Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:49   Mesaj No:8

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar

2) “Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” (İbrahim, 14/7)
3) “Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!” (es-Sebe’, 34/13)
Hz. Peygamber’in (s.a.) şu hadisi şükrün önemini güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Şükredici bir kul olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd 6) Gazzâlî, şükrü halktan birisine padişahın at hediye etmesi örneğiyle anlatır ve böyle şanslı bir kimsenin üç sebeple sevinmesinin muhtemel olduğunu söyler: (1) Ata sahip olduğu için (2) Padişah kendisini hatırladığı için (3) Bu at ile sultana hizmet etmek için. Hamd ile şükür arasında fark vardır: (1) Hamd, sevgi ile birlikte tazim ve saygı göstererek güzellikle övmektir ve şükürden daha genel bir kavramdır. (2) Şükür, nimet karşılığı olur. Hamd ise böyle değildir. Her nimetin şükrü kendi cinsinden olması gerekir. Ayrıca, nimetler ya ilim ve güzel ahlâk gibi hem dünyada ve hem de ahirette faydalıdır ya da hevâ ve heves peşinde koşmak gibi dünyada faydalı, ahirette zararlıdır. Cehâlet ve gaflet ise insanı şükürden alıkoyan şeylerin başında gelir.

Rıza
Rızâ, lügatte “memnuniyet”, “beğenmek”, “hoşnutluk”, “izin” ve “boyun kesmek” mânâlarına gelmektedir. Hükm-i ilahi karşısında kulun itirazsız boyun eğmesidir. Rıza tasavvuf makāmlarının en üstünü olarak kabul edilir. Rıza, her konuda kaderin akışına teslim olmak, Allah’ın kazasını başkasına şikayetten vazgeçmektir.

Rıza iki boyutludur: (1) Kulun Allah’tan razı olması (2) Allah’ın kuldan razı olması. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şu şekilde ifade edilir:
1) “Allah kendilerinden hoşnut ve razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut ve razı olmuşlardır.” (el-Beyyine, 98/8)
2) “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön.” (el-Fecr, 89/27-28)
Kulluğun (abdiyyetin) bir neticesi olan “ubûdiyyet”, Allah Teâlâ’nın kazasına boyun kesmek, O’ndan razı olmaktır. Rızâ, tevekkül ve sabrı tamamlayan ruhî bir yükseliştir. Allah’ın kazasına teslim olup, itirâzı terk eden kimse, rızâ makāmına yükseldiği zaman, mâsiva ile ilgili her şeyin kaybından veya kazanılmasından dolayı, elem ve sevinci terk eder. O sadece yaşadığı müddetçe Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Nitekim, “Dâne ve harman müstağnî olanın gözünde müsâvîdir” denilmiştir.

Sahabeden Urve b. Zübeyr’in (r.a.) bir bacağının ya da kolunun kesildiği ve bir evlâdını da kaybettiği rivayet edilir. Bu iki hâdise aynı günde olmuştur. Arkadaşları geçmiş olsuna geldikleri
zaman o, Allah’a şöyle şükrediyordu: “Ey Allah’ım! Hamd Sana aittir. Benim yedi evlâdım vardı birini aldın, altı tane kaldı. İki kolum ve iki ayağım vardı, birini aldın, üçünü bıraktın.” Süleyman Dârânî, rızanın başının da sonunun da Allah olduğunu söyler. Şöyle der: “Allah Teâlâ’yı razı kılan veya gazaplandıran kulların amelleri değildir. Aksine Allah Teâlâ bir kavimden razı olur ve onları razı olacağı amellerde kullanır. Bir kavme de gazap eder, onları da gazaplandığı kimselerin işlerinde kullanır. Yani rızanın başı da sonu da Allah’tır.” Ebû Ali Dekkâk, rızâ Hakk’ın hüküm ve kazasına itiraz etmemektir, derken; İmam Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) rızâyı, Allah Teâlâ’nın umûruna teslim olmaktır, diye tarif etmiştir. Cüneyd’e göre ise rızâ, kulun irâdesini terketmesidir. Küllî irâdeye teslim olması, kâr ve zarar peşinde koşup, mâsivâya bağlanmamasıdır. Rıza ile sevgi arasında bir ilişki vardır. Seven sevdiğinin yaptıklarından hoşlanır ve razı olur. Seven sevdiğinden gelen acıyı duymaz. Ellerini kesen Mısır kadınlarının durumu buna örnektir.

Hak sevgisiyle dolu gönül, kazâ-i ilâhî karşısında sarsılmaz. Ömer b. Osman el-Mekkî (ö. 291/904)’ye göre de sevgi ve muhabbet, rızânın içinde mütâlâ edilmelidir. Muhabbet sâdece rızâ ile gerçekleşir. Rızâsız muhabbet olmayacağı gibi muhabbetsiz rızâ da olamaz. Abdülvâhid b. Zeyd ise şöyle der: “Rızâ Allah’ın en muazzam kapısı ve dünyânın cennetidir. Bilinsin ki, Allah Teâlâ, kulundan razı olmadıkça, kulun O’ndan razı olması mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ “kendilerinden hoşnut ve razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut ve razı olmuşlardır” (el-Beyyine, 98/8) Fudayl b. Iyâz’ın, Bişr-i Hâfî’ye söylediği şu söz dikkat çekicidir: “Rızâ, dünyâdan el-etek çekmek demek olan zühdden daha faziletlidir. Çünkü rızâ mertebesinde bulunan, bulunduğu derecenin üstünde başka bir şey temenni etmez.” Ahmed Bağdâdî (ö. 303/915) ise kavramı şu şekilde tanımlar: “Rıza, kendisine isabet eden belâlardan dolayı kişinin haz duymasıdır.” Fuzûlî bu hali şu şekilde ifade eder: Yâ Rab! Belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni!

İnsanı rızaya alıştırıp hazırlayan iki yol vardır: (1) Dünyalık istifade için ilacın acılığına, ameliyatın zorluğuna katlanmak, (2) Sevgilinin rızasını alıp gönlünü hoş etmek için onun istediği güçlüklere göğüs germek. Horasan ve Irak âlimleri, rızânın hâl veya makām olduğu hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Horasanlılara göre rızâ makām olup, tevekkülün nihayetidir. Iraklılar ise rızânın hâl olduğu ve kulun bunu kazanmada bir rolü bulunmadığı (kesbî değil-vehbî) görüşündedirler. Rızânın da diğer ahvâl cümlesinden olan hususlar gibi kalpte tecellî edeceğini belirtmişlerdir. Hoştur bana senden gelen Ya gonca gül yahud diken Ya hil’at ü yahud kefen Lütfun da hoş kahrında hoş

Fakr
Fakr, ihtiyaç duyulan şeyin yokluğu anlamına gelir. Tasavvufta kulun kendisinde bir varlık görmemesi, her şeyi Hakk’a irca etmesi, şahsının, amelinin, halinin ve makāmının Allah’ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Fakr, dünyadan, topyekûn mâsivâdan hiçbir şeye gönülde yer vermeyerek, mâlik olunan şeyleri Hakk’ın rızâsına sunmak ve O’nun yolunda bezletmektir. Zira her şeyin gerçek sahibi, Allah’tır.

Kur’an-ı Kerim’de bu kavram şu şekilde ifade edilmiştir:
1) “Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur” (Fâtır, 35/15)
2) “Allah zengindir, siz ise fakirsiniz.” (Muhammed, 47/38)
Hadislerde ise şu şekilde zikredilmiştir:
1) “Allah’ım beni fakir yaşat, fakir öldür, fakirlerle haşret!” (Tirmizî, Zühd 37)
2) “Fakirlik benim iftihar vesilemdir.” (Keşfü’l-hafâ, II, 87 (1835)
3) “Fakirlik insanı nerede ise küfre düşürecekti.” (Hılyetü’l-evliyâ, III, 53; VIII, 253)
4) “Fakirlik iki cihanda yüz karasıdır.” (Keşfü’l-hafâ, II, 87 (1837)
Fakirlik iki türlüdür: (1) Sûret fakirliği: Maddi anlamdaki fakirliktir. (2) Manevî fakirlik: ktir. Bu tür kimseler, sayısız mala mülke sahip olsalar da onlara gönül bağlamazlar ve gerçek sahibini
düşünürler.

Mânevî fakirlik mala sahip olmamak değil, köle olmamaktır. Bu da iffete ve haysiyete zarar vermeyen fakirliktir. Hâfız Yûsuf şöyle der: Ol ganîyim ki bu bazâr-ı fenâda feleğe Metelik vermek için bende bozukluk yoktur. Fakr manevî yolcunun (sâlik) ulaşmak istediği en önemli hedeflerden ya da vasıtalardan biridir. Zira Hakk’a ulaşmanın yolu fakr’dan geçer. Allah’a kul olan ve O’na satılan insanın değeri, dünyâdaki değerlerle ölçülemez, onu hiçbir maddî güç satın alamaz. Bu hususta İkbâl şöyle der: “Ey altına köle olan insan! Kendini altınla ölçme; zira altın, ona şöylece dönüp baktığın için altın oldu. Her ne kadar bizim cihanımızda altın da her ihtiyâcımızı karşılayan bir şeydir. Lâkin fakrın bize verdiği şeyi zenginlikle elde edemeyiz.” Gazzâlî (ö. 505/1111), İhyâu ulûmi’d-dîn adlı eserinde “fakr” kavramını beş derecede inceler: (1) Zühd: Muhtaç olduğu mal kendisine verilse de bundan hoşlanmayan ve mal biriktirmekten kaçınan kimselerin hali. (2) Rıza: Mala heves etmediği gibi, eline geçmesiyle sevinmeyen, geçmemesiyle de üzülmeyen kişinin hali. (3) Kanaat: Kendisine malın varlığı, yokluğundan daha sevimli olan, fakat mala rağbet edip peşinden koşmayan kimselerin hali. (4) Hırs: Mala rağbet ve sevgi duyduğu halde ihtiyaç duyduğu servetin peşinden koşmayışı aczinden ötürü olan kimselerin hali. (5) Iztırar: Elde olmayan mala muhtaç olma hali. Ekmeği olmayan aç ve elbisesi bulunmayan çıplak gibi. Gazzâlî’ye göre bunların ötesinde bir de “istiğnâ” denilen bir hal daha vardır ki o da malın varlığı ile yokluğu kişinin gözünde eşit olmasıdır. Böyle bir fakirlik mal sahibi olmaya engel değildir. İbn Atâ şöyle der: “Servetinin hakkını vererek şükreden zengin, sabreden fakirden iyidir.” Sühreverdî (ö. 634/1237)’ye göre fakr üç türlüdür: Birincisi avamın fakrıdır ki, malı olmamaktır. İkincisi havassın fakrıdır ki bu da kendi sıfatlarından fânî olmaktır. Üçüncüsü ise havâssu’l-kavassın fakrıdır ki o da kendi vücûdundan fânî olmaktır.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö. 1272), Mesnevî’sinde Hz. Süleyman’ın (a.s.) mal ve mülkü gönlünden çıkarmış olduğu için kendisine “fakir” dediğini zikreder. Taşköprülüzâde Ahmed b. Mustafa (ö.960/1553) ise, insan kalbinde iki sevginin yer alamayacağını ve Hakka bağlanmış olan bir kulun, gayriye iltifat etmeyeceğini söyler. Dil esirin olduğu günden beri âzâdedir Mâsivâya bağlanır mı bağlanan vicdan sana

Seyru Sülûkla ilgili olanlar
Seyru sülûkle ilgili olan tasavvuf kavramlarından bazıları şunlardır: Seyru sülûk, şeyh-mürşid, mürid ve sâlik, biat ve intisap, semâ’ ve âyin, sohbet, mücâhede ve riyâzat , celvet (halvet der encümen), ârif, velî–velâyet. Biz bu kavramlardan yalnızca seyru sülûk, şeyh-mürşid, mürid-sâlik, biat-intisap, semâ ve âyin, sohbet, halvet ve çile ve celvet kavramları üzerinde durma fırsatımız olabilecektir.

Seyr u sülûk
“Seyr”, gezmek; “sülûk” de yürümek ve gitmek anlamına gelir. Istılahta “seyr”, cehâletten ilme, kötü ve çirkin huylardan güzel ahlaka, kendi vücûdundan Hakk’ın vücûduna doğru hareket etmektir. “Sülûk” ise tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâki eğitimin adıdır. “Seyr u sülûk” ise tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makāmlarını tamamlayıncaya kadar geçirdiği safhalara verilen isimdir.

Seyrin evveli sülûk, nihayeti ise vusûldür. Tasavvuf yolunda seyr için sülûkün lüzumu, namaz için abdestin lüzûmu gibidir. Allah’a vâsıl olmayı isteyen (tâlib) kişi önce iradesini bu işe yöneltmekte yani mürid olmakta; sonra da bilfiil yola çıkarak sâlik adını almaktadır. Sâlikin vâsıl oluncaya geçirdiği eğitime “seyru sülûk”ün yanı sıra “seyr”, “sefer” veya sadece “sülûk” de denir. Esasen bütün varlıklar bir sülûk içindedirler. Bu sülûk varoluş noktasıyla kemâle eriş noktası arasında sürmektedir. Tasavvufî anlamda sülûk, insanın tasavvufî disiplin altında yürüyüşünü ifade eden bir ıstılah ve bir müessesedir. İnsanın sülûkünde ilk nokta ezel, yani mîsâk; son nokta ise Hakk’a vuslattır. İnsan, ezelî ve ebedî bir sefer içindedir ve bu sefer ölümle bitmez.

Bizim bittiğini gördüğümüz, sülûkün dünya planında cereyan eden kısmıdır. Hakikat ehlinin “seyr” adını verdikleri sefer dört kademede gerçekleşir: Allah’a doğru seyr (Seyr ilallah): Kesret perdesinin birliğin yüzünden indirilmesi, kalp makāmının nihayetine ulaşmaktır. Allah’da seyr (Seyr fillah): Vahdet perdesinin kesretin yüzünden indirilmesi, Hakk’ın sıfatlarıyla ahlâklanmaktır. Aynü’l-cem’ kavramı ise ikiliğin bittiğini ve velâyetin kemaline ulaşıldığını gösterir. Allah ile Allah’tan seyr (Seyr billah anillah): En yüksek makāmdır. Hak’tan tekrar halka dönmeyi ifade eder. Fenâdan sonra bekâ; cem’den sonra fark da denir. Bu makāmda göz, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görebilir. Niyazî-i Mısrî bu durumu şu şekilde ifade eder: Vahdeti kesrette görmek, kesreti vahdette hem
Bir ilimdir ol ki cümle ilm ü irfân andadır Ezelden gelen saf ve berrak ruh, beden kafesine girince onu aslı olan Allah’a ulaştırmak, yani benliğin tasfiyesi insanlığın ilk gününden beri en önemli problemi olagelmiştir. Kur’an bu gerçeği şu şekilde ifade eder: “Biz insani en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.” (Tîn, 95/4-5) Bu problemi çözmek, -yani aşağıların en aşağısına indirilen insanın en güzel kıvam olan ezelî saflığına tekrar kavuşturmak- peygamberlerin birinci vazifesi olmuştur. Onları izleyen velilerin de yapmak istediği budur. Başka bir ifadeyle, sülûk, peygamberin örnekleştirdiği hayatı yaşayacak tînete ulaşma gayretidir. İnsanlık, bu tasfiyeyi peygamberlerin gösterdiği yolun dışında da gerçekleştirmek istemiş ancak hüsrana uğramıştır. Âb-ı Hayât rüyasının altındaki gerçek, insanın aslî varlığı olan Allah’a ulaşarak ebedîleşme isteğidir. Gılgamış Destanı, bu noktadan bakıldığında belki de insanlığın en büyük destanı olabilir. Sülûkünü manevi mürşitten yoksun olarak tamamlamak isteyen ve sonuçta hüsrana uğrayan bir insanın dramını anlatır.

Şeyh- Mürşid
“Şeyh” lügatte, yaşlı adam, ihtiyar, bir tekke veya zaviyede reislik eden ve mürîdleri bulunan kimse, kabile ve aşiret reisi mânâlarına gelir. Çoğulu “şüyûh” veya “meşâyih”dir. “Mürşid” ise, irşâd eden, doğru yolu gösteren kılavuz; gafletten uyandıran tarikat piri demektir. Peygamber (s.a.)’e “mürşidi azam” ismi de verilmiştir. Istılahta tarikat pîri, mürşid ve üstad anlaşılır. Şeyh, kendisine intisap eden saliklere istidat ve kabiliyetlerine göre manevi olgunluğa eriştirmek üzere rehberlik eder. Sâliklerin kalplerine şeriat bilgisini ve Allah sevgisini yerleştirmeye çalışır. Şeyh müridlerin kabiliyetlerine göre kendilerine yol gösterir. Müridin mizacındaki sertliği tedricen gidermeye çalışır. Müridin teslimiyeti tam ise çabuk yol alır.

Dergâhta şeyh, okuldaki hoca gibidir. Okumak için bir öğreticiye ihtiyaç hissedildiği gibi, terbiye için de bir mürşide ya da şeyhe ihtiyaç duyulmuştur. Şeyh dinin hükümlerini, mürid ve talebelerinin kalplerine takrir eden kimsedir. Bu nedenle şeyhin, muallimden farklı bir yönü vardır. Zira öğretmen nakli, akla tatbik eder; çoğunlukla da akla hitap eder, dersi ile alakalı açıklamalar yapar; bilgisi ölçüsünde tahlile girişir ve vazifesi burada biter. Şeyh ise mürşiddir, rûh ile meşgul olur. Mürebbîdir; kendisine intisâb eden müridin bütün özelliklerini, kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak, herkese gücüne göre ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki ferasetin ve sahip olduğu ilmin derecesine göre, müridin kalbindeki ve mizacındaki sertliği, ahlâkındaki fersâdı yavaş yavaş gidermeye çalışır. Bu faaliyetinde örnek, her zaman olduğu gibi yine Hz.
Peygamber’dir (s.a.). Şeyh mürid ilişkisi, baba evlat ilişkisi sıcaklığındadır. Bazı tarikatlarda “şeyh” karşılığı “baba” veya “dede” terimleri kullanılır. Şeyh, kitap ve sünneti iyi bilen bir âlim olmalıdır. Şeyhler ve mürşidler, kendilerine başvuran müridleri meşreplerine göre seyahat, sohbet ve halvet yollarından biriyle irşad ederler. Başkalarını terbiye ve irşada memur bir kimsenin, öncelikle kendi nefsini ıslah etmiş olması beklenir. Kendisi himmete muhtaç olan birinin, başkalarına himmet etmesi mümkün değildir. Bu nedenle kâmil bir şeyhte bulunan çok sayıda özellik vardır.

Bunlardan bir kısmı şu şekilde sıralanabilir:
1) Kitap ve sünnet ilmine vukûfu tamdır.
2) Bir mürşid-i kâmil nezdinde tasavvufi eğitim görmüş ve bu eğitimi vermeye ehil kılınmıştır.
3) Allah ve Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmıştır. Yani güzel ahlâk sahibi ve kemâl sıfatlarıyla muttasıftır. Dolayısıyla düşmanlık, kin ve garaz gibi kötü huylardan temizlenmiştir.
4) Hz. Peygamber’e (a.s.) ulaşan kesintisiz bir silsileye sahiptir.
5) Dünya, makām ve mevki hırs ve sevgisinden geçmiştir.
6) Helâlden şüpheli olan şeylere yaklaşmadığı gibi, takvanın bütün özelliklerini de şahsında cem etmiştir.
7) Mâlâyâni ile vakit geçirmez. Bütün zamanını insanların güzel ahlâk sahibi olmaları için sarf eder.
8) Her haliyle itidali ihtiyar ve tavsiye eder.
9) Müridlerini meskenet ve zillete sevk etmez.

Mürid-Sâlik
Mürîd, lügatte irâde eden, buyuran, bir şeyhe bağlı olan kimse manalarına gelir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri de “el-Mürîd”dir. Istılahta mürîd, kalbini Allah Teâlâ’dan gayri her şeyden temizlemiş, sâdece O’nu arzulayan ve O’na müştak olan, dünyânın süsünden, debdebe ve ihtişamından yüz çevirmiş bir kimsedir. Diğer bir ifadeyle, iradesini Hakk’ın ve şeyhinin iradesine teslim edendir. Aziz Mahmud Hüdâyî bu durumu şu şekilde dile getirir: “Mürid, gerçekte iradesi olmayandır.” Her müridin (isteyenin) bir muradı vardır. Hakiki müridin muradı da Allah’tır. Mürid, fakîr ve derviş kavramlarıyla da ifade edilir. Fakir, hiçlik ve yokluğa taliptir. Derviş, tarikat hadimi demektir. Müridin yolunda gideceği bir şeyh ve üstada ihtiyacı vardır.

Tarikat ve tasavvufta sülûk, ilim ile değil, hâl iledir. İnsan nefsi, ibadetlerini görerek kendini gösterme meyline tutkundur. İnsanın bu zaafı da ancak rehber bir mürşid vasıtasıyla giderilebilir. Gerçek mürid, yüzünü Hakk’a yöneltip O’na ulaşmak için tarikat disiplinine uyan ve mürşidine tam olarak teslimiyet gösteren bir kimsedir. Zira küllî irâdeye teslim olana teslim olmak, Hakk’a teslimiyettir. Hediyeyi getiren uşağa değil, gönderen efendiye teveccüh edilmelidir. İslâm’da ruhbanlık olmadığı için din hiç kimsenin tekelinde değildir. Allah ile kul arasında hakikatte hiçbir vasıta yoktur. Mürşitler manevi hastalıklarımızın tabipleridir. Onlara teslim olmak, onlar gibi olmaya çalışmaktan ibarettir; hidayet ise yalnızca Allah’tandır.

Hidâyet Senden olmazsa, dirayet neylesin yâ Rab! Arabça bilse de Bû Cehle âyet neylesin yâ Rab! Mürid başlangıçta Allah Teâlâ’ya olan inanç esaslarına riayet etmeli; gönlündeki zan ve şüpheleri gidermeli, dalâlet ve bid’atlerden temizlenmelidir. Mürid gerçek mürşidini aramalı, her türlü esbaba tevessülden sonra, kendi ihtiyarıyla, mücerred, Hakk’ın rızâsından başka bir mülâhazaya yer vermeden ona bağlanmalıdır.

Müridlerin, mürşidlerini sevmeleri, onları takdir etmeleri, irşâd için faydalıdır. Onların, mürşidleriyle bir başka mürşidi mukayese etmeleri münâkaşa ve fitneye vesîle olacağından men edilmiştir. Mürîdlerin bu gibi hissi münakaşalara girip lüzumsuz davranışlarda bulunmaması, tarikat âdâbından sayılmıştır. Müridin Allah Teâlâ’ya olan inancını sağlamlaştırdıktan sonra, yânî kâmil bir imâna sahip olduktan sonra, din ilimlerini öğrenmesi gerekir. Allah ve kul hukukuna uymaları, başkalarına örnek olma cihetinden de çok önemlidir. Müridin ferasetli, anlayışlı ve istidatlı olması lâzımdır. Kuru bir ağacın, rüzgârın tesirinden nasibi olamayacağı gibi, kabiliyeti olmayan bir müridin de velinin nefeslerinden payı olamaz. “Baharın geldiğini müjdelemenin kuru yaprağa ne faydası vardır” denilmiştir.

Biat-İntisap
Biat (bey’at), kesin olarak söz vermek, satmak ve satış muamelesi yapmak anlamlarına gelir. Istılahta ise talip denilen mürid adayının şeyhe ve onun vereceği emirlere bağlı kalacağına söz vermesi demektir. “İntisap”, “mübâyaa”, “ahid”, “inâbe”, “el alma” ve “ikrar” gibi terimler de aynı anlamda kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de Hudeybiye’de biat eden mü’minler şu şekilde övülmüştür: “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” (el-Feth, 48/10).

Biat bütün tarikatlarda hemen hemen aynı şekilde yapılır: Tarikata girmek isteyen kimse önce kendi meşrebine uygun mürşid arar. Gönlünün ısındığı bir şeyh bulunca ona baş vurur. Şeyh tarikata ehil görürse, istihare yaptırır. İstihareden olumlu sonuç alınırsa, biat ve intisap gerçekleştirilir. Talip biate gelmeden önce boy abdesti alır. Şeyhin huzuruna varır ve şeyhin dizine değecek şekilde diz çökerek oturur. Musafaha eder gibi el ele tutuşurlar. Şeyh önce geçmiş günahları için istiğfar etmesini telkin eder. Üzerinde Allah veya kul hakkı varsa bunları ödemesini tenbih eder. Mürid, şeyhinin söylediklerini dikkatlice dinler ve yerine getireceğine dair Allah’a söz verir. Allah’ı rab, Hz. Muhammed’i (s.a.) peygamber, Kur’an-ı Kerim’i rehber ve şeyhini mürşid saydığını ifade ederek ihvan arasına katılır. Biat ve akit sırasında bazı tarikatlarda “hırka”, bazılarında ise “sikke” giydirilir. Biat tam olarak teslimiyet ve bağlılığı ifade ettiğinden onu bozmanın sorumluluğu vardır. Biat, mürşidin kalbinden müridin kalbine bir feyiz akışı sağlar.

Semâ ve âyin
Semâ’ lügatte, kulağa gelen sesleri algılamak, işitmek ve dinlemek anlamlarına gelir. Istılahta ise şiir ve ilâhî dinlemek ve bu sırada vecde gelip kendini tutamayarak sağa-sola bir takım hareketler yapmaktır. Semâ’dan maksat Allah’ın kelâmını işitmek ve işittirmektir. Semâ’ bir vâsıtadır.

Gaye, semâ’dan -meşru olarak- faydalanma ve bu vesile ile insanlara Hakk’ın kelâmını dinletmedir. Âyin ise âdet, usûl, zinet, kanun ve dini merasim anlamlarına gelir. Tarikat âyini ifadesi, topluca yapılan zikir merasimleri (icrâ-yı zikrullah) için kullanılır. Ancak, tarikatların farklı usûllerle yaptıkları sesli-sessiz (hafî-cehrî), ayakta-oturarak, (kıyâmî-kuûdî) gibi) toplu zikirlere ayrı ayrı isimler verilmiştir: Mevleviyye’de semâ’; Kâdiriyye’de devrân; Rifâiyye ve Sa’diyye’de zikr-i kıyâm; Halvetiyye’de darb-ı esmâ; Nakşbendiyye’de hatm-i hâcegân; Yeseviyye’de zikr-i erre; Celvetiyye’de nısf-ı kıyâm ve
Şâziliyye’de Hadrâ.
İlk devir sûfîleri, meclislerinde Kur’an-ı Kerim tilâvetinden sonra Allah ve Resûlü’nün sevgisini hatırlatan manzum veya mensur parçalar okurlardı. Nağme ile okunan bu parçalar, vecd ile meydana gelen sayha ve nâra gibi haykırışlarla yapılan ritmik hareketler semâ’ı tartışmalı bir konu haline getirmiştir.

İlk semâ’ meclisleri, ilk sûfîlerden Serî-i Sakatî, Zünnûn-ı Mısrî ve Cüneyd-i Bağdâdî tarafından kuruldu. Cüneyd’e göre zikir, “elest bezmi”ni, “kālû belâ” âlemini hatırlamak, semâ’da bu hitâbı işitmek veya onu işitmeye yarayan bir vasıtadır. Cüneyd ve Zünnûn semâ’ı, yani ilahi dinlemeyi üç dereceye ayırırlar: (1) İlahî neşveden haberi olmayan avamın dinlemesi ki bu haramdır. (2) Riyâzat ve mücâhede ehli zâhidlerin dinlemesi ki bu mubahtır. (3) Kalplerin ihyâsı
için âriflerin yaptığı semâ’ ise müstahsen’dir. Abdülkâdir Geylânî semâ’ın kalp ve ruhla yapılması gerektiğini söyler. Sühreverdî de semâ’ın diri bir kalp ve ölü bir nefs ile yapılması gerektiğini söyler. Semâ’ ve âyinde zâkir, Mezkûr’da yani Allah’ta fânî olmalıdır. Mezkûr’da fânî olan zâkir manevî zevke erer. Semâ’ meclisi için ârif bir mürşidin, emin ve muhlis bir zâkirbaşının bulunması gerekir. Zâkirbaşı zikri idare ederken, mürşid feyzi ve manevî hazzı dağıtır. Mevlânâ’ya göre “Semâ’ âşıkların gıdasıdır. Cânan ile buluşup birleşmenin latif bir hayalidir. Semâ’ yapan kimsenin semâ’ anında midesinin boş olması gerekir. Zira “ney”in içi boş ve saf olduğu için açıkça inler. Semâ’; Allah için ve Allah ile olan ruhla yapılır; nefisle değil. Nefisle zikredip semâ’ edenler, gerçek zâkirler değildir. Tasavvuf klasiklerinin hemen hepsinde semâ’ konusuna yer verilmiş ve tartışılmıştır.

Gazzâlî semâ’ konusunda orta yolu bulmaya çalışmıştır. İhyâ adlı eserinde semâ’ın lehinde ve aleyhindeki delilleri ortaya koymuş ve özetle şu hükme varmıştır: “Semâ’, eğer behîmî arzuları uyandırırsa yasak, bediî duyguları tahrik ederse mubah ve helaldir.” Son devir Nakşî-Hâlidî meşâyihinin bir kısmı dışında semâ ve mûsikî konusuna tasavvuf çevreleri genellikle sıcak bakmışlardır. Osmanlı padişahları zikir, semâ’ ve âyin meclislerine iştirak etmiştir. Meşîhat makāmı ise raksa varmayan semâ’ ve âyine ruhsat vermiştir. Tekke inşa edilmesinin sebeplerinden biri de mûsikî aletleriyle yapılan semâ’ ve zikir meclislerinin camilere sokulmamasıdır.

Sohbet
Sohbet, beraber bulunmak, arkadaş ve dost olmak, Peygamber, mürşid, muallim ve üstadla beraber olmak demektir. Sahabî kelimesi sohbet kelimesinden gelmektedir. Sahabe sohbetle yetişmiştir. Sohbette hem sözlü eğitim, hem irşad ve tebliğ, hem de hâl eğitimi vardır. Sohbet Hz. Peygamber’in (s.a.) irşad metodudur. Kur’an-ı Kerim’de onun hakkında şöyle buyrulmuştur: “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir” (el-Ahzâb, 33/21). Beşerî eğitimde en etkili yol, örnek olma suretiyle yapılan dolaylı eğitimdir. Zira “Mü’min mü’minin aynasıdır” (Keşfü’l-hafâ, II, 294). Kişinin güzel huylarla donanması, o huylara sahip temiz kimselerle beraber bulunmasına bağlıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu açıkça istenmiştir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla (sâdıklarla) beraber olun” (et-Tevbe, 9/119), “Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.” (el-En’âm, 6/68).

Hz. Peygamber (s.a.) iyilerle oturup kalkan kimseyi misk satan kimseyle arkadaşlık yapana, kötülerle düşüp kalkanı da demirci dükkanında bulunana benzetir. Bu hadis ışığında mutasavvıflar sohbeti dört derecede mütalaa etmişlerdir: (1) Şeyh ve mürşid ile sohbet, mürid için ilaç gibidir. (2) İhvan ile sohbet,
vücûdu besleyen gıda gibidir. (3) Fâsık ve günahkârlarla sohbet, mikrop gibidir. (4) Kâfir, mülhid ve zındıklarla sohbet de zehir gibidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Fizikî ve sosyal çevreden etkilenir. Kirlian fotoğrafçılığı sayesinde her insanın çevresine bir takım aura ışınları yaydığı keşfedilmiştir. Bu ışınlar insanın etrafında bir etki alanı meydana getirmektedir. Psikolojik haller sârî olduğu için üzülen veya sevinen bir insanın yanında bulunanlar da ondan etkilenir.

Bu açıdan bakıldığında sohbet bir duygu alış verişidir. Hanzala’nın durumu buna güzel bir örnektir. Sohbet peygamberî bir üsluptur. Sahabe cehalet karanlıklarından yüce makāmlara, Resûlullah (s.a.) Efendimiz’in sohbetlerine devam ederek ulaşmışlardır. Onlardan sonra gelen tabiîn de, bu sohbetleri dinleyenlerin meclisinde ve yanında bulundukları nispette yüce mertebelere nail olmuşlardır. Peygamberler insanlara, ilim, güzel huy, îmân ve takvayı mîras olarak bıraktılar. Hz. Peygamber’in (s.a.) vârisleri olan âlimler ve ârifler de bu üslûptan yararlanmışlardır. Mürşidlerin sohbetleri, gönüllere şifa sunan manevî birer ilâçtır. İnsan nasıl ki saf ve berrak bir aynaya bakmadan, yüzündeki bir lekeyi fark edemezse, ahlakî olgunluğa ermiş kimselerle düşüp kalkmadan da kusurlarını görüp düzeltemez. Sohbetlerde göz önünde tutulması gerekli hususlardan biri de karakterlerin imtizacıdır. Tarîkatlerin çok ve çeşitli olmasının esas sebeplerinden biri, insan karakterlerinin değişik olmasıdır. Mürşitlerin, Peygamber’in (s.a.) bıraktığı ilim ve takvaya vâris olması şarttır.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîsi şeriflerde sohbetlerin önemi belirtilmiştir:
1) “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (el-Ahzâb, 33/23).
2) “Sabah aksam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatinin süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve isi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme” (el-Kehf, 18/28)
3) “(Lokman, öğütlerine devamla söyle demişti Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince isleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman, 31/16)
4) “O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp söyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (batıl yolcusunu) dost
edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insani (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.” (el-Furkân, 25/27, 28, 29)
5) “O gün, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler.” (ez-Zuhruf, 43/67)
Sohbet, bir vasıtadır ve insanın gayesine ulaşmasına hizmet eder. Bu niyetle meydana gelen sohbetin faydaları şu şekilde sıralanabilir: (1) Sohbet müridi kötülüklerden uzaklaştırır, kulu günah işlemekten ve nefse haz veren davranışlardan alıkoyar ve ruhu güçlendirir. (2) Kalbî ilimlerinin kaynağı sohbetlerdir. Sohbetlerde müminler, kardeşlerine ayna olurlar. (3) İnsanlar tek başlarına yaptıkları ibadetlerde şeytana mağlup düşebilirler. Onları bu tür tehlikelerden kurtaracak olan Allah ve Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmış kimselerle yapacakları sohbetlerdir.

Halvet ve Çile
Halvet lügatte, tenhâ kalma, tenhâya çekilme, tenhalık, tenhâ yer, hamamın sıcak bir bölgesi ve sevgiliyle baş başa olma gibi manalara gelir. Istılahta ise tarikata giren bir müridin muayyen bir zaman sonra şeyhinin emriyle insanlardan uzaklaşarak tekkelerin “halvethâne” (çilehane) denilen özel mekanlarında inziva hayatı yaşaması ve kendini Hakk’a vermesidir. Halvetin gayesi, kalp evini masivadan temizlemek, Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünmek ve O’na şükretmektir (tefekkür, tezekkür ve şükür). Bu hâlin meydana gelmesi nefsi tezkiye ve terbiye ile mümkündür. Başka bir deyişle halvet, kalbi ağyardan temizlemek ve yâri gönül halvethânesine koymak, kesret ânında (halkla münâsebetlerde) bile vahdeti ihtiyar etmek ve Hakk’a müteveccih olmaktır. Sevgilisine tutulan âşıkın tenhalara kaçması gibi Hak yolcusunun da yalnızlığı seçmesidir. Halvet, safvet ehlinin bir sıfatı, uzlet ise vuslat ehlinin alâmetidir. Kalbin Allah’a yönelmesi, insan vücûdunun yalnızlığına bağlıdır. Tefekkür hususunda kalbin Allah’a olan seyri, iman ve tasdik, şuhûd ve ıyân olmak üzere iki kısımdır. Tefekkürü olmayan uzletle, zikri ve tezkiyesi olmayan halvetin insana bir faydası yoktur.

Halvet ve uzlet yakın anlamlı kelimelerdir. Uzlet daha genel, halvet ise daha özel anlamlıdır. Uzlette süresi ve sebebi belli olmayan bir yalnızlık ve halktan uzaklaşma varken halvetteki yalnızlık ise sürelidir. Uzlet maddi varlık olarak insanlardan uzaklaşmaktır. İnsan uzlette iken, kendisini halkın şerrinden koruduğuna değil, bilâkis insanların kendi şerrinden kurtulduğuna inanmalıdır. Zira halkın şerrinden korunmak gayesiyle hareket eden bir mürid, insanlardan daha
üstün bir meziyete sahip olduğu inancına kapılır ki, bu hâl, müntesibi bulunduğu meslek ile uyuşmaz. Rivayete göre bir sûfîye: “Sen sûfîlerden misin?’ diye sorulduğunda o şu cevabı vermiştir. “Hayır değilim. Belki bir köpeğin bekçisiyim. Nefsim bir köpektir. Ben, insanların selâmeti için, onu aralarından çıkardım.” Çile, Farsça “çihil” (kırk) kelimesinden alınmıştır. Arapça “erbaîn” karşılığı olan ve “halvet” anlamında kullanılan tasavvufî bir terimdir. Müridin fıtratındaki sivri noktaları törpülemek için yapılan fiilî sabır telkini şeklinde bir alıştırmadır. Çile (erbâîn), tarikata intisap eden sâlikin muayyen bir zaman sonra şeyhinin gözetiminde tenha ve loş bir yere çekilerek, az yemek ve az uyumak suretiyle devamlı ibadetle meşgul olmasıdır.

Çilenin süresi ile ilgili farklı (3, 40 ya da 1001 gün gibi) uygulamalar olmakla birlikte en yaygın süre 40 gündür. Halvet veya çilenin kırk gün olmasının mutasavvıflara göre Kur’an ve sünnetten bir takım mesnetleri vardır:
1) “(Bana ibadet etmesi için) Musa’ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.” (el-A’râf, 7/142)
2) “Kırk gün ihlasla Allah için amel edenin kalbinden diline doğru hikmet pınarları akar.” (Keşfu’l-hafâ, II, 224 (2361)
Ayrıca mutasavvıflar, “Rabbinin adını an (ibâdetlerinde O’ndan başka her şeyden kesilerek), yalnız O’na yönel.” (el-Müzzemmil, 73/8) âyetiyle Hz. Peygamber’in (s.a.) peygamberlikten önce Hira-Nur Dağı’nda inzivaya çekilmesini de halvete delil olarak gösterirler. Halvet ve çile ile itikaf arasında da benzerlik vardır. Halvetten gaye, kalp evini mâsivâdan temizlemek, Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünerek kalbe Mevla’yı koymaktır. Halvet, çile, riyâzat ve mücâhede iç içe kavramlardır. Ömrünü çile ile geçiren mutasavvıflar vardır. Mutasavvıflar halvetin fayda ve zararlarını tespit etmeye çalışmışlar ve bu konuya eserlerinde yer vermişlerdir. Gazzâlî’ye göre halvet ve uzletin faydaları: (1) Kişi dile ait afetlerden uzaklaşır. Zira kişi, halvette bulunduğu müddetçe Allah Teâlâ ile beraberdir, yanında konuşacak kimse yoktur. (2) Kalp, riya ve süm’a gibi manevî hastalıklardan uzaklaşır. (3) Zühd ve kanaat alışkanlığı kazanır. (4) Kötü kimselerle ülfet etmekten kurtulur. (5) İbadet ve zikre ayrılan zaman artar. (6) Kin ve düşmanlık duyguları son bulur. (7) Allah’a yakınlık vasatı ortaya çıkar. (8) Halvet esnasında beliren ibâdet zevki, kişinin güzel sıfatlarla süslenmesine vesile olur. (9) Kalb huzura kavuşur. Zira dünyâya karşı duyulan aşırı rağbetin zayıflattığı ruh, bu tesirlerden uzaklaşmış olur.
Halvet ve çile ile ilgili bilgilerin yer aldığı önemli eserlerden biri de Sühreverdî’nin Avârifü’l-meârif adlı eseridir. Bütün tarikatların konu ile ilgili birinci derece kaynakları bu eserdir.

Mevlevîler, “çile” kelimesinin ebced hesabıyla “rızâ” (1001) kelimesine eş değer olduğu gerekçesiyle halveti/çileyi 1001 gün olarak kabul etmişlerdir. Çile bütün tarikatlarda şeyh denetiminde gerçekleşir. Şartların yerine getirilmemesi durumunda çile bozulmuş olur ve “çile kırmak” şeklinde tabir edilir. Çile kıranlara da “çile kırgını” denir. Bin bir günlük süreyi usûlüne uygun tamamlayana “çile çıkardı” denilir. “Dede” unvanı alır. Çile esnasında mürid, şeyhi tarafından pek çok sınamadan geçirilir ve bu sûretle nefsin ıslahına gayret edilir. Halvetin şartları: (1) Devamlı abdestli olmak, (2) Devamlı oruç tutmak ve akşam namazından önce iftar etmek, (3) Yemeği az yemek ve midenin 1/3 ünü boş bırakmak, (4) Allah Teâlâ’nın zikri dışında zaruret olmadıkça devamlı sükût etmek, (5) Devamlı zikir ve murakabede bulunmak ve (6) İstimdâd ve itikad ile kendi şeyhine kalbi rabt etmek.

Celvet
Celvet, bir şeyin ortaya çıkması, zâhir olması, kılıç ve ayna gibi şeylerin parlatılması anlamına gelir. Istılahta ise kulun ilâhî sıfatlarla ve güzel huylarla bezenerek halvetten çıkıp halkın arasına karışması demektir. Halvet ve celvet kavramları, İbnü’l-Arabî’den sonra ortaya çıkmıştır. Bu kavramlar, tasavvufî bir makām ve meşreb olarak Hz. Peygamber’in (s.a.) hayatından alınmıştır. Bu iki kavram, iki ayrı tarikata isim olmuştur (Halvetiyye, Celvetiyye). Celvet, kalpten bulanıklıkların giderilmesi, gönül aynasının parlatılması ve nûr-i ilâhînin gönlü aydınlatmasıdır. Salah olmadan ıslah olmaz. Halvet salah içindir. Salah gerçekleşince ıslah yolu açılır. Bu da gizli durmakla değil, halka karışmak (celvet) ve hâl yansıması yoluyla olur. “Halvet der encümen” tabiri, Nakşbendiyye tarikatında “celvet” kavramıyla aynı anlamda kullanılmıştır. “Halk içinde fakat tek başına” ve “El kârda, gönül yârda” gibi deyimler halk içinde Hak ile beraber olmayı (celvet) ifade eder. Böyle kimselerin halk ile meşgul olmaları ya da dünya işleriyle uğraşmaları onların Hak ile olan bağlarını koparmaz.

Değerlendirme Soruları
1) Tasavvuf kavramlarıyla ilgili literatürü sıralayınız?
2) Makam, hâl ve vakt kavramlarını tanımlayınız ve aralarındaki farkları sıralayınız?
3) İbadet ve Ahlâka dair kavramları sıralayınız ve murakabe kavramı hakkında bilgi veriniz?
4) Seyru sülûk kavramlarını sıralayınız ve biat kavramını açıklayınız.
5) Tövbe ve Rıza kavramlarını karşılaştırıp tasavvufi eğitim açısından değerlen-diriniz?
6) Sema kavramını değerlendiriniz?

12. Hafta
TASAVVUF KAVRAMLARI (Tahakkuk Kavramları)
Kalbi ve Vicdani Olanlar

Vecd ve İstiğrak
Genellikle hüznü gerektiren keder; aşk ve iştiyak sarhoşluğu içinde kendinden geçmek, yüksek heyecan anlamına gelen vecd, Hakk'tan gelen tecellilerle gerçekleşir. Yüksek bir coşku halidir. Vecd, ilk kaynaklarda "fakd" ile birlikte kullanılmıştır. Vecd buluş, fakd kaybediştir. Bu iki halden biri gelince öbürü gider. Vecd genellikle üç derecede gerçekleşir. Tevâcüd, vecd ve vücud. Tevâcüd, kulun gayret ve iktisabıyla, hattâ bazan kendini zorlayarak vecde ermeye çalışmasıdır. Bu tür bir vecd arayışının bazısı makbul, bazısı mezmûm sayılmıştır. Makbul olanı, riyadan uzak olarak kişinin vecd haline ermek için kendini zorlamasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.): "Kur'an okurken ağlayıp vecde eremeyenlerin kendilerini zorlamalarını" tavsiye etmiştir. Tevâcüd, insanın kalbinde beliren kasveti izâle için niyazlar ve ağlayıp sızlanmalarla vecde varmak için yapılan bir temrin, bir alıştırmadır. Vecd ise Hakk'ın binbir tecellisini müşahede edebilen kimsenin muhabbet sonucu, içinin ferahlaması ve o halin verdiği zevk ile kendinden geçmesidir. Hakikî vecd, aşırı derecedeki Allah sevgisinden, irade sağlamlığından ve Allah aşkından meydana gelir.

Bu tür vecdde zorlama yoktur ve her an kendini gösterebilir. Kur'an okunurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde varan Hakk'a değil, mahluka tutkun sayılır. Çünkü Kur'an, Rablerinden korkanların Kur'an'ı derileri ürpererek vecdle okuyacaklarını haber vermektedir: "Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikriyle yumuşar." "Hakikî mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı vakit kalpleri ürperir." Hz. Peygamber ve ashabının hayatında vecd halinin örnekleri pek çoktur. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd bir gün kendisine Nisa sûresini okurken "Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz, seni de onların üzerine şahid tuttuğumuz zaman halleri ne olacak?" âyetine geldiğinde Peygamberimiz'in gözleri doldu ve "Yeter yâ Abdallah!" buyurdu. Namaz kılarken Hz. Peygamber'in göğsünden tencere kaynamasına benzer tarzda coşkulu sesler çıktığı, azab âyetlerinde ağlayıp, müjde ve dua âyetlerinde sevinçle dolduğu rivayet edilir. Ashâbdan ve tabiînden Kur'an âyetlerini dinlerken vecde gelenler de vardır. Kimileri vecdle sayha eder, kimileri ağlar, kimileri de bayılırdı. Bütün bunlar vecdin fıtrî ve meşru olduğunu gösteren rivayetlerdir.

Tasavvuf edebiyatında vecdin ileri derecesi sayılan vücud, vecd halini idrakten sonra meydana gelir, Hakk'ı bularak beşerî sıfatların kaybolması demektir. Çünkü hakikat sultanının zuhuruyla beşerî sıfatlar zail olur. Vücud ehli olan için sahv ve mahv hali vardır. Sahv, Hakk'ta bakî olmak, mahv da Hakk'ta fânî olmaktır. Başlangıcı tevâcüd, ortası vecd, nihayeti vücud lafzıyla ifade edilebilen bu haller, şöyle bir misalle anlatılmaktadır: "Tevâcüd deniz kıyısına varmak; vecd, denize girmek, vücud da denizde boğulmaktır." İstiğrak, vecdin ileri derecesi olan vücudla yakın anlamlıdır. Sevgiliyi temaşa ederken ilâhî sevginin istilâsı sebebiyle sâlikin kendinden geçmesi, maddî âlemden habersiz hale gelmesidir. İstiğrak halindeki sâlik, suya atılarak (suyun içine) batıp kaybolan taş gibidir. İlâhî muhabbet ve vahdet deryasında müstağrak olmuştur.

Cezbe
Bir şeyi çekmek, çekiş anlamına gelen cezbe, tasavvufta Hakk'ın kulu kendine çekmesinden meydana gelen bir haldir. Cezbe, Allah'ın kula ihsanı olduğundan, kulun elinde değildir. Allah'ın, sevdiği kulu, kalbinden perdeyi kaldırıp, çalışma ve gayreti olmadan, yakîn nuru ile kolayca manevî makamlara yükseltmesidir. Böyle bir cezbe, kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak belâ ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhî cezbeyle hakikatin kaynağını bulur. Allah'ın dışında herşeyi unutarak kendinden geçer, kulluğundan habersiz hale gelir, vecd ve istiğrak halini yaşar. Cezbe, halk arasında aklın baştan gitmesi anlamına gelen cinnetle aynı anjamda kullanılırsa da yanlıştır.

Cezbe başka, cinnet başkadır, Meczûb ile mecnûn da ayrı ayrı şeylerdir. Sûfîler: Kur'an'daki "Allah dilediğini kendine çeker." âyetini ve bazı kaynaklarda hadis olarak zikredilen "Allah'ın kula olan cezbesi, iki cihan halkının amellerine denktir." sözünü cezbeye delil sayarlar. Hakk'ın kulu kendine çekmesi cezbe, bu cezbeyle kulun Allah'a yönelmesi aşktır. Nitekim mutasavvıflara göre, Hz. Peygamber'i öldürmeye giderken eniştesinin evinde duyduğu Kur'an sesiyle imana gelen Hz. Ömer'in haliyle, sultan iken avlandığı bir sırada üç defa peşpeşe: "Sen bunun için mi yaratıldın?" sesini duyarak sultanlığı bırakan İbrahim b. Edhem'in tevbesi cezbeye örnektir.

Böyle bir cezbeye tutulanlara, Allah Teâlâ iç hallerini göstererek, nefs ve dünyadan uzaklaştırır, zât-ı ilâhîsine yaklaştırır. Bu anlamıyla cezbe, peygamberlerin ve velîlerin sıfatıdır; kabiliyyet ve istidad işidir; "kalb-i selim"e kavuşmada bir yoldur. Yunus "Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni» derken buna işaret etmek istemiştir.

Sohbet, zikir ve semâ meclislerinde kalbinde meydana gelen varidata dayanamayarak kendinden geçen, bağıran, gayr-ı ihtiyarî sıçrayıp nâra atan kimselerin davranışlarına da cezbe adı verilmektedir. Türkçedeki cezbelenmek, cezbeye gelmek, Hayy ve Hû deyip bağırmak gibi kavramlar, bu tür cezbe için kullanılır. İlk tasavvufî kaynaklarda vecd olarak ifade edilen, zikir ve semâ konularıyla birlikte anlatılan bu tür hareketlere Türkçe'de "cezbe" adı verilmiştir. Yukarıda anlatılan asıl cezbe ile, Türk Halk Tasavvufu'nda, "vecdin dışa yansıması" anlamındaki cezbe, birbirinden farklıdır. İlk sûfîlerden itibaren mutasavvıflar, sayha atmak, bağırıp çağırmak anlamındaki cezbeyi muteber saymazlar.

Aşk ve Muhabbet
Aşk kelimesinin aslı "ışk"tır. Işk sarmaşık demektir. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri istilâ ederse, aşk da girdiği kalbi ve vücudu öylece istilâ ettiğinden, şiddetli sevgiye "aşk" denmiştir. Aşk lafzı Kur'an'da zikredilmemiş; fakat İbn Arabi'nin beyanına göre kinaye yoluyla irad buyurulmuştur. Kur'an'daki "eşedd-i hubb" âyeti buna delil sayılmıştır. Mutasavvıflarca meşhur olan "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim, mahlûkatı yarattım" şeklindeki "kenz-i mahfî" hadisinin delâletine göre, muhabbet başlangıçta Hakk'tan zuhur etmiş ve bütün âlemin icadına sebep olmuştur.

Nitekim "Allah onları, onlar da Allah'ı severler." âyetinde de muhabbetin önce Hakk'tan zuhur ettiği teyid edilmektedir. Mutasavvıflara göre, âlemler içinde aşka yabancı bir zerre bile yoktur. Fakat her yaratığın aşkı kendi istidad ve kabiliyetine göredir. Nefse galebe çalmak için en kestirme yol, aşk yoludur. Bununla birlikte ancak yaşayanın ve tadanın bilebileceği, ama asla tarif edemiyeceği bir manevî zevk ve hazz halidir. Nitekim kendisine "Aşk nedir?" diye sorulan Hz. Mevlânâ'nın: "Ben ol da bil." cevabı bunu anlatmaktadır. Hakikî aşk insan ruhunun "rûh-ı mutlaka" iştiyakıdır. Aşk öyle bir ateştir ki, bir parladı mı maşuktan başka herşeyi yakar. Mutasavvıflar aşkı, "mecazî" ve "hakikî" olmak üzere iki türde incelerler.

Mecazî aşk: Geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, ilâhî ve hakikî aşka götüren bir köprü olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Nitekim "Tertemiz bir aşkla birine tutulan ve bu aşkım açıklamaya bile cesaret edemeden bu sevgiyle ölen, şehid olarak ölmüş sayılır" hadisi buna delil sayılmıştır. Herkeste hakikî aşka kabiliyet olmayabilir. Bu yüzden mecazî aşk, hakikî aşk için bir temrin niteliği taşır. Ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı, ilâhî kaynağa bağlamasını bilmeyenlerin aşkı, tabiî aşktır. Meşru sınırlar içinde kalması şartıyla bu da caizdir. Mecazî aşkın tabiî olandan farkı, erdirici bir özelliğe sahip olmasıdır.

Hakikî aşk: Mutlak varlığı; yani Allah'ı sevmektir. Hakk'tan başka herşeyden geçmektir. Hakikî aşka eren kendinden geçmiş, fena fillaha ermiştir. Sûfîler aşkın temelini "muhabbet" olarak görürler. Muhabbet insan gönlünün zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. İnsanın meyil ve sevgisine etki eden dört sebep vardır:
a. İnsanın ilk sevdiği şey kendi zâtıdır. Buna bağlı olarak insan, azaların selâmetini, mal, evlad, akraba ve dostlarını da sever.
b. İnsanı sevgiye hazırlayan bir sebep de "ihsan"dır. Çünkü insan, ihsanın kulesidir. İnsan kendisine faydası dokunmasa bile, ihsan ile şöhret bulanları da sever.
c. Eşyayı, onlarda bulunan hüsn ve cemâl sebebiyle sevmek ve onlarda tecelli eden hüsn-i mutlaka yönelmek.
d. Varlıklar arasındaki münasebet ve benzerlik de sevgi sebebidir. İnsan, ilâhî asıldan gelmiş; rûh-ı mutlaka bağlı bir ilâhî nefha oluşundan, asıl menşeine ilgi ve sevgi duyar. "Allah'ın insanı Rahman suretinde yarattığını" bildiren hadis ile "Allah'ın ahlakıyla ahlâklanma" telakkisi bunu teyid eder.

Allah sevgisinin kalbe yerleşmesini sağlamanın iki yolu vardır: a) Nefsin başka şeylere meyil ve arzulannı azaltarak gönülden mâsivâ sevgisini çıkarmakla olur. Genellikle riyâzat ve mücahedeyle gerçekleşir. Kur'an'daki: "Allah Teâlâ insanoğlunun göğsünde iki kalp yaratmamıştır." âyeti, gönülde iki tür sevginin bulunmayacağını ifade eder. Çünkü sevginin kemali, kalbin bütün mevcudiyetiyle Allah Teâlâ'yı sevmesidir. Her seven sevdiğine bağlıdır ve insanın sevdiği ve bağlandığı şey, onun mabud tanıdığı şey haline gelebilir. Nitekim: "Nefsanî hevâsını tanrı edineni görmez misin?"14 âyetiyle Taberânî'nin rivayet ettiği: "Yeryüzünde Allah'ı ençok kızdıran put, kendisine tapılan hevâ ve hevestir." hadisidir. Allah sevgisini zayıflatan sebeplerin başında dünya sevgisi gelir. b) ibadet ve tâatla marifeti artırmak. Marifetin insan kalbini her yönüyle tamamen kaplaması muhabbet doğurur. Bunun yolu, nafile ibadet ve tâatlarla ruhu güçlendirmektir. Bu yolla elde edilen muhabbet, toprağı temizledikten sonra tohum ekmeğe benzer. Nitekim Kur'an'daki: "Allah nasıl bir temsil yaptı görmedin mi? Hoş bir kelimeyi (yani tevhid kelimesini) kökü yerde, dalları ve budakları gökte olan hoş bir ağaca benzetti" âyeti iman tohumunun, ibadet, tâat ve ahlâk ile kol-budak salıp meyve vereceğini bildirmektedir.

Havf ve Recâ
Havf korku, recâ ise ümid demektir. İmanın sıhhatinin şartlarından biri de, imanın korku ve ümid arasında bulunmasıdır. Havf ve recâ, hal, bilgi ve eylemden meydana gelir. Geleceğe aid bir şey insanın hatırına gelip kalbine yerleştiğinde, bu şey hoşa gitmeyen bir şeyse buna havf, hoşa giden ve arzulanan bir şeyse ona reca denir. Havf ve recânın ileri derecesine ve içinde bulunulan âna aid olanına kabz ve bast denir. Kabz ve bastın ileri derecesi de heybet ve ünstür. Bir başka ifade ile reca, insanın iradesinde olan bütün şeyleri hatırladıktan sonra hoşlandığı şeyi beklemesidir. Havf, sâlikin Kur'an'daki: "Allah'tan gerçek anlamda korkanlar ancak âlimlerdir." âyetinin anlamını anlama sonucu elde ettiği bir duygudur. Recâ ise Hakk'ın fazl ve ihsanını görerek ve Kur’an diliyle saydığı nimetlerini duyup bilerek, Allah'ın sevab ve rahmetinden ümidvar olmaktır. Havf, marifet sonucudur.

Zühd, sabır ve tevbe havftan kaynaklanır. Zühd ve tevbe insanda sıdk ve ihlâs duygularını inşa eder, zikir ve tefekküre yöneltir. Zikir ve tefekküre devam ise muhabbeti hazırlar. Avamın sahih bir marifetten kaynaklanmayan Allah'ın azab ve cezasından korkmak anlamındaki havfı ile, kişiyi ümidsizliğe sevk edecek aşın korkusu makbul sayılmamıştır. Öğülen ve beğenilen havf, kulu günaha düşmekten sakındıran, tâata teşvik eden kâmil mânâdaki havftır. Sûfîler, Hakk'ın fazl ve ihsanından ümidvar olarak yapılan ibadeti, azabından korkularak yapılan ibadetten üstün görürler. Çünkü ümidvar olmak sevgiye daha yakındır.

Kabz ve Bast
Kabz ve bast, havf ve reca’dan sonra meydana gelir. Kabz daralmak, bast genişlemek ve ferahlamak demektir. "Allah hem sıkar (kabz); hem de açar (bast)" âyetindeki kabz ve bastta da bu anlam vardır. Kabz, cezayı gerektiren manevî bir durumun kalpte belirmesiyle meydana gelir. Mükâfat ümidiyle sâlikin gönlünde meydana gelen ferahlık da basttır. Kabz hicab halindeki kalplerin tutulgan oluşundan, bast da keşf halindeki kalplerin açılmasından ibarettir. Bazen "İnkıbaz" şeklinde ifade edilen kabz ile bazen "inbisat" tarzında söylenen basttan hangisinin daha üstün olduğu konusunda sûfîler değişik görüşler serdetmişlerse de, kabz ve bast, kulun zorlaması olmadan Hakk canibinden geldiğinden, genellikle denk sayılmıştır.

Heybet ve Üns
Heybet ve üns, kabz ve bastın üstünde iki haldir. Heybet kabzın, üns de bastın yukarı derecesidir. Heybet, korku ve saygı hislerini birden uyandıran bir haldir. Üns ise alışmak ve yaklaşmak, Allah'ın cemâlini düşünerek kalbin ferahlamasıdır. Üns hali galip olanın arzusu halvet ve yalnızlıktır. Nitekim İbrahim b. Edhem'e "Nereden geliyorsun?" diye sorulduğunda "Allah ile ünsiyetten geliyorum." cevabını vermiştir. Ünsiyetin alâmeti, halk arasına karışıp onlarla konuşup gülmekten canı sıkılmak ve zikrin zevkine varmaktır. Kuşeyrî'ye göre heybetin hakkı gaybettir. Heybet sahibi olan her sâlik gaybet halinde bulunur. Heybet ehli olan sâlikler gaybetteki durumlarına göre farklılık arzederler. Kiminin gaybeti uzun, kimininki de kısa sürelidir. Heybet, Hakk'a yakınlığın meydana getirdiği endişe hissidir. O'nun yakınlığından mahrum olma korkusudur. Heybet, celâl müşahedesini temaşa, üns ise ilâhî cemâli seyretmekten haz duymaktır. Ünsün en aşağı derecesi, sâlikin ateşe atılsa, yüzüne kılıçla vurulsa bile, yaşadığı derin ruhî hazlar sebebiyle bunu hissetmemesidir. Nitekim Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı zamanki hali buna örnektir.

Üns ayrıca âşıkın sevgilisiyle samimî olması, resmîliğin ortadan kalkması halidir. Nitekim Kur'an'da halleri anlatılan peygamberlerden Hz. İbrahim'in: "Yâ Rabbi, bana ölüleri nasıl dirilteceğini göster!" şeklindeki duası ile Hz. Mûsâ (a.s.)'ın "Bana kendini göster!" şeklindeki niyazı buna örnektir.

Gaybet ve Huzur
Gaybet kendinden geçmek, kendini kaybetmek; huzur, hazır olmak, huzurda bulunmak demektir. Sâlikin Hakk'tan gelen feyz ve tecellilerin çokluğu ve kuvveti sebebiyle çevresinden ve kendisinden habersiz hale gelmesidir. Halktan ve nefsinden gaib olan Hak ile hazır olur, onun huzurunda bulunur. Hakk'tan gaybet haline gelen ise, halk ve nefs ile hazır olur. Huzur ve gaybet izafî kavramlar olduğundan, lügat anlamıyla birbirinin zıddı oldukları halde aynı mânâda kullanılabilirler. Çünkü insanlara göre gaybet halinde olan Hakk'ın huzûrundadır. Hakk ile hâzır olan, insanlara nisbetle gaybettedir. Gaybet hali, Hakk tarafından vuku bulur; yani mükâşefeden doğar. Hal ehlinin bu gaybetleri çeşitli durumlar arzedebileceği gibi, farklılıklar da gösterebilir.

Huzur Hakk ile hazır olmaktır. Huzur tamamen sâlikin halktan kaybolması şeklinde doğarsa bu huzur, gaybetle birlikte kemalini bulmuş sayılır. Gaybet halinin ortadan kalkması, halk ile huzur bulmaya sebep olur; Halk ile huzur, Hakk'tan gafleti doğurur.

Züleyha'nın Mısırlı kadınları imtihan için ellerine bıçak ve elma vererek yanlarına Yusuf'u çağırması, kadınların da Yusuf'un güzelliğiyle şaşkına dönüp ellerini kesmeleri, "gaybet"e örnek olarak zikredilmektedir.
Mahv ve İsbat
Mahv, silmek ve yok etmektir. İsbat ise var olmak, ortaya koymaktır. Birşeyin izi kalmayacak şekilde ortadan kalkması mahvdir. Hakk Teâlâ manevî dereceleri yüksek olan kullarını kendine çeker ve nefslerini yok ederek onları kendi katında kılar. Sâlikin alışkanlıklarından gelen kötü özellik ve sıfatlarını izale etmesi mahv, onun yerine ibadet ve tâatı ikâme etmesi isbattır. Kötü davranışlarını izaleyle yerine iyilerini koyan, mahv ve isbatı gerçekleştirmiş olur. Mahv, kulun fiillerinin Hakk'ın fiillerinde fânî olmasıdır. İsbat, vuslat hallerini gerçekleştirmektir. Kur'an'daki "Allah dilediğini mahv, dilediğini isbat eder." âyeti mahv ve isbatın mesnedi sayılmıştır. Mahv, kalpten zellenin, gönülden gafletin ve mâsivâ ile ilginin mahvıyla; isbat da gönülde Hakk'ın ikamesiyle kemale erer.

Sekr ve Sahv
Sekr, sarhoşluk ve kendinden geçme hali, sahv ayık ve aklı başında olma halidir. Sekr, kuvvetli bir tecelli ile kulun kendinden geçip ruhî zevklere dalmasıdır. Genellikle vecd ehlinin sıfatı olarak bilinen sekr, gaybet haline benzemekle birlikte, bazan gaybetten ileri derecede olabilir. Sekr sâlikin cemâl tecellisini temaşası sırasında meydana gelir. Sekr halindeki sâlik bazan şer'î hükümlere aykırı sözler sarfedebrlir. Tasavvuf tarihinde sekr halini sahvdan üstün sayarak bir ekol oluşturan Bâyezid Bistâmî'dir. "Tayfûriyye" adıyla anılan bu tasavvufî akımın en bariz özelliği, taşan, coşan, vecdli bir hareket oluşudur. Türk tasavvufunun Mevlânâ ve Yunus gibi temsilcileri bu ekolden sayılabilir. Sekr halinde bulunan kişilerin söyledikleri ve bazan şer'î hükümlerle çatışan sözlere "şatahât" veya "şathıyyât" denilir. İlâhî aşk ve cemâl tecellisiyle sermest olan sûfîler, kendilerini Kur'an'da geçen "şarâb-ı tahûr" ile sermest sayarlar. "Rabları onlara tertemiz bir şarap sunmaktadır." Vecde ermeğe çalışanın haline tevâcüd denildiği gibi, sekre ulaşmaya çalışanın haline de "tesâkür" denilir.

Sekrin zıddı olan sahv, manevî sarhoşluktan ayılmak anlamına geldiği gibi, böyle bir sarhoşluğa düşmeden daima ayık olmak, temkin, huzur ve şuur halinde bulunmaktır. Tasavvuf tarihinde "sekr ve cezbe" ağırlıklı anlayışın temsilcisi Bâyezid olduğu gibi; Cüneyd Bağdadî sahv, temkin ve huzur halinin temsilcisi sayılmıştır. Cüneyd ve onun yolunda giden sûfîler, sayha atmaya varan cezbe ve sekr ihtiva eden davranışlara karşı çıkmışlar, şathıyyelerden uzak durmuşlardır. Tasavvuf tarihinde her iki anlayışın temsilcileri daima varolagelmiştir.

Fena ve Baka
Fena, yokluk ve hiçlik ve geçici olmaktır. Baka ise kalıcı ve daimî olmaktır. Fena, kötü sıfatların zail olması, baka da iyi sıfatların kalmasıdır. Kötü fiilleri terkeden kimsenin şehevî ve nefsanî arzuları fena bulmuş, ihlâs ve hüsn-i niyyet bakî kalmış olur.

Dünyadan kalbî rabıtayı koparan kimsenin kalbi, dünya tutkusundan fena bulmuş demektir. Dünya tutkusu ve kötü huylar fena bulunca fütüvvet ve doğruluk bakî kalır. Fena, kulun fâiliyet şuurunu kaybetmesi, "abd"in yerine fail olarak Allah'ın geçmesidir. Kulun fiilini görmemesi diye de ifade edebileceğimiz bu halde, kulun yerine Allah kaim olur; Allah görür, duyar ve tutar. Bu suretle "Ben kulumu sevince onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum." hadis-i kudsîsi gerçekleşmiş olur. Kul Allah ile o kadar meşgul olur ki nihayet "benlik" şuurunu kaybeder. O şuurunun yerine yine Allah geçer. Bu hale zikirle erişilirse buna: "el-Fenâ fi'l-Mezkûr"; muhabbetle erişilirse "el-Fenâ fi'l-Mahbûb" denilir. Fenanın en yüksek derecesi "Fena ani'l-fenâ" dır. Bu da fena haline erme şuurundan da fânî olmaktır (Fena ender-fenâ). Fena halindeki kul, bazı beşeri sıfatlardan kurtulursa da, beşe-riyyet sıfatından tamamen çıkamaz. Böyle bir iddia yanlış olur, küfrü gerektirir.

Fena, Allah'a yaklaşmanın (takarrub) en ileri derecelerinden biridir. Fenanın ileri derecesi cem'dir. Fenaya eren kulun yerine her zaman Allah geçtiği için, fânî olmak, büsbütün yok olmak, hiçe karışmak demek değildir. Fena ve baka kavramlarını en yaygın biçimde kullananın Ebû Saîd Harrâz olduğu kabul edilir. Nitekim Harrâz fenayı "kalpten dünya ve âhiret lezzetlerinin gitmesi sadece Cenâb-ı Hakk'ın rızasının yerleşmesi", bakâyı da "Allah'tan başka herşeyin kalpten silinmesi" olarak tanımlamıştır.

Bâyezid ve Cüneyd gibi sûfîlerin de fena ve baka kavramını kullandıkları bilinmektedir. Nitekim Bâyezid: "Halkın ahvali vardır, arifin ahvali yoktur. Çünkü onun eserleri mahvedilmiş, hüviyeti başkasının hüviyeti içinde fânî olmuştur. İzleri başkasının izleri içinde kaybolmuştur." der. Bütün kâinat, vücud bulmak için Allah'tan istifâza ettiğinden, "fena fillah" bir cüz'ün küll içine kavuşması gibi tavsif olundu. Damla nasıl denize karışır ve gözle görülmez hale gelirse, sûfî de öylece Allah içinde veya küll içinde kaybolmak ister. Bundan dolayı Ferîdüddîn Attâr, fena yerine, "istiğrak" terimini kullanır.

Kalbi fena bulmuş kimse, ilâhî fiillerin tecellilerine mazhar olur. Vahdet denizine garkolan sâlik, o denizden başka birşey göremez, kendisini bu denizin damlası olarak görür. Tasavvufta fena kavramı, değişik açılardan belli tasniflere tâbi tutulmuştur.
a. Fenâ-yı zât: Bir kimsenin kendini yok kabul etmesi, kendinde varlık görmemesi, hakikî varlığın Allah olduğunu düşünmesidir.
b. Fenâ-yı sıfat: İnsanın beşerî sıfatlardan sıyrılmasıdır.
c. Fenâ-yı fiil: Kulun fiil ve hareketlerinde adem-i şuurdur. Bu sebepten tasavvuf kitaplarında fena, fakr kelimesiyle bir arada ve eşanlamlı olarak kullanılmıştır.

Fenanın bir de seyr u sülük sırasındaki eğitim sürecine göre sıralanan çeşitleri vardır. Fena fi'l-ihvan, fena fi'ş-şeyh, fena fi'r-Rasûl ve fena fillah. a) Fena fi'l-ihvan: Tarikatta ihvan ve kardeşlik sevgisini gönüle yerleştirip ihvanın arzu ve isteklerini kendi arzu ve isteklerinin önünde tutmak, onlarla sevgiyle kaynaşmaktır.
b) Fena fi'ş-şeyh: Sâlikin şahsî irade ve arzularını şeyhinin arzu ve iradesinde yok etmesi, kendi arzu ve iradesinin yerine şeyhinin arzu ve iradesini koymasıdır.
c) Fena fi'r-Rasûl: Sâlikin şeyhinde fenayı yaşadıktan sonra Hz. Peygamber'in şahsında sevgi ve aşkla erimesi, onun şahsiyetinde fena bulmasıdır. Rasûlullah'ın sıfat ve ahlâkını benimseyip onlarla bezenmesidir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla