Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:48   Mesaj No:6

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar

Dâvûd-i Tâî de (ö. 165/781) Bağdat’ta yaşamış olmakla birlikte Kûfe sufîleri içerisinde sayılır. İmam-ı Azam’ın meclislerine devam ettiği ve daha sonra zühde yönelerek kitaplarını Fırat nehrine attığı ve Allah’tan cenneti isteyemeyecek kadar ince düşünceli olduğu kaydedilir.

Sevrî’nin öğrencisi olarak tanınan Abdullah b. Mübarek (ö. 181/797) de zahiri ilimleri tahsil etmiştir. Baba tarafından Türk olan bu zat hakkında Ahmed b. Hanbel ve Fudayl b. Iyaz’dan başka, hocası Sevrî’nin de övgü dolu sözleri vardır. Rivayet tefsirine önem veren Abdullah b. Mübarek’e göre Allah korkusuyla sevgisi, iç içe olup birbirine dönüşebilir. Yani sevgi korku, korku da sevgi olabilir.

Horasan Mektebi
Mâverâünnehr bölgesi, hicri II. yüzyıldan son devirlere kadar pek çok ekolün kurucusu da dahil olmak üzere önemli tasavvufî şahsiyetlerin yetiştiği ve Anadolu’nun İslâmlaşması ve Türkleşmesine katkıda bulunan hareketlerin ortaya çıktığı bir merkezdir. Bu merkezde yetişen zâhidler, daha sonra Basra ve Bağdat civarına gelmişler ve bu bölgelerin tasavvufî anlayışlarından etkilenmişlerdir. Bu nedenle bölgede yetişen ilk zahidlerde, Basra mektebinin ön plana çıkardığı zühd, fakr, ibadet ve Allah korkusu gibi özellikler dikkat çeker.

Bu benzerlikler dışında, Horasanlı zahidler, tevekkül konusunda sergiledikleri farklı tavırla diğer mekteplerden ayrılmışlardır. Sonraki dönemlerde Horasan merkezinde yer alan Nişabur tasavvuf mektebi aracığıyla melâmet ve fütüvvet konularına ağırlık verecek olan bu ekolün başlıca temsilcileri şunlardır: İbrahim b. Edhem (ö.161/777), Fudayl b. İyaz (ö.187/802), Şakîk-i Belhî (ö.194/809) ve Ahmed b. Harb (ö.234/848).

Bunlardan İbrahim b. Edhem’in tâc ve tahtını zühd yolunda terk etmesi meşhurdur. Horasanlı Fudayl b. Iyaz da önceleri yol kesen bir haydutken tövbekâr olup zühd yoluna girmiştir. Horasan sûfilerinden Şakîk’in zühd hayatı da tevekküle dayanıyordu. O tevekkülü şu şekilde tanımlar: “Allah’ın vaadine karşı nefsin/kalbin tam bir itmi’nan içinde olmasıdır.” Ona göre salihler mertebesine ulaşabilmek için altı kapıdan geçmek gerekir. Bunlar şunlardır: (1) Sıkıntıya alışmak, (2) Alçak gönüllü olmak, (3) Hakk’ın verdiğine şükretmek, (4) Çalışmaya devam etmek, (5) Emelleri bırakıp amellere sarılmak ve (6) Uykuyu azaltmak.


I-II./VII-VIII. YÜZYIL ZÜHD MEKTEPLERİ
Medine Mektebi (Sünnet ve Hadis)
Basra Mektebi (Korku, Hüzün ve Sevgi)
Kûfe (Sûfîlik, Teşeyyü’, Hadis ve Fıkıh)
Horasan (Tevekkül)

1. Hz. Peygamber (a.s.)
2. Ashâb-ı Kirâm
3. Ashâb-ı Suffe
4. Said b. Müseyyeb (ö.90/709)
5. İmam-ı Mâlik (ö.179/785)


a) Korku ve Hüzün Mektebi
1. Hasan-ı Basrî (ö.110/728)
2. İbn Sîrîn (ö.110/729)
3. Habîb Acemî (ö.115/733)
4. Muhammed b. Vâsî (ö.127/744)
5. Mâlik b. Dînar (ö.131/748)
6. Ferkad Sebâhî (ö.131/748)
7. Eyüb Sahtiyânî (ö.131/748).
8. Abdülvâhid b. Zeyd (ö.177/793)


a) Melâmet ve Sûfîlik eğilimi
1. Ebû Hâşim (ö.150/767)
2. Câbir b. Hayyân (ö. 150/767)
3. Said b. Cübeyr (ö.94/713)
4. Tâvûs b. Keysân (ö.105/723)


1. İbrahim b. Edhem (ö.161/777)
2. Fudayl b. Iyaz (ö.187/802)
3. Şakîk-i Belhî (ö.194/809)
4. Ahmed b. Harb (ö.234/848)


b) Sevgi ve muhabbet mektebi
1) Râbiatü’l-Adeviyye (ö.185/801)


b) Teşeyyü eğilimi
1. Cafer-i Sâdık (ö.148/765)


c) Hadis ve Fıkıh Eğilimi
1. Süfyân-ı Sevrî (ö.161/777)
2. Dâvûd-i Tâî (ö.165/781)
3. Abdullah b. Mübarek (ö.181/797)
4. İbn Semmâk (ö.189/805)



Değerlendirme Soruları
1. Tâbiîn dönemi zühd hayatını değerlendiriniz?
2. Zühd döneminin özelliklerini sıralayınız?
3. Tâbiîn döneminin üç önemli şahsiyeti hakkında bilgi veriniz?
4. Zühd döneminde ortaya çıkan kavramları sıralayıp üç tanesini kısaca açıklayınız?
5. Zühd mekteplerini sayınız ve her birini öne çıkan kavram ve şahsiyetlerini zikrederek kısaca açıklayınız?


9. Hafta

TASAVVUF DÖNEMİ
9.1. H.III-IV., M. IX-X. Asırlarda Tasavvuf
H. III.-IV., M. IX.-X. asırlar tasavvuf tarihinde yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. Bu asırlar, İslâm siyâsî, içtimaî ve ilimler tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Abbasî devletinin gelişme dönemi sayılan bu yıllar, Bağdad ve çevresinin ilim merkezi haline geldiği yıllardır. Muhtelif kavim ve kabilelerin birbiriyle kaynaşıp tanıştığı ve muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi ehl-i sünnet kelâm mezhepleriyle Hanefiyye, Mâlikiyye, Şâfİiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanlar hep bu asırlarda ortaya çıkmışlardır. Bu asırlarda Şia'nın belli ölçüde teşkilatlanmış olduğu hesaba katılırsa, bu yüzyıllar hem siyasî, hem içtimaî, hem de dînî açıdan son derece hareketli bir dönemdir.

Bu asırlar tasavvufun fıkıh, kelâm ve hadis gibi ilimlerden ayrılıp inkişâf ettiği tekâmül devresidir. İlk tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Tasavvuf, tahalluk (eğitim) ve tahakkuk (keşf ve ma'rifet) boyutuyla bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemin mutasavvıfları insan ruhunu tahlil etmekte; ona arız olan halleri beyan ederek geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme getirmektedir. Fena ve baka kavramlarıyla ittihad fikri ilk defa bu asırlarda Hallâc (ö. 309/921) ve Bâyezid (ö. 262/875J gibi mutasavvıflarca ifade edilmiştir.

Râbia ile başlayan sevgi ağırlıklı tasavvufî düşünce Ma'ruf Kerhî ile gelişmiş, H. III. ve IV. asırda tasavvufî telakkilerin ağırlıklı konusu haline gelmiştir. II. asırda Hasan Basrî ve talebelerince temsil edilen Basra mektebinin hüzün ve korkuya dayalı tasavvuf telakkisi III. asırda artık yavaş yavaş yerini aşk ve muhabbete bırakmıştır. III. asırda yetişmiş ve eserleriyle daha sonraki dönemleri etkilemiş bulunan Haris Muhâsibî'nin de sevgi üzerine eser yazması veya eserlerinde sevgiye özel bir bölüm ayırması, bu dönem tasavvufunun "sevgi damgası" taşıdığını gösterir.

Hicri ilk iki asrın zâhid-sûfîleri genellikle Basra, Küfe ve Horasan'dan yetiştikleri halde III. ve IV. asrın mutasavvıfları İslâm memleketlerinin hemen her tarafından, tasavvufun değişik boyutlarıyla temayüz edip yetişmişlerdir. Basra, Küfe ve Horasan, tasavvufî canlılığını sürdürürken, Mısır, Nişabur, Şam ve özellikle Bağdad bu asırlarda büyük mutasavvıflar yetiştirmiştir.

Basra'da Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 283/896), Kûfe'de îbn Semmâk (ö. 183/799), hicri üçüncü yüzyılın mutasavvıfları arasında sayılırken, Horasan'da Ahmed b. Harb (ö. 234/848), Hâtim-i Esamm (ö. 237/851), Ahmed b. Hadraveyh (ö. 240/854), Ebû Türâb Nahşebî (ö. 245/859), Ebû Abdullah Siczî (ö. III. h, IX. m asır), tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı Horasan tasavvufunun temsilcilerini oluşturur. Horasan'da bu yıllarda gelişen fütüvvet genellikle şecaat, mürüvvet, sehâvet ve kerem anlamları taşımakla birlikte, îsâr, kendini hizmete fedâ, başkalarına eziyet vermemek, iyiliği yaymak, sızlanmayı bırakmak; makam tutkusundan uzaklaşmak ve nefsle savaşmak gibi anlamlar kazanmıştır.

Bu asırlarda Horasan ve Mâverâunnehr bölgesinde yetişen mutasavvıfların önde gelenlerinden biri Hakim Tirmizi diye maruf olan Ebû Abdullah Muhammed b. AH (ö. 320/ 932)'dir. Hanefî fıkhını ve İslâm'ın zahirî ilimlerini tahsil eden, hadis ilminde de belli bir yeri bulunan Hakîm Tirmizî, Tasavvufta özellikle "Velayet" konusunda yazdığı Harmu'l-Velâye adlı eseriyle dikkat çekmiştir. İbn Arabî onun eserlerinden yararlanmıştır. Hakîm Tirmizî, mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul bulunanların ilklerindendir.

H. III ve IV. Asırlardaki Tasavvuf Mektepleri

Nişabur Mektebi, Fütüvvet ve Melâmet
Hicrî II. asır'da tasavvufun önemli merkezlerinden biri olan Horasan'ın yanı sıra, III. asırda Nişabur'un da "fütüvvet ve melâmet" özellikleriyle tanınan bir merkez haline geldiği görülmektedir. Bu asırlarda, bu bölgede yetişen mutasavvıfların başlıcaları, Bâyezid Bistâmi, Yahya b. Muâz Râzî, Ebû Hafs Haddâd ve Hamdûn Kassâr’dır.

Bâyezid Bistâmî, sekri sahvına, mahvı isbatına galip ve şatahât üslubuyla konuşan bir sûfîdir. Bu yüzden sözleri bazan kendisi hakkında bir takım endişeler uyandırmıştır. Onun 'Sübhânî mâ azame şâni (Ben kendimi tesbîh ederim, benim sânım ne yücedir!) "Leyse fi cübbetî sivallah" (Cübbemin içinde Allah'tan başkası yok) sözleri, ilk vahdet-i vücûd terennümleri sayılabilir. Bâyezid fenaya erişini şöyle anlatır: "Beni bir kerre karşısına aldı ve dedi ki: "Ey Bâyezid, halk Beni görmek istiyor." Ben de dedim ki: "Öyleyse beni vahdaniyetinle süsle, ben ligini giydir, ahadiyyete erdir. Halk Senin sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise orada bulunmam."

Bâyezid bu sözleriyle "fena fillâh" ile benlikten geçmeyi manevî sekr hâlini anlatmaktadır. Bâyezid, tasavvuf kavramlarrına "sekr" kavramını kazandırmış ve bu kavram muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur.

Nişabur'dan yetişen sûfîlerden biri olan Yahya b. Muâz Râzî (ö. 258/871), Bâyezid'in hem hemşehrisi hem de çağdaşıdır. O da fena, vecd ve sekrden bahseden, "aşk sarhoşu" deyimini kullananlardandır. Râbia'dan sonra Allah sevgisi konusunda Ma'rûf kerhî gibi, açıkça söz söyleyenlerin ilklerindendir. Onun muhabbet anlayışı huşu, huzû ve Allah'a teslimiyet gibi faziletlere dayanır. Ona göre muhabbetin hakikati, vuslatla artmaz, hicranla azalmaz. Yahya, muhabbetten başka marifetten de bahseden ve Hakk'ın marifetini halkın marifetinden üstün sayan bir sûfîdir. Hakk'tan uzaklaşmayı fevt, halktan uzaklaşmayı mevt diye adlandırır, fevti mevtten daha kötü görür. Çünkü fevt, gafletle fırsatı kaçırmak, insan ile Allah arasındaki bağlantıyı kesmektir. Mevt ise halk ile alâkayı kesmek, Hakk ile irtibatı sağlamlaştırıp marifetullaha ermektir.

Yahya b. Muâz, Bâyezid gibi sekri esas alan tasavvufî görüşün sahibi olduğu halde, zühdün esası sayılan temel ilkelere sıkı sıkıya bağlıydı. Zâhidliğin az uyumak, az konuşmak, az yemek ve halvetle tamamlanabileceğini söylerdi.

Bâyezid ve talebesi Yahya "sekr"in savunucusu oldukları halde, onlarla çağdaş sayılan Bağdad mektebinin güçlü temsilcileri Cüneyd ve arkadaşları sekr yerine "sahv" ve temkinden yana olmuşlardır.

Horasan asıllı Nişabur sûfîlerinden biri de Ebû Hafs Haddâd (ö. 270/883)'dır. Tasavvufu "Edebden ibarettir." diye tanımlayan Ebû Hafs, Horasan mektebinin fütüvvet telakkisini benimseyen, hacc yolculuğu sırasında Irak ve Hicaz bölgesindeki sûfîlerle görüşen ve onların fikirlerinden de etkilenmiş bulunan bir mutasavvıftı. Fütüvveti "Başkalarına insafla muamele etmek ve başkalarından İnsaf etmelerini beklememek" diye tanımlar ve fütüvvetin sözle değil, fiil ve tatbikatla gerçekleşebileceğini söylerdi.

Nişabur mektebine mensup mutasavvıflar, Basra mektebinden etkilenmekle birlikte, daha çok Horasan mektebinin tesiri altındaydılar. Aslında tasavvufî ekoller, gerek kaynaklarının aynı oluşu, gerekse devamlı münasebetleri sayesinde, daima birbirlerinden etkilenmişlerdir.

Hamdûn Kassâr (ö. 271/884) ile Nişabur'da ortaya çıkan "melâmet" fikri, Irak'ta ve diğer bölgelerde gelişen zühd ve tasavvuf hareketine bir tepki mesâbesindeydi. Melâmiler Irak tasavvufunu daha çok şekil, kisve ve zahirî şartlar ağırlıklı bir ekol olarak görürken, melâmet fikrini dînî ve içtimaî merasimlere karşı bir tepki olarak değerlendirmekteydiler. Melâmet genellikle, "nefsi dizginlemek, kınamak, itham etmek, kendine aid ibâdet ve tâatları azımsamak" şeklinde anlaşılır. Bu yüzden melâmet fikri selbî düşünceye daha çok ağırlık verir. Melâmetî, zemm ve levm fiillerinden bahsettiği kadar sena ve medih fiillerinden bahsetmez. Riyayı anlattığı ve çirkinliklerinden bahsettiği kadar ihlâstan söz etmez. Bu düşünceye sahip kişiler, amellerinin eksiklik ve kusurlarını anlatmayı amellerinin güzellikleri konusunda söz etmeye tercih ederler. Bu yüzden melâmet "sahv" yolunu benimseyen, halvetten çok celvete Önem veren bir anlayıştır. Nişabur'da gelişen melâmet anlayışının ilk tabakasını Hamdûn Kassâr ve Ebû Osman Hîri (ö. 298/910); ikinci tabakasını Mahfuz b. Mahmûd Nişâbûrî (ö. 303/915), Ebû Mu-hammed Murtaış (ö. 328/939), Abdullah b. Münâzil (ö. 329/940); üçüncü tabakasını da Ebû Bekîr Nişaburî (ö. 360/970), Ebu'l-Huseyn Ali b. Bundar (ö. 350/961), Ebu'l-Hasan Bûşencî (ö. 348/958), Ebu Amr İsmail b. Nüceyd (ö. 366/976) teşkil eder.

Başlangıçta tasavvufa tepki gibi ortaya çıkan melâmet hareketi, daha sonraları tasavvufı sistem içinde, bir yandan bir meşrebin adı olma özelliği kazanırken, diğer yandan bir tarikatın adı olmuştur. Bununla birlikte tarih boyunca melâmet fikri ve melâmîlik mensubu kişiler, genellikle ihtiyatla karşılanmış ve zaman zaman da takibata uğramıştır.

Mısır Mektebi
Mısır'da sistem bazında tasavvufun temelleri Zünnûn Mısrî (ö. 245/859) tarafından atılmıştır. Zünnûn, Ma'ruf Kerhî'den sonra marifet ve muhabbet konusunda söz söyleyen ve bu konuda nazariye geliştiren safîlerdendir. Ona göre marifet üç türlüdür: Birincisi genel anlamda mü'minlerin, ikincisi kelâmcıların ve hikmet ehli kişilerin, üçüncüsü de Allah'ı kalpleriyle tanıyan evliyanın marifetidir. Bu üçüncüsü marifet derecelerinin en üstünü olup yakîn ile dopdoludur. Allah'ı vahdet sıfatıyla tanımaktır. Bu tür bir marifet, istidlal ve nazar yoluyla değil, ilham yoluyla gönle doğan, Allah tarafından kalbe ifâza olunan bir marifet türüdür. Keşf ve ilham ile hâsıl olan bu marifetin dışındaki yollarla Zât-ı kibriyâ'yı tanımak, ancak selbî sıfatlarla olur.

Zünnûn yakînî marifetin Hakk'ın bir ikramı olduğunu şu lâfızlarla anlatır: "Ben Rabbımı Rabbımla tamdım. Eğer O olmasaydı asla O'nu tanıyamazdım." Zünnûn'un marifetle ilgili gördüğü muhabbet, insanı Allah ile ittisale erdirecek mahiyettedir. İnsan bu sevgi ve ittihad sayesinde kendisinin Hakk'ta müstağrak olduğunu hisseder. Ancak böylesine ulvî ve ruhî sevgiye eren kimse, durumunu başkasına arzetmekten sakınmalı, sır saklamasını bilmelidir.

Zünnûn Mısrî, Mısırlı bir sûfî olmakla birlikte, onun tesir ve nüfuzu, Mısır dışında Sehl b. Abdullah Tüsterî, Ebû Türâb Nah-şebî, EbÛ Abdullah b. Cellâ ve Ebû Saîd Harrâz gibi mutasav-vıflara kadar uzanmıştır.

Şam Mektebi, Açlık ve Gece İbâdeti
Şam tasavvufu, genellikle açlıkla eğitimi ve gece ibadetini öne çıkaran ve bu yüzden "Cûıyye ve ehlü'l-leyl" adıyla anılan sufîlerce temsil edilmiştir. Bunların başında Ebû Süleyman Dârânî (ö. 215/830) ve talebeleri Ahmed b. Ebi'l-Havârî ile Ah-med b. Âsim Antâkî gelmektedir. Ebû Abdullah b. Cellâ ile Feth Mevsılî bu dönemde Şam bölgesinde yetişen ünlü mutasavvıflar arasında yer alır.

Şam mektebinin önderlerinden sayılan Dârânî, tasavvuf tarihinde "ehlü'l-leyl" tabirini ilk kullanandır. Ona göre ehlü'l-leyl olan kimselerin gece ibadetinden aldığı tad ve haz, eğlence düşkünlerinin eğlenceden aldıkları taddan daha fazladır. Dârânî, ehlü'l-leyli üç derece olarak tasnif eder: Birinci derece, düşünerek okuyan ve ağlayan, ikinci derece düşününce cezbelenip sayha eden ve bununla rahatlayan, üçüncü derece ise okuduğunu düşünen ve bunun sonucu şaşkınlık ve hayrete düşerek sayha etmeye mecali kalmayanlardır. Yine o, "takva ehli kimselerin ölümünü ebedî hayata açılan bir kapı olarak görmekte, diri oldukları halde nice ölmüş kimselerin bulunduğuna" dikkat çekmektedir. Allah ile kul arasındaki sevginin "dil dudak deprenmeden" anlaşılması gereken bir keyfiyet olduğuna işaretle der ki: "Arifin basiret gözü açılınca dünya gözü kapanır. Artık Allah'tan başka birşeyi görmez olur." Ebû Süleyman'a göre kalh dünya yerleşince orada âhırete yer kalmaz.

Dârânî'nin talebesi ve Cüneyd'in arkadaşı bulunan Ahmed b. Ebi'l-Havârî, Cüneyd tarafından "Reyhânetü'ş-Şâm" lakabıyla anılırdı. Ahmed, dünya sevgisinin Hakk'a nasıl perde olduğunu şöyle anlatır: "Kim dünyaya istek ve sevgiyle bakarsa, onun gönlünden yakîn nuru ve zühd çıkarılır. Allah Rasûlü'ne ittibâ etmeden yapılan amel boşunadır."

Ebû Abdullah b. Cellâ, ana-babası tarafından Allah yoluna vakfedilmiş bir gönül eriydi. Âbid, zâhid ve muvahhid kavramlarını şöyle açıklardı: "Övgü ile yergiyi eşit gören zâhid, farz ibâdetleri tam ve zamanında yapmaya çalışan âbid, bütün fiilleri Allah'a âid gören, Vâhıd'den başkasını görmeyen muvahhîd-dir." Bu söz bile daha o devirlerde sûfîlerin vücudî tevhid konusuyla ilgilendiğini göstermektedir.

Bunlardan başka Şam bölgesinde bu yıllarda yetişmiş bulunan Ahmed b. Âsim Antâkî ile Feth Mevsılî ve benzerleri bu mektebin özelliklerine yeni ve farklı bir şey ilâve etmemişlerdir.


Bağdad Mektebi, Tevhid ve Aşk
Asırlar boyu İslâm devletinin pây-i tahtı olan Bağdad, aynı zamanda ilim ve kültür merkezi olma özelliğine sahip bulunduğundan, tasavvufun en büyük temsilcileri ve eser sahibi müellifleri burada yetişmiştir. Bağdad tasavvuf mektebi Basra mektebinin izlerini taşımaktadır. Bağdad sûfîleri arasında ilk defa "sûfî" adıyla anılan Ebû Hâşim Sûfî ile ilk tasavvuf tarifi yapan Ma'rûf Kerhî'nin önemli bir yeri vardır.

Ma'rûf Kerhî ma'rifet ile muhabbet arasında ilgi kurmasıyla ünlüdür. Sevginin bir Hakk vergisi (vehbî) olduğunu, insanlardan öğrenilecek (kesbî) bir konu olmadığını, dolayısıyla makam değil hal olduğunu ifade etmiştir.

Hicrî III. asırda Bağdad'da yetişen sûfîlerden biri Mansûr b. Ammâr'dır (ö. 225/840). Ateşin bir vaiz ve iyi bir hatib olan Mansûr, "nefs, kalb ve takva" gibi gönül âlemine âid kavramlardan ilk bahsedendir. Bağdad'daki Mu'tezile mensuplarının "halk-ı Kur'an" görüşüne karşı ehl-i sünnet görüşünün savunucusu oldu. Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarının yanında yer aldı.

Bağdad'ın "yalın ayak" anlamına gelen "Hâfî" lakabıyla ünlü sûfîsi Bişr b. Haris (ö. 227/841), zühd ve verâ ile tanınmış bir şahsiyetti. Hattâ devrin Abbasî halifesi Me'mûn, onun hakkında: "Bu beldede (Bağdad) ondan başka kendisinden çekinilip utanılacak bir kimse kalmadı." derdi. Zengin bir ailenin çocuğu olmasına, çocukluğu bolluk ve refah içinde geçmiş bulunmasına rağmen, tasavvuf yoluna girince son derece zâhidâne bir hayat yaşamıştır.

Eserleri ve tesiri bugünlere uzanan Bağdad sûfîlerinden biri de Haris b. Esed Muhâsibî (ö. 243/857)'dir. O, bir sûfînin eğitim içinde geçireceği gelişmeleri, bu gelişmeler sırasında İnkişaf edecek hakikatleri ve tecellî edebilecek marifet ve bilgilerle maneviyat yolunun sıkıntılarını en iyi şekilde anlatmıştır. Daha sonraki tasavvuf müellifleri Kuşeyrî ve Gazzâlî'nin eserlerinde atıflarda bulunduğu Muhâsibî, ilim, takva ve hâl açısından eşsiz bir sûfîdir. Ona göre "bâtınını murakabe ve ihlâsla doğrultan kimsenin Allah Teâlâ zahirini mücâhede ve sünnete uymakla süsler."

Muhâsibî kendisinden sonraki mutasavvıflar üzerinde etkili olmuş, eserleriyle tasavvuf tarihimizde derin izler bırakmıştır. Otuzu,aşkın eseri günümüze ulaşmıştır. Muhâsibî'nin tasavvuftaki metodu, ruhî hayatın gelişmesine etki eden tesirlerin sebep ve sonuçlarını inceleyen "tahlilci" bir metoddur. Nitekim onun "ibâdetin esâsı verâ, verâın esâsı takva, takvanın esâsı nefs muhasebesi, muhasebenin esâsı havf ve recâdır." sözü bu anlamda bir ölçüsüdür. "Muhâsibî" tasavvuf yolunda "nefs muhâsebesi"ni esas aldığı için bu adla meşhur olmuştur.

Muhâsibî ile çağdaş ve arkadaş olan ve Cüneyd Bağdâdî'nin dayısı ve üstadı bulunan Seriy Sakatı, tevhid ve takva ilimlerinden bahseden sûfîlerin ilklerindendir. Önceleri ticâretle meşgul olan bu gönül adamı, daha sonra ticareti bırakarak kendini ibâdet ve zühde vermiştir. Onun tasavvuftaki en önemli özelliği, hakikat ve tevhidden ahvâl ve makâmâttan bahseden sûfîlerin ilklerinden olmasıdır. Kuşeyrî, Seriyy'i ilim ve hakikati cem'eden beş kişiden biri olarak saymaktadır.

Ebû Hamza Bağdadî (Ö. 269/882) özel anlamda Bağdad tasavvufunda, genel olarak tasavvufta zikir safâsı, cem'-i himmet, muhabbet, aşk, kurb ve üns gibi kavramlardan ilk bahsedendir. Ebu'l-Huseyn Nuri (ö. 295/907) tevhid konusunu tenzih ve ittisal arası bir ifade ile anlatan sûfîdir. Cüneyd ile çağdaş ve arkadaştır. Tevhid konusundaki ince düşüncesi sebebiyle, zaman zaman sıkıntılı ithamlara da maruz kalmış olmakla birlikte, Nuri'nin fikirleri, Hallâc ve benzerleri için bir ön hazırlık niteliği taşır. Sûfîlerin yanlış anlaşılabilecek bu tür bazı sözlerini değerlendiren Ebû Nasr Serrâc, el-Luma' adlı eserinde onun fikirlerine özel bir bölüm ayırmıştır.

Cüneyd Bağdadî (Ö. 297/909) Tasavvuf ve tarikatlarda "ser-halka" kabul edilen müstesna sûfîlerden biridir. Daha önce temas ettiğimiz Nişabur mektebi mensubu "sekr ve manevî sar-hoşluğu" önde tutan Bâyezid-i Bistâmî'ye mukabil Cüneyd, "sahv ve temkin"in mümessili sayılır. Onun anlayışına göre insan ayıklık hâlinde nefsinin içinde neler olduğunu fark eder.

Halbuki sekr hâü arttığında mes'ûliyetin kalkacağı bir konuma düşer. Sekr, kulun kalbine gelen ve aklını başından alan bir hal ile olur. Sahv ise sekrden sonra gelen bir hal olup, insanın elem veren şeyi ayırd etmesine, Hakk yolda elem vereni tercih etmesine imkân veren bir durumdur.

Cüneyd, sahip olduğu sistematik kafa yapısı sebebiyle, tasavvufun esaslarını yaymış ve geniş bir etki alanı oluşturarak, tesirini yıllar boyu sürdürmüştür. Cüneyd, tasavvufu "Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir." diye tanımlarken insanın nefsini imha etmesi ve Hakk ile ve Hakk'ın iradesiyle hareket etmesi anlamını kasdetmektedir.

Bir başka tarifinde Cüneyd: "Tasavvuf insanlara uymamak için kalbi tasfiyedir." der. Tabiî ahlâk ile yaşamak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsi dâvalardan sakındırmak, rûhânî sıfatlan benimsemektir.

Cüneyd, tasavvuf kavramlarından tevhid konusunda söz söyleyen sûfîlerin ilklerindendir. "Tevhid kadîm ile hadisin arasını tefrik etmektir. Allah'ın ezeliyet sıfatında tek olduğunu; O'nun fiilini işleyen hiçbir şeyin mevcud olmadığını bilip ikrar etmektir. "En şerefli ve en yüce meclis, tevhid meydanında düşünerek yapılan meclistir." Tevhid yakînden ibarettir. Yani halkın harekât ve sekenâtının, şeriki bulunmayan Allah'ın fiili olduğunu bilmesidir. Bunu yapan Allah'ı tevhid etmiş olur. Tevhid bilgisi, tevhidin vücuduna zıddır. Tevhidin vücudu bilgisinden farklıdır, derken vecd ve cem' halinde Allahdan başka birşey görmemek, sahv ve fark halinde ise âlemi Allah saymamak anlayışını ifade etmektedir. Cüneyd'in tevhid konusundaki fikirleri Bayezid ve Hallâc'ınkilerden farklı bir konumdadır.

Bu dönemde fena ve baka kavramlarını ilk defa kullanan ve bu konuda bir eser kaleme aldığı tabakat müelliflerince ifade edilen Ebû Saîd Harrâz (ö. 277 /890) aynı zamanda ilm-i bâtın konusunda söz söyleyenlerin ilkidir. Ancak bâtın ilmi konusunu ulu orta değil, belli bir süzgeçten geçirme lüzumunu ifade için "şeriatın zahirine muhalif olan bâtın ilminin her çeşidinin batıl olduğunu" söylerdi. "Fena dünyanın fânî olduğunu bilmek; baka âhiretin baki olduğunu kavramaktır." diye konuşurdu. Yani onun anlayışına göre fena ve baka, kulun ubûdiyyetini görmekten fânî olması, amellerini görmemesi; baka Hakk'm rubûbiyyetinde baki olması, Allah'ın güzellik ve ihsanını görmesi, kulluk aczini kavramasıdır."

Bu dönemin en önemli ve en renkli şahsiyetlerinden biri de Hüseyn b. Mansûr Hallâc'dır (ö. 309/921). "Ene'l Hakk" (Ben Hak'ım) sözünü söylediği için zındıklık ithamıyla yargılanan Hallâc araya giren bazı siyasî sebeplerin de etkisiyle idam edilen ilk sûfilerdendir. Duygu ve düşüncelerini bazen şiir, bazen de nesirle ifade etmiş ve onun 'Tavâsin" adlı eseri özellikle çok tartışılmıştır. Hallâc'ın sözlerinde küfr kokusu duyanlar olduğu gibi, onun fikirlerini coşkun bir ruh halinin ürünü ve sekr, cezbe mahsulü şathiyyât olduğunu söyleyenler de vardır. Sûfîler genellikle Hallac'ın fikirlerini benimsemiş ve tasavvuf tarihi boyunca Hallâc hep savunulmuştur. Mevlânâ onun idamını Hakk ile arasındaki ittihad sırrını açığa vurmasında arar ve onu övücü sözlerle yâd eder.


H. III ve IV. Asırlar'da Tasavvuf Yollan
Keşfu'l-Mahcûb müellifi Hucviri bu asırların sûfilerini oniki fırka olarak tasnif eder ve bu oniki fırkadan onunun yollarının doğru, ikisinin de yanlış olduğunu anlatır. Yanlış yollardan biri olarak da Hallâciyye ile Hulûliyye fırkasını sayar; makbul ve doğru saydığı fırkalar ile kurucuları ve özelliklerini şöyle sıralar:
a- Muhâsibiyye Haris b. Esed Muhâsibîye nisbet edilen fırka olup "rıza" kavramını makam değil, hal saymasıyla tanınırlar. b- Kassâriyye: Hamdûn
b. Ahmed Kassâr'a bağlı bir fırka olup "melâmet" esasına dayanır. Melâmet; riyadan titizlikle kaçınmak, ihlâsa önem vermek, hayrı gizleyip şerri gizlememek-tir. Hakk katında sıddîk olmak için, halk arasında zındık sayılmaktan korkmamak, şekil ve görünüşe fazla önem vermemektir.
c- Tayfûriyye: Ebû Yezid Tayfur b. îsâ Bistâmî'ye bağlı olan galebe ve "sekr" esasına dayalı bir sistemdir. Tayfûriyye, bakâdan çok fenayı, farktan ziyade cem'i, isbattan ziyade mahvı, temkinden çok telvini, sahvden çok cezbe, sekr ve galebeyi, huzurdan çok gaybeti esas alan bir yoldur.
d- Cüneydiyye: Tarîkatlerde "Seyyidü't-tâife" ve serhalka kabul edilen Cüneyd Bağdadî'nin "sahv ve temkin" esası üzere kurduğu yolun adıdır. e- Nûriyye: Ebu'l-Hüseyn Ahmed b. Muhammed Nuriye izafe edilen yoldur. Bu yolun temel vasfı îsârdır. Kur'an'daki "ihtiyaç sahipleri oldukları halde kardeşlerini kendilerine tercih edenleı" âyetini esas alarak kardeşini kendine tercih etmektir. Arkadaşlarıyla birlikte yargılanıp idama mahkûm olan Nûrî, celladın: "Önce kimin boynunu vurayım?" sorusuna ileri atılıp " Benim" cevabını vermiştir. "Neden böyle yaptın?" diyenlere de: "Arkadaşlarımın biraz daha fazla yaşamasını sağlamak için (îsâr)" cevabını verince, hem kendini, hem de arkadaşlarını kurtarmaya vesile olmuştur.
f- Sehliyye: Sehl b. Abdullart Tüsterî'ye bağlı olan yolun adıdır. Sehl'in yolunun esası "nefsle mücahede", riyâzat ve çiledir.
g- Hakîmiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Ali Tirmizî'nin yolunun adıdır. Hakîm Tirmizî diye meşhur olan bu zatın yolunun temel vasfı "velayeti isbattır".
h- Harrâziyye: Ebu Said Harrâz'a nisbet edilen yoldur. "Fena ve baka" kavramından tasavvufî anlamda ilk defa bahseden odur. O'nun tarifine göre; "Fena, kulun ubudiyyeti görmesinden fânî olması; baka, kulun ulûhiyyetin tecelliyatı ile bakî olmasıdır."
i- Hafîfiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafife bağlı olan tarikattır. Yolun esası "gaybet ve huzur'dur. Gaybet kendinden geçmektir. Kendinden geçen Hakk'ın huzurunda olur. Hakk'ın huzurunda olan kendinden geçmiştir, kendinden geçmeden Hakk'ın huzurunda olmak mümkün değildir. Bu yüzden her huzur gaybet, her gaybet huzurdur. Biri olmadan diğeri olmaz. Gaybet başlangıç, huzur nihayettir.
j- Seyyâriyye: Ebû Abbâs Seyyârî'ye izafe edilen bir yol olup, esası "cem' ve tefrika" kavramları üzerinedir. Cem', kulun her şeyi Allah'da bilerek halkı yok, Hakk'ı var görmesi, fark ise kulun kulluk sıfatıyla Hakk'ı ve halkı ayrı ayrı varlıklar olarak görmesidir.

Tasavvufta daha sonraki yaygın anlamıyla olmasa bile, tarikat kelimesinin III. ve IV. asırlarda kullanılmaya başladığı görülmektedir. Eser veren müellif mutasavvıflar gibi, eser vermeyen fakat talebe yetiştiren, sözleri ve uygulamaları nesilden nesile an'anevî olarak intikal eden bazı Önemli şahsiyetler de bu dönemde yetişmiştir.


H. V., M. XI. Asırda Tasavvuf
V. Hicrî (XI. m.) asır, Bağdad'da bulunan Abbasî hilâfetinin siyasî nüfuzunun azaldığı İslâm dünyasının doğu bölgelerinde Büyük Selçuklularla, diğer bazı beyliklerin Mısır'da Fâtımîlerle, Endülüs'te Emevîlerin hakim olduğu yıllardır.

Bu asır, çok değişik yapıya sahip mutasavvıfların yetiştiği bir dönemdir. IV. hicrî (X.m.) asırda doğup, V. asırda vefat eden başlıca sûfîler şunlardır:
Ebû Ali Dekkâk (ö. 405/ 1014), Kuşeyrî'nin kayınpederi ve üstadı olan bu sûfî IV. asırda doğup V. aşırın başında Nişabur'da vefat etmiştir.

Ebû Abdurrahman Sülemî (ö. 412/1021), bu devirde yaşayan sûfîlerin en ünlülerinden biridir. Eserleri ve tesirleri açısından kendisinden önceki Muhâsibî'ye benzer. İlk sûfî tabakâtını o yazmıştır. Kur'an'a yazdığı tasavvufî tefsir, sahasının ilklerindendir. Isfahanı ve Kuşeyrî gibi sûfîlerin yetişmesini sağlamıştır.

Harakân'da yetişen ve Bâyezid Bistâmî'den üveysi yolla feyz alan Ebu'l-Hasan Harakânî (ö. 425/1034), Bâyezid gibi cezbeli, halktan uzleti tercih eden halvet ehli sûfî özelliğindedir. Baba Tâhir Uryân ise tasavvufî heyecanını şiir ve rubaileriyle anlatan bir gönül adamıdır.

Ebû Nuaym Isfehâni (ö. 430/1038), muhaddis ve sûfî kimliği ile Hz. Peygamber ve ashabından başlayarak en geniş zâhid ve sûfî tabakâtını kaleme alan mutasavvıftır. Sülemî'nin talebesi, Kuşeyrî'nin de hocasıdır.

Ebû Saîd Ebu'l-Hayr (ö. 440/1048), âşık tabiatlı, sohbete Önem veren ve halkın arasına çok karışan, celvet ehli bir mutasavvıftı. Vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışan, tekke ve dergâhların ihvânının'âdâb ve yönetimine dair ilk prensipleri vaz' eden kişi olarak tanınır.
Ebu Saîd Ebu'l-Hayr'm hayatı ve menkıbeleri Esrâru't-tevhîd adlı eserde toplanmıştır.

Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın akranı olan Ebu'l-Kâsım Cürcânî (ö. 450/1058) de bu devirde yetişen safîlerdendir. Cürcânî, Ebu'l-Hasan Harakânî'nin yetiştirdiklerindendir.

Bu devirde yetişen âbide şahsiyetlerden biri de Ebu'l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî'dir (ö. 465/1072) er-Risâle adıyla meşhur eseri, tasavvuf klasikleri arasında önemli bir yere sahiptir. Kuşeyrî ifrat ve tefritten uzak, mutedil bir tasavvuf cereyanının mümessilidir. Letâifü'l-İşârât adlı eseri de işârî tefsirin ilklerindendir.

Kuşeyrî'nin çağdaşı ve arkadaşı Hucvirî Keşfü'l-Mahcûb adlı Farsça eseriyle bu dönemde tasavvufî yorumlarda önemli bir yere sahiptir. Kuşeyrî'nin ve Cürcânî'nin talebesi sayılan Ebû Ali Farmedî (ö. 477/1085), İmam Gazzâlî'nin mürşidi olarak önemli bir kişiliğe sahiptir.

Sülemî'nin Tabakâtu's-sûfiyye'sini, onda bulunmayan bazı şahısları da ilâve ederek Farsçaya çeviren Ensârî (ö. 481/1088), Menâzilü's-Sâirîn adlı Arapça eserinde hal ve makamları tasnif etmiştir. Bu eser haller ve makamlar konusunda bu tertib şekliyle yazılan ilk eserlerdendir. Daha sonra bu esere pek çok şerh yazılmıştır.

Ebû Bekr Nessâc Tûsî (ö. 487/1094), Ebu'l-Kâsım Cürcânî'nin talebesi, Ahmed Gazzâlî'nin şeyhidir.
İmam Gazzâlî, şeriata bağlılığı, kelam ve felsefe gibi diğer ilimlerdeki derinliği ile tanınan bir sûfîdir. Uzun yıllar Nizâ-mü'l-Mülk'ün yaptırdığı medresede müderrislik yapmış ve ardından Ebû Ali Farmedî'ye intisab ile tasavvuf yoluna sülük etmiştir. Ebû Ali Farmedî, Nakşı ve Yesevî silsilelerinde yer alan Yusuf Hemedânî'yi de yetiştiren ünlü bir sûfîdir. Gazzâlî'nin İhya ve Kimyâ-i Saadet adlı eserleri ile el-Münkızü mine'd-Dalâl'i tasavvufun şaheserleridir. Bu yılların farklı bir siması, İmam Gazzâlî'nin küçük kardeşi Ahmed Gazzâlî (ö. 520/1126)'dir.
Ahmed Gazzâlî, İmam Gazzâlî'nin marifet, ilim ve şer'î hükümlerle ahlâka önem veren anlayışına mukabil, aşk, vecd ve cezbeye önem veren bir tasavvufî, anlayışa sahiptir.

Ahmed Gazzâlî'nin talebeleri sayılan Aynül-Kudât Hemedâ-nî, onun görüşlerini birtakım şatahât türü taşkın ifadelerle geliştirmiş ve bu yüzden takibata uğrayarak idam edilmiştir. Şey-hu'l-îslâm lakabı ile ünlü Ahmed en-Nâmekî el-Câmî (ö. 536/1141) bu asrın ünlü sûfîlerinden olup tarikatı, günahkârları tevbeye sevketmek olarak gören ve emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münkere önem veren bir anlayışın sahibiydi.

Gazzâlî'nin pirdaşı sayılan sûfîlerden biri de Yûsuf Hemedânî'dir. Hanefi mezhebinden olan Hemedânî, Farsça yazdığına bakılırsa Tacik asıllı olmalıdır. Gerek Ahmed Yesevî'nin gerekse Nakşî silsilesinde yeralacak olan Abdülhalık Gucduvânî (ö. 595/1199)'nin yetişmesini sağlamış olan Hemedânî'nin Horasan ve Mâverâünnehir tasavvufu üzerinde güçlü bir etkisi görül-mektedir.

H. V., M. XI. Asır, daha önceki asırlara göre tasavvufun şiirle ifade edilmeye başlandığı dönemdir. Daha önce her türlü san'at endişesinden uzak olan tasavvuf şiiri, bu asırdan itibaren mecaz, kinaye, teşbih ve istiare gibi edebî san'atlarla süslü tasavvufî remz ve mazmunları taşıyan san'at eserleri haline dönüşmeye başlamıştır. Özellikle İran'da yetişen şâirlerin çoğu şi-irlerinde tasavvufî sembolleri ve mazmunları kullanmışlardır. Sûfüerin şiir ve edebiyata ilgi duymaları gayet tabiîdir. Çünkü tasavvuf her ne kadar bir kalb ve gönül işi ise, şiir de o kadar duygu ve gönül işidir. Gönül ve duygu dünyasının tercümanı şiirdir.

Bu devir, sûfîlerin genellikle eserleriyle tasavvufu savundukları ve ehl-i sünnet çizgisinde bir tasavvufu hakim kılmaya çalıştıkları ve mezheb tartışmalarına girmedikleri bir dönemdir. Sûfîlerin münzevî hayatları ve nezih tavırları, halkın ve idarecilerin sevgisini kazanmalarını sağlamıştır. Nitekim bu devrin sûfîlerinden Ebu'l-Hasan Harakânî'ye Gazneli Sultan Mah-mud'un büyük bir saygı duyarak Rey şehrindeki hankâhında kendisini ziyaret etmesi ve Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in He-medan'da bulunan Baba Tahir Uryan'ı ziyareti bunu teyid eder.

Değerlendirme Soruları:
1. Hicri III-IV. asırlarda tasavvuf hakkında bilgi veriniz?
2. Hicri III. asırdaki tasavvuf mekteplerini sıralayınız?
3. Hicri IV. asırdaki tasavvuf yollarını hangilerinidir?
4. Hicri V. asırdaki tasavvuf gelişmeleri hakkında bilgiler veriniz?
5. Tasavvuf döneminde öne çıkan unsurlarınelerdir. Belirtiniz?
6. Tasavvuf döneminin önemli şahsiyetlerini ve eserlerini sıralayınız?


10. Hafta
İLK MUTASAVVIFLAR Abdurrahman Sülemî, Tabakat'ında sûfiyyeyi beş tabakaya ayırmıştır. Kronolojik sırayla yapılan bu tasnifin birinci tabakası Fudayl b. İyâz’dan, Ebû Türâb Nahşebî'ye kadar yirmi kişidir. İkinci tabaka, Ebû Kasım el-Cüneyd'den, Ebû Abdillah es-Secezîy’ye kadar, yirmi kişidir. Üçüncü tabaka, Ebû Muhammed el-Cerîrî ile başlar ve Ebû Cafer b. Sinan'da sona erer ve yirmi tanedir. Dördüncü tabaka, Ebû Bekr eş-Şiblî'den, Ebû Bekr b. Ebî Sa'dân'a kadar yine yirmi kadardır. Beşinci tabaka, Ebû Saîd b. Arabi’den, Ebû Abdillah Muhammed İbn Abdü'l-Hâlık ed-Dînevertye kadar yirmi üç kişidir. Ferîdud-Din Attâr (540-618/1145-1221), "Tezkiretü'l-Evliyâ" isimli eserinde Sûfîyye'yi Cafer Sâdık b. Muhammed ve Veysel Karanî'den başlatıyor. Hucvurî, "Keşful-Mahcûb"unda önce Râşid halîfelerin hayatlarından bahsediyor. Daha sonra sûfîyye'nin Ehl-i Beyt'ten olanlarını zikrediyor. Hz. Hasan b. Ali ile başlayan bu tasnif, Cafer Sâdıkta nihayet buluyor. Bundan sonra "Ehl-i Suffa" adıyla devam eden tasnifte ilk sırayı Veysel Karanı alıyor. Daha sonra "Etbâu't-Tâbiîn'den kendi zamanına kadar, Habîb A'cemî'den başlıyarak, Muzaffer b. Ahmed b. Hamdandı son buluyor. Mevlânâ Cami’in "Nefehâtul-Üns" adlı esrinde 571 tane sûfînin hâl tercümesi yer alıyor. Ayrıca "Menâkıbu'n-Nisâil-Arifat" adıyla 32 tâne de kadın sûfîyyenin tercüme-i hâlinden bahsedilmiştir. Nefehât'ta ilk hayâtı anlatılan sûfî, Ebû Hâşim Safîdir. Bu kitablarda yer alan sûfîyyeden bir kısmının hayatlarım malûmat kabilinden burada kısaca zikretmekle iktifa edeceğiz. Fazla bilgi almak isteyenler hem bu kitablara, hem muahhar tabakat kitablarına ve ansiklopedilere müracaat edebilirler.

İbrahim Edhem
Adı İbrahim b. Edhem’dir. Belh şehrinde dünyâya geldi. Bir melikin oğludur. Rivayete göre; bir gün avlanmak için çıktığında, avına nişan alırken hatiften bir ses, onu gafletten uyardı. Sohbet sırasında kendisine bu yola sülûkunun başlangıç sebebini anlatması istendiğinde, o şu hikâyeyi anlatmıştır:
"Benim babam Horasan meliklerindendi. O sırada çok gençtim. Her zamanki gibi yine bir gün atıma binip, köpeğimle birlikte avlanmak için ormanlara gittim. Bir ara tavşan izine
rastladım. Tam silâhımı çekeceğim bir sırada kimin söylediğini hisse demediğim bir ses işittim. Bana şöyle söylüyordu. "Ey İbrahim. Bunun için mi yaratıldın? Bununla mı emredildin?" İrkildim ve durakladım. Bu ses üç kere tekrarlandı. Daha sonra devamla; Vallahi sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın! tarzında sona erdi. Bu hâdiseden sonra oradan uzaklaştım. Yolda babamın çobanlarından birine tesadüf ettim. Onun elbiselerini, kendi elbise ve atımla değiştirerek Mekke'ye doğru yola çıktım..." İbrahim Edhem, Mekke'ye giderek, orada Süfyân Sevrî, Fudayl b. İyâz ve Ebû Yûsuf Gasûlî'ile arkadaşlık yaptı. Oradan Şam'a geçti; ölünceye kadar orada kalarak, elinin emeğiyle geçindi. 161/778 târihinde vefat etti. 162, 166 hicrî tarihlerinde de vefat ettiği rivayet edilmiştir.

İbrahim Edhem'e göre sâlihler mertebesine ulaşabilmek için altı kapıdan geçmek gerekir; onlar da:
1. Nimet peşinde koşmayı bırakıp, sıkıntıya alışmak.
2. Azameti terkedip, alçakgönüllü olmak.
3. Zenginlik ihtirasından vazgeçip, Hakk'ın verdiğine şükretmek.
4. Tembelliği terkedip, çalışmaya devam etmek.
5. Emelleri bırakıp, amellere sarılmak.
6. Uykuyu terk edip (kıllet-i menâm), ekseri vakitleri uyanık geçirmek.
Eserleri: An Ademi İsticâbâti'd-Duâ. Süleymâniye kütp. nr.. 1014/8, Münâcât, (Gelibolulu Tâhir-Süleymâniye) nr. 28/16.

Zünnûn Mısrî (k.s.):
Adı Sevbân b. İbrahim, künyesi Ebû'l-Feyz, lakabı, Zünnûn’dur. Mısır yakınlarında İhmin adındaki kasabada doğdu. İmam Şafiî'nin kabri bu kasabadadır. Babası, Nûbe'lidir. (Nûbe, Sudanlı bir kabile adıdır. Bu kabile İslâmiyet'ten çok önce gelip Mekke'ye yerleşmiştir.) Zünnûn un bir de Zülkifl adında kardeşi vardı. Zünnûn, Mâlik b. Enes'in talebesi olmuş, Muvatta’ı ondan dinlemiş; fıkıh okumuş ve onun mezhebine intisâb etmiştir. Şeyhi Mağrib'de Şeyh İsrâfil’dir. Molla Câmî’in rivayetine göre Zünnûn, tasavvuf hakkında söz söyleyenlerin ilkidir. 245/858 târihinde vefat etti. Vefat târihinin 248 hicrî yıl olduğunu söyleyenler de vardır.

Zünnûn, üç ilim getirdiğini; bunlardan ilkini avam ve havassın kabul ettiğini, ikincisini havassın kabul edip, avamın kabul etmediğini, üçün- cüsünü her ikisinin de reddettiğini söyler. Bu ilimler sırasıyla tevbe, tevekkül-muhabbet ve hakikattir. Zünnûn, Allah'a muhabbetin alâmetinin, ahlâkında, fiil ve hareketlerinde Hakkın habîbi Peygamber (s.a.) e ve Onun sünnetine yapışmak olduğunu söylemiş; muhabbetin kendisini de, Hakkın sevdiğini sevmek, buğzettiğinden uzaklaşmak, her hayırlı olan işe sarılmak, mâsivâ ile gönül bağlarım koparmak ve dînde Peygamber (s.a.) in yolundan ayrılmamak, tarzında ifade etmiştir

Zünnûn, alçak gönüllü olmak isteyen bir kimsenin, kendisini her an Hakkın kudret ve azametini müşahedeye sevkederek, zikr-i dâim içerisinde bulunmasını, zîrâ nefsinin bu suretle zayıflayacağını; Allah Teâla nın tecellîlerine nazar eden kimsenin nefsin sultasından kurtulacağını söyler. Zünnûn'a göre Hakk Teâlâ ile ünsiyyet berrak bir nûrdür. Halk ile alâkanın neticesi ise, gamdır. İbâdetin anahtarı tefekkür; hevâ ve hevesin alâmeti de şehvete uymaktır. Arif her an Allah'tan korkan ve bu suretle de kendisini her zaman O'na yakın hisseden kimsedir. -Zünnûn'un başından geçtiği rivayet edilen aşağıdaki hikâye çok ibret verici olduğu için aynen alınmıştır: "Bir gün Zünnûn, Nil'de gezinti yapmak için, dostları ile gemiye binmişti. Mısır halkının âdeti böyle idi. Bu sırada başka bir gemi, gezisini tamamlayıp geri dönmekte idi. İçinde eğlenen, oynayan ve yakışıksız işler yapan bir topluluk vardı. Bu manzara talebelerin hoşuna gitmemişti. Dediler ki; ey şeyh, duâ buyur da, bunların hepsini Allah Teâlâ suya gark etsin, bu suretle halk onlardan kurtulmuş ve o hâl onlara ibret olmuş olsun". Bunun üzerine Zünnûn (k.s.) derhal ayağa kalktı ve ellerini yukarıya kaldırrak: "Ey ulu ve yüce Allah'ım, şu topluluğa bu dünyâda hoş bir hayât ihsan ettiğin gibi, öbür dünyâda da kendilerine güzel bir makam bahşet "dedi. Müridler onun bu niyazından hayrete düştüler. Gemi yaklaşıp, içindekilerin gözü Zünnûn'a ilişince, başlarını önlerine eğip ağlamaya başladılar ve ellerindeki çalgı âletlerini fırlatıp attılar. Tevbe edip Hakka yöneldiler. O zaman Zünnûn talebelerine şöyle seslendi: "O dünyâdaki güzel hayât, bu dünyâdaki tevbedir. Maksat ve muradın tamamen hâsıl olduğunu görmüyor musunuz? Hiçbir kimseye zarar gelmeden siz de, onlar da murâdlarına nail olmadınız mı?". İbn Meymân, Zünnûn'a "Sûfî kimdir?" diye sorduğu zaman O:
"Konuştuğu zaman gerçekleri söylemekten çekinmeyen; sustuğu zaman da mâsivâ ile alâkanın kesikliğini devam ettirmek için uzuvları harekete geçen kimsedir" demiştir

Zünnûn'a göre halk muamele konusunda iki çeşittir: Bir kısmı amel eder ve Allah için amel ettiklerini zannederler. Gerçekte bunlar kendileri için amel ederler. Bu gibilerin arzu ve hevesleri dünyâdan kesilmiş bile olsa, neticede yine de sevap kazanma arzu ve hevesiyle ibâdet etmiş olurlar. Diğerleri ise sırf Hakk'ın emrine ta'zîm mak-sadıyla yaparlar

Ma'rûf Kerhî (k.s.):
Adı Ebû Mahfuz el-Kerhi’dir. Ma'rûf b, Firûzâni olduğu da rivayet edilmiştir. Diğer bir rivayete göre de Ma'rûf b. Ali'dir. Ma'rûf, Seriyy Sakatî'nin hocasıdır. Dâvud Tai ile arkadaşlık etmiştir. 220/815 târihinde Bağdad'da ölmüştür. Kabri oradadır. İbrahim b. Cezerî, kabrinin mücerreb bir tiryak olduğunu söyler. Babasının İmâm Ali Rızanın kapıcısı olduğu ve bu şıralarda ihtida ettiği rivayet ediliyorsa da; Ebû Ali Dekkak, Ma'rûf un ebeveyninin önceleri hıristiyan olduğunu rivayet eder. Anne-babası onu küçük yaşlarında hıristiyan bir öğretmene göndermişler. Bir gün öğretmen, Marufa teslis inancından bahsederken, o; Allah birdir, diye mukabelede bulunmuş. Bu cevap karşısında sinirlenen hocası, Ma'rûf u dövmüş; o da memleketini terketmiştir. Bu durum karşısında ebeveyni çok üzülmüş ve "Keşke bize mensup olduğu dîn ile dönse de, biz de ona uysak" diye feryâd etmişlerdir. Ma'rûf, Ali b. Mûsâ er-Râzı’nin derslerine devam etmiş ve bir müddet sonra tekrar evine dönmüştür. Eve gelip kapıyı çalan Ma'rûf a kim olduğu sorulunca o, "Ma'rûf cevâbını vermiştir. "Hangi dîn ile geldin" denildiğinde "İslâm'la" demiştir. İşte bu sırada ebeveyni de müslüman olmuştur. Ma'rûf a göre sûfî bu dünyâda misafirdir. Ona takaza etmek cefâdır; onun da edebli olması ve kimseye kötülük etmemesi lâzımdır. Dâvûd Tâi'nin arkadaşlarından biri Ma'rûf’a:
— Ameli terk etmekten sakın, zîrâ amel sana Allah'ın rızâsını kazandırır, deyince Ma'rûf, bu amelin neler olduğunu sordu. O da:
— Rabbine ibâdet etmen, müslüman. kardeşlerine hizmet ve onlara nasîhatta bulunmandır, cevâbını verdi .
Ma'rûf, "Allah Teâlâ kuluna hayır murâd ettiği zaman cedel kapısını kapayıp, amel kapısını açar; şer murâd ettiği zaman da, cedel kapısını açıp, amel kapısını kapatır" demiştir.
Ona göre cömertlik, güç zamanda dahî ihtiyâç sahiplerine yardım elini uzatmaktır.

Ma'rûf, kalblerden dünyâ sevgisini atmakla Allah'a itaatin mümkün olacağını söyler. Seriyy Sakatı, bayram günü Ma’ruf’u hurma çekirdeği toplar halde gördüğünde, onları ne yapacağını sorar. Ma'rûf, bir çocuğu ağlar durumda gördüğünü ve ona niçin ağladığını sorduğunda onun kendisine: "Ben yetimim; ne annem ne de babam var. Arkadaşlarımın cici elbiseleri, güzel oyuncakları var; fakat benim yok, onun için ağlıyorum" cevâbını vermesi sebebiyle çekirdek toplayıp, pazarda satıp, parasıyla ona ton alıp sevindireceğini söyledi. Seriyy ona:
— Bu işi.bana bırak, sen müsterih ol, dedikten sonra şunları söylüyor:
"Küçüğü elinden tutup götürdüm ve ona güzel bir elbise ile top aldım. Çok sevindi. İşte bu sırada gönlümde bir nûr peyda oldu; bambaşka bir hayat yaşadım". Ölümüne sebeb olan hastalığı ânında, vasiyetini sordukları zaman o: ölünce gömleğinin sadaka olarak verilmesini; zîrâ kendisinin dünyâya çıplak olarak geldiğini ve yine öylece dönmek istediğini söylemiştir. Bu arzı, Nakşı isimli bir şâirin şu beytinde de ifâdesini bulmuştur: "Hep mamelekin Nakşı nisâr, etti yolunda Bir pîraheni kaldı hemân ol da kefenlik".
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla