olarak Sahabeden Günümüze Allah Dostları adıyla yayımlanmıştır.

4) Tezkiratü’l-evliyâ
Feridüddin Attâr (ö.627/1229) tarafından yazılan eser Farsça’dır. Hz. Peygamber’in (s.a.) soyundan Cafer Sâdık’tan başlayarak 97 zâhid ve sûfînin terceme-i hallerini ve menkıbelerini ihtiva eder. Pek çok dile tercüme edilmiştir. Tezkiretü’l-evliyâ’nın muhtelif tercümeleri Türk okuyucusu tarafından da benimsenmiş ve pek yayılmıştır. Eserin tam metin tercümesi Süleyman Uludağ tarafından yapılmıştır (İstanbul 1985).

5) Tabakâtü’l-evliyâ
Müellifi, İbnü’l-Mulakkın’dır (ö. 804/1402). Tanzimi itibariyle Tabakâtu’s-sûfiyye’ye benzemekle birlikte, ihtiva ettiği tercüme-i haller açısından ondan daha zengindir. Diğer bir ifadeyle eserde 230 sûfînin menkıbelerine yer verilmiştir. Nureddin Şeribe’nin hazırladığı tahkikli neşir (Kahire 1986) eserden istifadeyi kolaylaştırdığı gibi, benzeri eserlerle mukayese imkânı da vermektedir.

6) Nefehâtü’l-üns min hadarâti’l-kuds
Abdurrahman Camî (ö. 892/1492) tarafından telif edilen eser, Abdullah el-Ensârî el-Herevî’nin, Sülemî’den Farsça’ya tercüme ettiği Tabakâtu’s-sûfiyye esas alınarak hazırlanmıştır (nşr. Mehdî Tevhidi, Tahran 1336/1917). Ancak eser ilk ikisine göre çok genişletilmiş ve 34’ü kadın olmak üzere 616 sûfînin tercüme-i hal ve menkıbesine yer verilmiştir. Lâmiî Çelebi tarafından Türkçe’ye çevrilen eser, Osmanlıca olarak birkaç defa basılmıştır (İstanbul 1270, 1289). Lâmiî Çelebi tercüme sırasında 15 kadar sûfînin hal tercemesini ilâve etmiştir. Nefehât tercümesinde “Şeyhü’l-İslâm” unvanıyla anılan zat, el-Herevî’dir.

1..1 Tabakâtü’l-havâs ehlü’s-sıdk ve’l-ihlâs
Zeyneddin Ahmed b. Abdüllatif ez-Zebîdî (ö. 893/1488) tarafından yazılan eser, Mısır’da 1321 yılında basılmıştır. Ekserisi Yemenli ya da Yemen’de medfun bulunan 300 kadar sûfînin tercüme-i hal ve menkıbesine yer verilmiştir. Müellif, sûfî tabakât kitaplarında diğer beldelerin sûfîlerine müstakil bölüm ayrıldığı halde Yemen evliyası için ayrı bir bölüm açılmadığı için bu eseri yazmaya karar verdiğini ve bu nedenle kaleme aldığını kaydeder.

7) et-Tabakâtü’l-kübrâ
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî (ö.973/1565) tarafından telif edilen eserde, Hılyetü’l-evliyâ’nın tasnifine benzer bir tasnif benimsenmiştir. Asıl adı Levâkihul-envâr fî tabakâti’l-ahyâr olan eser, 400 kadar zâhid ve sûfînin tercüme-i hal ve menkıbesini ihtiva eder. İki küçük cild bir mücelled halinde birkaç defa basılmıştır (Mısır, 1938, 1988). Eser Abdulkadir Akçiçek tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

8) el-Kevâkibü’d-dürriyye fî teracimi’ s-sâdâti’s-sûfîyye
Abdurraûf el-Münâvî (ö.1031/1622) eserine Sıfatü’s-safve’yi örnek alarak Hz. Peygamber’le (s.a.) başlar. Arkasından dört halifeden itibaren sahâbi, tabiîn ve tebe-i tabiîn ile sonraki nesillerdeki zâhid ve sûfîleri alfabetik tasnifle tabakalar halinde kaydeder. Eserde toplam 902 velî ve sûfînin hal tercümesi ve görüşleri ile bazı kısa menkıbelerine yer verilmiştir. Son olarak iki mücelled ve dört cild hâlinde Abdülhamid Salih Hamdan tarafından tahkikli olarak neşredilmiştir (Mısır, 1994).

9) Câmiu kerâmâti’l-evliyâ
Müellifi, Yusuf b. İsmail en-Nebhânî’dir (ö. 1305/1887). Eser, sahabeden başlayarak alfabetik sıraya göre son devirlere kadar toplam 1000 kadar velî ve sûfînin keramet ve menkıbelerini ihtiva eder. Eser iki cild halinde neşredilmiştir (Kahire 1962).

10) Cemheretü’l-evliyâ
Ebü’l-Feyz el-Menûfî, çağdaş müellif sûfîlerdendir. Eserinin birinci cildinde tasavvuf hakkında genel bilgiler verir. İkinci cildinde ise İbnu’l-Cevzî ve Münâvî gibi Hz. Peygamber’den (s.a.) başlayarak sahabe, tabiîn, tebe-i tabiîn ve diğer nesillerdeki zâhid ve sûfîlerden 118 şahsın tercüme-i halini ve menkıbelerini anlatır (Kahire 1967).

Bu zikredilen sûfî tabakatlarından başka özellikle Osmanlı dönemiyle ilgili Taşköprüzâde’nin (ö. 968/1561) eş-Şakâiku’n-Nu’mâniyye’si ve zeyilleri, M. Süreyya’nın (ö. 1327/1909) Sicill-i Osmânî’si, Harîrîzâde Muhammed Kemâleddin Efendi’nin (ö. 1299/1882) Tıbyânu vesâil’i; Bursalı Mehmed Tahir’in (ö. 1344/1925) Osmanlı Müellifleri (özellikle I. cildindeki “meşâyih” faslı), Hüseyin Vassâf’ın (ö. 1348/1929) Sefîne-i evliya’sı ile İbn Sa’d’in (ö. 230/845) et-Tabakâtü’l-kübrâ’sı (Beyrut, 1388/1968), İbn Hallikân’ın (ö. 681/1282) Vefeyâtü’l-a’yân’ı (Beyrut, 1397/1977), Zehebî’nin (ö. 748/1348) Siyeru A’lâmi’n-nübelâ’sı sûfîlerle ilgili bilgi için başvurulacak başlıca eserlerdir. Özellikle Harîrîzâde’nin Tıbyânu vesâil’i ile Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i evliya’sı genel anlamda bir tasavvuf ve tarikatlar ansiklopedisi niteliğindedir.

Osmanlı tarih geleneğinde sultanların siyasî tarihleri yanısıra devrin ulemâ ve meşâyıhı hakkında bilgi verilmesi âdettir. Bu bakımdan Osmanlı Tarih kitapları, tasavvuf tarihi için de kaynak sayılabilir. Tabakât kitapları arasında Cemaleddin Mahmûd Efendi Hulvi’nin (ö. 1064/1654) Lemezât-i Hulviyye ez-Lemeât-i Ulviyye’si, Şeyh Safiyyüddin Ali b. Hüseyin’in Reşahât Aynü’l-hayât’ı, Muhammed b. Muhammed Hani’nin (ö. 1318/1900) el-Hadâiku’l-verdiyye’si ve M. Sâdık Vicdânî’nin (ö. 1358/1939) Tomâr-ı turuk-ı aliyye’si gibi sadece bir tarikatın mensupları hakkında bilgi verenler de vardır.

Özellikle Osmanlı dönemi tasavvuf ricâli, tarikatları ve tekkeleriyle ilgili son dönemde pek çok doktora ve yüksek lisans çalışması yapılmıştır. Bunlardan özellikle Reşat Öngören’in “XVI. Asırda Anadolu’da Tasavvuf”; Necdet Yılmaz’ın “XVII. asırda Anadolu’da Tasavvuf”, Ramazan Muslu’nun “XVIII. asırda Anadolu’da Tasavvuf”, Hür Mahmut Yücer’in “XIX. asırda Anadolu’da Tasavvuf” ve Metin İzeti’nin “Balkanlarda Tasavvuf” başlıklı çalışmaları dönemle ilgili detaylı bilgiler içermektedir.

Tasavvuf Tarihinin Dönemleri
Tasavvuf tarihiyle ilgili farklı bakış açılarına göre çeşitli tasnifler yapılmıştır: (1) Tarikatlar öncesi tasavvuf (I-VII. yy.), Tarikatlar sonrası tasavvuf (VIII-XIV.yy.) ve asrımızdaki durum. (2) Kuruluş Dönemi (I-III. yy.), Gelişme Dönemi (VII-VIII. yy.) ve Taklid Dönemi (IX-XV.yy.). (3) Sünnî Tasavvuf, Şiî Tasavvuf ve Selefî Tasavvuf. (4) Hz. Peygamber’den Cüneyd’e kadar (I-III. yy.), Cüneyd’den İbn Arabi’ye kadar (IV-VII. yy.) ve İbn Arabi’den bugüne (VIII- --). (5) Zühd Dönemi, Tasavvuf Dönemi, Vahdet-i vücud (Tasavvuf felsefesi) Dönemi, Tarikatlar Dönemi ve Çağdaş Dönem. (6) Zühd Dönemi, Tasavvuf Dönemi ve Tarikatlar Dönemi.

Biz tasavvuf tarihini yukarıdaki altıncı tasnifi esas alarak, yani zühd, tasavvuf ve tarikatlar dönemi olmak üzere üçlü tasnifle ele alacağız.

Kısaca ifade etmek gerekirse zühd dönemi Hz. Peygamber (s.a.) ile başlayıp hicrî II. asrın ortalarına kadar devam eden bir zaman dilimini içine alır. Tasavvuf kavramının zuhuruna kadar olan dönemdir. Tasavvuf dönemi ise sûfî ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sûfî adlarının duyulmaya başladığı hicrî II. Asrın sonundan, tarikatların ortaya çıktığı devre kadar olan üç, üç-buçuk asırlık dönemdir. Tasavvuf bu dönemde ortaya çıkmış, müessese haline gelmiş ve Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezid-i Bistâmî, Hüseyin en-Nûrî, Hallâc-ı Mansûr ve Gazzâlî gibi büyük sûfî ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir. Tarikat dönemi de tarikatların ortaya çıkıp sosyal hayatın bir parçası haline geldiği Hicri VI. Miladi XI. asırdan başlayarak tasavvufî tefekkürün İbnü’l-Arabî gibi büyük temsilcilerinin yetiştiği, şiir ve edebiyatta en değerli tasavvufi mahsullerin verildiği günümüze kadar devam eden dönemdir.

Tasavvuf tarihinin zühd ve tasavvuf dönemleri , Abbasilerin hâkimiyet yıllarına tesadüf eder. 132/750 tarihinde kurulan ve Hulagu’nun Bağdat’ı işgal etmesine kadar (656/1258) devam eden Abbasi hakimiyeti, sadece tasavvufun değil, diğer İslâmi ilimlerin de kurulup geliştiği bir dönemdir. Fetih hareketleriyle birlikte üç kıtaya yayılan müslümanlarla beraber bu ilimler de geniş bir alana yayılma ve etkisini gösterme imkanı bulmuştur. Endülüs’ten Hindistan’a, Basra’dan Kırım’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada kurulan büyük küçük pek çok müslüman devleti ile sûfîlerin münasebetleri olmuştur. Bağdat işgal edildiği zaman Abdülkadir-i Geylani, Ahmed er-Rifaî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Ebû Hafs es-Sühreverdî, Necmüddin-i Kübra, Ahmed-i Yesevî ve Ebü’l-Hasen Şazilî bu dünyadaki hayatlarını tamamlamışlardı. Ahmed el-Bedevî, İbrahim Desûkî, Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî henüz hayattaydı; Bahâüddin Nakşibend ise daha doğmamıştı. Tarikatların kurulması ve vahdet-i vücûd düşüncesinin ortaya çıkıp yaygınlık kazanması Abbasîlerden sonraki Selçuklu ve Osmanlı devletleri dönemlerine rastlar.

Zühd Dönemi
Zühd, lügatte vazgeçmek, küçümseyip terketmek, ilgi duymamak gibi anlamlara gelir. Sûfînin dünyaya, eşyaya ve Allah’ın dışındaki şeylere yani mâsivaya karşı takındığı tavrı ifade eder. Zühdde dünyanın geçiciliğinin yanı sıra onun bir tuzak olduğu kabul edilir. Dünyâ ve içindekileri insanın ölüm ânında terk ettiği gibi bırakıp, onlardan yüz çevirmesidir.

Tasavvuf ile eşanlamlı olarak da kullanılan zühd kavramı kelime olarak Kur’an-ı Kerim’de geçmezse de mana ve mefhumu itibarıyla birçok âyet-i kerimede zikredilmiştir: “İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, kantarla altın ve gümüşler, nişanlı atlar, davarlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının metaıdır. Asıl barınılacak yer Allah nezdindedir” (Âl-i İmran, 3/14), “Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdür” (el-Kehf, 18/ 46),

Zühd dönemi Hz. Peygamber (s.a.) ile başlayıp Hicrî II. asrın ortalarına kadar devam eden bir zaman dilimini içine alır. Tasavvuf kavramının zuhuruna kadar olan dönemdir. Bu dönemi ele alırken başta Hz. Peygamber (s.a.) olmak üzere, sırasıyla Ashab-ı Suffe, Sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn’den bazı zühdî hayat ve düşünce örnekleri verilecektir. Bu ünitede ilk ikisi ele alınacak; son ikisi ise bir sonraki ünitenin konusunu teşkil edecektir.

Hz. Peygamber’in (s.a.) Hayatında Zühd
Burada Hz. Peygamber’in (s.a.) hayatından zâhidâne yaşantısıyla ilgili bazı tablolar aktarmaya çalışacağız. Tarihi kaynaklarda geçen bu rivayetler, onun (s.a.) dünyaya karşı tavrını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İbn Sa’d’in kaydettiğine göre İbn Abbâs onun (s.a.) zâhidane yaşantısını şu şekilde anlatır: Hz. Peygamber (s.a.), peş peşe birkaç gece aç sabahlar, hane halkı da çoğu zaman akşamları yiyecek bir şey bulamazdı. Zaten ekmekleri arpa ekmeğiydi.

Enes b. Mâlik anlatıyor: Fâtıma validemiz, Peygamberimize pişirdiği ekmekten bir parça getirmiş ve Allah Rasûlü, “Bu nedir?” diye sorduğunda “Pişirdiğim çörektir. Size getirmeden canım çekmedi” demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Üç gündür babanın ağzına giren ilk lokma bu olacak” buyurdu. Ebû Hureyre’nin rivayetine göre Allah Resûlü’nün açlıktan karnına taş bağladığı olurdu. Yine Enes b. Mâlik onun (s.a.) zâhidâne hayatı ile ilgili şöyle der: “Peygamber’in (s.a.), öğle ve akşam, ekmek ile eti bolca bir arada yememiştir.”

Bütün bu rivayetler bize gösteriyor ki Hz. Peygamber (s.a.) ister imkansızlık olsun ister her türlü imkana sahip olsun hiçbir zaman dünyaya meyletmemiş ve daima zühdî bir yaşamı tercih etmiştir. Onun (s.a.) bu hususiyeti sonraki dönemlerde “zâhid” olarak isimlendirilen insanlara örnek olmuştur. Zâhidlerin sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinden almış oldukları bu anlayış, sûfîlerin ve hatta bütün mutasavvıfların hayatlarında gerçekleştirmeleri gereken bir kavram olarak tasavvuf tarihindeki yerini almıştır.

Ashâb-ı Kirâm’ın Zühd Hayatı
Sahabenin günlük ibadetleri dışında yaşadıkları sırlarla dolu hayat, daha çok Hz. Peygamber’in (s.a.) sohbet meclislerinde geçti. O konuşmağa başlayınca yanında bulunanlar başlarını önlerine eğer, derin bir huşu ve sükûta dalar, kendilerinden geçer, gözler yaşarır, kalplertitrer, sanki başlarına konan kuşu uçurmamanın hareketsizliği içinde bulunurlardı. Huzur, huşu ve ruhaniyet dolu olan bu meclislerden ayrıldıktan sonra aynı ruhi hali sürdüremedikleri için üzülen, hatta münafık olduğunu zanneden sahabiler de vardı. Bunlar durumu Hz. Peygamber’e (s.a.) arzedince şöyle cevap almışlardı: “Şayet sürekli o hal üzere kalsaydınız melekler gelir, sizi evlerinizde ziyaret eder ve sizinle müsafaha ederlerdi. Bu zaman zaman olan ve yaşanan bir haldir“.

Ashâb-ı Suffe’nin tasavvufî hayatın ilk nüvesini teşkil etmesi sebebiyle tasavvuf tarihi açısından ayrı bir önemi hâizdir. Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin onlara ad olan “suffe” kökünden geldiği öne sürülmüştür. Sayıları 70 ila 300 arasında değişen muhacir ve ensarın fakirleri olan sahabilerden meydana geliyordu. Peygamberimiz, civar kabilelerden muallim istendiğinde onlar arasından seçip gönderirdi. Bu yüzden Ashab-ı Suffe tekkenin ve medresenin de İslam tarihindeki ilk nüvesi kabul edilir. Ebu Nuaym el-Isfahânî’nin kaydettiğine göre, “Ashâb-ı Suffe, Cenab-ı Hakk’ın kendilerini fani bir şeye güvenmekten koruduğu kimselerdir. Faniye aldanmak yerine, Allah’ın emirlerine sarılmayı prensip haline getirmişlerdir. Bu halleriyle dünyaya değer vermeyenlere örnek olmuşlardır. Aileleri ve malları bulunmadığı gibi, kendilerini Allah’ın zikrinden alıkoyacak bir ticaret ve meşgaleleri de yoktu. Dünya namına kaybettiklerine asla üzülmezler, ahiret namına kazandıklarına sevinmezlerdi.”

Ebu Nasr Serrâc, şu ayetin ashab-ı suffe hakkında nâzil olduğunu ve onların özelliklerini anlattığını ifade etmektedir: “Sadakalarınızı; kendilerini Allah yolunda vakfedip çarşı-pazar dolaşamayan, durumlarını bilmeyenlerin iffet ve istiğnalarından dolayı kendilerini zengin sandığı, senin simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip yalvara yakara isteyemeyen iffetli fakirlere verin” (el-Bakara, 2/273).

Ebu Zerr (r.a.) “Bana dostum Allah Resûlü (s.a.) yedi şey emretti:
1) Fakirleri sevmemi, onlara yakın olmamı,
2) Mal bakımından kendimden aşağıda olanlara bakıp yukarıda olanlara bakmamamı,
3) Kimseden bir şey istemememi,
4) Terk edilsem bile sıla-i rahmi sürdürmemi,
5) Acı da olsa hakkı söylememi,
6) Kınayanın kınamasından korkmamamı,
7) ‘Lâ havle ve la kuvvete illa billâh’ zikrini çokça yapmamı.”

Bu ünitede Hz. Peygamber (s.a.) başta olmak üzere dört halifenin ve bazı sahabilerin zühd yaşantılarına dair örnekler zikredildi. Bazı tarih kitaplarıyla tasavvuf tarihi kaynaklarında geçen bütün bu bilgiler, tasavvufun birden bire ortaya çıkmadığını ve alt yapısının zühd hayatıyla birlikte atıldığını göstermektedir. Dünyaya gereğinden fazla rağbet etmemek, sevgisinin kalbe girmesine mani olmak ve bütün dikkatleri Allah’a ve ahirete yöneltmek zühdün önemli göstergeleri arasında yer almaktadır.

Son olarak ashabın zühd hayatının esasları şu şekilde özetlenebilir:
1. Daha çok kılık kıyafet, yeme-içme gibi dünya nimetlerine değer vermemek,
2. Zikir ve nafile ibadetle meşgul olmak,
3. İbadet ve tefekkür için tenha yerleri tercih etmek,
4. Allah’a karşı teslimiyet ve tevekkül içinde olmak.

Değerlendirme Soruları
1) Tasavvuf tarihinin dönemleriyle ilgili tasnifleri göz önünde tutarak bir değerlendirme yapınız?
2) Tasavvuf tarihinin konusunu ve gayesini belirtiniz?
3) Tasavvuf tarihiyle ilgili tabakat kitaplarından 5 tanesini müellifleriyle birlikte kronolojik olarak sıralayınız?
4) Osmanlı dönemi tasavvuf tarihiyle ilgili kaynaklardan 5 tanesini kronolojik olarak sıralayınız?
5) Zühd dönemini tanımlayınız? Hz. Peygamber’in (s.a.) ve sahabenin zühdî hayatını değerlendiriniz ?


8. Hafta


TÂBİÎN VE TEBE-İ TÂBİÎN DÖNEMLERİ ZÜHD HAYATI
Tasavvuf klâsiklerine ve tabakat kitaplarına baktığımızda zühd hayatının tabiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerindeki bazı temsilcilerine yer verildiğini görürüz. Mesela, Kelâbâzî (ö.380/990) bu devreden Üveys el-Karanî, Herim b. Hayyan, Hasan Basrî ve Seleme b. Dinar’a yer verirken; Sülemî (ö.412/1021) ve onun talebesi Kuşeyrî (ö.465/1072) ise sahâbe ve tâbiîn zahitlerine hiç yer vermeden eserlerine daha sonraki nesilden Fudayl b. Iyaz ve İbrahim b. Edhem ile başlarlar. Hilyetü’l-evliya müellifi Ebû Nuaym (ö. 430/1038) ve ondan naklen İbnü’l-Cevzî (ö.595/1198) ise eserlerinde 200 kadar zahid-tabiîye yer vermişlerdir. Hücvîrî (ö.470/1077) ise tabiîn neslinden sadece Üveys el-Karanî, Herim b. Hayyan, Hasan Basrî ve Said b. Müseyyeb’e yer vermektedir. Attâr (ö.627/1229) da sadece Ca’fer-i Sâdık ve Hasan Basrî’ye yer vermiştir. Şa’rânî (ö.973/1565) ise Ebu Nuaym Isfahânî ve İbnü’l-Cevzî’nin yolunu izleyerek altmış kadar tabiîn zâhidini anlatır.

Tabiîn ve tebe-i tabiîn dönemi siyasi tarih açısından Emevîler’le başlayıp hicrî II. asrın sonlarına kadar devam eder. Genellikle zühdî yaşayışın bir tepki hareketi olarak ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönem, Asr-ı saadetten sonra rûhanî ve manevî hayatın zühd şeklinden tasavvufa dönüşünceye kadar olan hazırlık ya da ikinci zühd dönemi olarak kabul edilir.

Tâbiîn Dönemi Zühd Hayatı
Tasavvuf tarihinde zühd hareketleri tabiîn döneminde ve genel olarak Emevi iktidarı sırasında yükselişe geçmiştir. Bu dönemde zühd hayatının dünyaya bağlılığa ve siyasi entrikalara karşı bir tepki hareketi olarak doğduğu görüşü hakimdir. Tabiîn döneminde yaşanan zühd hayatı, Hz. Peygamber (s.a.) dönemindeki zühdî hayat ile hicrî II. yüzyıldan sonra gelişen tasavvuf dönemi arasında bir köprü vazifesi görür.

Dünya görüşlerini ve hayat tarzlarını önemli ölçüde Hz. Peygamber’in (s.a.) zühdî hayatına dayandırmaya çalışan zâhidler, geleneksel değerlerden uzaklaşan Emevîler’e tepki göstermişlerdir. Diğer bir ifadeyle zühd hareketleri, Hz. Osman döneminde başlayıp Emevîler döneminde devam eden çalkantılar karşısında bir öze dönüş çabası olarak değerlendirilebilir.

Tâbiîn dönemine baktığımız zaman İslam medeniyetinde ilim dallarının yavaş yavaş gelişme göstermeye başladığını görürüz. Bu günkü şekliyle ilimlerin adları henüz ortada olmasa da tedvin faaliyetleri başlamış, hadis ezberleme ve nakletme faaliyetleri yoğunluk kazanmıştır. Bu dönemde âyetlerin tefsiri ve hadislerin şerh edilmesi faaliyetleri dikkat çekmektedir. Bu nedenle ilk zahidler arasında muhaddisler çoğunluktadır. Bu muhaddis sûfîler, aynı zaman da Sünnî zühd geleneğinin de çekirdeğini oluşturması bakımından dikkat çekicidir. İtikadî konulardaki tartışmalar sebebiyle farklı inanç ekolleri ortaya çıkmaya başlamış olmakla birlikte, henüz görüş ve düşünceler tam olarak ortaya çıkmamış, felsefe henüz İslâm dünyasına girmemiştir. Hülasa, bir bütün olan ilim ve kültür hayatı, henüz kesin olarak ayrışmaya başlamamış ve farklı ilim dalları ve inanç akımları olarak ortaya çıkmamış ise de en azından bunların hazırlığının başladığı söylenebilir.

Siyasi açıdan bakıldığında tâbiîn dönemi, İslam toplumunun tesis edildiği ve çok kısa sürede derin ve sarsıcı değişikliklerin yaşandığı bir zaman dilimidir. İslâm toplumu devlet yönetimi açısından, Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn dönemlerindeki düşünce ve anlayışlardan farklı bir üslûbu benimseyen Emevî hakimiyetinin keyfî uygulamalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Yabancı kültürlerle karşılaşmanın verdiği sosyal, ekonomik ve kültürel alışverişler de toplumun ileri gelenleri ile halk tarafından farklı şekillerde karşılanmıştır. Yeni anlayışların hayat tarzlarına yaptığı tesir, Hz. Peygamber ve ashâbın uygulamalarına dayanan gelenekçi yaklaşım ve düşünceye yeni bir ivme kazandırmış ve bunun sonucunda da zühd hareketi doğmuştur. Ancak zühd hareketinin doğuşunu hazırlayan tek etken elbette ki bu değildir, yani sosyal değişime gösterilen tepkinin yanı sıra başka etkenlerden de söz edilebilir. Mesela üst tabakanın yeni tarzları uygulama konusundaki ısrarının da önemli bir faktör olduğu kabul edilebilir.

Bu dönemde hemen her gurubun zahidleri ve zühd anlayışları farklı olmakla birlikte duydukları rahatsızlık bir noktada birleşmekteydi. Şöyle ki Şiî zahidler ehl-i beyte yapılan zulümleri ön plana çıkarırken; Mutezilî zâhidler, Emevîler’in zulümlerini ilahî kadere hamletmelerine karşı çıkıyorlardı. Haricî zâhidler ise Emevîler’in merkeziyetçi siyasetine karşı karizmatik toplum anlayışını ön plana çıkarıyorlardı. Sünneti ön plana çıkaran zâhidlerin temel itiraz noktaları ise devlet yönetimi ve dünya nimetlerinden faydalanma konusunda, sahih sünnette bulunmayan uygulamaların varlığı ve bunların adaletsizliğe yol açmalarıydı. Bu yaklaşımlar, aynı zamanda farklı itikadi görüş ve anlayışların eksenini oluştursa da, siyasî sebepleri ne olursa olsun, zühd hareketleri sonuçta bir “öze dönüş” tür.

Zühd Döneminin Özellikleri
Genel Özellikleri
Genel olarak bakıldığında zühd döneminde, tasavvufun temelini oluşturan sevgi ve aşktan çok, hüzün ve korku ön plandaydı. Zühdî hayat bir bakıma tahalluk yoluydu. Yani kötü huylardan kaçınma, iyi ve övülen huyları, güzel özellikleri kendini zorlayarak cehd ile elde etme yoluydu. Bu dönemde yetişen mutasavvıfların söz ve görüşleri tabakat kitaplarında yer alır. Ancak pek çoğu günümüze ulaşmamıştır. Ulaşabilenler ise sûfî muhaddisler tarafından yazılan birkaç Kitâbü’z-zühd ile zâhidlerin derlediği bir kaç hadis mecmuasından ibarettir. Kur’an’daki dünyayı küçümseyen ifadeler sebebiyle dünyaya düşkünlüğe karşı çıkış ve Hz. Peygamber (a.s.) ve sahabenin sade yaşantısına özlem vardır. Bu nedenle zühd, Kur’an’a ve sünnete yeniden dönüşün bir ifadesi olarak kabul edilebilir. Ancak Râbiatü’l-Adeviyye ve Dâvûd-i Tâî gibi sufîlerin bekâr kalması gibi sünnet çizgisinden çıkan bazı farklı ya da istisnai uygulamalar da olmuştur. Riyâzat ve ibadet, ahlâkî olgunluğa erişmede bir vasıtaydı. Mesela, Tâî’nin ilimle uğraştıktan sonra zühd yoluna girerek riyazet ve mücahede esaslarını ileri derecede uyguladığı bilinmektedir. Zühdi hayat toplumsal olmaktan çok münferid bir yaşantıydı. Fakat devrin gözü yaşlı zâhitleri, çevrelerine gelen dostlarına nasihatlerde bulunurlar; sohbetlerinde özellikle zühde teşvik eden âyet ve hadislerin tefsir ve şerhlerini yaparlar ve halka anlatırlardı. Zühd ve tasavvuf edebiyatı nesir şeklinde söylenmiş nasihat ve hikmet türü sözlerden ibaretti.

Bu dönemin en farklı ve renkli siması kuşkusuz Üveys el-Karanî’dir. Hz. Peygamber (a.s.) devrine yetiştiği halde onunla görüşme şerefine nâil olamadığı için sahabî sayılmamış fakat Hz. Peygamber’in gıyabî iltifatına mazhar olmuştur. Hz. Peygamber tarafından kendisine bir de hırka hediye edilmiştir. Ayrıca o, tasavvuf tarihinde “Üveysilik” meşrebinin de sembolü olmuştur. Üveysilik, zaman içerisinde “bir mürşidden görüşmeksizin manevî yolla, rüya tarîkıyla feyz almanın” adı olmuştur. Nitekim Üveys de bizzat Hz. Peygamber ile görüşememiş; fakat kalbî bağlılığıyla feyz almıştır. Üveys el-Karanî, fakir, zâhid, tenhalarda dolaşmayı, ibadet ve riyazatı seven bir kimse olarak tavsif edilir. İbn Sa’d’in Tabakât’ında rivayet edilen bir hadis-i şerife göre o “Tabiînin en hayırlısı”dır. “Üveysilik” meşrebi ile “hırka” geleneği kendisinden sonra da devam etmiştir.

Dönemin dikkat çeken ikinci önemli şahsiyeti Ömer b. Abdülaziz’dir. Tabiîn neslinin zühd ve takva açısından farklı bir simasıdır. Hulefâ-i râşidinin beşincisi ve ikinci asrın müceddidi kabul edilir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) “Allah Teâlâ, her yüzyılın başında bu ümmetin hatalarını düzelten ve dini tecdid eden birini gönderir” buyurmuştur. Emevî soyunun hilâfeti saltanata çeviren ve dünyaya fazlaca rağbet eden halifeleri arasında onun zâhitliği, takvası ve âdil yönetimi dikkat çekici bir seviyededir. Onun varlık ve saltanat içindeki zahidliği, Üveys el-Karanî’nin yokluk ve fakirlik içindeki zahitliğinden daha değerli sayılmıştır. Çünkü varlığa sabır, yokluğa sabırdan daha zordur.

Bu dönemde yaygınlaşan ve her biri zühdün unsuru olan tasavvuf terimleri şu şekilde sıralanabilir: Zühd, halvet-uzlet, riyazet, mücahede, sabır, tevekkül, haşyet, havf, vera’, hüzün, aşk ve muhabbet. Bu terimlerin siyasî ve sosyal etkileri yanında psikolojik boyutu da dikkat çekicidir. İslâm toplumunun saadet asrının ardından geçirdiği çalkantı ve sarsıntı, ilk dönem tasavvuf terimlerinin daha ziyade korku ağırlıklı olması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla bu dönemde sevgi ve aşktan çok hüzün ve korku ön planda olmuştur. Ancak dönemin sonlarına doğru aşk ve muhabbet terimleri de devreye girmiş ve bir yandan bu sarsıntının aşılması yolundaki çabaları desteklerken, diğer yandan da tasavvufi düşünce içinde yeni bir gelişmeye kapı aralamıştır. Daha sonra Râbia’nın muhabbettulah’ı, Ma’rûf-i Kerhî’nin de marifetullah’ı zühdün esası haline getirmesiyle, tasavvufta sevgi unsuru ön plana çıkmıştır. Ma’rûf’un dikkat çeken bir diğer özelliği de manevî eğitimde mürşid esasını getirerek zühd hayatına sosyal bir boyut kazandırmış olmasıdır. Tasavvuf ve sûfî kelimeleri, hicrî ikinci asrın yarısından sonra kullanılmaya başlamıştır. İlk defa tasavvuf tarifi yapan zâhid Ma’rûf el-Kerhî’dir. Tasavvufu “Hakikatleri almak, halkın elindekilerden ümidi kesmek” şeklinde tanımlamıştır. O’na göre Hakk’a ermenin yolu marifetten geçer. Takva sahibi kimselerin ölümü hayattır. Nice diriler vardır ki ölü sayılırlar.

Zühd Mektepleri
Zühdî hayatın daha çok kişisel yaşantı olarak başladığı bu dönemde Medine, Basra, Kûfe ve Horasan’da belli başlı bazı zühd mekteplerinin teşekkül etmeye başladığı görülür:

Medine Mektebi
Hz. Peygamber (s.a.), Ashab-ı Kiram ve Suffe ehlinin hadis kitaplarında ve zühde dair eserlerde kayda geçmiş olan zühdî hayatları, Medine başta olmak üzere İslâm coğrafyasına yayılmaya başlamıştır. Her fırsatta âdil bir sosyal katılımı ve Emevî yönetim ve hayat tarzına karşı mücadeleyi savunan Ebû Zer, Medine’deki zühdî hayatın örneği haline gelmiştir. Emevîlerin siyasî merkezi Şam’a taşımaları Medine’deki zühdî hayatın daha da canlanmasına sebep olmuştur. Çünkü zaman zaman siyasî kavgalara karışan Abdullah b. Zübeyr gibi kişilerin bulunmasına rağmen, siyasi çalkantılardan tamamen arınmış ve zahidlerin sığınağı haline gelmiştir. Bu mektebin mensupları arasında Saîd b. Müseyyeb (ö.90/709) ve İmam Mâlik (ö.179/785) gibi muhaddisler sayılabilir. Burada en çok sünnetin ihyasına ve hadise önem verilmekteydi. Bu nedenle, selefî tasavvufun Medine ekolüne dayandığı söylenebilir. Başkent Şam’da ise zühd eğilimleri ilk meyvelerini III/IX. yüzyıl başlarında verecektir.

Basra Mektebi
Basra, İslam fetihleri sebebiyle sonradan kurulan şehirlerdendir. Emevîler döneminde Horasan gibi uzak vilayetler buradan yönetilmiştir. Abbasîler döneminde Çin deniz yolunun ana geçiş noktası durumuna gelmesiyle şehir, ekonomik bir rahatlığa ve kültürel zenginliğe kavuşmuştur. Basra’da Rebia ve Mudar kabilelerinin sözü geçmekteydi. Siyasî çalkantılardan uzak bir merkezdi. Bu şehirde serbest düşünceli ve mutedil insanların bir araya gelerek düşüncelerini özgürce tartışabildikleri bir ortam hâkimdi. Bu nedenle Basra, her alanda mutedil şahsiyetlerin çoğunlukta olduğu bir şehir görüntüsü vermekteydi. Hasan Basrî (ö.110/728) gibi bir zâhid ve mütekellim, Câhız (ö.255/869) gibi Mutezilî bir âlim, Kindî gibi ilk İslâm filozofu olarak tanınan bir düşünür, Ebü’l-Hasen el-Eş’arî gibi Sünnî bir kelâmcı ve İhvân-ı Safa gibi felsefi bir ekol Basra’da doğmuş ve gelişme imkânı bulabilmiştir.

Araştırmacı ve tenkitçi yönü ağır basan Basra mektebi, genel olarak hadis konusunda dikkatli, şiirde ise rasyonalisttir. Basra halkı mezhep itibariyle genelde Ehl-i Sünnet’e, kısmen de Mutezile’ye bağlıdır. Burada yetişen Hasan Basrî, kitap ve sünnete dayalı İslâm anlayışını ilk sistemleştiren, yani Sünnî kelâmın tedvinini başlatan kişi olarak tanınır.

İslâmî geleneklere sıkı sıkıya bağlı olan Basra Mektebi’nin amelî yön başta olmak üzere Hint kültüründen etkilendiği ve sufîlerin oruç ve riyazetlerle nefsi terbiye ederek kötü huylardan temizlenmeyi sülûkun esası olarak benimsedikleri kaydedilir. Basralılar, tasavvufu Kitap, sünnet ve sahabe yaşantısına ek olarak aklî bir temele oturtma girişiminde de bulunmuşlardır. Bununla beraber, zühd döneminin genel özelliği Allah ve ahiret korkusuyla gözyaşı dökmek iken, Basra’daki tasavvufi anlayışlarda iki cephe ortaya çıkmıştır: Hasan Basrî önderliğindeki korku ve hüzün ekolü ile Râbia önderliğindeki sevgiye dayalı zühd ekolü.

Korku ve Hüzün Ekolü
Bu ekolün kurucusu olan Hasan Basrî, Hz. Peygamber’in hanımlarından Ümmü Seleme’nin (r.ah.) himayesinde yetişmiş ve Basra’da yaşamıştır. Hadis, kelâm ve tasavvuf alanlarında üstad sayılmış ve üstün hatipliği ile şöhret bulmuştur. Tabakât kitaplarında hüzünle yoğrulmuş bir zâhid olduğu anlatılır. Dünyaya değer vermemiş ve ona sırt çevirmiştir. Zâhidliğiyle birlikte, temelinde tefekkür ve tezekkür bulunan bir tasfiyeyi benimsemiştir. Çünkü ona göre tefekkür, insanı iyiliğe ve onu işlemeye götürür ve kötülükten uzaklaştırır. Zahidlik bir amaç değil, hayra erişmek ve şerden kurtulmak için bir araçtır. Erişmek istediği hayır, cennet ve Allah rızası, kurtulmak istediği korku ise cehennem ve ilahi gazaptır.

Hasan Basrî, İslamî ilimler konusunda da son derece iyi yetişmiş bir şahsiyettir. Akâid ve tefsir konusundaki çalışmaları dikkat çekicidir. Hatta işârî tefsirin kurucularından kabul edilir. İbn Abbas’ın tefsir derslerinde bulunmuştur. O, âdeta tefsir yapmamış, âyetlerin ruhunda bıraktığı izleri dile getirmiştir. Bu farklılık, onun tasavvufî tefsir metodunun kurucuları arasında anılmasını sağlamıştır. Âyet yorumlarında zühde ağırlık veren Basrî, Emevîlere duyduğu hoşnutsuzluğu da tefsirinde dile getirmiş ve tefsirde siyasî bir boyut doğmasına sebep olmuştur.

Bu mektep, Hasan Basrî’nin izinden giden Habîb A’cemî (ö.115/733), Muhammed b. Vâsî (ö.127/744), Mâlik b. Dinar (ö.131/748), Eyyüb Sahtiyânî (ö. 131/748), Ferkad Sebahî (ö.131/748) ve Abdülvahid b. Zeyd (ö.177/793) gibi talebeleri tarafından sürdürülmüştür.

Bu merkezde dikkati çeken şahsiyetlerden biri de İbn-i Sîrîn (ö.110/729)’dir. İlk marifet nüvelerinin birinci derecede rüyalar yoluyla görüldüğünü ifade eden İbn Sîrîn’in rüya tabiri ile ilgili dört risalesi mevcuttur.

Sevgiye Dayalı Zühd Yolu
İlk temsilcisi Râbiatü’l-Adeviyye’dir (ö.185/801). Sevgiye dayalı zühdün amacı, Allah’ı zatından dolayı severek dünyadan el-etek çekmek ve yalnız O’nun cemâlini temaşa etmektir. Sözlerinde ve şiirlerinde sevgi kavramını ilk defa açıkça kullanan Râbia’dır. Ona göre sevgi iki türlüdür: Mâsiva sevgisi ve Allah sevgisi. Râbia, Allah’a olan sevgisinden dolayı ibadetlere mukabil cennet beklentisini, efendisine ücret karşılığı hizmet etmeye benzetir. O şöyle derdi: “Allah’ı sevdiğini söylüyorsun, fakat O’na karşı gelmeye devam ediyorsun. Senin sevgin gerçek olsaydı, O’na itaat ederdin. Çünkü seven sevdiğine itaat eder.” Bir defasında da “Allah’ım Sana Cehennemden korkarak ibadet ediyorsam beni Cehennem ateşinde yak. Eğer Sana Cennet ümidiyle tapıyorsam, onu bana haram kıl. Benim Sana olan sevgi ve ibadetim, Senin sevilmeye ve kulluğa layık bir mâbûd oluşundandır” diye duâ etmiştir. Onun bu anlayışı, sonraki dönemlerde korku ve hüzne dayalı anlayıştan daha fazla yaygınlaşmış ve hatta tasavvufun hakim özelliklerinden biri haline gelmiştir.

Kûfe Mektebi
Kûfe de Basra gibi yeni kurulmuş olup Hz. Ali’nin başkent yaptığı bir şehirdir. Nüfusu göçebe ve yarı göçebe güney Arabistan kabilelerinin yanı sıra İranlı unsurlardan oluşan Kûfe, askerî amaçla kurulmuş bir karargâh şehridir. Ehli beyt taraftarları ile Şia mensupları, Hz. Hüseyin’in şehid edildiği Kerbelâ’ya yakın olan bu şehri Emevîlere karşı mücadelelerinde merkez olarak kullanmışlardır. Arap aşiretleri arasındaki ırkî ayrılıklara sahne olmuştur. Bağdat’ın 145/762 yılında kurulmasıyla Kûfe’nin önemi yavaş yavaş azalmaya başlamıştır. Abbasîler, ilk olarak Kûfe’yi başkent edinmişler, ancak çekişme halinde oldukları Hz. Ali taraftarlarının çokluğu yüzünden bu şehri güvenli bir merkez olarak görmemişlerdir.

Kûfelilerden bir gurup, Hz. Hüseyin’in kendi ihmalleri sonucu şehid olduğunu görerek pişmanlık duymuşlar, kendilerini üzüntü ve gözyaşı ile zühd ve ibadete vermişlerdir. Ağlamaları sebebiyle Bekkâûn adı verilen bu guruba, pişmanlıklarından dolayı Tevvâbûn da denilmiştir. Mezhep bakımından Şia ve ehl-i beyt eğilimiyle tanınır. Hatta Şiî tasavvufla tasavvufta teşeyyu’un temelinde bu ekolün bulunduğu söylenir. Hadisle ilgileri genellikle zahire yönelik konularla sınırlıdır. Kûfe şiirinde platonik aşk anlatımı daha ön plandadır.

Kûfe’nin bulunduğu bölge Arâmî kültürün hâkim olduğu bir bölgedir. Arâmî kültürünün Yunan ve İran felsefelerinin etkisi altında şark felsefî düşüncesinden doğduğu ifade edilir. Arâmîkültürünün terkibinde Aristo felsefesi, Yunan tıp ve kimyası ile İran metafiziği bulunmaktadır.
Bu unsurlar Kûfe’de gelişen bazı kelâmî okullara da etki etmiştir. Kûfe zâhid ve sûfîleri arasında Saîd b. Cübeyr (ö.94/713), Tâvûs b. Keysân (ö. 105/723), Cafer-i Sâdık (ö.148/765), Ebû Hâşim Kûfi es-Sûfî (ö.150/767), Câbir b. Hayyan (ö.150/767), Süfyan-ı Sevrî (ö.161/777), Davûd-i Tâî (ö.165/781) ve İbn Semmâk (ö.189/805) yer alır.

Kûfe’de melâmet ve sûfîlik eğilimi görülen zâhid Ebû Hâşim Kûfî es-Sûfî’dir. Önceleri Kûfe’de yaşamış, daha sonra Bağdad’a geçmiş ve buralarda meşhur olmuştur. İlk defa sufî lakabıyla anılan ve aynı zamanda ilk tekkeyi açan ve tekke âdâbını belirlemeye başlayan kişi olarak bilinir. Melâmet anlayışına yakın fikirlere sahiptir. Ona göre, ihlâsa ermekten çok riyadan korunmak esastır. Süfyan Sevrî’nin onun hakkında söylediği şu söz bunu te’yid eder: Ebû Hâşim olmasaydı, riyanın incelikleri bilinmezdi.” Hadis ilminde zahiri konulara önem verilen bir şehirde ilk defa “sûfî” adıyla anılan ve tekke açtığı rivayet edilen bir kişinin ortaya çıkması kadar, zamanla tekke kavramıyla ters düşecek melamî fikirlerin de aynı kişi tarafından temsil edilmiş olması dikkat çekicidir.

İmam-ı Azam’ın tasavvufî manada şeyhi kabul edilen Cafer-i Sâdık (ö. 148/765), on iki imam anlayışını benimseyen Şia’da altıncı imam sayılması yanında, zühd tarihinde de önemli bir yere sahiptir. O, Kur’an âyetlerine tasavvufî yorumlar getirmiş olması yönüyle işarî tefsir okulunun gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Önemli derecede tefsir usulü bilgisine sahip olan Câfer-i Sâdık’ın tefsirinde hurûfî yaklaşımlara da rastlanabilmektedir. Onun bu tavrı, ona ait olmayan benzer türden bazı yaklaşımların da zamanla kendisine nispet edilmesine sebep olmuştur.

Kûfe’nin dikkate değer tasavvufî şahsiyetlerinden birisi de Süfyan-ı Sevrî’dir (ö. 161/777). Zühdü, eski elbiseler giyip katı ve kuru şeyler yemekten ziyade dünya hırsından uzak olmak şeklinde yorumlaması, melâmet anlayışını vurgulayan ilk zâhidlerden olduğunu gösterir. Horasan’da bulunmuş ve burayı dinî bakımdan öven sözler söylemiştir. Tefsir alanında çalışmaları vardır. Tefsirde rivayet yolunu tercih etmiştir. İslâmî ilimlere vâkıf bir kişi olarak tanınan Sevrî’nin tasavvufta özel bir yolu olduğu ve genellikle birr ve takva ile ilgili yorumlara ağırlık verdiği rivayet edilir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla