Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:49   Mesaj No:9

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar

d) Fena fillah: Sâlikin kendi sıfat ve vasıflarından sıyrılıp Allah'ın sıfatlarıyla bezenmesidir. Allah'ta fânî olmanın ardından Allah'ta bakî olma hali ortaya çıkar.

Baka bir bakıma insanın kendisinin etrafındaki halkı ve eşyayı görmemesi halidir. Nefsinden fânî olan insan Hakk ile bakî olur. Allah'ta fenaya eren de yine O'nunla bakî olur. Nitekim Bursalı İsmail Hakkı: "Fena, şekil ve merasimin zât-ı ahadiyyette tamamen muzmahil olmasıdır. Bu suretle kul, kendi fiil ve hareketini görmez, Hakk ile kaim olduğunun şuuruna erer." demektedir. Bazı sûfîler, bekanın peygamberlere aid bir makam olduğunu, fena ve bekanın dünya zevklerine bağlanmamak ve Hakk'a muhabbetin devamını sağlamaktan ibaret olduğunu söylemişlerdir.

Cem' ve Fark
Cem' herşeyi Allah'tan bilerek halkı yok, Hâlık'ı var görme hali. Cem' toplamak, dikkat ve iradeyi bir noktaya teksif etmek demektir. Cem' fark (veya tefrika) ile birlikte kullanılır. Hucvirî,
"cem' ve fark" anlayışının temsilcisinin Ebu'l-Abbâs Kasım Seyyârî (ö.342/953) olduğunu ve bu görüşün taraftarlarına bu yüzden Seyyariyye adının verildiğini belirtir. Ebû Sâid Harrâz'a göre cem', Allah'ın kullarında kendisini icad etmesidir. Kendisi onlar için var olduğundan, onların varlıklarını yok etmesidir. Yakın hali insanı Hakk'la cem'eder. İlim ise varlığını Hakk'tan ayırıp ona kulluğunu gösterir (Fark). Bu yüzden bazı sûfîler Kur'an'daki "Allah kendisinden başka ilâh bulunmadığına şahidlik etti." âyetini cem'e, devamındaki "Melekler ve ilim sahipleri" kısmını da fark'a delil sayarlar.

Mutasavvıflardan bazılarına göre, insanın yaratılışı ile cem' arasında ilgi vardır. Cem' yaratılış sırasında Hakk'ın konuşmasıdır. İnsanlar o zaman kendilerinde değillerdi (gaybet). Bu yüzden konuşan da cevap veren de kendisiydi. Hakk insanlara peygamberler aracılığıyla hitap edince fark hali ortaya çıktı. Bu farklılıktan sonra Allah'ın kulu kendisiyle birleştirmesi cem' adını aldı. Bu açıdan kulun kendine bakması fark, Rabbına bakması cem"dir. Nitekim Ebû Alî Dekkâk "Fark sana nisbet edilen, cem' ise sana nisbet edilmesi mümkün olmayan şeydir." der. Cem' dağınık bir halde bulunan ilgi ve dikkati tek noktada toplamaktır. Buna göre, dikkat ve ilgisini Allah'ta cem' eden, zikrinde yalnız Allah der, başka bir şey görmez. İlgi ve dikkatini Hakk'ın dışındaki varlıklara çeviren ise, yaratıklardan başka bir şey görmez. Bir başka tarife göre cem' olağanüstü fiiller, fark da olağan fiillerdir. Bu tarife göre mucize ve kerametler cem', yaratıkların fiilleri farktır. Yaratıkların fiillerini Yaratan'a izafe etmekle, Yaratanın fiillerini yaratıklarına nisbet etmek arasında fark varır.

Biri Hakk'ı ta'zîm, halkı ve kendini küçültmedir. Diğeri ise varlık ve büyüklük iddiasıdır. Bir kimseden insanların fiillerine benzemeyen olağanüstü bir fiil ve hal zuhur edince, onun faili mutlaka Allah'tır. Ateşe atılan İbrahim'in yanmaması, kuyuya atılan Yusuf'un kurtulması gibi. Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamberin gaybet halindeki fiillerini kendisine izafe etmekte ve "Attığın zaman sen atmadın, Allah attı." buyurmaktadır. Hadis-i kudsî'de ibadet ve kulluğun tadına vararak vecd ve istiğrak halini yaşayan kimselerin fiillerinin Cenâb-ı Hakk'a izafe edilmesine bakılırsa, Hakk'tan gelen sevginin akıl ve tabiat üzerinde hakimiyet kurarak kulun bu fiilleri kesbetmekten çıktığı ve bunların Hakk'ın fiilleri haline gelmesiyle cem'in gerçekleştiği anlaşılır." İbn Arabî, cem' halkı görmeksizin Hakk'a işarettir, demekte ve Ahadiyyet'in cem' ile beraber bulunduğunu ifade etmektedir. O’na göre Ahad, ancak cem' ile, cem' de Ahad ile olur. Nitekim "Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir." âyetindeki beraberlik cem'dir.
Âlemin varlığına rağmen Hakk ile beraberlik devam ettiği sürece cem'in hükmü de devam eder.

Cem' ile fark, ışık ile karanlığın birbirini takip etmesi gibi, daima birbirini izler, cem' hali ortaya çıkınca fark kaybolur. Fark zahir olunca cem' zail olur. Birinin varlığı diğerinin yokluğudur. Sâlik için her ikisi de zaruridir. Çünkü fark olmayınca kulluk, cem' bulunmayınca da Hakk'ı tanıma (marifet) gerçekleşmez. Bu yüzden Fatiha süresindeki "Ancak sana kulluk ederiz." ifadesi farka, "ancak senden yardım dileriz." lâfzı da cem'e işaret eder. Farkı olmayan cem' zındıklık, cem'i olmayan fark da atâlet olarak kabul edilmiş, cem' ve farkın birlikte bulunması hali gerçek tevhid şeklinde yorumlanmıştır. Cem'in en yukarı derecesi, cem'ul-cem'dir.

Cem'ul-cem' bütün varlık ve yaratıkları Hakk'la görerek, birinin varlığı diğerine engel olmadan, kesrette vahdeti, vahdette kesreti müşahede etmektir. Kulun "baka billah" ile muttasıf olması, mahvdan sonraki sahv, cem'den sonraki fark (fark-ı sânî) halidir. Sâlik cem'ul-cem' halinde herşeyi hakikati üzere Hakk ile kaim görerek her hak sahibine hakkını verir. Cem'ul-cem' cem', ile farkın aynı anda bulunması, birbirini izlemesidir. Bu hale sahip olan kişi, eşyaya cem' nazarıyla baktığında, gözünden fark hali büsbütün zail olmaz. Fark nazarıyla baktığında, eşyayı Hakk ile kaim görerek cem' hali yok olmaz. Bu suretle ubûdiyyet ile rubûbiyyet arasındaki farkları görerek tevhidin gerçeğine erer.
Cem' halinde ise sâlik mâsivâdan külliyen fânî olarak Ahadiyyet mertebesine ermekte, Hakk'ın dışındaki eşya ile ilgili hislerini tamamen kaybetmekte (sekr), kendini Hakk'ın tasarrufunda kabul etmektedir. Kulluk görevlerini îfâ için de sahv haline dönmesi gerekmektedir. Bu yüzden cem'den sonraki bir hal olan ve cem'le farkı birleştiren cem'ul-cem'e "sahv-ı sânî" denir.

Fark, kulluk sıfatıyla Hakk'ı ve halkı ayrı ayrı varlıklar olarak görmektir. Tefrika ile eş anlamlı olan fark, cem' ile birlikte kullanılır. Düşünce ve arzuların dağınık bir halde bulunması (tefrika-i hatır) demek olan fark, kulun irade ve gayretiyle ilgili olan ibadet ve çalışma gibi konulan kapsar. Nasrâbâdî, sâlikin fark makamında Hakk'ın sıfatlarına, cem' makamında zâtına nazar ettiğini söyler.

Cem' marifette, fark ise makam ve hal ile ilgili konularda olur. Sâlikin kulluk makamında olması fark, rubûbiyyet makamında bulunması cem'dir. Hakk Teâlâ'nın yaratıkları kendi ilim ve iradesinde toplaması cem', nevilere ayırarak onlara vücud vermesi farktır. Varoluş sırasında Hakk'ın zâtının varlıklarda zahir olarak vahdette kesretin meydana gelmesi "farku'l-cem" adını alır. Bu da halk âlemine inen ruhun Hakk'ın zatından uzak düşmesi ve Hakk'ın zâtının izzet perdesiyle perdelenmesi sebebiyle, Kadîm ile hadisin ayrı ayrı varlıklar olarak görülmesi şeklinde olur.

Değerlendirme Soruları:
S.1. Tahakkuk kavramlarından Kalbi ve Vicdani Olanları sıralayınız? S.2. Vecd ve İstiğrak ve Cezbe nedir. Tarif ediniz? S.3. Aşk ve Muhabbet ve Havf ve Recâ kavramlarını anlatınız? S.4. Kabz ve Bast ve Heybet ve Üns kavramlarını izah ediniz? S.5. Gaybet ve Huzur, Fetih ve Feyiz, Cem’ ve Fark ve Fenâ ve Bekâ kavramlarını karşılaştırarak izah ediniz? S. 6. Sekr ve Sahv kavramları ve bu kavramları ilk kullanan sufileri belirtiniz?

13. Hafta

TASAVVUF KAVRAMLARI (Marifet ve bilgiye dair olanlar

Ma'rifet ve İrfan
Ma'rifet; tanımak, aşinalık ve bilgi demektir. Ancak bilgi anlamını ifade eden ilim ile ma'rifet arasında fark vardır. Ma'rifet, yaşayarak, görerek, tadarak, tecrübe ile elde edilen bilgidir. Kaynağı da kalp, ruh, sırr, ilham ve keşfdir. İlmin kaynağı ise akılla istidlal, duygu organları, nazar ve nakildir. Zahirî ilim sahiplerine âlim, bâtını ve kalbî bilgi ve ma'rifet sahibi bulunanlara arif denilir. İlim daha genel, ma'rifet ise özeldir. Ma'rifet, ilham suretiyle Allah, Allah'ın sıfatları, fiilleri, gayb âlemi hakkında elde edilen bilgidir (Ma'rifet-i ilâhiyye). Bu tür bilgilerin sahiplerine "ârif-billah" (Allah'la bilen) denilmesi, bilgilerinin Hakk'tan gelmesindendir. Nitekim Kuşeyrî bunu: "Sâlik önce Hakk'ı, O’nun sıfat, isim ve fiilleriyle tanır. Sonra ibâdet, kulluk . ve çile ile nefsini arıtarak Hakk'a yaklaşır. O zaman Hakk da ona kendini tanıtır, böylece Hakk, kulun mârufu olur. Zünnûn Mısrî: "Ben Allah'ı O'nun bana kendisini tanıtması yoluyla tanıdım." diyerek bu görüşü te'yid etmiştir. Kul, nefsine ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hakk'a aşinalık (ma'rifet) kazanır. Ma'rifet ve irfan genellikle eş anlamlı olarak kullanılır.

İkan ve Yakın
İkan, yakîn sahibi olmak elemek olup istidlal ve akıl yoluyla elde edilen doğru ve kesin bilgi hakkında kullanıldığı gibi, sâliki tam olarak tatmin eden sağlam bilgi mânâsına da gelir. Yakîn ise şüphe ve tereddüde meydan bırakmayan doğru bilgidir. Vakıaya uygun değişmez inançtır. Delillerle değil, iman gücüyle apaçık görmektir. Bir şeyin hakikati konusunda kalbî itminandır. Yakîn sahipleri katında belâ nimet, rahatlık musibettir. Yakîn müşahede anlamına da gelir. Üç türlü yakîn vardır:
a. İlme'l-yakîn: Tereddüde mahal vermeyen kesin bilgi.
b. Ayne'l-Yakîn: Bir şey hakkında gözle görerek elde edilen kesin bilgi.
c. Hakka'l-Yakîn: Bir şey hakkında o şeyi yaşayarak elde edilen kesin bilgi. Kur'an'daki yakîn kavramlarından ilme'l-yakîn şeriat, ayne'l-yakîn tarikat, hakka'l-yakîn hakikat ve ma'rifet olarak değerlendirilmiştir.



Keşf ve Mükâşefe
Keşf, perdenin açılmasıyla gizli olanın ortaya çıkması demektir. Gaybî hakikatlere yaşayarak ve temaşa suretiyle vâkıf ve muttalî olmaktır. Mükâşefe beden ve his perdesinin kalkması, ruh âleminin seyredilmesidir. Maddî duygular âleminin tesir ve kiri, kalbin gayb âlemini görmesine engel bir perde oluşturur. Riyâzât, mücâhede ve tasfiye bu perdeyi ortadan kaldırınca gayb
âlemi görülmeye başlar ki buna keşf denir. Keşf ve mükâşefe, sûfînin akıl ve duygu organlarıyla elde edemediği gayb ve ulûhiyyet âlemine dâir gizli bilgiler sağlar. Mükâşefe ilminin gayesi ma'rifet elde etmek, insan, varlık ve Allah gibi konularda akıl, nazar ve istidlal yolunun dışında kalbî bilgi sağlamaktır. Gazzâlî, kalbî bilgilere mükâşefe ilmi (tahakkuk) adını verirken, insan davranışlarını ibâdet, amel ve ahlâk açısından anlatan ilme de muamele (tahalluk) adını verir.

İlham
Doğrudan ve aracısız Allah'tan alınan bilgi demektir. İlhâmî bilgi, ya ilâhî hitabı işitmek ve dinlemek, ya da gayb âlemini görmek suretiyle olur. İlham yoluyla gelen bilgi düşünmekle değil, feyz yoluyla gönüle doğar, kalbe gelir. İlham'ın kaynağı ya doğrudan Allah'tır, ya da melektir. Nitekim İbn Arabî, velîlerin ilhamı, peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan aldığını belirtir.

Muhâdara ve Müşahede
Muhâdara, huzurda olmak demektir. Sâlikin kalbinin Allah'ın esmasından aldığı feyizle Hakk'ın huzurunda olmasıdır. Muhâdara, ya kuvvetli deliller sayesinde, ya da zikrin etkisiyle meydana gelir. Muhâdaranın ileri derecesi müşahededir. Müşahede, Hakk'ın kalpte hazır olmasıdır. Müşahede sahibi kendi zatını ortadan kaldırmış, ma'rifeti onu mahv hâline geçir-miştir. Muhâdara halinde sâlik delillere bağlıdır, aklı kendisine delildir. Muhâdara başlangıç, müşahede nihayet halidir. Muhâdara telvin, müşahede temkin ehli içindir.

Feth ve Feyz
Feth, sâlike Hak tarafından kapının açılması sonucu zahir olan kemâl halleri hakkında kullanılan bir kavramdır. Feth-i ilâhî de denilen bu hal, sâlikin çeşitli makamlara yükselmesini temin eder. Feth, nefs ve ruhtaki duruma göre değişik tecelliler sağlar. Nefsteki feth ilim, ruhtaki ise ma'rifet verir. Feth, kalb gözünün açılması anlamına geldiği gibi, Allah'dan gelebilecek maddî ve manevî ihsanlar hakkında da kullanılır. Allah Teâlâ, "Fettâh" ismiyle her türlü feth, fütûh ve fütuhatın kaynağıdır. İbn Arabi'nin el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye'si Mekke'de gelen ilham ve fethleri ihtiva ettiği için bu adı almıştır. Feyz ise kulun çaba ve iktisabı olmadan kalbe taşan bilgi ve manevî haldir. Feyz sâliki kuşatan manevî hâl anlamına da kullanılır. Feyzin bir de "isnâdî" olanı vardır ki, şeyh ve mürîdlere sened ve silsile yoluyla ulaşan irfandır. Şeyh bu tür feyzi, zikir ve sohbet sırasında müridin gönlüne "ifâza" eder.

Levâih, Tavârık ve Levâmî
Levâih, zuhura gelir gelmez kaybolan tecellî nurudur. Sühreverdî, Levâihi, hâlin başlangıcı olarak değerlendirmektedir. Tavârık hakikat ehline geceleyin gelen ilhamlardır. Levâmî de nefsi
temiz olan ve başlangıç halinde bulunan sâliklere mânâ âleminden zahir olan göz kamaştırıcı ışıklar ve doğuşlardır. Bu üç kavram birbirine yakın anlamlar ifade etmektedir.

Tecellî
Tecellî, ortaya çıkmak ve görünmek demektir. Tasavvufta kudret-i ilâhiyye eserlerinin eşyada görünmesidir. Gaybdan gelen, kalpte zahir olan nurlar için de kullanılır. Tecellînin nasıl meydana geldiğini Allah'dan başka kimse bilemez. Âlem, tecellînin vukuu ânında hadis ve mevcûd, ondan sonra hemen aslına dönerek fânidir. Fakat bu tecelli o kadar sür'atli ve daimîdir ki iki tecelli arasında hiç bir fasıla hissedilmez. Durum böyle devam ettiğinden biz mevcudatı daimî zannederiz. Alemde var olan eşyanın hepsi, her nefeste değişmektedir. Her mevcud yok oluyor, yerine ânında benzeri geliyor. Buna "teceddüd-i emsal" denir. Nitekim nehir akıp gitmektedir. Gelen su daima yenidir. "Bir insan bir nehirde iki defa yıkanmaz." denmiştir. Tecellîde, gaybdan şehâdet âlemine, karanlıktan aydınlığa çıkış söz konusudur. Tecellî, rûhânî ve Rabbânî olmak üzere iki türlüdür. Ruhanî tecellî hudûs sıfatıyla zahir olan tecellîdir. Bu yüzden bu tecellîde ucüb sıfatı ortaya çıkabilir. Rabbânî tecellîde ise fâni varlık yokluğa dönüştüğünden ucüb tehlikesi olmaz.

Tecellî ayrıca tecellî-i ef âl, tecellî-i esma ve tecelli-i sıfat gibi gruplara ayrılır. Tecellî-i ef'al denilen fiil tecellisi, Hakk Teâlâ'nın fiillerinden birinin kulun kalbinde açılmasıdır. Bu mertebeye eren sâlik "Lâ faile illallah" sırrına erip bütün fiilleri Hak'tan bilir. Tecellî-i esma Hakk Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından bir ismin sâlikin gönlünde yer etmesidir. Böyle bir tecelliye mazhar olan kimse, o ismin nurları altında hayrete düşer. Sıfat tecellisi ise Hakk'ın sıfatlarından birinin kulun kalbine açılmasıdır. O sıfatın bazı eserleri Cenâb-ı Hakk'ın fazlıyla kulda zahir olur. Meselâ Hakk'ın "Semi" sıfatıyla tecelli ettiği bir kul, cansız varlıkların bile söz ve teşbihini duyar hâle gelir. Bir de bunların ötesinde "zatî tecellî" vardır ki "ilâhî zâtın zâtı için tecellisi"dir. Bu tecelli kulların idrakinin üstündedir.

Varidat ve Havâtır
Vârid (c.vâridât) kulun kasd ve iradesi olmadan Hakk'dan gelen mânâ, ilham ve feyz hakkında kullanılan bir kavramdır. Vâridât-ı ilâhiyye ve vâridât-ı Rabbâniyye şeklinde ifade edilir. Havâtır ise insanın iç âleminde duyulan sestir. Ancak havâtır, Hakdan ve melekten olabileceği gibi, nefs ve şeytandan da olabilir. Bu yüzden Allah'dan gelen hatır ve hitaba hâtır-ı Hakle, melekten gelene ilham, şeytandan gelene vesvese, nefsten gelene ise hevâcis veya "hadîsü'n-nefs" denir.

Vâkıa-Vâkıât
Gayb âleminden kalbe ya misâl yoluyla, ya da hitap suretiyle gelen mânâlar, müjdeli mesajlar hakkında kullanılır. Bazan da halvetteki sâlikin veya riyâzatla meşgul müridin ibâdet sırasında kendinden geçmiş bir halde iken muttali oldu ğu hakikatlerdir. "Vakıa" genellikle uyku ile uyanıklık arası halde meydana gelir. Sâlik huzur halindeyken meydana gelen vakıaya mükâşefe denir. Vakıa bazan da rüya âleminde görülen mânâlar hakkında da kullanılır. Ancak vakıa sıradan rüyalardan farklı bir olgudur. Bu saydığımız tahalluk (muamele)ye dair ıstılahlarla tahakkuk (mükâşefe)ye dair kavramlardan başka genellikle tasavvuf ve divan edebiyatında kullanılan ve başka kültürlerden alınmış bazı kavramlar daha vardır. Meselâ pîr-i mugan, İran kültüründe mecûsî din adamı anlamında iken, tasavvufta şeyh ve mürşid; tersâ, hristiyan papaz mânâsına iken, kötü huylarını düzeltmiş ruhanî kişi; deyr, manastır anlamına iken, tasavvufta zaviye ve dergâh yerine; savmea, rahiplerin ibâdet yeri anlamına iken, tasavvufta mescid ve zaviye karşılığı; mey, şarap anlamına iken aşk mânâsına; meyhane de tekke anlamına kullanılmıştır.

İstimdad
Meded dilemek, yardım istemek demektir. Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah Teâlâ hazretleridir. Allah Teâlâ hazretlerinden başkasından doğrudan yardım dilemek söz konusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber, şeyh veya benzeri maneviyat büyüklerinden istimdâd, doğrudan onların şahıslarından bir taleb demek değildir. Belki onların ind-i ilâhîdeki itibar ve derecelerinden yararlanmak için bir tevessüldür. "Meded yâ şeyh", "Meded ya Abdelkâdir", "Meded yâ Gavs-ı A'zam", "Meded ya Hazret-i Hüdâyî" gibi lafızlar ve levhalar, bu şahıslara duyulan manevî sevginin bir ifadesidir. İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. Çocuk anne-babasına, talebe hocasına, mürîd şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister, İstimdâd bu sığınma duygusunun bir tezahürüdür. Vahdet-i vücud inancındaki "insan-ı kâmil" Allah ve Rasûlü'nün ahlakıyla ahlâklanmış, kemal sıfatlarıyla muttasıf ve Hakk'ın mazhan demek olduğu için, rûhânî bir tasarrufa da mazhardır. Mazhardır, diyoruz çünkü gerçek tasarruf Allah'ındır. Kul veya kişi bu tasarrufun görüntüsüdür. Bu itibarla sâlik ve derviş, insan-ı kâmil olarak gördüğü şeyhinden tarikat pîri veya pirlerden birinden istimdâd ve istiâne ettiğinde, aslında talebini Allah'a arzetmiştir. Çünkü vahdet-i vücud İnancında bütün fiiller Allah'ındır, kudret ve kuvvet de sadece O'na aid-dir. Konuya bu açıdan bakıldığında, şer'îbir tehlike söz konusu değildir.

Ancak istimdâd edilen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp, taleb ondan olacak olursa, elbetteki caiz olmaz. Sahibini şirke düşürebilir.
İstimdadın ölü veya diriden olması, onlara bir varlık izafe etmemek şartıyla mümkün görülmüştür. Hattâ sûfîler ölüden istiâne için Kemalpaşazâde'nin Şerh-i Hadis-i Erbaîn'inde yer verdiği: "İşlerinizde şaşkınlığa düşünce ehl-i kuburdan yardım İsteyiniz. (istiâne)" hadisini delil sayarlar. Bazı türbelerde yazılı bulunan bu hadisin sıhhati üzerinde tartışmaya girmeden, anlamına müteallik şunu söylemek isterim: "Ehl-i kubur" ölüler veya ölümü düşünerek kendisini ölüm sonrasına hazırlayanlardır. İnsan dünya işine dalmaktan şaşkına dönünce, kabir ehlinin halini, ölümü ve Ölüm ötesini düşünerek, kendini toparlamak ve onların halinden kendi haline bir yardım umarak, gönlünü Allah'a rabt etmek durumundadır.

Ölüm rabıtası veya tefekkür-i mevt, insanı dünya lezzetlerine aldanmaktan belli ölçüde korur. Bu yüzden hadis-i şerifte "Dünya lezzetlerini unutturan ölümü çokça düşününüz." buyurulmuştur. Bazı tarikatlarda, zikir sırasında sâlîkin, şeyhinin kalbinden kendi gönlüne bir feyzin aktığını düşünerek istimdâd etmesi de söz konusudur. Nitekim Nakşbendî şeyhlerinden Nurullah Bahâî, zikir sırasındaki bu istimdadı şöyle anlatmaktadır: "Zikir murad eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzmı kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faaliyetten men ederek,şeyhin ruhaniyetine teveccüh edip ondan istimdadda bulunur."

Tevessül
Birşeyi veya bir şahsı Allah için aracı ve vasıta kılmak, şefaatçi ve vesile edinmek anlammadır. Kur'an-ı Kerim'deki: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na ulaşmaya vesile arayın." âyet-i kerimesi ile şu iki hadis-i şerif vesile veya tevessüle delil sayılmıştır: a) Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimizin amcası Hz. Abbas ile tevessül ederek: "Yâ Rabbi, kuraklık içinde kalınca Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin, şimdi de O'nun amcası ile tevessül ediyoruz. Bizi suya kavuştur." derdive yağmur yağardı." b) Gözleri kapanan biri, Peygamberimiz'e gelerek: "Yâ Rasûlallah, gözlerim kapandı; benim için Allah'a dua buyur." dedi. Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Abdest al, iki rekat namaz kıl, sonra da şöyle de: "Allah'ım Peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah'ım onun, hakkımdaki şefaatini kabul buyur." Bunun ardından Hz. Peygamber (s.a.s.) şunları ilâve etti: "Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap." Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır.

Tevessül, yâ ibadet ve amellerle olur, yâ da Hz. Peygamber, velî ve sâlih kişileri vesile kılarak olur. Amellerin Hakk'a yakınlığının vesile, Allah'ın rızasına ermeye vasıta olduğunda şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'i vesile kılmanın cevazı, kendi ifadeleriyle sabit olan şefaat yetkisi ve ikinci
hadis-i şeriften ortaya çıkmaktadır. Sâlih kişilerin vesile ittihazı ise, ilk hadis-i şerife dayanılarak genellikle kabul edilen görüştür. Nitekim vesile âyetinin tefsirinde Bursalı İ. Hakkı bu görüşlere işaret eder. İhtilaflı olan ise, ölmüş kimseleri vesile edinerek yapılan tevessüldür. Sûfîler, enbiyâ, evliya ve sâlih ulemânın, âhirete intikal etmiş olsalar da ruhaniyetlerine tevessül edilebileceğini kabul etmektedir.

Tevessülde öncelikle hedef, Allah'a yaklaşmak, rızasına ulaşmaktır. Bir dileğin kabulü veya bir musibetin def ve ref edilmesi için, enbiyâ ve evliya ile sâlihlerin ruhaniyetlerine tevessül suretiyle Hakk Teâlâ'dan talepte bulunmak da tevessül kapsamına girer. Tevessül veya vesile anlayışında ibadet ve tâatın çokluğu Cennete girme sebebi değildir. Cennet ve kurbet, Allah'ın lütuf ve ikramıyla olur. Onun lutfu olmadan ne Cennet ne de kurbet gerçekleşir. Bu yüzden ibadet ve amellerle tâatlar vesile edilerek Hakk'tan niyazda bulunmak, Ona iltica etmek, kulu Allah'a yaklaştırdığı gibi, Cennetin kapılarını da açar. Tasavvufi telakkide "Benim amellerim beni kurtarır ve bana yeter." düşüncesi yanlıştır. Çünkü ibadetler Cennetin karşılık ve bahası değil, Hak murad etmişse, ancak bahânesidir.

Teveccüh
Teveccüh yöneliş demektir. Genelde Hakk'a yöneliş ve kalbî alâka için kullanılır. Müridin mürşidine yönelip gönlünü bağlaması anlamında kullanıldığı gibi, mürşidin müridini tam karşısına alıp ona nazar ederek, hiç konuşmadan başbaşa kalmaları mânâsına da kullanılır. Bu mânâdaki teveccüh için: "Allah Teâlâ benim sadrımı ne ile doldurdu ise, ben onu aynıyla Ebû Bekr'in sadrına ilka ettim." hadis-i serili delil sayılmıştır. Mürşidin nazar ve nefesiyle müridini etkileyip onu bir bakıma ruhî yükselişe hazırlaması, güneşe tutulan büyüteçlerin teksif ettiği güneş ışınlarının, temas ettiği yanıcı maddeleri yakmasına benzetilmiştir.

Şeyhin bütün manevî gücünü ve ruhanî tesirini müridin kalbi üzerine teksif ederek feyz vermesi, onu manevî tekâmüle hazırlar. Teveccühün mürîdden mürşide doğru olanı, Nakşbendilikte "râbıta-ı muhabbet" denilen şekildir. Mürîd mürşidinin ruhaniyetihe muhabbet yoluyla teveccüh ederek, mürşidin ruhaniyeti, onun bâtınında feyz tesiri gösterir. Beşerî zaaf ve sıfatlan izâle ederek mürîd tedricen şeyhinin boyasına boyanır.

Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbî bir beraberlik, şahsiyet transferi ve aynîleşmeyi doğurur. Nakşîlikte bundan başka bir de "teveccüh-i kalbî" denilen bir teveccüh şekli daha vardır. Sâlik lafza-i celal zikri sırasında bunun anlamını düşünür. Bu mânâyı bütün idrak gözüyle anlamak üzere kalbine teveccüh eder. Sonuçta melekût âlemi ona tecellî eder. Böylece sâlik kendi sıfatından fânî olur ve Mezkûr'un; yani zikrettiği Hakk'ın sıfatlarıyla bakî kalır. Hafi zikir ile vuslat ve fena bu yolla gerçekleşir; Baka billah böylece tamamlanır.




Rabıta
Rabıta, etrafında kıyametler koparılmak istenen, bazılannca şirke kadar varmakla itham edilen bir tasavvuf problemidir, İlk devir sûfîlerinde lafız olarak rastlanmayan bu kavram, yanlış algılamalar sonucu neredeyse mahkûm edilmek istenmiştir. Rabıta, bağ, alâka ve vuslat anlamınadır. Kur'an'da aynı kökten "ribât", "murâbata" veya "rabt-ı kalb" gibi kavramlar vardır. Kur'an'daki "ribât", "murâbata" ve "rabt-ı kalb" kelimelerinin, sınır boyunda nöbet beklemek veya böyle bir nöbet beklemeye yarayan mekân anlamında fizik bir anlamı olduğu gibi, metafizik ve mistik bir anlamı da vardır.

Nitekim bu kökten gelen rabıta ve rabıt kelimeleri zâhid veya rahip anlamınadır. Râgıb el-Isfahânî (ö. 502/1108), el-Müfredât adlı Kur'an lügatinde "Ey iman edenler, sabredin, düşmanlannızla sabır yansı yapın ve murâbata yapın (nöbet tutun) Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz." âyet-i kerimesinde geçen murâbata kelimesinin iki anlamı olduğunu belirtir. Bunlardan biri müslüman ordugâhlarında düşmana karşı nöbet, diğeri de namazdan sonra öteki namazı bekleyerek nefse karşı uyanıklıktır. Rabıta, her ne kadar Nakşbendiyye tarikatına has bir özellik olarak dikkat çekiyorsa da, aslında bütün tarikatlarda vardır. Hattâ rabıta, "kültürler arası ortak bir özelliktir." denilse yeridir. Çünkü rabıta ideal kahramanların, ideal davranışlarından yararlanma, o kahramanlarla bütünleşme ve aynîleşme yoludur. Rabıta insanî bir insiyaktır. Fizik, sosyal ve moral, ya da ruhî ve ahlâkî kişiliğin başkaları üzerindeki müsbet ya da menfî etkisidir. Her ilim ve san'atın pîr ve uzmanı, o ilim ve san'at mensupları için örnek ve ideal insandır.

Tasavvufta da istenilen kâmil insanı yetiştirmek için mürîdlerin gönlüne kâmil bir model konulmuştur. "Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar.", "Üzüm üzüme baka baka kararır.", "Kır atın yanında duran, ya huyundan ya suyundan", "Körle yatan şaşı kalkar." gibi atasözleri, bu mânâdaki kalbî bağlılık (rabıta) ve fizik beraberlik sonucu meydana gelebilecek etkileri ifade etmektedir. Tasavvufta rabıtanın amacı "râbıta-i huzur"dur. Yani sâlikin daima huzur-ı ilâhîde bulunduğu duygusunu sağlamaktır. Her an Allah'ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu sağlamak ise çok zor, hattâ imkânsızdır. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir.

Öyleyse kulun yoğunlaşmasını sağlayacak, teksifini kolaylaştıracak müşahhas bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellilerinin mazharı olan insan-ı kâmil suretindeki şeyhtir. Sâlik önce bu insan-ı kâmile, ardından Hz. Rasûl'e ve Onun ardından da Rabb-ı Müteâl'e kalbini rabt etmeli ve bu suretle huzur-ı kalbe ermeli, fena fillah'a varmalıdır.

Rabıta bir bakıma başkalarına benzeme ve taklid arzusunun tezahürü olarak, tasavvufî eğitimde bir araç olarak görülmüştür. Çocuklarda anne-babayı taklidle başlayan, öğretmen ve ideal şahsiyetleri taklidle gelişen benzeme duygusu, fıtrîdir. İstenildiği kadar karşı çıkılsın, her
insanın hayatında bunun belli bir yeri vardır. Ancak burada taklidden kasdettiğimiz, gelip geçici hevesler türünden olan benzeme değil, aynîleşmedir. Zira basit taklidler, moda gibi gelip geçici heveslerdir, Aynîleşme, taklidin ileri derecesidir. Aynîleşmede önce benimseme ve zamanla itiyad haline getirme söz konusudur. Tasavvufta rabıta, kâmil ahlâk sahibi kişilerle kurulması istenen sevgi bağıdır. Sevenle sevilenin bir olmasıdır. İnsan karakteri, başkalarının yaptıklarını aynen yapmak suretiyle, farkına varmadan bir biçim kazanır. Kişiye sevdiğinin tavırları, şahsiyetinin dokunmasında önemli bir fonksiyon icra eder. Çünkü insan, sevdiklerini önyargısız benimser ve onlarla bütünleşir (identification). Yıldızlar ve güneş için cazibe (çekim) kaidesi neyse, insanlar için de "sevgi" kuralı odur. Genel anlamıyla insandaki sevgi, rabıta ve ilgi, üç derecede incelenmiştir:
1) Tabiî rabıta: Kişinin evladı ve yakınlarına duyduğu tabiî sevgi bağı.
2) Bayağı rabıta: Dinen emredilmeyen, hattâ bazan hoş karşılanmayan dünyevî şeylere duyulan ilgi.
3) Mukaddes değerler ve ulvî şeylere karşı gönül bağı: Allah ve Rasûl sevgisi veya Onun sâlih kullarından birine, salâhından ötürü duyulan sevgi.

İşte râbıtanm bu üçüncü derecesi, tasavvuftaki rabıtadır. Yani ilâhî ve zatî sıfatlarıyla muttasıf, müşahede ve iyân mertebesine ulaşmış bir mürşid-i kâmile gönül bağlamak, huzur ve gıyabında onun suretini, sîretini ve rûhâniyetini hayal etmek, yanında iken takındığı tavrı, gıyabında da sürdürmeye çalışmak. Rabıtada önemli olan, şeyhin suret ve sîretini hayalde muhafaza etmektir. Mürşidin huzurunda bulunma mülâhazası, bazan icmalî, bazan da detaylı bir biçimde olur.

Mürîd dikkatini şeyhi üzerinde yoğunlaştırmalıdır. Bu suret ve sîreti hayalde muhafa za durumu, zamanla şeyhin ahlâk ve özellikleriyle bezenmiş hale gelmeyi sağlar. Buna fena fi'ş-şeyh tâbir edilir. Konuya psikolojik açıdan yaklaşıldığında, psikolojide örnek alınan enerjik karakterlerde "sirayet özelliği"nin varlığı kabul edilmektedir. Güçlü insanlar, zayıflar için daima ilham kaynağıdır. Adetâ onları peşlerinden gitmeye zorlamaktadır. İleriye atılan bir kumandanın askerî harekete geçirmedeki gücü buna en güzel örnektir. Güçlü insanlar ve büyük liderler, bir mıknatıs gibi, aynı karakterde olan insanları kendilerine çeker ve etkilerler. Çünkü güçlü insanların sergilediği örnek bulaşıcıdır. Herkes onları taklid etmek ister, onlara duyulan hayranlık hissi, zihnî kabiliyetleri geliştirir. İnsanın manevî bakımdan yükselmesine engel olan nefse karşı koyma direnci kazandırır.

Hadis-i şerifte: "Sâlihîerin anılması sırasında rahmet-i ilâhiyye iner." buyurulur. Sâlihlerin sadece hatırlanmış olmasıyla ilâhî rahmet inmez. Ancak gönülden onlara uyma ve onların izinden
gitme arzusu ve kusurları giderme isteği uyanırsa, bu insanda aksiyon ve aktivite sebebi olur. İyi işlerin sebebi de gönüldeki iyi arzu ve istektir. Sâlihleri iyi halleriyle anmak, bu hevesin meydana gelmesine sebeb olduğundan, onları anmak rahmete medar olur. Sâlihleri anmak, onlara benzemeye ve dolayısıyla rahmete medar olduğu gibi, onların güzel ahlâkını düşünüp benzeme arzusu taşımak da aynı sonucu doğurur. Rabıtanın üç basamağı vardır: 1) Mübtedîlerin rabıtası: "Kişi sevdiğiyle beraberdir." ve "Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan onlardandır." hadis-i şerifleri gereği, mürşide huzurda iken gösterilen edebi, gıyabında da göstermek, şeyhin boyasına boyanmak (fena fi'ş-şeyh). 2) Mutavassıtların rabıtası: Hayatın her anında Rasûlullah'ın huzurunda gibi hareket etmek. Hz. Peygamberin "üsve-i hasene" olan ahlakıyla bütünleşmek (fena fi'r-Rasûl). 3) Müntehilerin rabıtası: "Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir. "Biz insanoğluna şah damarından daha yakınız." âyetlerinin sırrını idrak şeklindeki "râbıta-i huzur"dur (fena fillâh). Sûfîlere Göre Rabıtanın Delilleri Sûfîler rabıtayı tabiî bir olay olarak görmekle birlikte, bazı âyetleri buna delil sayarlar. Bu âyetlerin bazıları şöyledir:
1) "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." Bu âyetteki beraberlik konusunu Nakşbendiyye meşâyıhmdan Ubeydullah Ahrâr (ö. 895/1490) şöyle açıklar: Buradaki mecliste, büyük bir kalb huzuru ile, fizik olarak beraberliği paylaşmaktır. Hükmî beraberlik ise, onlarla aynı mekânda beraber olmanın imkânsız olduğu zamanlarda, suret ve sîretlerini gıyabî olarak tahayyül etmek suretiyle fikrî, zihnî ve kalbî olarak beraber olmaktır.

"Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın. O'nun yolunda cihad edin." Bu âyetteki "vesile" mutlak ve dolayısıyla umumîdir. Rabıta da O'na yakınlığa bir vesile olduğundan, rabıtaya delil olarak öne sürülmüştür. Bilindiği gibi vesile "Allah'a yaklaşmak için yakınlığından istifade edebilecek herşeydir. Hakk'a yakınlıkları bilinen ve "gö rüldüğünde yüzleri Allah'ı hatırlatan" Allah adamlarını Allah'a vesile saymak, hem tevessül, hem de rabıtadır. Sâlihlerle tevessül etmeye hadislerde ruhsat vardır. Nitekim Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber'in amcası Abbâs'a tevessülü buna delildir.
3) "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun (ittibâ) ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün."
6. el-Hadîd 57/4
12
Âyette geçen "ittibâ", görmek (ru'yet) ile olur. Görmenin de bir maddî, bir de manevî olanı vardır. Maddî görme, basarla; manevî görme ise, basîret ve kalb ile olur. Rabıta manevî rü'yetten başka birşey değildir. Mürşidine rabıta edenin bağlı bulunduğu silsile yoluyla Hz. Peygamberi görmüş sayıldığı kanâati tasavvufta esastır.
4) "O kadın (Züleyha) andolsun, ona (Yusuf a) musallat olmayı kafasına koymuştu. Eğer Rabbının burhanını görmemiş olsaydı, o da o kadını arzulamıştı. İşte Biz ondan fenalığı ve fuhşu bertaraf edelim diye burhan gönderdik. Çünkü Yûsuf, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı."

Bu âyetin tefsirinde Zemahşerî, "Eğer Rabbının burhanını görmeseydi" ifadesindeki burhanı şöyle açıklamaktadır: Burhandan maksad Ya'kub (a.s.) suretinin bir anda gözünün önünde canlanıp hayretle parmağı ağzında ona: "Aman kendine sahip ol, ondan yüz çevir." diye hitab etmesidir. Babasının böyle gözünün önünde canlanıp kendini uyardığını gören Yusuf, toparlanmış ve bu işten sakınmış tır. Rabıta, bu âyetin tefsirinde açıklandığı üzere, (Yusuf'un Ya'kub'un hayalini görmesi gibi), müridin şeyhinin hayalini gözünde ve gönlünde taşımasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.)'e salât ü selâm getirerek gönülde bir sevgi bağı oluşturmak da bir tür rabıtadır.

Hz. Hasan'ın dayısı Hind b. Ebî Hâle'den Hz. Peygamber'in bilyesini sorarak: "Onun özelliklerini dikkate alıp onunla kalbî bir bağ kurmak için, senin onu bana tasvir etmeni istiyorum." demesi bir bakıma kalbî alâka veya rabıtadır. Sonuç olarak rabıta, Allah ile kul arasına üçüncü bir şahsı (şeyhi) sokarak irtikâb edilmiş bir şirk değil, aksine müridin, Önüne ve yanına sunulmuş, model şahsiyete benzemesi, ona kalıp ile olan beraberliğini kalb ile sürdürmesi olayıdır.

Değerlendirme Soruları
1. Kalbî ve vicdânî kavramları tanımlayınız?
2. Marifet ve bilgiye dair kavramlarını sıralayınız?
3. Ma'rifet ve İrfan kavramları hakkında bilgiler veriniz?
4. İkan ve Yakın, Keşf ve Mükâşefe ve İlham kavramlarını karışalaştırmalı olarak anlatınız?
5. Muhâdara ve Müşahede ve Feth ve Feyz kavramları hakkında bilgi veriniz?
6. Levâih, Tavârık ve Levâmî kavramlarını izah ediniz?
7. Tecellî, Varida, Havâtır ve Vâkıa-Vâkıât kavramları hakkında bilgiler veriniz.
8. İstimdad, Tevessül ve Teveccüh kavramlarını tanımlayınız?
.9. Rabıta kavramı hakkında bilgiler vererek sufilerin rabıta ile ilgili delillerini sıralayınız?



14. Hafta
Mistisizm ve Tasavvuf
Birinci üniteye “Mistisizm Nedir?” sorusuyla başlamış ve mistisizmin çeşitli tanımlarına yer vermiştik. Mistisizmin insanın görünmeyen gerçekliğe ve birliğe ulaşma yönündeki ruhî tecrübesine ve bu tecrübeyi ifade eden doktrine verilen ad olduğunu kaydetmiştik. Görünenin ötesine veya görünmez olana geçme tecrübesi şeklindeki genel anlamıyla mistisizm, insanlık tecrübesi olarak bütün din ve doktrinlerde yer almıştır. Mistik düşünceler açısından dünya düşünce tarihine bakıldığında birçok ülkede bunun örneklerini bulmak mümkündür: Uzakdoğu’da Brahmanizm, Budizm, Mısır’da Hermes, İskenderiye’de Yeni Eflatunculuk, Yunan’da Pisagor vs.

Mistisizm terimi ilk defa Mistik Teoloji adlı eserin yazarı Dionysius the Areopagite (650-725) tarafından kullanılmıştır. Mistik düşünceyle yakından ilgilenen ya da mistik tecrübeyi bizzat yaşayan yakın dönem filozoflarından Henri Bergson (1859-1941), Evelyn Underhill (1875-1941), William Ralph Inge (1860-1954), Albert Einstein (1879-1955), Bertrand Russel (1872-1970) ve Sarvepalli Radhakrishnan (1888-1975) dikkati çekenlerdir.

Dünyadaki bütün felsefi ve dini anlayış ya da tezahürlerde mistisizmin ifade ediliş biçimleri arasında bir hayli fark vardır. Tecrübe ve anlayışta ise belirgin bir şekilde birlik görülür. Buna göre farklı dinlerdeki mistik tecrübelerin mutlak hakikat, ilahi varlığın içkinlik ve aşkınlığı, benliğin Tanrı ile bir olması, evrendeki kötülüğün mahiyeti ve manevi yetkinliği ifade eden kavramların bazı ortak yanları bulunmaktadır.

Mistisizm çeşitleri ile ilgili farklı tasnifler yapılmıştır. Mesela, Frederick Crossfield Happold (1893–1971) mistisizmi (1) aşk ve ittihad, (2) bilgi ve idrak olmak üzere ikiye ayırır. Bir başka tasnife göre de (1) tabiat, (2) ruh ve (3) Tanrı şeklinde üçe ayrılır. Mistik tecrübe ile ilgili de tasnifler yapılmıştır: (1) Panenhenik, (2) Pananteistik, (3) Panteistik. Bilindiği gibi bunların anlamları ilgili ünitede ele alındı. Mistik tecrübenin bir de (1) içe dönük, (2) dışa dönük olmak üzere iki çeşidinden daha söz edilir.

Bu ünite ile ilgili diğer bir başlığımız mistisizmin özellikleri idi. Mistisizmin kendisini mistik tecrübeyi yaşayana zorla kabul ettirmesi, pasif olması, belli oranda gizlilik barındırması, maddeye karşı tavrı teşvik etmesi, seyr u sülûkün bulunması, ebedi felsefe ve bilgi kaynağı olması, yokluğa kavuşmanın hedef olarak gösterilmesi ve yaşanan bir hal olması onun özelliklerinden belli başlılarıdır. Mistik tecrübenin de mistiklerin Tanrı ile vasıtasız temas kurması ve bunun izahının mümkün olmaması, gelip geçici olması, vecd (extase) halinin yaşanması gibi bazı özellikleri vardır.

Mistik tecrübenin de çeşitli türleri vardır. Tasavvuf, İslam dinine özgü mistik bir tecrübe, düşünce ve yorum şeklidir. Nasıl ki İslam dini “ilahi dinler” şemsiyesi altında mütalaa ediliyorsa, tasavvuf da mistisizm genel başlığı altında değerlendirilebilir. Nitekim mistisizm ve tasavvufun benzer yönleri olduğu gibi farklı yönleri de bulunmaktadır. Bu farklar, ünitenin son başlığı altında gösterilmeye çalışılmıştır.


Tasavvufun Tanımı, Konusu, Gayesi ve Özellikleri
Bu ünitede tasavvufun tanımı üzerinde durulmuş, neredeyse her sufiye göre bir tanım var olduğu vurgulanmış ve buna dair örnekler zikredilmiştir. Daha sonra tasavvufun özellikleri maddeler halinde belirtilmiş, böylece tasavvufun tanım konusu zikredilen bu özellikleriyle birlikte daha anlaşılır hale getirilmeye çalışılmıştır. Ardından izah edilen sufi ve tasavvuf kelimelerinin iştikakları ve gerekçeleriyle tasavvuf kavramının anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışılmıştır. Ayrıca burada tasavvuf ve sufi kökleri hakkındaki görüşlerdin kabul görenleri de izah edilmiştir. Bu ünite tasavvufun konusu ve gayesi bahsinin izahıyla sonlandırılmıştır. Böylece bu ünite ile tasavvufun gerek kavramsal gerekse özellik ve konuları itibariyle anlaşılması temin edilmeye çalışılmıştır. Ünitede ele alınan konularla ilgili kaynaklar kısmında verilen kitaplara müracaat edilerek konu ile ilgili bilgilerimiz daha da artırılabilir.

Tasavvufun Kitap ve Sünnetten Temelleri
Bu ünitede tasavvufun temellerinin Kur’an ve sünnette mevcut olduğu fikri işlenmektedir. Kur’an’a göre insanın kemâle ulaşabilmesi âfâkî ve enfüsî âyetleri okuyup anlamasına bağlıdır. Bu hususa işarete eden âyetlerin ana teması Allah’ın tanınması, bilinmesi yani mârifetullah’tır. Nitekim tasavvuf tanımlarından bir kısmı da bu konu ile ilgilidir.

Tasavvufa temel olarak gösterilen âyetlerden biri de Kur’an-ı Kerim’in çift manalı olduğunu açıkça gösteren Zümer suresi 23. âyetidir. Bu âyet, Kur’an-ı Kerim’in ilk bakışta fark edilemeyecek ikinci bir manasının var olduğunu gösterir ki birincisine zâhiri mana denilirken ikincisine bâtınî/işârî anlam ya da yorum denir. Kur’an-ı Kerim’de zâhir-bâtın ayırımına yer veren daha başkaca âyetler
de vardır. Bu nedenle ehl-i sünnet alimleri, Kur’an’ın zahirî manasından başka bâtınî anlamının da bulunduğunda ittifak halindedirler. Zâhirî mananın ileri seviyesi olan bâtınî manayı tespit için çok hassas ve özel bir eğitime ihtiyaç vardır. İşte bu eğitimin adına ledün eğitimi, bu eğitimi veren müesseseye tasavvuf ve bu eğitimi gören kişiye de sûfî denir. İkili anlam başta taharet-tatahhur olmak üzere diğer bazı kavramlarda da mevcuttur. İkincisi yani tatahhur, diğer anlamlarının yanı sıra daha çok sabır, rıza, şükür gibi iç âlemimize ait temizlikle ilgilidir ve onu öğreten bir ilme ve bir âlime ihtiyaç vardır. Bu temizliğin ilmi tasavvuf, âlimi de mürşid veya velî’dir. Yine basar ve basiret kavramları da zâhir-bâtın ayrımının mevcut bulunduğu kavramlardandır. Kur’an-ı Kerim’de basireti ifade eden pek çok âyet vardır ki onlar ilgili ünitede sıralanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan çift manalı diğer kavramlar ise şunlardır: Rics-Habâset, İsm-Fevâhiş ve Cihad-Ribât.

Tasavvufun temelleri arasında zikredilen ayetlerden bir kısmı da zühd, güzel ahlâk, nefis tezkiyesi, istikamet, teslimiyet, kalp tasfiyesi, gece ibadeti, huşu, takva, ledün ilmi, ihsan ve Hakk’a vuslat gibi kavramlarla ilgilidir. Bu kavramlar aynı zamanda tasavvufun ilgi alanında yer almaktadır. Tasavvuf söz konusu kavramların gerçekleştirilmesi hususunda bazı uygulamalar sunar.

Sonuç olarak tasavvufun pek çok tanımı Kur’an ve sünnet kaynaklıdır. Ele aldığı konular da Kur’an ve sünnete dayanır. Bu açıdan bakıldığında tasavvuf, İslam’ın bâtınî boyutunu ele alan ve ona yoğunlaşan bir ilim dalıdır.

Tasavvuf Klasikleri
Bu ünitede tasavvufun temel kaynakları olan ve Tasavvuf Klasikleri diye isimlendirilen; er-Riâye li-hukûkıllah, Hatmü’I-velâye, el-Luma’, et-Taarruf , Kûtü’l-kulûb, er-Risâle, Keşfü’l-mahcûb, İhyâu ulûmi’d-dîn, Avârifu’l-maârif, Fusûsü’l-hikem, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ve Mesnevi gibi mühim eserler kısaca tanıtılmaya çalışılmış, bu eserlerle ilgili geniş bilgilendirmeler için kaynaklar kısmında verilen; Tasavvuf Klasikleri, (editör: Ethem Cebecioğlu), İstanbul 2010 isimli esere işaret edilmiştir. Bu eser tasavvuf klasikleri ile ilgili Tasavvuf Anabilim dalı öğretim üyeleri tarafından telif edilmiş eserlerin tanıtıcı mahiyette anlatıldığı önemli bir başvuru çalışmasıdır.

Tasavvufun Diğer İslamî İlimlerle Münasebeti
Tasavvufun diğer İslami ilimlerle münasebetine geçmeden önce tasavvufun menşei ve yabancı unsurlar meselesine de kısaca değinmenin faydalı olacağını düşündüğümüz için üniteye “Tasavvufun Menşei ve Yabancı Unsurlar Meselesi” şeklindeki bir başlıkla başladık. Ünitede de açıkça ifade edildiği gibi oryantalistler tasavvufun menşei konusunda farklı görüşler ileri sürmüşler ve belli bir menşe hususunda da görüş birliğine varamamışlardır. Kaldı ki onlar içerisinde tasavvufun menşeinin Kur’an ve sünnet olduğu görüşünü savunanlar da vardır. Oryantalistlerin iddiaları arasında belki de en zayıfı tasavvuf konusundaki İran tesiridir.
Hind mistisizmi ile İslam tasavvufu arasında yapılacak bir karşılaştırma ikisi arasında bir takım önemli benzerliklerin bulunduğunu gösterse bile benzerliklerin her zaman bir “kültür difüzyonu” olayını temsil ettiği söylenemez. Eski Yunan tesiri meselesine gelince bu, hem oryantalistleri hem de Müslüman müellifleri çokça meşgul etmiştir. Hakikatte Yunan mistisizmi ve onun son büyük örneği olan Yeni Eflatuncu felsefe de bir çok müellife göre dış kaynaklara pek çok şey borçludur. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslam tasavvufunun menşei ya da yabancı unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara ulaşmadığı görülür. Tasavvuf ve diğer İslami ilimlere gelince, aslında İslami ilimleri birbirinden ayırmak ve tecrit etmek mümkün değildir. Her biri birbiriyle ilişki içerisindedir.

Tasavvuf da özelliği gereği dini bir ilim olarak diğer İslami ilimlerle, sosyal bir vakıa olarak sosyal bilimlerle ve hatta edebiyat ve güzel sanatlarla münasebet halindedir. Ancak bu ünitede tasavvufun tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve ahlâk ile münasebeti üzerinde durulmuştur. Diğerleriyle münasebeti ise sonraki ünitelerin konusu olmuştur. Sûfiler, rivâyet ve dirâyet tefsir metoduna ilave olarak bir de “işârî” tefsir yorumunu getirmişler ve işârî mana verilirken uyulması gereken bazı şartlar ileri sürmüşlerdir ki bunlar söz konusu ünitede sıralanmıştır.
Mutasavvıf müfessirlerin kullandığı bu metot, müteşâbih âyetlerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır.

Sûfîleri işârî yoruma sevk eden müteşâbih âyetler ilgili yerde ayrıca zikredilmiştir. Mutasavvıf müfessirlerin kaleme aldığı işârî tefsirlerden bir kısmı ünitede kronolojik olarak sıralanmıştır. Onlardan bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve diğer bir kısmı da Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Yine tefsirlerden bazıları Kur’an-ı Kerim’in tamamını ele alırken bazıları da belli surelerin işârî tefsiri şeklindedir. Sûfîlerin Kur’an-ı Kerim ile olan bir başka münasebetleri de onu dinlerken girdikleri derûnî haller ve coşkunluklardır. Aslında ilk dönem sûfîleri “semâ” kelimesiyle de bu halleri kastetmişlerdir.

Mutasavvıfların başlangıçtan beri hadis ilmiyle meşgul oldukları bilinmektedir. Zira ilk zâhid-sûfîlerin ekserisi muhaddistir. Şu kadarı var ki muhaddisler hadisleri hıfz ve rivâyet için belli
titizliklerle öğrenip naklederlerken; mutasavvıflar, hadisleri bir irşat vesilesi ve ahlâkî bir öğüt şeklinde değerlendirdiklerinden muhaddislerin hadis rivâyeti konusunda gösterdikleri hassasiyeti tam olarak göstermiş oldukları söylenemez. Bu nedenledir ki hadis rivâyetinde özellikle sened üzerinde pek fazla durmamışlar; sonuç olarak da bazı tasavvufi eserlerde zayıf ya da mevzu hadisler görülebilmektedir.

Tasavvufi eserlerde yer alan hadislerle ilgili bazı akademik çalışmalar yapıldığını burada hatırlatmakta fayda vardır. Ünitenin kaynaklar kısmında bu çalışmalara yer verilmiştir. Tasavvufun hadis ilmiyle olan bir başka alâkası da, tefsir ilminde olduğu gibi, hadislerin de işârî üslûp ile şerh edilmesi ve muhtelif konularda kırk hadis mecmualarının meydana getirilmesidir. Ayrıca Kitâbü’z-zühd’ler de hadis ilmiyle tasavvuf arasında bir köprü görevi görmüştür. Söz konusu ünitede Kitâbü’z-zühd’lerden ve tasavvufî hadis şerhlerinden bazı örnekler kronolojik olarak sıralanmıştır. Konu tasavvufi düşüncede sıkça kullanılan birkaç hadisle sona ermiştir.

Tasavvuf ve Fıkıh münasebetine “fıkıh” kavramına tarih içerisinde yüklenen anlamlarla başlamıştık. Fıkhın tarifiyle tasavvufun fıkha yaklaşımı birbirini tamamlar niteliktedir. Her ikisinin kaynağı da Kur’an ve sünnettir. İnceledikleri konular itibarıyla aynı olmakla birlikte, vasıta ve vesileleri farklıdır. Ancak fıkıh ilmi, akıl ile istinbat ve burhan yolunu izlerken; mutasavvıflar ise manevî tecrübe ve mükâşefe yolunu benimsemişlerdir.

Fıkhın incelediği konulardan biri olan hikmet-i teşrî’ konusunu, tasavvuf “esrâru’s-salât” ve “esrâru’s-savm” gibi başlıklar altında ele alır. Fıkhın dışarıdan incelediği konuları, tasavvuf içeriden anlamak ve anlatmak ister. Nasıl ki ibadetlerin zahirî bir şekli varsa ve bunlarla ilgili hükümler fıkıh ilminin konusunu teşkil ediyorsa; huzûr-ı kalp, hudû ve huşûun da öyle bir bâtınî şartı vardır ki o da tasavvufun konusunu teşkil eder. Bunların daha iyi anlaşılması için ilgili ünitede abdest, namaz ve oruç gibi ibadetlerle ilgili dikkat edilmesi gereken bazı bâtınî şartlara yer verilmiştir.

Tasavvuf ile Kelâm arasında da bir ilişki söz konusudur. Kelam ilminin ele aldığı konular, yani Allah, insan ve kâinat meseleleri, kelâm ilminin olduğu kadar tasavvufun da konusudur. Ancak kelâm ilmi, bu konuları incelerken kitap ve sünneti esas alarak akıl aracılığıyla çözüm bulmaya gayret ederken; tasavvuf da yine kitap ve sünnet çizgisinde ve fakat keşif ve ilham gibi kendine özgü bilgi vasıtalarıyla ve manevî tecrübelerle aynı konuları ele alıp inceler. Kelâm ilminin gayesi, İslâm’ın hak din olduğuna insanları ikna etmek, diğer bir ifadeyle hakkı ispat ve bâtılı reddetmek ve hatta İslâm’a yöneltilen tenkit ve itirazları cevaplandırmak iken tasavvufun hedefi de kemal
sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce olan Allah’ı kalben de tanıyabilmek, yani marifetullah’a ulaşmaktır. Sûfîlere göre aklın kâfi gelmediği meselelerde kalbi devreye sokmak gerekir. Hülasa tasavvuf, kelâmın yetersiz kaldığı bir alanı doldurmakta ve kalbin mutmain olmasına katkıda bulunmaktadır.

Tasavvuf ve Ahlâk arasındaki ilişkiye gelince tasavvufun gerçekleştirmek istediği şey bizatihi ahlâkın güzelleştirilmesidir. Bu nedenle tasavvuf bazı sûfîler tarafından “ahlâk” olarak tanımlanmıştır. İç huzurun meydana gelmesi için maddî ihtiras ve arzuların zâil olması gerekir. Bu bakımdan tasavvuf ile ahlâk iç içedir. Sonuç olarak tasavvuf ile diğer İslamî ilimler arasında boyutları farklı olmakla birlikte sıkı bir ilişki bulunduğunu söyleyebiliriz. Zaten İslami ilimlerin bir bütün olması da bunu gerektirir.

Tasavvufun Diğer Sosyal İlimler ve Güzel Sanatlarla Münasebeti
Bu üniteninin başında; Tasavvufun, menşei, mesnedleri ve konulan bakımından İslâmî ilimlerle olduğu gibi, metodları ve konuları itibarıyla felsefe, sosyoloji, psikoloji, pedagoji ve ekonomi gibi sosyal ilimlerle de alâkalı olduğu vurgulanmıştı. Bu alâka bazen doğrudan, çoğu zaman da dolaylı yollarladır.

Tasavvufun sosyal bilimlerle irtibatı, sosyal bir olgu olan bu alanın toplumun her katmanıyla çeşitli şekillerde muhatap olduğunu göstermektedir. Bu manada tarihi arka plana bakıldığında tasavvufi anlayış, düşünce,görüş ve müesseselerin özellikle bir prototip olarak göz önünde bulundurulduğunda Osmanlı toplumunda ne kadar etkin olduğu anlaşılmaktadır. Tasavvuf ferdi planda bir kişisel eğitim alanı olmakla birlikte, ruhi planda insan ruhiyatının daha huzurlu bir hayat sürmesini teminde de yönlendiriciliğinin ve katkısının olduğu bir vakıadır. Kişisel gelişiminde merhale katetmiş, iç dünyasında cemal tecellilerine temayül yoğunlaşmış mutasavvıfların güzel sanatlar alanında kıymetli eserler ortaya koyduklarını görüyoruz. Kısaca tasavvuf yapısı gereği gerek İslami ilimlerle gerekse diğer sosyal ilimler ve güzel sanatlarla tarih boyunca iç içe olmuştur. Bunu her alanda görmek mümkündür.

Tasavvuf Tarihine Giriş ve Zühd Dönemi
Bu üniteye tasavvuf tarihi teriminin Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak ifade ediliş biçimlerine dikkat çekerek başlamış ve ardından tasavvuf tarihinin konusunu ve gayesini kaydetmiştik. Ardından Tasavvuf tarihi literatürünü kronolojik olarak sıralamış ve kısaca eserler hakkında bilgi
vermiştik. Burada tekrar ifade etmeliyiz ki bu eserlerin dışında da tasavvuf tarihiyle ilgili başkaca eserlerde bilgiler bulmak mümkündür. Yani tasavvuf tarihiyle ilgili kaynaklar bunlardan ibaret değildir. Belki bunlar ilk etapta bilinmesi gerekenlerdir. Bu eserlerin bir kısmı ilk dönem zâhid ve sûfîlerle, bir kısmı da coğrafi olarak belli bir yöreyi ele almasıyla, diğer bir kısmı da belli bir zaman dilimini incelemesiyle dikkat çeker. Tabi bir kısmı da belli bir tarikatı ele alır. Bu konuda yapılmış onlarca akademik çalışma vardır. Biz ancak bunlardan birkaç tanesini zikredebildik. Daha fazla bilgi almak isteyenler kütüphane kayıtlarından ya da internet ortamından araştırıp bilgi sahibi olabilirler.

Tasavvuf tarihinin dönemleriyle ilgili çeşitli tasnifler sunulmuştur. Bunlar bakış açısına göre değişen tasniflerdir. Biz bunlardan Zühd, Tasavvuf ve Tarikatlar şeklindeki tasnifi esas aldık. Zühd dönemiyle ilgili başta Hz. Peygamber (s.a.) olmak üzere, sırasıyla Ashab-ı Suffe, Sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn’den bazı zühdî hayat ve düşünce örnekleri verilmeye çalışıldı. Elbetteki örnekler bunlarla sınırlı değildir. Ancak bu kadarının bile konu ile ilgili bir fikir verebileceğini düşünüyoruz. Zira bütün bu rivayetler bize Hz. Peygamber’in (s.a.) darlıkta ve bollukta hiçbir zaman dünyaya meyletmediğini ve daima zühdî bir yaşamı tercih ettiğini gösterir. Onun (s.a.) bu özelliği, sahabede başka sonraki dönemlerde “zâhid” olarak isimlendirilen insanlara da örnek olmuştur. Zâhidlerin sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinden almış oldukları bu zühd anlayışı, onların ve hatta bütün mutasavvıfların hayatlarında gerçekleştirmeleri gereken önemli bir kavram olarak tasavvuf tarihindeki yerini almıştır. Ashab içerisinde Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) zühd ve verâı, Hz. Ömer’in (r.a.) zâhidâne hayatı, Hz. Osman’ın (r.a.) sehâveti, hayası ve sabrı, Hz. Ali’nin (r.a.) zühdü, ilmi, tevhid ve marifetle ilgili sözleri, onların şahsiyetlerini de göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Tasavvufî hayatın ilk nüvesini teşkil etmesi sebebiyle burada Ashâb-ı Suffe’nin tasavvuf tarihi açısından önemini de vurgulamak gerekir. Bu konuda diğer sahabilerle de ilgili pek çok örnek vardır. Ancak biz burada ashabın zühd hayatının esaslarını tekrar ederek konuya son vermek istiyoruz. Özetle ashab-ı kiramın zühdi hayatı daha çok kılık kıyafet, yeme-içme gibi dünya nimetlerine değer vermemek, zikir ve nafile ibadetle meşgul olmak, ibadet ve tefekkür için tenha yerleri tercih etmek ve Allah’a karşı teslimiyet ve tevekkül içinde bulunmak şeklindeydi.

İlk Mutasavvıflar
Bu ünite tasavvuf tarihi içinde tasavvufi hayatı ilk temsil eden sufilerden bazılarının hayatları ve tasavvufi düşünceleri açısından ele alındığı bir bölümdür. Burada ilk sufiler başlığı altında İbrahim Edhem, Zünnûn Mısrî, Ma'rûf Kerhî, Seriyy Sakati, Bişr Hafi, Şakîk Belhî, Ebû Yezîd Bistâmî, Hamdun Kassâr ve Cüneyd Bağdadî anlatılmıştır. Bu isimlerin ilk sufiler olmaları, tasavvufu kendi
tecrübeleri cihetinden ferdi olarak yaşamaları ve tasavvufi hallerine dair yaşadıklarını değişik tanımlamalarla nakletmeleri, daha sonraki devirlerde şekillenecek tasavvufi hayat ve düşüncenin önünde önemli örnekler olmuşlardır. Bu sebeble bu isimler başta olmak üzere hicri birinci ve ikinci asırda yaşamış olan diğer sufilerin hayat hikayeleri değişik kaynaklardan daha detaylı bir şekilde okunmalıdır.

Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Dönemleri Zühd Hayatı
Bu üniteye zühd hayatının tabiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerindeki temsilcilerinin daha çok hangi kaynaklarda yer aldığını kaydederek başlamıştık. Bu dönemin, asr-ı saadetten sonra rûhanî ve manevî hayatın zühd şeklinden tasavvufa dönüşünceye kadar olan hazırlık ya da ikinci zühd dönemi olarak kabul edildiğini ifade etmiştik. Öncelikle tekrar vurgulanması gerekir ki zühd hareketleri tabiîn döneminde ve genel olarak Emevi iktidarı sırasında yükselişe geçmiş ve zühd hayatı dünyaya bağlılığa ve siyasi entrikalara karşı bir tepki hareketi olarak doğmuştur. Hz. Osman (r.a.) döneminde başlayıp Emevîler döneminde devam eden çalkantılar karşısında bir öze dönüş çabasıdır.

Bu dönemde İslam medeniyetinde ilim dalları yavaş yavaş gelişme göstermeye başlamış, hadis ezberleme ve nakletme faaliyetleri yoğunluk kazanmıştır. Bir bütün olan ilim ve kültür hayatı, henüz kesin olarak ayrışmaya başlamamış ve farklı ilim dalları ve inanç akımları olarak ortaya çıkmamış ise de en azından bunların hazırlığının başladığı bir zaman dilimidir. Genel olarak bakıldığında zühd döneminde, tasavvufun temelini oluşturan sevgi ve aşktan çok, hüzün ve korkunun ön planda olduğu görülür. Zühdî hayat bir bakıma tahalluk yoluydu. Kur’an’daki dünyayı küçümseyen ifadeler sebebiyle dünyaya düşkünlüğe karşı çıkış ve Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabenin sade yaşantısına özlem vardır.

Zühdi hayat toplumsal olmaktan çok münferid bir yaşantıdır. Bununla birlikte devrin gözü yaşlı zâhidleri, çevrelerine gelen dostlarına nasihatlerde bulunurlar; sohbetlerinde özellikle zühde teşvik eden âyet ve hadislerin tefsir ve şerhlerini yaparlardı.

Zühd ve tasavvuf edebiyatı ise nesir şeklinde söylenmiş nasihat ve hikmet türü sözlerden ibaretti.

Bu dönemin önemli simalarından Üveys el-Karanî ve Ömer b. Abdulaziz’le ilgili kısaca bilgi verdikten sonra zühdün unsurları arasında yer alan terimlerden söz etmiş ve İslâm toplumunun saadet asrının ardından geçirdiği çalkantı ve sarsıntı sebebiyle ilk dönem tasavvuf terimlerinin daha ziyade korku ağırlıklı olduğunu vurgulamıştık. Tabi bu durum dönemin sonlarına doğru aşk ve muhabbetullah terimlerinin devreye girmesi ve daha sonra da marifetullah kavramının ön
plana çıkmasıyla tasavvufta sevginin ön plana çıktığı görülür. Bu dönemin diğer önemli simaları Hasan-ı Basrî, Râbiatü’l-Adeviyye ve İbrahim b. Edhem’dir. Zühd mektepleri bu ünitenin bir diğer başlığıydı.

Bu dönemde tasavvuf tarihi açısından dikkati çeken merkezler Medine, Basra, Kûfe ve Horasan’dır. Her birindeki zühd ve tasavvuf anlayışı birbirinden farklı gelişmiştir. Diğer bir ifadeyle, tasavvufi anlayış söz konusu şehir ya da bölgelerde yaşayan zâhidlerin önem verdikleri kavramlar etrafında şekillenmiştir. Medine’de sünnetin ihyası ve hadis faaliyetleri ön plana çıkarken Basra’da Hasan-ı Basrî önderliğinde hüzün ve korku ve Râbiatü’l-Adeviyye önderliğinde de aşk ve muhabbetullah esaslı bir tasavvuf anlayışı gelişmiştir. Kûfe’de ise bir yandan bekkâûn ve tevvâbûn diye isimlendirilip Şia ve ehli beyt eğilimiyle tanınan bir grup çıkmış, diğer yandan da Ebû Hâşim el-Kûfî es-Sûfî’de olduğu gibi melâmet ve sûfîliğin ön plana çıktığı bir tasavvuf anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bu mektebin dikkat çeken diğer iki ismi Cafer-i Sâdık ve Süfyân-ı Sevrî’dir. Horasan mektebine mensup zâhidlerin tasavvufi anlayışlarında ise tevekkül kavramının önemli bir yer işgal ettiği görülür. Ancak Horasanlı zâhidlerin Basra ve Bağdat civarına gelerek buradaki zühd, fakr, ibadet ve Allah korkusu gibi kavramların etrafında şekillenen tasavvufî anlayışlardan da etkilendiklerini burada tekrar etmek gerekir. Ünitenin sonunda verilen tabloda zühd mektepleri, temsilcileri ve öne çıkan kavramlar topluca gösterilmiştir.

Tasavvuf Dönemi Zühd dönemiyle başlayan tasavvufi hareket tasavvuf dönemiyle farklı bir mecraya girmiştir. İşte bu 10. Ünitede tasavvuf tarihinin ikinci dönemi olan Tasavvuf dönemi kendi içindeki taksimatlara göre değerlendirilmiştir.

Tasavvuf dönemi yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. Tasavvuf dönemi başlangıcı itibariyle, İslam dünyasının siyâsî, içtimaî ve ilimler tarihi açısından önemli gelişmelere sahne olduğu, Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi ehl-i sünnet kelâm mezhepleriyle Hanefiyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanların ortaya çıktığı bir dönemdir.

Bu asırlar tasavvufun fıkıh, kelâm ve hadis gibi ilimlerden ayrılıp inkişâf ettiği tekâmül devresidir. İlk tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Tasavvuf, tahalluk (eğitim) ve tahakkuk (keşf ve ma'rifet) boyutuyla bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemin mutasavvıfları insan ruhunu tahlil etmekte; ona arız olan halleri beyan ederek geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme getirmektedir.

Bu dönemde tasavvuf mektepleri ortaya çıkmış ve sufilerin manevi tecrübeleri ve tasavvufi anlayışları bu mekteplerde dillendirilmiştir. Her biri bulunduğu iklim ve sosyo-kültürel şartlar içinde şekillenen bu mektepler, daha sonra ortaya çıkacak tarikatların oluşmasına da öncülük etmiştir. Bu mekteplerde Nişabur Mektebi’nde, Fütüvvet ve Melâmet, Mısır Mektebi’nde, Ma'rifet ve Muhabbet, Şam Mektebinde, Açlık ve Gece İbâdeti, Bağdad Mektebinde, Tevhid ve Aşk kavramları ön plana çıkmıştır. Ayrıca bu ünitede ele alınan Hucvurinini Keşfü’l-mahcub isimli eserindeki H. III ve IV. Asırlar'da Tasavvuf Yolları ve bu tasavvuf yollarının ön plana çıkardıkları tasavvufi anlayışlara da dikkat kesilmek gerekmektedir.

Tasavvuf Kavramları (Tahalluk) Üniteye kısa bir giriş yaptıktan sonra tasavvuf kavramlarıyla ilgili literatürü kronolojik olarak kaydetmiş ve kavramların tasnifiyle ilgili bazı bilgiler vermiştik. Ardından tasavvuf kavramlarının ayrıntısına geçmeden önce makam, hâl ve vakit kavramları hakkında biraz bilgi verip makamların sayısı üzerinde durmuş ve Menâzilü’s-sâirîn adlı eserde yer alan tasnifi örnek olarak zikretmiştik.

Tercih ettiğimiz tasnife göre tasavvuf kavramlarını önce “tahalluk” (ahlâka dair) ve “tahakkuk” (hakikate ve bilgiye dair) olmak üzere iki ana başlığa ve ardından her ana başlığı kendi içerisinde “ibadet ve ahlâkla ilgili olanlar” ve “seyr u sülûkla ilgili olanlar” şeklinde tekrar iki alt başlığa ayırdık. Biz bu ünitede sadece birincisini yani tahalluk boyutunu ele alıp incelemeye çalıştık. Tahakkuk boyutu ise bir sonraki ünitede ele alındı. Birinci başlıkta yani ibâdet ve ahlâka dair olanlar arasında İbadet, Takva, Vera’, Tövbe, Zikir, Murâkabe, İtmi’nân, Sıdk, İhlas, Sabır, Tevekkül, Şükür, Rıza, Fakr, Zühd, Kanaat ve İstikâmet kavramlarını zikrettik ve bunlardan sadece tövbe, zikir, murâkabe, ihlâs, şükür, rıza ve fakr kavramları üzerinde durabildik. İkinci başlıkta ise seyru sülûkla ilgili başta seyru sülûk olmak üzere şeyh-mürşid, mürid ve sâlik, biat ve intisap, semâ’ ve âyin, sohbet, mücâhede ve riyâzat, celvet (halvet der encümen), ârif ve velî–velâyet kavramlarını sıraladık ve bunlardan yalnızca seyru sülûk, şeyh-mürşid, mürid-sâlik, biat-intisap, semâ ve âyin, sohbet, halvet-çile ve celvet üzerinde durma fırsatımız oldu.
Burada vurgulanması gereken bir husus da kavramların birbiriyle sürekli irtibatlı oluşlarıdır.

Her biri bir mozaik mesabesinde olup insanın kemâle ulaşmasında bir alanı doldurur. Mesela sülûk kavramından bahsediyorsak bu kavramı tek başına düşünemeyiz; onunla birlikte sâlik, mürşid,
zikir, riyazet ve mücâhede, sohbet vb. kavramları da göz önünde tutmalı, bütüncül bir bakış geliştirmeye çalışmalıyız. Kavramlarla ilgili daha detaylı bilgi edinmek için kaynaklar başlığı altında bazı çalışmaların isimleri verilmiştir. Ayrıca kavramlarla ilgili İA ve DİA gibi ansiklopedi maddelerine de bakılabilir.

Tasavvuf Kavramları (Tahakkuk Kavramları)
Bu ünitede ele alınan tasavvuf kavramları tahakkuk yani kalbi, vicdani ve marifete dair olan kavramlardır. Bu kavramların öğrenilmesi ile tasavvufta seyr ü sulük görmüş, makamlar geçmiş sufilerin bu yolculukları esnasında hal ve makam olarak hangi hususlarla karşılaştıkları ve bu yaşamış oldukları halleri nasıl tanımladıklarını idrak etmiş oluyoruz.

Aynı zamanda Tahakkuk kavramlarının tasavvuf tarihi içinde nasıl bir sürec neticesinde ne şekilde kavramlaştıklarını da gözlemlemiş oluyoruz. Bu ünitede Kalbi ve Vicdani Olanlar başlığı altında Vecd ve İstiğrak, Cezbe, Aşk ve Muhabbet, Havf ve Recâ, Kabz ve Bast, Heybet ve Üns, Gaybet ve Huzur, Fetih ve Feyiz, Cem’ ve Fark, Fenâ ve Bekâ , Sekr ve Sahv gibi önemli tasavvufi kavramlar ele alınmış olunmaktadır.

Tasavvuf Kavramları (Marifet ve bilgiye dair olanlar)
Bu ünitede ele alınan Ma'rifet kavramı tasavvufi düşüncede en çok üzerinde durulan kavramlardan biridir. Ünite içinde de belirtildiği gibi Ma'rifet, yaşayarak, görerek, tadarak, tecrübe ile elde edilen bilgidir. Kaynağı da kalp, ruh, sırr, ilham ve keşfdir. Ma'rifet, ilham suretiyle Allah, Allah'ın sıfatları, fiilleri, gayb âlemi hakkında elde edilen bilgidir (Ma'rifet-i ilâhiyye). Bu tür bilgilerin sahiplerine "ârif-billah" (Allah'la bilen) denilmesi, bilgilerinin Hakk'tan gelmesindendir.

Kul, nefsine ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hakk'a aşinalık (ma'rifet) kazanır. Bu izah sadedinde bu ünitede ana kavram olan Ma'rifet ve İrfan, bu halin tezahürlerinden; İkan ve Yakın, Keşf ve Mükâşefe, İlham, Muhâdara ve Müşahede, Feth ve Feyz, Levâih, Tavârık ve Levâmî, Tecellî, Varidat ve Havâtır, Vâkıa-Vâkıât gibi kavramlar özet olarak verilmeye çalışılmıştır. İstimdad, Tevessül, Teveccüh, Rabıta gibi tas
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla